Loading...

İklim Değişikliği Bir ‘Sorun’ mu?


Bilim ile Siyasetin Evliliği

Yeryüzünün derin geçmişine, yani insan cinsinin henüz iki ayağı üzerinde doğrulmadığı ya da kayıt tutmakla uğraşmadığı devirlere dair bilgiler birkaç tür kaynağa dayanır. Antarktika’daki anıtsal buzullarda yapılan sondajlar, göllerin dibindeki tortulardan alınan örnekler ile soyu çoktan tükenmiş canlıların fosilleri, canlılığın ilk uyanışından beri gezegeni dolaşan parçacıkları tutup saklayarak zamanın izinin sürülmesine olanak verirler.

Kendi başlarına bırakılsalar hep susup kalacak bu işaretler ancak geçmişi canlandırmaya çalışan insanların zihinlerinden gelecek şeyler sayesinde; parçalar arasında varsayılacak bağıntılar ve tümünü birleştirecek genel bir resmin aracılığıyla gene insanların anlayacağı bir dilden konuşabilirler.

Geçmişe yapılan seferlerin amacı değişenleri aynı kalanlarla ayırt etmektir. Tüm gezegeni saran ve canlılığı alt üst eden dönüşümler, ilk ya da son aşamalarında mutlaka sıcaklık ve yağış düzenlerindeki değişimleri de içerir.  Küresel iklim değişiklikleri, gezegenin bütünündeki hava durumu olaylarını belirleyen temel şartların, yani Yeryüzünü saran atmosferin bileşimindeki değişimlerden doğarlar. İklimin değişimi, denizlerle karaları kaplayan tüm canlıları etkiler, canlılar bu devasa ölçekteki değişimlere uyum sağlamaya çalışırlar. Değişim kalıcı olduğunda ise bazı canlı türleri kaybolur ve yenileri ortaya çıkar. Yazılı kayıtların başlangıcından sonra da iklim birçok defa değişmiş ve Yeryüzünün ortalama sıcaklıkları bir uçtan diğerine savrulmuş. Yaz mevsiminin görülmediği soğuk senelere ve ekinleri kurutan susuz baharlara, hem resmî kayıtlarda hem de şahsî hatıratlarda defalarca rastlanıyor. Bu sıra dışı olaylar her zaman dikkatle gözlense de sebepleri elbette bilinmiyordu. Geçmiş devirlerdeki iklim değişiklikleri çoğunlukla doğal sebeplerden, uyanan yanardağlardan ya da Güneş’in parlaklığının zaman içerisindeki farklılıklarından kaynaklanıyordu. İnsan faaliyetlerinin iklim üzerindeki belirleyici etkisi sanayi devrimi denen gelişmeyle yani kömürün yerin derinliklerinden çıkarılıp yakılmasının yaygınlaşmasıyla başlar. Bugün insanların doğa üzerinde hak saydıkları hâkimiyetleri o günlerde başlayan devasa dönüşümlere dayanır. Bu faaliyetlerin iklim üzerindeki kalıcı etkileri, ilk adımı doğanın dönüştürülmesi olan ve insan toplumlarının dönüşümü ile sonuçlanan sarmalın çemberlerinden sadece birisidir. Emek güçlerini bir araya getirerek yaşadıkları gezegeni dönüştüren varlıklar, davranışlarının doğanın üzerinden dolaşıp gene kendi yaşamlarına yansıyan sonuçlarını hissetmelerine rağmen ikisi arasındaki mutlak bağlantıdan habersizlerdi. Farklı bölgeler ve ülkelerdeki hava durumunun uzun dönemli seyrine yön veren şartları araştırmadan çok önce tüm Yeryüzünün iklimini kalıcı olarak değiştirmeye başlamışlardı bile. İnsanlar önce yaparlar, sonra anlamaya mecbur kalırlar. Fen bilimleri iklimdeki dönüşümün sebeplerini belli insan faaliyetlerine bağladığındaysa, o zamana dek sadece sonuçları gözlenen bu olgu bambaşka bir nitelik kazandı.

Sıcaklıklar ile yağış düzenlerindeki kalıcı bir değişimin insan toplumlarının yaşamlarını tehdit ettiği anlaşıldığında, doğanın gizemlerine atfedilen bir olgu siyasetin yani toplumların davranışlarını yönlendirmeyi amaçlayan bir mücadelenin parçası hâline geldi. İklim değişikliği tartışmaları en başından beri onu araştırmayı sürdüren fen bilimleri ile iç içeydiler. Siyasetin, çatışmaya ve uzlaşmaya dönük lisanına yeni taşınan terimlerin ana yurdu bilimsel metinlerdi. Fen bilimlerinin keskin, serin ve tarafsız görünen lisanı, siyasetin bulanık ama ateşli lisanına ilk bakışta pek uymaz. Ancak ikisini ayırma çabaları boşa çıktıkça herkes bu zorunlu evliliğe razı geliyor.

İklimdeki dönüşüm ile iklim anlatısının gelişimi yan yana sürüyor; biri herkesten habersiz yola başlamışken öbürü ne kadar geciktiğini büyük tantana ile duyurmuştu ama bugün hangisinin önde olduğuna karar vermek zor. İklim değişikliği tartışmalarının iki yüzü olan fen bilimleri ile siyasetin birlikteliklerinin meyvesidir iklim anlatısı. İklim değişikliği asla yalın biçimde değil ancak karmaşık bir resim hâlinde önümüze gelebilir. Karmaşa olgunun iki eşit yarısına da, hem topluma hem de doğaya aittir. İklim anlatısı ise hem bu resmin kendisi hem de ona nasıl bakacağımızı belirleyen kuralların hepsidir. İklim değişikliği, bir doğa olayı olarak araştırılmasına rağmen en başta toplumsal bir sorun sayıldığına göre denenecek ve reddedilecek çözümler de resmin içerisindeler. İklim anlatısının ırsi özellikleri ve melez yetenekleri onu inandırıcı, ayartıcı ve biraz da tehlikeli kılıyor.

Ebeveynlerinin birinden gelen zayıflıklarını öbüründen miras aldığı kabiliyetleri kullanarak telafi etmekte üstüne yok. Fen bilimlerine içkin belirsizlikler, iklim anlatısından aldatıcı bir kesinlikle dışlanıyorlar. Öte yandan sözcüklerin yerine geçen sayılar, tarihi yaşayan ve yapan yani sonuçta bu “sorunu” çözmeleri beklenen insanların üstünü örtüyor. İklim anlatısına ait terimler ile sayılar bütün bir Yeryüzünü tarif ederken insanların yaşadıkları Dünya ayrı ayrı ülkelere ve artık ülke sınırlarını tanımayan şirketlere bölünmüş hâlde. İnsanlar ise durmadan değişen kuralların arasında birbirleriyle boğuşmaya mecburlar ve birlik yerine ayrım, ortak bir yazgı yerine çelişen yazgıları görüyorlar. Hangisi gerçek? Var olan ayrımlarla çelişkileri yok sayan ve sadece sözde kalan bir bütünlük, ayrımlarla çelişkileri aşarak kurulacak sahici bir bütünlüğün önündeki ilk engeldir.

İklim değişikliği tartışmaları yaklaşık kırk sene öncesine dayanır. Bugün iklim değişikliği diye işaret edilen olgu en başta birkaç farklı isimle anılıyordu ve tartışma o günlerde, bu karmaşık ve geniş doğa olayını izlemek için gerekli kaynaklarla teknolojik olanaklara sahip ülkelerle sınırlıydı. Batı toplumları için çevre sorunları, savaş sonrasında kurulan refah toplumunun uykulu seyrini sarsan kazalardı. Asit yağmurları, hava kirliliği ya da yaban hayatın kayboluşu, seneler boyunca farklı bölgelerde birçok defa gözlendiler ve sanayileşmiş toplumlarının bütününe yayılan yaşam biçimine içkin çelişkileri duyurdular. Bu türden çevre sorunları yerel nitelikliydiler; sebepleri biliniyordu ve yıkıcı etkileri gözlendikleri bölgeleri henüz aşmıyordu. Çevreci hareketin ilk kıvılcımını çakan; canlıların yaşamını tehdit eden, doğrudan gözlenebilen ve uygulanması güç olsa da yalın çözümlere sahip sorunlardı. Çevreci ittifak, doğumundan sonraki on sene içerisinde, devletleri çevre koruma yasalarını meclislerden geçirmeye ve çevreye dönük tehlikelerden sorumlu kurumları tesis etmeye zorlayacak kadar genişlemişti. Ancak çevre hareketlerinin başından beri parçası olan fen bilimlerinin ufkuna bu defa başka türden tehlikeler girmişlerdi. Bilimsel kurumların olanakları ile bakış açıları artık gezegenin bütününe dönük tehlikeleri görüp kavramak için yeterliydiler. Gezegen ölçekli tehlikeler karmaşık birer yapboza benzerler; farklı türden parçaların sabırla toplanıp bir araya getirilmeleri, özel donanımlı araçlarla ve uydularla gözlenmeleri ve seneler boyunca yinelenecek ölçümlere doğrulanmaları gerekir. Sera gazı etkisi, küresel ısınma ya da iklim değişikliği; en başta Yeryüzünün bütününe dönük diğer tehlikelerle, ozon tabakasındaki yıpranma ve nükleer savaş olasılığı ile beraber anılıyordu ve henüz uzakta duruyor ve ağır ilerliyordu. Tüm toplumları ilgilendiren gezegen ölçekli sorunlar, fen bilimlerinin uluslararası siyasetle bütünleşmesini gerekli kıldı. BM Çevre Programı (UNEP) bu birleşmenin ilk meyvesidir. Yeni uluslararası çevre örgütleri tüm toplumlara dönük tehlikelere karşı dünyanın ortak çözümler geliştirmelerini sağlamak için kurulmuşlardı ama bunların kurucuları ve yöneticileri, tehlikeleri ilk araştıran ve tartışan Batılı ülkelerden geliyorlardı. Aslında kurucular ile ilk yöneticilerin çoğunluğu, çevre sorunlarını çevrecilerden bile iyi bilen, gözleyen ve gerektiğinde üzerlerini örten, enerji sektörüne mensuplardı.[1] UNEP ile benzer kurumların koza dönemindeki hararetli faaliyetleri fen bilimleri ile siyaseti sıkı bağlarla bağlıyordu. Sıradan kişiler ise bu dönemde insan faaliyetlerinin iklimi değiştirme ihtimaliyle ancak bilimsel konferansların başlıklarında, dergi kapaklarında ve nadiren haber kuşaklarında karşılaştılar. Otuz sene önce imzalanan ilk iklim anlaşmasıyla uluslararası iklim siyaseti kozasından çıktı.[2] İklimdeki değişim gibi siyasetteki dönüşümün de kalıcı olacağı anlaşıldı; dünyadaki tüm devletler iklim değişikliğinin varlığı, sebepleri ve tehlikeleri üzerinde fikir birliğine  vardıklarını beyan ettiler. İmzalanışının üzerinden yaklaşık on sene geçen Paris Anlaşması ise tüm devletlerin önüne tutturmaları gereken hedefler ve aşmamaları gereken sınırlar koyuyor. Diplomatları her sene başka bir şehirde bir araya getiren toplantılar ve imzalanan uluslararası anlaşmalar sayesinde iklim değişikliği tüm ülkelerin resmî siyaseti hâline geldi. İklim değişikliğinin artık herkesin görebildiği kanıtları gibi iklim siyasetinin gelişiminin kanıtları da önümüzde: Genelkurmayların yayımladığı raporlar, yeniden adlandırılan bakanlıklar[3] ve sermaye birliklerinin düzenli olarak yaptığı toplantılar.[4]

İklim değişikliği, gezegenin bütününe yayılan hatları belirsiz gövdesi ve bilimcileri ürküten kıyametvari geleceğiyle diğer tüm çevre sorunlarını unutturarak herkesi “çevreci” yaptı. Çevre sorunları şimdi, kasabalarda ya da şehirlerde yaşayanları, ağaçları ve kuşları değil su altında kalacak askerî üsleri ve müşterisiz kalacak holdinglerin bilançolarını tehdit ediyor. Resmî ve özel kurumları çözümünde olmasa bile en azından varlığı ve önemi konusunda birleştiren iklim değişikliği, dünyadaki iktidarı paylaşan ve toplumların geleceğine yön veren yapıların her kararlarında göz önüne aldıkları bir gerçektir.[5] En başta uzak ve belirsiz bir tehlikeyken artık keşfedilip haritası çıkarılan ve geçmişten geleceğe uzanan bedeni hedeflerle risklere, sayılar ve şemalara bölünen canavar, bir zamandır yanı başımızda yaşıyor.

İklim siyaseti gelişir ve yayılırken, Dünya’nın yüzeyinde neler değişirken neler aynı kaldı? Devletleri bir araya getirmek ve sorunun tanımında uzlaştırmak yaklaşık kırk sene sürdü. Bu kırk sene aynı zamanda başka iki büyük dönüşümün de yaşam sürelerini içeriyor. Dünyadaki üretim ve tüketim hatlarının genişleyerek gittikçe daha sıkı iç içe geçmelerini tarif eden “küreselleşme” ile onunla bağlantılı bir diğer olgu; refah devleti ile kamu sektörü daralırken kemer sıkma programlarının kökleşmesini anlatan “neo-liberalizm.” Devletler, şirketler ile bireylerden oluşan kutsal üçgen varlığını sürdürse bile devletlerin vatandaşları adına şirketlerin davranışlarını sınırlama kabiliyetleriyle istekleri gittikçe zayıflıyor.

Şirketlerin üzerindeki tek güç hâlen devletler ama devletlerin koydukları yasalar ülkelerin sınırlarında biterken ulusötesi holdingler bu sınırların üzerinden serbestçe süzülebiliyorlar. Onlar işlerine geldiğinde her yerde, kaybolmayı dilediklerindeyse hiçbir yerdeler. En güçlü şirketler sadece esnetemedikleri doğa yasalarıyla onların insan elinden çıkan eşlerine, piyasa  ile rekabetin zorlayıcı yasalarına baş eğerler. Piyasa yasaları bazen doğal sayılan zorunlulukları ve sağduyuyu unutmayı gerektirir; bir holdingin yöneticilerinin görevi her koşulda kârlarını artırmaksa, sonraki çeyreğe dair sayılar tüm gelecek nesillerden daha önemlidir. Sermayenin mutlak hürriyetinin hüküm sürdüğü, birçok ulus-devlete bölünmüş bir dünyada, Yeryüzünü ülke sınırlarını umursamadan birleştiren bir soruna karşı nasıl çözümler denenebilir? İklim sözleşmeleri ülkelerden emisyonlarını azaltmalarını talep etseler de şartları, olanakları ve inançları birbirlerinden farklı ülkeleri, deneyecekleri yöntemlerde serbest bırakıyorlar. Ancak bu olası çeşitlilik sermayenin hür hareketi ve demirden iradesinin altında daralıyor. Dünyayı birleştiren gene sermayenin kolları; kopmadan ve aksamadan işlemesi gereken tedarik zincirleriyle fikrî mülkiyet ayrıcalıkları, ülkelerin hem ruhlarını hem de bedenlerini gittikçe birbirlerine benzetiyor.

Devlet ile şirketler karşı karşıya dursalar da bu eşleşme denk değil; canlılık, yaratıcılık ile azgın bir arzu sadece bir tanesine mahsusken, öbürünün tek görevi yatağından taşmaya meyilli nehrin doğru yöne akmasını sağlamak. Devletler ellerine verilen bu son görevi bile yerine getirmekten yani sermayenin doymayan açlığı önüne engeller koymaktan ve kuralları çiğnediğinde onu cezalandırmaktan belli ki biraz utanıyorlar. Çünkü ilk emir şöyle söyler; kâr arama hakkı kutsaldır. Fosil yakıtlardan başlayıp emisyonlar aracılığıyla sıcaklık artışlarında biten formülü yalnızca enerji dönüşümü  tersine çevirebilir. Ancak bu dönüşümü tasarlayacaklar da ilk emrin etkisi altındalar. Şirketlere koydukları sınırları yeni hürriyetlerle telafi etmeye; elinden aldıkları avların karşılığında ona yeni kurbanlar bulmaya mecburlar. Sermaye yalnızca açlığını bilen ve hiç doymayacak bir canavar ise bürokratlar ona dişlerini geçirmesini istedikleri avı gösteriyorlar.

Gerçekteyse herkes çoktan canavarın midesine inmiş. Sermaye kendi av sahasını yani davranışlarına kural koymakla sorumlu yapıları dilediğince biçimlendirmeye alışmış. İklim değişikliği onun önünde, bir yandan geleceğe doğru açılan kesin bir sınır öte yandan kendi inşa ettiği dünyanın göklerdeki acı bir yansıması olarak belirdiğinde sermaye ne yapacak? Bu canavar gökte değil yerde, yarında değil bugünde yaşıyor. Açlığını hemen burada doyurmalı. Uzak ve zorlu hedefler elden kaçarlarsa bir daha yakalanmıyor, gittikçe uzaklaşıyorlar.

İklim siyasetini belirleyen uluslararası kurumlar dünyadaki tüm devletleri, siyaset üstü görünen bir mutabakatla bağlarken, satış temsilcileri ile diplomatların kaynaştıkları toplantılar, devletler ile şirketler arasındaki farkları da siliyor ya da bir zamanın düşman kardeşleri arasındaki bütünleşmenin sahici derecesini gösteriyor. Kıtadan kıtaya yayılan iklim programlarının, karbon piyasaları ile karbon vergilerinin ilkeleri her ülke için ortak; şirketler kendi emisyon sayılarını tutarlarken bürokratlar bunların üzerinde ince hesaplar yürütecekler.[6] Emisyon raporlarını, karbonun birim maliyetini, yürürlüğe konur konmaz gevşemeye başlayacak sınırların genişliğini, tüm bu sayıları eski manastırlardaki filozoflar gibi tartışıyor, yorumluyor ve değiştiriyorlar; tariften eminler ama ölçü nedense bir türlü tutmuyor. Öte yandan bu programların olabildiğince basit ve akılda kalıcı isimlerinin çağrışımları neredeyse dinsel; karbon canlılığın yapı taşı olduğuna göre karbon piyasaları da yaşamın köklerinden her yöne uzanan dallarındaki meyvelere kadar sermayenin sunak taşına konması değil mi?

Karbon vergisi ise sanki insanın ciğerlerinden geçip havayla buluşan her birim karbon için maaşının bir kısmından vazgeçeceği bir dünyayla geleceğe ait. Açıkça söylenenler ile ima edilenler, gizlenenler ile gösterilenler hep beraber bir anlatı oluştururlar. İklim anlatısı hem bir doğa olayını hem de çözülmesi gereken bir toplumsal sorunu tarif eder. Onun merkezindeyse sayılar duruyorlar. Fen bilimlerinin keşiflerinin müesses nizamın devamı için önemli tehlike arz ettikleri anlaşıldıkça, araştırmaların önünü kesmeye ya da duyulmalarını engellemeye çalışanlar olduğu gibi, daha ileri görüşlü bir tasarı ise zaten devlet kurumlarınca sürdürülen araştırmaları siyasete daha sıkı bağlayarak biçimlendirmeyi amaçlamıştı.[7] Bir şirketin ar-ge departmanı ile pazarlama departmanı, şirketin ortak menfaatleri için beraber çalışmazlar mı? Fen bilimlerinin iklim değişikliğine dair bulguları, başka türden bir anlatıya da bağlanabilirlerdi; insan toplumlarındaki dönüşümler ile doğanın dönüşümünün ortak sebebi, sanayi devriminden beri süren insan faaliyetleridir; doğayı dönüştüren toplumsal güçler, insan toplumlarını da yeniden ve yeniden değişmeye mecbur bırakırlar. Dünya sermayenin zincirleriyle bir araya bağlanmışken, bu çarpık birliğin parçası ve ifadesi olan iklim değişikliği tüm insanlara dönük bir tehdit ise onun çözümü de tüm toplumların dönüşümü olmalı. Böyle tanımlanan bir sorunun çözümünde atılacak ilk adım, onun sahici sebepleriyle tarihsel kökenlerinin kitleler tarafından kavranmasıdır. Bugün hâkim olan iklim anlatısı ise aydınlatmak yerine gizliyor, açıklayacağına daraltıyor. Tüm ilişkiler ile çelişkiler, süreklilikler ile kopuşlar, sayı dizilerinin altında kayboluyorlar. Sayılar tehlikelerin derecesinin ve denenen çözümlerin etkinliğinin tek ölçüsü olduklarında, gerçekliği temsil etmeyi aşarak bizzat kendisi olurlar. İklim anlatısı hem doğanın hem de insan cinsinin tarihini içeren resmi tamamlamaktansa yeni bir resim çiziyor. Hareketli bir resim bu, yani bir tür film. Sayıların aydan aya, seneden seneye seyri korkuyla ya da ümitle izleniyor. Filmi seyredenler sadece sıradan insanlar değiller, onları üreten bilimciler de bu sayıları izliyor ve anlamlarını sezdikçe korku nöbetleri geçiriyorlar. İklim değişikliğine bu anlatının merceğinden bakanlar bir korku filmi seyrediyorlar ve ekrandaki kurbanı uyarmaya gücü yetmeyen, bir gerçeklikle diğerini ayıran büyülü sınırı aşamayan her seyirci gibi arkasından yaklaşan katilden habersiz kurbanın yerine dehşete düşüyorlar.

İklim Büyüsüne Direnenler

İklim değişikliği büyük bir sorun olarak ilân edildiğinde çözümü de hemen arkasından müjdeleniyordu. Tehlike altındayız ama kurtulduk. Tehdit ile ümidi birbirlerine bağlayan, kolay öğrenilen bir anlatı. Bir slogan mı yoksa karmaşık gerçeğin yalın bir ifadesi mi? Pazarlama biliminin mahareti, kendi emeğinin izlerini böyle iyi gizleyebilmesidir. Büyü tutacaksa adımları arasındaki bağlantı basit, karşısındaki tehlikeler büyük ama vadettiği çare de kesin olmalı. Büyü güçlü olsa bile her yerde işlemiyor. Dünyayı bölen ana eksenlerin doğrultusunda keskinleşen çelişkiler, sonuçta sözcüklerden ibaret kalan bu büyüye karşı dirençliler. Yeniden dirilen jeopolitik rekabetin ağırlığını sırtlanmış siyasetçiler, nadir cinsten bir unutkanlık çekiyorlar.

Demeçlerinde ve röportajlarında itinayla yineledikleri iklim anlatısının bazı parçaları, ülkelerinin menfaatleri söz konusu olduğunda akıllarından çıkıyor, hafızalarının belli bölümleri kapanıyor ve sebeplerle sonuçlar arasındaki bağlantılar kopuyor. Kıtalar zıt yönlere çekildikçe, siyasetçiler de birçok anlatının çelişen parçaları arasında gittikçe geriliyorlar. Rekabetin bir kutbunu temsil eden Çin Halk Cumhuriyeti ile onun izinden giden Doğu ve Güney uluslarının hedefi kalkınmak, sanayi ile teknolojide ilerlemek ve sömürgeciliğin dolaşık zincirlerinden sonunda sıyrılmak. ABD’nin savaş sonrasında kurduğu çatının altında birleşen Batı ulusları ise temelleri zayıflayan hâkimiyetlerini, ellerinde kalan tüm silâhları kullanmak pahasına sürdürmeye niyetliler. Tüm dünyanın önce fabrikası, gittikçe de teknoloji merkezi olma görevini üstlenen Çin, sera gazı emisyonlarında başı çektiği gibi yenilenebilir enerji altyapılarının imalatı ile ihracatında da ilk sırada.

Daha fazla güneş paneli ile rüzgâr türbini hem yükselen emisyon sayıları hem de Çin ekonomisi için genişleyen ihracat hacmi demek. ABD’nin hâkimiyeti ise en başından beri dünyadaki enerji kaynaklarının dolaşımına karar vermek üstüne kuruluydu. İki kutbun çekim alanlarının ortasında gene Avrupa duruyor. Eski kıtanın sermaye ittifakı, ilk Soğuk Savaş süresince Avrupa toplumlarının sosyalizm düşünü unutturabilmek ve Sovyetler’in desteklediği bağımsızlık hareketlerini bastırabilmek karşılığında Amerikan sermayesinin memuru olmaya razı gelmişti. Yeni başlayan soğuk savaştaysa roller ve kurallar belirsiz. AB bir bütün olarak, Çin ile ABD’den sonra dünyadaki üçüncü büyük ekonomiye sahip ancak bu ekonomiyi yaşatacak enerji kaynaklarından yoksun. Avrupa ülkelerinin enerji ihtiyacını yakın zamana dek Rusya’dan satın alınan doğalgaz doyuruyordu. Baltık denizinin altından geçen Nord Stream boru hattının sabotajı sonucunda Avrupalılar, bu ucuz ve bol enerji kaynağından mahrum kaldılar. AB hükümetleri ilk iklim anlaşmasının imzalanışından bugüne, kendi imalat sektörlerini zora sokacak, istihdamı daraltacak ve toplumsal çatışmaları ateşleyecek kadar sıkı iklim yasalarını yürürlüğe koyuyorlar. Tarihin en büyük sera gazı emisyonuna sebep olan ve yaklaşık yarım milyon ton metan gazının atmosfere yükselmesiyle sonuçlanan Nord Stream sabotajı karşısında ise sesleri çıkmadı.[8] Bu terör eylemini kimse açıktan üstlenmedi ama onu Amerikan donanması ile özel harekât kuvvetlerine bağlayan ayrıntılı makaleler yayımlandı.[9] Avrupalılar Rusya’dan alamadıkları doğalgazı okyanus ötesinden taşınacak pahalı Amerikan gazı ile ikame etmeye mecbur kalmış durumdalar. ABD’de değişen hükümetler, pazarlık aşamasındaki iklim anlaşmalarının altını oyar, mecbur kaldıklarında imzaladıkları anlaşmalardansa işlerine gelmediğinde çıkarlar ama ne olursa olsun, fosil yakıt üretimini seneden seneye arttırırlar. Kanada ve Norveç gibi kendi emisyonlarını azaltmakla övünen ülkeler de Amerikalıların izinden gidiyorlar ve enerji ihracatından elde ettikleri gelirleri misliyle çoğaltıyorlar.[10]

İklim siyaseti tüm dünyaya yerleşiyor; uluslararası kurumların “siyaset yapıcılara öneriler” başlıkları içeren raporları bir ülkeden öbürüne gerçeğe dönüşüyor. Doğadan gelen tehdit hâlen büyük oranda gelecekteyken iklim yasaları ile programları ise şimdiden burada. Hastalık son evresine girmeden önce tedavi başlamalı. Peki ya önerilen tedavi hastalıktan beterse? Avrupalı hükümetler Brüksel’de karbon temelli bir gümrük vergisinin pazarlığını yaparlarken[11] Avrupa’nın birçok şehrinde çiftçiler meydanlardaydı. Traktörleri ve kamyonlarıyla şehirlere inen çiftçiler günler boyunca yolları kapattılar, siyasetçilerin kapılarının önüne gübre döktüler ve kafalarına yumurta fırlattılar. Dalgalar hâlinde yükselen çiftçi eylemleri senelerdir kıtayı uçtan uca sarsıyor.[12] İlk dalgayı başlatan Hollandalı çiftçilerin partisi son seçimlerden birinci çıkmıştı. Eylemlerin yeni dalgası geçen senenin başında Doğu Avrupa’da doğdu ve aylar geçtikçe her ülkeye yayıldı. Çiftçi eylemleri, iklim yasalarının doğuracağı toplumsal çatışmaların ilk aşaması, uzun ve sonucu belirsiz bir savaşın ilk muharebesi olarak görülüyor.[13] Ondan önce Fransa’yı aylarca sallayan “Sarı Yelekliler” eylemlerinin kıvılcımını yakan da benzine yapılan zamlardı. AB’nin iklim yasaları hava kirliliğine karşı alınan önlemlerden ya da genel çevre yasalarından farklılar çünkü toplum sağlığını süregiden zararlardan korumaktansa en iyi olasılıkla gelecekteki zararları bugünkü fedakârlıklar karşılığında azaltmayı amaçlıyorlar. Bu yeni düzenlemeler, Avrupalı imalatçıların maliyetlerini yükseltirken, içinden geçmeye mecbur kalacakları yasal labirenti de daha uzun ve dolambaçlı kılacak.[14] AB dünyadaki en sıkı iklim ve çevre yasalarını yürürlüğe koyduğu gibi aynı zamanda son finansal krizden beri katı kemer sıkma programları uyguluyor. Avrupa’nın “yeni sağ” ya da “yeni sol”una dâhil siyasî partiler, iklim yasalarının uygulamaya geçişlerini ertelemeyi, kapsamlarını daraltmayı ya da onları tümden çöpe atmayı vadediyorlar. Aslında iklim yasaları, Avrupa’da güç kazanan çok parçalı muhalefeti besleyerek merkez partilerin kurduğu mutabakatı zayıflatan derin çatlaklardan bir tanesi. İklim yasalarıyla doğrudan ilişkili olmayan, Kanada’nın salgın siyasetine karşı gelişen “Tırcı Eylemleri”ne benzer siyasî hareketlerin de bu programların karşısında durmaları muhtemel.[15] Tırcı eylemlerinin arkasında, ekonominin alışılageldik işleyişini kesintiye uğratan, şahsî hürriyetleri daraltarak birçok kişiyi işinden eden ve tüm bunlar için yeni bir tehlikenin mecburi kıldığı istisna hâlini neden gösteren devlet müdahaleleri vardı. Salgına, iklim değişikliğine ya da Ukrayna savaşına dayandırılan sıra dışı yasalar nedeniyle yaşamları zorlaşan insanlar Batı ülkelerindeki toplumsal muhalefetin bir kolunu oluşturuyor.

Onlardan başka bugünkü kültürel mutabakatı reddeden ve şimdilik sadece internet üzerinde bir araya gelen birçok insan mevcut. Çoğunun siyasetle ilgisi bugüne dek oy vermekle sınırlı olsa bile internetin olanakları ile son senelerin sıra dışı olayları onları önceden aşırı bulacakları fikirlere yaklaştırıyor. Bu karışık kitle ile ilkini birbirlerine bağlayan ise karşı oldukları iktidarın “bilimsel” niteliği. Siyasî kararları meşru kılmak için kullanılan “bilimsel” lisan, verilen kararların sonuçları açığa çıktıkça, nesnel ve “siyaset üstü” olduğu söylenen kurumlara dönük genel bir şüphe doğurdu. Henüz sokağa çıkmayan ve belki “sağ” ya da “muhafazakâr” sıfatlarını kabul edecek geniş bir kitle, kendilerine rahat bir yaşam sağlamasını bekledikleri düzenin temel şartlarının değiştiğini ve bir tehdit hâline dönüştüğünü seziyorlar. Birçok yüzü farklı yönlere bakan bir beden ama yine de belli bir yöne, kemer sıkma programları ile iklim siyasetinden uzağa doğru yürümeye çalışıyor. Salgın siyaseti ile uykuları bozulanlar, iklim siyasetinde de benzer tehlikeleri ve aynı tasarıyı görüyorlar. Yaşamlarını alt üst edecek tehlikelerin doğadan değil iktidardan geleceğini, sıra dışı yasalara sebep gösterilen tehlikelerin ise devlet ve holdinglerin uzantısı olan bilimsel kurumlarca tanımlanıp hangi yasalara uydukları bilinmeyen uluslararası örgütler tarafından onaylandıklarının çok kişi artık farkında. Küresel ve “bilimsel” düzenin yeni muhalifleri henüz bilinçlerini bütünüyle kazanmış değiller; gözleri bir açılıp bir kapanıyor, çarpık düşleri sayıklamayı sürdürüyorlar, bazen yürüyen, konuşan ama bilinçleri hâlen kapalı uyurgezerlere benziyorlar. Artık ortadan kalkmış bir yaşam tarzının değerlerini savunurken tarihin seyrini tersine çevirmeyi, geçmişe dönmeyi istiyorlar. Burjuva demokrasisinin önceki devirde özenle inşa ettiği ve bugün umursamadan yıkıp geçtiği değerler; seçme hakkı, millî egemenlik, ifade hürriyeti hatta bedensel özerklik, muhalefeti bir araya getiren, sıradan insanların öfkelerine ve endişelerine anlam veren bayraklara dönüşmüş durumda. “İnsanlar kendilerini ve dünyalarını dönüştürmeye yani yeni bir şey yaratmaya uğraşırlarken, tam da bu sırada geçmişin hayaletlerini yardıma çağırırlar; onların adlarını, sloganlarını hatta kıyafetlerini bile kullanırlar ki dünya tarihindeki bu yeni manzarayı eskinin saygın simgeleriyle gizleyip anlaşılan lisanıyla tarif edebilsinler.”

Tüm iklim yasaları ile programlarının yazılı amacı doğanın davranışını değiştirmek ama doğaya varabilmek için önce içinden çıktıkları karmaşık toplumsal gerçekliği aşmak zorundalar. İklim programları birçok ülkede onlarca senedir uygulanıyorlar. Toplumsal sorunlara karşı geliştirilen çözümlerin başarısını ölçmek güçtür çünkü herkes tek bir başarı ölçüsünde kolayca uzlaşmaz. Neyse ki iklim değişikliği bu konuda bir istisna. İklim anlatısı dünyadaki ayrımları ve çelişkileri yok sayarak Dünya ile Yeryüzünü birleştirir. Doğanın işleyişindeki belirsizlikler silinir ve tüm sebepler emisyon sayılarına, sonuçlar ise atmosferdeki sera gazı oranlarına sığana dek daraltılırlar. Bir holdingin yönetim kurulunun verdiği tüm kararların tek bir sayıda yani hisse değerinde cisimleşeceği gibi iklim değişikliğine karşı bugüne dek denenen tüm çözümler de tek bir sayıda birleşiyor, ortak bir sesle konuşuyorlar. Sera gazı oranlarını gösteren sayılar, bir seneden sonrakine süratlenerek yükseliyorlarsa iklim siyasetinin başarısı hakkında hangi sonuca varmalı?[16]

İklim programlarının, dünyadaki tüm ülkelerin imzaladıkları uluslararası anlaşmaların, her sene yinelenen toplantıların ve sebep oldukları toplumsal çatışmaların karşısında çırılçıplak duran başarısızlıkları, hem bu iklim siyasetinin devamına hem de iklim anlatısının inandırıcılığına dönük bir tehdittir. Açığa çıkan gerçek şu; birçok başka çevre sorunuyla beraber iklim değişikliğine de sebep olan güçlerin biçimlendirmeyi sürdürdüğü bir dünyadan doğan iklim siyaseti, dünyanın temel şartları değişmedikçe bu soruna bir çözüm bulmaktansa onu ancak yeniden üretebilir. Yeryüzünün iklimi ile insan faaliyetleri arasındaki ilişki, insanların birbirleri arasındaki ilişkilerin devamı ve dolayımıdır. Bu bağ kolayca koparılamaz ya da kâğıt üzerinde tasarlandığı gibi baştan kurulamaz. Genel çerçevesi otuz sene önce çizilen iklim programları, var olanların ölçülebilir başarısızlığına rağmen ülkeden ülkeye yayılıyorlar.[17] İklim siyasetinin günlük yaşam üzerindeki etkisi artıyor. Aynı zamanda iklim değişikliği de ilk tahminleri aşan bir süratle ilerliyor. Tedavi yaygınlaştıkça hastalık da yayılıyor sanki. Böyle bir çelişki önlerinde dururken, tedavinin faydasından şüphelenenler olacağı gibi hastalığın tanımını reddedenlerin de çoğalması şaşırtıcı mı?

İklim değişikliği manzarasını üç karmaşık yapı oluşturuyor; doğa, fen bilimleri ve siyaset. Doğanın dönüşümü devam ederken fen bilimlerinin ona dair kavrayışı da genişliyor. Bu iki değişimin arasında kalan iklim siyaseti ise durağanlığa mahkûm; sermayenin kendi arzularına göre inşa ettiği bu makine, insanların ya da doğanın ihtiyaçları gözetilerek parçalanıp baştan kurulamaz. Ne kadar dünyaya kök salmış ve yayılmışsa da iklim siyaseti toplumsal bir tasarı olarak varlığını haklı çıkarmaya mecbur. Onu her cepheden sarararak güçlenen şüphelere, eleştirilere karşı koruyan ise iklim anlatısı. Doğa ile toplumun arasında duran iklim anlatısının aslî görevi geçişleri yönetmek, hem bir kapı hem de duvar olmak, iki tarafı siyasetin ihtiyaç duyduğu biçimde bağlarken görünmesini istemediği sahici bağları saklamak. İklim siyasetinin olduğu gibi devam etmesi için iklim anlatısı sürekli değişmeli; kendilerini dayatan yeni gerçeklere uyum sağlamalı, işlevini yitiren parçalarından vazgeçerken yenilerini bulmalı. İklim anlatısının yeni yüzünün ortasında iki icat duruyor. Kavramsal bir icat olan “net-sıfır”; bugün artan emisyonların gelecekte icat edilecek bir teknoloji sayesinde telafi edileceğini varsayıyor. İkinci icat ise henüz ortada görünmeyen ama bir fabrikadan yakında hazır hâlde çıkacağına güvenilen işte bu “negatif emisyon” teknolojisi. Net-sıfır ile negatif emisyonlara dayanan anlatı, geçmişteki davranışların gelecek üzerindeki sonuçlarını yadsıyor. Geçmiş ile bugünün borçlarını ödeyecek geleceğe tüm kalbiyle inanıyor. Teknolojinin sınırsız olanaklarına duyulan inanç ile gizli bir yüce elin sermayenin yüzünü doğru yöne çevireceğine dönük güven bu anlatıda bütünleşmiş. Gerçeğin inatçı kanıtlarına rağmen ayakta tutulan iklim siyasetini haklı çıkaracak anlatı, bir batıl inançlar karmaşasına dönmüş durumda. İklim siyasetinin tüm temel unsurları; temsilcileri her sene bir araya gelen devletler, şirketler ile dernekler; onların demeçlerini dünyaya yayan gazeteciler ve en başta gene hükümetlerin temsilcilerinden kurulu, yayımladığı raporlarla hem fen bilimlerinin hem de siyasetin seyrini belirleyen Hükûmetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC); resmî unvanları ne olursa olsun her birinin gerçek görevi hiç durmayan devasa bir pazarlama kampanyasını sürdürmektir. Fen bilimlerinin keşifleri dünyayı iki yolla biçimlendirebilir; kâğıt üzerindeki şemalar üretim bantlarına dönüştüğünde, makinelerde cisim bulan düşünceler, onlara sahip olanların iradelerini dünyaya dayatırlar. Ancak kâğıt üzerindeki sayılar, terimler ve ilişkiler kendilerine anlam veren örüntüden koparılır ve bir anlatıya düğümlenirlerse, bu defa insanların bilinçlerini belirleyen bir güce dönüşürler.

Hastalık mı Kötü Yoksa İlacı mı?

İklim değişikliğinin başlangıç noktası sanayi devrimi denen olaydır. Neydi bu olay? Avrupa’daki başlangıcından sonra eşitsiz ama bağlantılı bir süratle tüm dünyaya yayılan bir dönüşüm. O resmin merkezinde şeytanî bacalarıyla gökleri karartan fabrikalar duruyorlar ancak bu devasa yapıların çevresine dağılmış evlerde, onun havaya soluduğu dumanları ciğerlerine çeken ve ömürlerini onun içerisinde geçiren işçiler yaşıyorlardı. Süratle genişleyen sanayi kentleri, bu yerleşimlere kırsaldan göç etmeye mecbur kalmış ailelerle doluydu. Ufak bir araziyi ekip biçerek, atölyelerinde çalışarak ya da şehirlerdeki üreticilere parça başı iş yaparak karınlarını doyuran topluluklar, yaşamlarını dayandırdıkları ortak kaynakların; ormanların, çayırların ve çiftliklerin sürü sahiplerine kiralanmaları sonucu işlerinden ve evlerinden olmuşlardı. Bu insanların tek yapabilecekleri emek güçlerine bir alıcı aramaktı. Emeklerini satmaya razı ve mecbur bir nüfus sanayileşmenin ilk şartıdır. İkincisi yoğun ve taşınabilir enerji kaynakları, gene ucuz ve bol emek gücü sayesinde yerin derinliklerinden yüzeyine çıkarılıyordu. Yerin altının üstüne getirilişi, doğanın topyekûn dönüşümünün ilk adımıydı. Bu dönüşümün meyveleri işçi sınıfının örgütlü mücadelesi sonucunda nüfusun geneline yayıldı. Sanayileşmiş toplumun yaşamı bu iki unsurun, doğadan gelen enerji ile insan emeğinin ürünlerinin paylaşımı için verilen mücadelenin eseridir. Sınıf mücadelesi önce Sovyet Devrimi sonra da sermayenin hâkimiyetinin sürdüğü ülkelerdeki toplumsal hareketler sayesinde, dünyadaki iktidarı bir tür tavize mecbur etti. Kurulan yeni dünya, doğa ile emeğin nimetlerinin sermayenin belirlediği şartlara göre kitlelerle paylaşılmasını gerektiriyordu. Bu yaşam tarzına savaş sonrasında verilen isim “tüketim toplumu”dur. Tüketim toplumu, hem nüfus artışını hem de savaş sırasında devasa ölçülere erişen imalat sektörünün kapasitesinin kullanımı için gerekli, tam istihdamı içeriyordu. Sovyetler’in sosyalizm düşünü canlı tutan varlığı ile Batı ve Doğu arasındaki rekabet, üretim kapasitesinden sonuna kadar faydalanılmasını, ekonominin genişletilmesini şart koşuyordu. Düzenin şartlarının “mecburi” kıldığı kitlesel ve yoğun tüketim, iklim değişikliğinin birinci sebebidir. Atmosferdeki sera gazlarının büyük kısmı savaş sonrası emisyonlarına aittir. Kitlesel tüketim merkezli düzeni olanaklı kılan ise tüm üretim ve tüketim faaliyetlerinin altında yatan enerji altyapısıydı. Ülkeleri uçtan uca bağlayan otoyollar, yol boyunca sıralı benzin istasyonları ve her aileye bir vasıta. Fosil yakıtlar, yoğun, taşınabilir ve kolay edinilebilir nitelikleri ile ekonomik çelişkilerle rekabetin dayattığı bir yaşam tarzını olanaklı kılarken, enerji altyapısı ve siyaseti ise savaşları başlatıp bitiriyor, ittifakları kurup dağıtıyor, yani dünyayı biçimlendiriyordu. Uluslararası siyasetin hâlen çözüme kavuşmayan sorunları enerjinin birincil önemine işarettir. Aslında sömürgeci güçlerin stratejileri en başından beri fosil yakıt kaynaklarının dünyadaki konumlarına göre çizilmişti.[18] Peki bu fosil yakıtlar nereden gelirler? Katı, sıvı ya da gaz yakıtlar; milyonlarca sene önce yaşamış canlıların bedenlerinde topladıkları güneş enerjisinin, Yeryüzünün güçlerince yeniden gün ışığı görene dek yoğunlaştırılmış hâlidir. Yeryüzü, sanayileşmiş toplumların her faaliyetini olanaklı kılan enerji kaynağını “üreten” bir fabrika sayılabilir. Onun ürünlerini akıl, çaba ve inatla saklandıkları yerlerden çıkaran insanlar ise çok yakın zamana dek kesin kabul ettikleri doğal sınırları aştıklarını zannederken gerçekte kendi kaderlerini Yeryüzüne yepyeni bir yolla bağlamış oluyorlardı. İnsanlar davranışlarının amansızca arka arkaya dizilmesinden doğan tarihin aracılığıyla düşüncelerini, duygularını ve izlenimlerini yani ruhlarını inşa ederlerken aynı zamanda birbirleri arasındaki ilişkileri belirleyen maddî yapıları, kentleri, yolları, iletişim hatlarını ve hepsinin altındaki enerji altyapısını yani kendi bedenlerini de inşa ederler.

Enerji dönüşümünün amacı dünyada üretilen ve tüketilen toplam enerjinin büyük kısmını yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamaktır. Dönüşümü gerçekleştirecek olanlar şirketler, rotasını ve yöntemlerini belirleyecekler ise resmî ya da özel kurumlardaki uzmanlardır. Kalan çoğunluğa ise doğru tüketim seçimlerinde bulunmaktan, belki çatılarına güneş paneli taktırarak komşularına örnek olmaktan ve yenilenebilir enerji sektörünün yürüttüğü pazarlama kampanyasına katılmaktan başka iş düşmüyor. Devletlerin rolü dahi dağıtacakları teşviklerin yönünü ve büyüklüğünü belirlemekle sınırlı.

Enerji dönüşümü, mevcut toplumsal ilişkileri korurken onların dayandığı maddî altyapıyı bütünüyle yenilemeyi vadediyor. Eski ruh yeni bir bedende. Tüketici elektrik faturasını gene her ay ödeyecek, sadece şehirleri kateden kablolarla evine ulaşan enerji bu defa güneş panellerinden gelecek.

İnsanların yaşamlarında iyi ihtimalle pek bir değişime yol açmayacak, gerçekte ise herhalde yeni dertler yaratacak bir kampanyaya destek vermeleri isteniyor. Tehlikeler bu fedakârlığı haklı çıkaracak kadar ciddi mi?

Öyle olsa dahi, önerilen çözüm gerçek mi? İklim anlatısına bakılırsa, enerji dönüşümü iklim değişikliğinin kesin çaresi ama nedense bir türlü hayata geçemiyor; teknoloji ile sanayinin sürati yitirilen zamana yetişemiyor. Bu dönüşümü takip edenler bir yarış izler gibiler, bir kulvarda doğa diğerindeyse insanlar, kim kazanacak? Her yarışa bir bitiş çizgisi gerektiğinden, iklim senaryoları da tümüyle keyfi noktalarda birden kesiliveriyorlar. Yenilenebilir enerji altyapıları, sanayileşmemiş bir dünyaya en baştan değil, fosil enerji altyapılarının baştan sona sardığı bir dünyaya kuruluyorlar. Güneş ve rüzgâr enerjisine içkin sınırlar, yeni altyapıların talebi karşılayamadığı zaman aralıklarında kolay taşınır ve güvenilir fosil yakıtlarca desteklenmelerini gerekli kılar.[19] Yeni enerji altyapısı, var olanın yerini almaktansa onunla bütünleşiyor. Yenilenebilir kaynaklardan üretilen enerji miktarıyla beraber toplam enerji tüketiminin de artışı bu gerçeğin en açık kanıtı.[20] Toplam enerji tüketimini daraltacağı umulan verimlilikteki iyileşmeler ise piyasa yasalarına takılıyor. Enerji bir emtia olduğuna göre, birim enerji tüketimini azaltan teknolojik gelişmeler uzun vadede talebi azaltacağından fiyatı da düşürecektir. Enerji verimliliğindeki; beyaz eşyalardaki, vasıtalardaki ve bataryalardaki teknolojik gelişmelerin arkasından gözlenen; toplam enerji tüketiminin kısmi daralışını izleyen ve öncekini aşan genişlemedir.[21] Ümitlerini enerji dönüşümüne bağlayanlar ancak kâğıt üzerinde olanaklı bir fikrin gerçeğe dönmesini bekliyorlar.

İnsanların yaşamlarını değiştirecek yeni teknolojilerin dünyaya yerleşmesi toplumsal ilişkilerin dönüşümünü de gerektirir. Her bir teknoloji, insanların birbirleriyle ve doğayla kurdukları birçok bağın bütünleşip cisimleşmesi ve kullanıldıklarında toplum ile doğayı yeniden değiştirmesidir. Enerji dönüşümü tasarısı, eğer gerekli ve olanaklıysa toplumun bütününü dönüştürmeyi göze alan bir siyasî tasarının parçası olmalı ve böyle bir tasarıyı sahiplenen kitlesel hareket tarafından savunulmalıdır. “Yenilenebilir enerji devrimi”, kâğıt üzerindeki bir tasarının hayata geçirilmesi olamaz; devrimler, nitelikleri ne olursa olsun, tarihi biçimlendiren güçlerin harekete geçirilmesiyle hayata gelebilirler. “Tarihi insanlar yaparlar ama diledikleri gibi değil. Geçmiş nesillerin ağırlığı, yaşayanların zihinlerine bir kâbus gibi çöker.” İklim değişikliği konusunda geçmişin ağırlığı, mevcut enerji altyapısı ile atmosferde yüzlerce sene dolanarak gezegeni ısıtmayı sürdürecek sera gazlarıdır. Bugünü ve geleceği esir alan geçmiş, bu soruna gerçekçi çözümler arayanların karşılarındaki sahici gizem, aşılması gereken asıl engeldir.

İklim değişikliği sorununa gerçekçi bir bakış çözümün ne kadar zor ve uzak olduğunu gösteriyor olsa bile, gelecekten korkmaya sebebi olanın ümit etmeye hakkı yok mu? Doğayı içeren sorunların toplumsal sorunlarla iç içe geçtikleri, tümünün aynı çelişkilerden doğdukları kabul edilse dahi doğa yine de ‘fethedilebilir’; kapatmayı unuttuğu bir kapı, gözünden kaçacak bir hile bulunabilir belki. Doğa artık insan faaliyetlerinin etkilerinin ötesinde duran kapalı bir bütün değil; o sadece bir resim ya da bir fikir; sınırların ve nedensellik bağlarının bizi saran görünmez ağına verilen isimdir. Görünmez bir ağ ile onun gizemi yine de çevremizdeki toplumun katı yasalarından, insan ilişkilerini belirleyen sert çelişkilerden, dünyaya yerleşmiş umursamaz ve gaddar düzenden daha cömert ve belki esnek görünüyor. Doğa intikamını bugüne dek kaç kez erteledi? Dayanılan sınırlar, her defasında insanların inadıyla zekâsına yol verdiler. İnsan nüfusunun aç kalacağına dair öngörüler yanlış çıktılar. İnsan ile doğanın kalkanları birbirine dayandıysa, geriye çekilecek, taviz verecek ya da merhamet edecek yine doğa olmalı. “Dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolaydır.” İklim değişikliği bugünkü süratinde ilerlemeyi sürdürürse nasıl sorunlar doğuracak? Muhtemelen, birden kopacak bir kıyamete yol açmayacak.

Kıyamet insanların üzerine gökten değil kendi içlerinden, akılları, çabaları ve inatçılıklarından doğduktan sonra kendilerine yabancılaşan güçlerden gelecek. İklim değişikliğinin etkileri gündelik yaşamı iyice zorlaştıracak.

Tarım verimliliğinin düşmesi gıda fiyatlarının artışına, sıklaşan sıcaklık dalgaları yaygınlaşan sağlık sorunlarına, değişen yağış desenleri ise susuzluğa sebep olabilir. Deniz seviyelerinin kıyılardaki şehirleri tehdit edecek kadar yükselmeleri ise muhtemelen yüzyıllar alacak. Tüm bu dertler bugün de dünyanın birçok bölgesinde yaşanıyor, üstelik çözümleri de biliniyor. İklim değişikliği uzun vadeli ve zamanla birçok soruna ayrışacak bir tehlikedir. Bu sorunlar, insanların çoğunluğunun çektiği dertlerin üzerlerine eklenecek. Bugün yaşayamayan neden gelecekten korksun?

Hekim, hastalığı değil hastayı tedavi etmelidir. Değişen iklimin faturasını kimin ne kadar ödeyeceğine siyasî ve iktisadî güç dengesi karar verecek. İklim değişikliği kaynakların daralmasına yol açacaksa en bariz çözüm kaynakları yeniden dağıtmak, daha doğrusu üretim ve tüketim faaliyetlerini, toplumun bütününü gözeterek baştan düzenlemektir. Bu tasarıya sanayi devriminden önceki çağlardan beridir “sosyalizm” adı veriliyor. Dünya Savaşı öncesinde sermayenin yıkıcı güçlerinin birbiri arkasına getireceği faciaları ufukta görenler, sorun ile çözümünü tarif için “ya sosyalizm ya da barbarlık” deyişini icat etmişlerdi. Tarihin seyri “barbarlığı”, aklın buyrukları seviyesine yükselterek eski devirlerin barbar adı verilen toplumlarının hayal edemeyeceği derecelere taşıdıktan sonra, uzak gelecekte serin kanlı ve devamlı bir barbarlığı olanaksız kılacak yeni bir yıkımın hatlarını da aydınlatıyor. İnsan cinsi tarihinin çok büyük kısmını bugün Taş Devri adı verilen şartlarda geçirdi. Sanayi toplumlarının olanakları ise en başta fosil yakıtların keşfiyle tüketiminin başlattığı dönüşümlerin meyveleridir. Fosil yakıtlar, Yeryüzünün tarihinin, insan tarihine verdiği bir armağan ve bir tuzaktır. Onlar tükendiğinde dünya neye benzeyecek? Bugünkü iktisadî düzenin, tarihi geriye çevirdiğini ve ortaçağa mahsus sayılan insan ilişkilerini yeniden inşa ettiğini söyleyenler çok.[22] Doğal tarihin, insan tarihini geriye doğru içerdiğini ve muhtemelen geleceğe doğru da aştığını hatırlayacaklar, belki gelecek tasarılarını “ya sosyalizm ya da taş devri” deyişiyle ifade edebilirler.

Çevreci siyaset başından beri değişen ölçülerde Malthusçuydu. Malthusçuluk, insan faaliyetleri ile doğanın olanakları arasında kesin ve gerekli bir duvar çeker. Doğa kendi yasalarını inatla uygulayan özerk bir bütündür. İnsanlar ise yaşayabilmek için doğanın armağanlarını güzellikle ya da zorla dallarından koparmaya mecburlar. Tehlike insanların görünmez sınırları aşmasında. İnsanî ve doğal yapıların iç içe geçerek çelişkili bütünlerde kendi sınırlarını yitirmeleri, Malthusçu düşüncenin ufkunu aşar. Hangisinin nerede başlayıp bittiğine karar vermek artık pek olanaklı değil.

İnsanî meziyetlerle zafiyetlerin tümünü gövdesinde toplayan sermayenin doğanın kalbine durmayan hücumu ise kesin bir zafer vadetmiyor. Eskinin sınırları yeni çelişkiler, çatışmalar ve çözülmesinden ümit kesilmiş çarpık bağıntılar biçiminde bir kez daha beliriyorlar. Doğayı tümden fethetme düşü; sanayileşmenin başında doğan ve faşizmin mağlubiyetinin üzerine kurulan savaş sonrası dünyada herkesçe sahiplenen bu tasarı, seneden seneye zayıflıyor. Uluslararası sermaye birlikleri, Dünya Bankası ile Dünya Ekonomik Forumu artık kalkınmacı değil çevreciler.[23] Sermaye birlikleri, iklim değişikliği ve başka çevre sorunlarına çare olarak doğanın finansallaşmasını öneriyorlar.[24] Onlara bakılırsa, fiyat verilmeyen bir varlığın ya da faaliyetin değeri de yok. Finansallaşma, toplumların yaşamlarıyla beraber sermaye ittifakının dünya görüşünü de dönüştürdü. Dünya Bankası belgelerinde yetmişli senelerden beri sıkça rastlanan nüfus artışına dönük uyarılar[25], aynı devirlerde yayımlanan raporlar[26] ile kitaplar[27] bu dönüşümün işaretleriydi. Önceki devirde sermaye için insan yaşamı emek gücü, yani kendi gövdesine katabileceği öğelerden, olanaklardan ve yapı taşlarından ibaretti. Sanayi sermayesi işçilerin yaşamlarını umursamadan harcasa da onlara ihtiyacı olduğunu bilir. Finans temelde kâğıt üzerindedir. Hisse değerlerinde ve bilançolarda beliren kârlar artık canlı emeğin değil; tekrarlanabilir yöntemlerde, teknolojilerde ve kurala dönüşmüş hilelerde biriktikçe kaynağı unutulmuş donuk emeğin eseridir.

Finans sermayesi başkalarına yaydığı düşlere kapılmaya, gerçekliğin yerine temsiller inşa ettikten sonra onlara inanmaya hem kabiliyetli hem de yatkındır. Toplumlara kendi tarihlerini unutturduğu gibi kendi geçmişini ve doğup büyümesini olanaklı kılan şartları da artık anımsamıyor. Teknoloji bağımlılığının ateşli rüyaları, havale nöbetlerinde, efendilere ilk defa sahici bir hürriyeti gösteriyorlar. Efendinin doyuramadığı son arzusu hizmetkârdan kurtulmaktır.

Ahmet Aşure

24 Haziran 2024

Dipnotlar:

[1] Maurice Frederick Strong (1929-2015), fossil-fuel magnate, was the founding executive director of the United Nations Environment Programme (UNEP), Nature.

[2] “What is the United Nations Framework Convention on Climate Change?”, UNFCCC.

[3] “29 Ekim 2021 tarihli ve 31643 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 85 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Bakanlığımızın ismi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olarak değiştirilmiştir.”, CSB.

[4] “Climate change is the world’s biggest risk, says WEF”, 15 Ocak 2020, Al Jazeera.

[5] “Department of Defense: Climate Risk Analysis”, Ekim 2021, PDF.

[6] “What are carbon markets and why are they important?”, 18 Mayıs 2022, UNDP.

[7] Michael Oppenheimer, “How the IPCC Got Started”, 1 Kasım 2007, EDF.

[8] Jan M. Olsen ve Patrick Whittle, “Gas leaks in Baltic Sea could equate to 1/3 of Denmark’s CO2 emissions, official says”, 28 Eylül 2022, PBS.

[9] Seymour Hersh, “How America Took Out The Nord Stream Pipeline”, 8 Şubat 2023, WebArchive.

[10] “Crude oil production, 1973 to 2020”, OurWorldinData.

[11] “Carbon Border Adjustment Mechanism”, EC.

[12] Paul Kirby, Adam Easton ve Nick Thorpe, “From Poland to Spain, Europe’s farmers ramp up protests”, 9 Şubat 2024, BBC.

[13] “The power of Europe’s rebellious farmers”, 9 Şubat 2024, Financial Times.

[14] “EU climate chief rebuts business fears that green policies hit competitiveness”, 29 Ocak 2024, Financial Times.

[15] “Canada’s trucker protests: What is going on?”, 28 Ocak 2022, Al Jazeera.

[16] “Monthly Average Mauna Loa CO2”, GML.

[17] David Stanway ve Siyi Liu, “China plans new carbon measurement standards to boost climate efforts”, 5 Haziran 2024, Reuters.

[18] Torbjorn L. Knutsen, “Halford J. Mackinder, Geopolitics, and the Heartland Thesis”, The International History Review, Cilt 36, Sayı 5, 2014, Tandfonline.

[19] Erik Delarue ve Jennifer Morris, “Renewables Intermittency: Operational Limits and Implications for Long-Term Energy System Models”, Mart 2015, PDF.

[20] “Electricity production from fossil fuels, nuclear and renewables, World”, OurWorldinData.

[21] “Jevon’s Paradox: Why Increased Efficiency Can Make Things Worse”, 6 Eylül 2020, DQYDJ.

[22] Yanis Varoufakis, “Techno-Feudalism Is Taking Over”, 28 Haziran 2021, Project Syndicate.

[23] “Climate Change Action Plan (2021-2025) Infographic”, 22 Haziran 2021, WB.

[24] “Nature Action Agenda”, WEF.

[25] “World Bank: Past Presidents’ Speeches: Robert S. McNamara”, WB.

[26] Donella H. Meadows, Dennis L. Meadows, Jørgen Randers, William Behrens III, The Limits to Growth, 1972, ClubofRome.

[27] Paul R. Ehrlich,  The Population Bomb, 1968, Archive.