Loading...

2024 Paris Olimpiyat Oyunları Açılış Töreni Vesilesi ile Sistemin Yeni Yönelimleri Üzerine Değiniler


Politika, sembollerle yüklü bir etkinlik. Farklı politik aktörler ve sınıf temsilcileri tarafından politik pratik içerisinde kullanılan sembollerin yorumlanma çabalarının basitçe “komplo teorisyenliği” kavramıyla etiketlenerek küçümsenmesi, çoğunlukla bir dezenformasyon türü olarak karşımıza çıkıyor. Bilinmesi gerekir ki, tekeliyet çağında komplolar olur. İletişim kapitalizminin güçlendiği, toplumların dağıtılmaya çalışıldığı, kitlelerin politik özneler olmak yerine pasif, amorf kütleler hâline getirildiği bir çağda azınlık egemen sınıfın komplo etkinliklerinin yanında sembollerle politik hedeflerin duyurulması taktikleri de bir yönetim ve güdüleme pratiği olarak işler.

Burada önemli olan, semboller kullanılarak yapılan yönetim ve güdüleme işlemlerinin nasıl yorumlandığıdır. Sınıfsal analiz içermeyen, sadece kültürel-dinî açıdan yapılan –ekseriyetle sağ kanat– yorumlar yetersiz olacaktır, ancak her meseleyi pür bir sınıfsallıkla kavradığını zanneden akademik –ekseriyetle dar Marksist– bir bakış açısı da yetersiz kalmaya mahkûmdur. Hele ki rölativist kültürelci sağ ve sol tutumlar yetersiz açıklama sunmalarının dışında, dezenformasyon sürecinin de parçası olurlar.

Teori, olgulara bakarak, ama olguları aşarak yapılan bir “görme” etkinliğidir; bütünü görme etkinliğidir. 2024 Paris Olimpiyatları’nın açılış seremonisi, sunduğu olgular ile teorik bir çabanın konusu olmayı hak ediyor. Bu seremonide Batı’nın çöküşü ya da dekadansı vardır, ancak buna ek olarak tekeliyetin yeni “insan” ve “toplum” projesinin sembolik gösterimi sergilenmiştir. İnsan ve toplum kavramlarını tırnak işareti (“”) içerisine aldık, çünkü tekeliyette insan yoktur, bitmiştir, sadece karikatürüne izin verilmektedir. Toplum ise dağıtılmakta, parçalanmaktadır. Olimpiyat açılış seremonisi belirli bir ideolojik-kültürel-politik bağlam içerisinde olduğu için üzerinde durulmayı hak etmektedir: Açılış töreninde sergilenenler, basitçe –ve sadece– küresel elitlerin kişisel fantezileri veya sapkınlıkları değildir. Seremoni, belirli bir ideo-politik bağlamı seslendirmesinin yanı sıra bir konjonktüre de denk gelmiştir: Pandemi sonrası dünyanın ilk olimpiyat etkinliği olması, “modernitenin başkenti” Paris’ten mesaj verilmesi, Fransa siyasetinde Le Pen ve Melenchon’un güçlenmesi, Rusya-Ukrayna savaşının Batı emperyalizmi tarafından farklı bir boyuta evriltilme ihtimali, Amerikan başkanlık seçimleri süreci, Filistin’deki savaş ve İsrail’in acımasız katliamları bu konjonktürün parçalarıdır. Tören, mevcut konjonktür içerisinde küresel sermayenin belirli fraksiyonlarının temel yönelimlerini ve politikalarını esaslı bir şekilde gözler önüne sermiştir. Tören ayrıca ana akım liberal kozmopolit değerleri savunan kimlikçi solun düşman saflarındaki yerini de net olarak göstermiştir. Liberal sol, queer kimlikli Thomas Jolly’nin yönettiği gösterileri dünya çapında ilerleme, yenilik, demokrasi, uygarlık ve hoşgörü adına yüceltiyor; “devrimin ve modernliğin merkez ülkesi” Fransa’nın yine “geriliğe ve hoşgörüsüzlüğe” karşı bir ders verdiğini düşünüyor. Özel olarak seremoniye ve genel olarak dünyadaki sürece itiraz edenler liberal solun “düşünce polisleri” tarafından basitçe faşist olmakla suçlanıyor; sermayenin liberal kozmopolitizmine dönük her eleştirinin altında faşizm aranıyor. İsrail’in saldırganlığına ve Siyonizme dönük eleştirilere anti-semitizm yaftasının vurulmasına benzer bir süreç bu alanda da işletiliyor. Oysa, esas faşizmi tekelci kapitalizmin, tekeliyetin yürüttüğü süreçlerde görmek, sınırı o hattan çizmek gerekiyor.

Olimpiyat açılış seremonisinde dikkat çeken en belirgin unsurlar diyonizyak hazcılığa eşlik eden eşcinsellik veya hibrit cinsiyet propagandası ve pedofili öğeleridir. Liberal sol ve liberal sağ kanatlardan gelen yorumların aksine bu unsurlar gösterilerin basit bir parçası, farklılıklar yelpazesinin sıradan bir unsuru değildir; gösterinin asıl mesajıdır, üzerine oturtulduğu esas temeldir. Dolayısıyla bu temel unsurları eleştirmenin basitçe kültürel bir “geri kafalılık” olmadığını düşünüyoruz. “İnsan olmanın tarifinin yeniden yapılacağı” bizzat eski Nazi artığı sermaye temsilcileri tarafından dile getirilmişken, hazcı eşcinsellik ve hibrit cinselliğin bir tür üst insan kastının mütemmim cüzü olarak kodlanması, bu propagandanın basit bir demokrasi talebinden fazlası olduğunu bizlere düşündürmelidir. Bazı yaratılış ve cennet mitoslarında ilk insanın hermafrodit olduğu ve sonradan çift cinsiyete ayrıldığına dair görüşler mevcut. Cennete dönüş ve “kutsal” insanın yaratılması böyle bir çift cinsiyetli –ya da cinsiyetsiz– insana dönüşüm ile ilişkilendiriliyor; bir tür yetkinleşme veya üst insan olma durumu olarak görülüyor ve gösteriliyor. Çağımızda “bir tür üst insanlık olarak eşcinsellik” propagandasının egemen merkezler eliyle yapılmasının mitolojik kökenleri buralara kadar götürülebilir. Ama burada mitolojilerden daha fazlası bulunmaktadır. Köleci ve feodal sistemlerin çözülme-çürüme dönemlerinde hâkim sınıf ideolojisi eşcinsel ilişkileri –ve pedofiliyi– yüceltmekte ve kutsamaktaydı. Bu süreç, aynı zamanda kadının ve çocuğun köleleştirilmesi, değersizleştirilmesi süreci ile de ilişkiliydi. Bugün de benzer bir süreçten bahsedebiliriz. Tekeliyet, her alanda çürümeyi had safhaya çıkarırken yönetici sınıf mensupları daha hızlı biçimde yozlaşıyorlar. Kitleleri bozmak ve çürütmek için yöneticilerin daha çok çürümüş olmaları gerekiyor. Kölelik hukuku yeniden gündeme gelirken insan değersizleştiriliyor, “eşref-i mahlûkat” olma vasfından indiriliyor. Törendeki gösterinin yan unsurlarından, kendisine çocuk kurbanlar sunulan pagan “Baal” figürüne bu açıdan da bakmak gerekiyor.

Sahte bir kültürel solculuk bütün bu süreçte küresel kapitalizmin yardımcısı rolünü üstlenmiş durumda. WEF politikalarının da çağrıştırdığı şekilde bir tür küçük burjuva minimalizmi görünümü altında çalışan sınıfları mülkiyetsizleştirmenin “soldan” övgüsü yapılıyor; ailenin yok edilmesi eşitliği artırıcı, hiyerarşileri yok edici bir hamleymiş gibi sunuluyor. Buradaki oyuna ve hinliğe dikkat edilmeli. Marx bu konuda yıllar öncesinden uyarılarda bulunmuş. Marx’a göre burada sözü edilen özel mülkiyetin ilgası yanıltıcı bir durum ve aslında mülkiyet sermaye olarak, “evrensel özel mülkiyet” olarak daha yüksek bir basamağa ulaştırılıyor. Marx burada esasında Klaus Schwab’ın sözünü ettiği paydaş kapitalizmini anlatıyor. Bu süreçte işçi kategorisi de ortadan kalkmıyor; bütün küçük burjuva beyaz yakalı ütopyalarının aksine gitgide daha çok sayıda insanı içine alacak şekilde genişliyor. Marx bu noktada sermayenin hareketi ile kadınların evlilik ve aileden “kurtulmaları” durumu hakkında bir koşutluk kuruyor: “Evrensel özel mülkiyeti sıradan özel mülkiyetin karşısına çıkarma hareketi, evliliğin karşısına bir kadının toplumsal ve ortak mülkiyet olduğu kadınlar topluluğunu çıkarmak gibidir.”

Yeni kapitalist dönüşümün araçları olarak cinsiyetsizleşme, lubunizm/transgenderizm ve burjuva/küçük burjuva feminizminin öne çıkarılması işlemi, “babanın simgesel ölümü” ve ailenin dağıtılması politikası ile birlikte yapılıyor. Erkeği ezen ve silikleştiren süreç, aslında kadın ve çocuğu ezip köleleştiren zemin üzerinden yükseliyor. Bu süreçte kadın emeği sömürülmeye devam ederken ideolojik bir hileyle kadınlık durumu yüceltilmiş gibi gösteriliyor; oysa amaçlanan şey kadın emekçi sınıfların ortak bir “kadınlık kimliği” altında sınıf bilincinin bulanıklaştırılması ve kadınlık hâlinin tüketim ve performans öznesi olarak kapitalizm açısından işlevsel kılınmasıdır. ABD’nin “muhafazakâr” başkanı Reagan, henüz başkan değilken, Kaliforniya Valiliği sırasında, 1969’da ülkenin ilk “nedensiz boşanma” kanununu çıkarır. Zamanlaması, yeri ve öznesi itibarıyla müthiş anlamlı bir yasadır bu. Yasanın kabulünden 20 yıldan az bir süre sonra boşanma oranları iki katına çıkar. Yasanın çıktığı yıllar aynı zamanda 1968 sonrası cinsel özgürlük patlamasının yaşandığı, bunun ideolojik propagandasının yapıldığı yıllardır. Kaliforniya Silikon Vadisi’nde “high-tech” firmalar “hippi-mühendis” karışımı tipler aramakta ve imal etmektedir. Süreç bir yandan da proleter erkekliğin kolektif dinamiklerinin yok edilmesi ve itibarsız kılınması ile birlikte yürümektedir. Bu kolektif dinamikler bir tür savaş dinamiği de barındırır. Sistemin kendi lehine örgütleyemediği yerlerde savaşmaya yönelik cesaret verici kolektif dinamik her zaman tehlike barındırır sistem için. Erkek olmanın her adımında, yok edilmesi gereken, patolojik bir özeleştirellik vasıtası ile sürekli kınanması gereken mikroiktidar/patriyarka odakları görme ve gösterme eğilimi hız kazanmıştır. Tarihte çokça örneği bulunmaktadır; çok sayıda genç, işsiz erkek nüfusu bir araya geldiğinde kolektif etkinlikleri ile sistem için sorun yaratma eğilimine sahiptir. Gelmekte olan yapay zekâ ve robotik endüstri çağında bu “artık” erkek nüfusun bir biçimde ehlîleştirilmesi amaçlanmaktadır.

Babanın yok edilmesi, yani baba figürünün bir yönüyle işlevsiz kılınarak ıskartaya çıkarılması, bu sürecin bir başka bileşenidir. Törende ideolojik bir deformasyona uğratılan Son Akşam Yemeği tablosu, orijinal hâlinde İsa peygamberin simgesel Baba’da (Tanrı’da) bulduğu eşitlikçi öğretinin bağlılarına ve ardıllarına miras bırakıldığı bir buluşmayı işaret eder. Baba yoksa, yasa yoktur, sınır yoktur. Sınır olmayınca hakikati kuracak anlatı da eksik kalacaktır. Oysa hayat demek, bir yönüyle de sınır demektir. Dişil öğe doğada yaşamın kaynağı iken, bu rolünü eril öğenin birlikteliği ile yerine getirebilmektedir. Eril öğenin öldürülüp dişil öğenin tek başına öne çıkarılması, sermayenin sınırsızlık talebi ve hayatı tümüyle metalaştırma projesi ile ilişkilidir. Burjuva kozmopolit liberalizmi ve bunun küçük burjuva özentilerinin “sınırsızlık” talepleri ve güdülemeleri aslında akışkan sermayenin yaşamın en küçük kılcallarına kadar sızma girişimlerini ifade eder. Babanın işlevsel olarak öldürüldüğü yerde sistemin amorf ve akışkan nitelikli şekilsizliğine, her şekle kolayca uyum sağlayabilirliğine olan direnç de öldürülüyor demektir. Bu öldürme işlemi, sermaye adına Tanrı’nın, vatanın, ulusun, işçi sınıfının, ailenin ve bireyin öldürülmesi olarak karşımıza çıkar. Aile hayatı, toprak ve vatan yoksa “nomos” da yok demektir. Karanın, toprağın üstünde oluşan nomosun yok edilmesi aynı zamanda toprağa bağlı yurtsever partizan figürünün de yok edilmesini beraberinde getirir. Kozmopolitizm savunusunun ve bağsız-sorumsuz isyancı figürü güzellemesinin benzer kültürel-politik güç odaklarından gelmesi tesadüf değildir.

Daha çok Marx’ın Felsefenin Sefaleti kitabı dolayımı ile tanıdığımız Proudhon, öngörülü bir biçimde yazdığı kitabında (Pornokrasi ya da Modern Zamanlarda Kadınlar) bu sürecin basit bir kültürel savaş olmanın ötesindeki ekonomi politik uzanımlarından bahseder. Bütün bu cinsiyetsizleşme, cinslerin karışımı, rastgele cinselliğin özgürleşmesi süreci, despotizm, tiranlık ve militarizm ile yakından ilgilidir. Pornokrasi, agnostisizm ile birliktedir; bir taraftan da finans kapital hâkimiyetinin dışavurumudur. Bu süreç aynı zamanda arkaik olmakla, mutlaklıkla suçlanan hakikat kavrayışlarının itibarsız kılınması ve bunların yerine bitimsiz bir rölativizmin, kaos övgüsünün ve nihilizmin ikame edilmeye çalışıldığı bir süreçtir. Proudhon, burjuvazinin kullandığı ve anladığı şekliyle “cinsiyet eşitliği”nin “erkekler kitlesinin yük hayvanlarına dönüştürüldüğü; adaletsizliğin, çalışmayı az kârlı, hayatı zor, evliliği tehlikeli, üremeyi masraflı ve aileyi imkânsız kıldığı zamanlarda” itibar edilen bir yanıltmaca olduğunu söylerken bugünleri anlatır sanki. Pornokrasinin diğer yüzünde sermaye ideologlarının Malthusçuluğu vardır; nüfus kontrol politikaları bu işin bir başka yüzüdür. Feminist ideoloji ve eşcinsel kimliklerinin burjuva ideologları tarafından sahte yüceltimi, kapitalizmin nüfus kontrolü talepleri ile bağlantılıdır. Belki de, törende yer verilen, salgın hastalıkları ve ölümü sembolize eden “Mahşerin Dördüncü Atlısı” figürü de nüfus kontrolü ile ilgili başka bir politik mesaj iletmektedir. Proudhon’un yaşadığı dönemde III. Napolyon yönetimi baskıcı kamusal politikalarını pornokratik süreci hızlandırarak beslerken, çağımızda “Rothschild’in Napolyon’u” Macron, ev sahibi olduğu olimpiyat seremonisi ile ait olduğu sınıfın dekadansını, hedeflerini, isteklerini dünyaya duyuruyor. Küresel burjuvazi, açılış törenine koydurduğu Fransız Devrimi’ne ait figürler ile dünyaya “bu devrimle iktidarı aldık, şimdi başka bir aşamaya geçiyoruz” mesajını veriyor, kendi iktidarına dair süreklilik inancını ve özgüvenini sergilemeye çalışıyor.

2024 Paris Olimpiyat Oyunları açılış töreninde yer alan parçalı olgular, teori eşliğinde bütünlük ve hareket kazanıyor ve bizlere yeni kapitalizmin dinamiklerini gösteriyor. Sözü edilen dinamikler, sol liberalizmin de katkısı ile bir meydan okuma şeklinde dünya halklarının önüne serildi. Sistem bu defa yaşamın kendisine saldırıyor; zihinlerimizi, ilişkilerimizi, duygularımızı mücadele sahası hâline getiriyor. Geleceğin dijital faşizmi kendi toplum ve insan projesini sergiliyor; hazcı tüketimci üst insan, üst kast tipini özgürlük ve farklılık baskısı ile öne çıkarırken geniş insan kitlelerine “evrensel temel gelir” ile gizlenmiş bir iş(lev)sizlik ve alt kastlara mahkûmiyet dışında bir şey vaat etmiyor. Kapitalizm “Son Yemek”i efendiler için transformasyona uğratırken, Oğuz Atay eşitlikçi ve paylaşımcı bir ortam olarak kurguladığı “Son Yemek” sahnesinde (Tehlikeli Oyunlar) “mutfak köleliğine son verilmeden hürriyet yemeği yenilemeyeceğini” vurguluyor. “Komploculuk” yaftasından korkmadan ama sadece kültürel-dinî eleştiri sahasına da hapsolmadan olan biteni ekonomi-politik, sınıfsal, kültürel yönleriyle görmek ve gerekli sonuçları çıkarmak gerekiyor.

Umut Doğan

27 Temmuz 2024