24 Ocak Kararlarından OVP’a: Yapısal Dönüşüm ve Muhalefet


Yapısal dönüşüm, uzun yıllardır Türk büyük burjuvazisinin kızıl elması olageldi. Bu kavram, emek-sermaye çatışmasında emek örgütlenmesinin basıncının hissedildiği dönemlerde, yüksek reel ücret, yüksek tarım desteği, kontrollü ithalat ve ihracat gibi sermaye kârlılığını azaltan uygulamalardan kurtulmanın genel formülü olarak karşımıza çıktı. 19. yy’dan 20. yy’a işçi sınıfının giderek seçimlere dâhil olması, genel oyun kabul edilmesi, “kamu harcama disiplini sorununu” beraberinde getirdi. Merkez Bankası’nın özerkleşmesi, başka özerk denetleme ve düzenleme kurumlarının doğması süreç içerisinde disiplin sorununa verilmiş cevaplar olarak karşımıza çıkıyor.

12 Eylül ve Yapısal Dönüşüm

Evrensel bir sürecin Türkiye’deki görünümü olarak 70’ler, burjuvazi açısından piyasada devlet müdahalesinden, döviz kıtlığından, dış sermaye girişinin azlığından, emek örgütlerine duyulan şikâyetlerle geçmiştir. 1940’lı yılların savaş yasaları altında filizlenen, ithal ikameci ve dışa karşı korumacı bir piyasa ortamında 60’lardan itibaren serpilen Türk burjuvazisi artık kendisine güveniyor ve kendisini var eden kalıba sığmıyor; uluslararası piyasa ile tam bir entegrasyona girmek istiyordu. Zaten bağlar kurulmuştu. Şili’ye ve Arjantin’e silah zoruyla dayatılan Şikago ekolü Türkiye’de de hâkim olmalıydı. 

Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’a hazırlatılarak 24 Ocak 1980’de Meclise sunulan kararlar, sermayenin yakındığı temel konularda büyük bir yapısal dönüşüm getirmekteydi. 12 Eylül Darbesi ile yürürlüğe konan kararlar sonrası, paranın piyasaya çekilebilmesi için faiz artışı, esnek döviz kuru, yabancı sermaye girişi için yabancı bankaların Türkiye’de şubeleşmesi, TL’nin yaklaşık %50 oranında devalüe edilmesi, ucuz kredi, vergi muafiyeti vb. araçlarla ihracat sektörünün desteklenmesi, sübvansiyon ve fiyat kontrollerinin gevşemesi, ithal ikamesi sisteminin çözülmesi, toplam artığın artan oranda sermayeye devri sağlandı. Tam bir yapısal dönüşüm söz konusuydu. IMF ve Dünya Bankası ile kredi temini ve borç ötelemeyi de içeren çok yönlü anlaşmalar yapılmaktaydı. 24 Ocak kararlarının uygulanmasına müsait bir ortamın korunması için, 80’ler boyunca, solun tepesine balyoz üstüne balyoz inerken, “muhalefetin” temel eleştiri konusu ise “demokrasi ve hukuk eksikliği” idi. Hasan Cemal, Demokrasi Korkusu’nu bu günlerde yazdı.

Yapısal Dönüşümde İkinci Aşama

1991’e gelindiğinde ihracat geliri 1980 yılının beş katına çıkmış; toplam millî gelire oranı yüzde dörtlerden yüzde sekizlere ulaşmış, TL Dolara göre yaklaşık 60 kat değer kaybetmişti bile. Ancak her şey istenildiği gibi gitmiyordu, askerî darbe yönetimi yerini seçimli sivil idareye bırakmış, sol yaralanmış ancak ölmemiş, gecekondu mahalleleri başta olmak üzere yeniden varlık göstermeye başlamış, sendikalar kısmen derlenmiş, bir dizi etkili eylem ve grevin ardından reel ücretlerde artış baş göstermiş, özelleştirmeler hız kesmişti. Seksenlerin sonundan itibaren yeni bir “popülist döneme” girildiği kabul edilir. Yapısal dönüşüm artık yeniden dillerdedir. 1991’de çıkarılan Terörle Mücadele Yasası bir yandan cezaevindeki mevcut siyasî mahpusları salmakta, bir yandan da mücadelede ısrar eden kadrolar yaygın bir infaz politikası ile tasfiyeye tâbi tutulmaktaydı. Bu dönemde “muhalefetin” temel eleştirisi yine hukuk ve demokrasi üzerineydi. Sovyetler’in çözülmesinin de etkisi ile liberal ideolojilerin solda görünür olduğu yıllardı. AB’ye katılım temel gündemlerden birisiydi. Nasıl ki 1971 Muhtırası ile başlayan süreç, 12 Eylül 1980 Darbesi ile tamamlandıysa; 1991 Terörle Mücadele Yasası ile başlayan süreç de 19 Aralık 2000 Cezaevleri operasyonu/darbesi ile tamamlanacaktı.

90’lar boyunca yaşanan inişli çıkışlı sürecin sonunda, reel asgari ücretlerin 2000 yılı başlarında yeninden hemen 12 Eylül Darbesi öncesi gücüne yaklaşması çok şeyi özetlemektedir. Bu seviyenin aşılmaması gerekmektedir. 2000 yılı içerisinde dış sermaye örgütleri ile koordineli biçimde çıkarılan kriz marifetiyle, ülke tarihinde görülmemiş bir serbest piyasa dönemine kapı arlanmıştır. Yapısal dönüşüm tantanası altında, bankacılık sistemi elden geçirilmiş, kamu borçlanması dengelenmeye başlanmış, özelleştirmelerin önü açılmış, dalgalı kur gelmiş, Merkez Bankası piyasaya müdahalede bağımsızlaşmış, IMF ve Dünya Bankası ile girilen uzun erimli süreç bizâtihi bu kurumların bir memuru olan Kemal Derviş’in ekonomi bakanı yapılması ile taçlanmış; yeni kredilerin önü açılmıştır. 2000’li yıllar, ekonomik değerlerin büyük oranda piyasaya düştüğü, hemen hemen beş yılda tüm Cumhuriyet tarihinden fazla özelleştirmenin yapıldığı, devlet borçlanmasının azalıp hane borçluluğunun arttığı, sert bir proleterleşme eşliğinde ve kırla kalan bağların koptuğu, bu kapsamda gecekondu semtleri de dâhil olmak üzere kentlerin dönüştüğü, devlet iktidarının toplumun kılcal damarlarına kadar yayıldığı yıllar olmuştur. Bu işler, 19 Aralık operasyonun belirlediği bir yenilgi ortamında hayat bulmuştur.

Üçüncü Aşama

Reel asgari ücret ölçeğini izlemeye devam edecek olursak, 2001 “krizinden” sonraki dört yıl içerisinde yeniden 1980/2000 seviyesini yakalayarak aşan reel asgari ücret, benzer seviyede seyretmekteydi. Toplam millî gelirin ise, 80’lerden 2020’lere, asgari ücretle kıyaslanamayacak kadar arttığı, memur ve emekli maaşlarındaki düşüşün ise her darbe sonrası işçi maaşlarına göre daha keskin olduğunu, Gezi protestolarını veya 2015 Haziran Genel Seçimini baz alacak olursak, bu dönemde reel asgari ücretin 12 Eylül Darbesi öncesi düzeyde olduğunu not ederek devam edelim. Benzer seviyede kalan reel asgari ücret, özellikle 2013 sonrasında yeniden artış göstermeye başlamış, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, popülizm ve yapısal dönüşüm kavramlarını merkeze alan ana akım tartışmalar özellikle geçtiğimiz son iki yılda artmıştır. Muhalefet bu dönemde de demokrasi ve hukuk temelli eleştirilerini sürdürürken, bir yenilik olarak 2013/15’ten itibaren sol, ana akım muhalefetin korosunda tam bir ses ahengi ile yerini almıştır.

İçinden geçtiğimiz iki/üç yıllık sarsıntılı sürecin sonunda, yapısal dönüşüm taleplerinin karşılık bulduğu bir aşamaya gelinmiştir. AKP iktidarı, seçim sonrasında NATO genişlemesini onaylamış, ekonomi ve Merkez Bankası yönetimlerini uluslararası sermayeye teslim etmiş ve Dünya Bankası ile yeni kredi sözleşmeleri bağlamıştır. Faiz artırımı ile paranın piyasaya çekilmesi, piyasa kontrolünün gevşetilmesi, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının korunması, ücretlerin baskılanması, toplam talebin düşürülmesi 24 Ocak’ta ve 2001 krizinde olduğu gibi yapısal dönüşüm kapsamında yeniden gündeme gelmiştir. Hukuk vurgusu 2023 genel seçimlerinden sonra koltuğa oturan Adalet ve İçişleri Bakanları’nın temel mottosu hâline gelmiştir bile. Neticede bu dönüşüm Orta Vadeli Program (OVP) olarak deklare edilmiştir. Bugüne kadar usul tamamlamak kabilinden bir iş olan OVP ilânı, gerek öncesindeki yerel ve uluslararası gelişmeler, gerek devletin tam kadro ilânında hazır bulunması, gerekse de içerdiği yeni araçlar itibari ile bu sefer gerçek bir eğilimi temsil etmiştir. OVP ilânını Mehmet Şimşek’in ücret baskılamaya ve serbest kura yönelik açıklamaları, Adalet Bakanı’nın hukuk ve güven ortamına dair söylemleri takip etmiştir. Türkiye’de kapitalizmin yapısal dönüşümünü 12 Eylül günlerinde meşrulaştıran popüler kavram “liberalleşme” idi. Liberalleşme, önce hızlıca burjuva muhalefette yankı bulmuş ve zaman içinde muteber bir yönelim olarak solda etki göstermişti. 2023 yılına gelindiğinde OVP’da bu işlevin “sürdürülebilirlik, yeşil ve döngüsel ekonomi” gibi yeni kavramlara yüklendiği görülmekte; ön görülen yeni bölgesel üretim rolü icabı göçün bir nüfus politikası olduğu da itiraf edilmektedir. Sol ise tüm muhalefeti geride bırakacak hatta onu peşinden sürükleyecek biçimde, bu kavramların şampiyonluğunu yapmaya dünden hazırdır. Solun yeni kavramların liderliğini üstlenmesinin yanı sıra son iki yılda faiz artırma taleplerinin de yanında yer alması, rolünü belirginleştirmektedir. Diğer yandan Hasan Cemal, sembolik bir biçimde bu kez de TİP ve Yeşil Sol Parti’nin seçim ittifakı neticesinde Milletvekili olarak ortaya çıkmıştır; şahıs ve parti isimleri çok şey anlatmaktadır. 

12 Eylül’den bugüne, özetlemeye çalıştığımız, en temelde kapitalizmin kendi bünyesinde taşıdığı ölümcül çelişkilere rağmen hayatta kalma mücadelesi, bu amaç doğrultusunda solun ezilmesi ve sisteme uyumlulaştırılması (“muhalefetleştirilmesi”) hikâyesidir. Reel asgari ücret izleğinin açıklayıcılığı şu iki tablo ile daha bariz bir hâl almaktadır:

GSYİH İçinde İş Gücü Ödemelerinin Payı (1980-2021)


Emek Verimliliği ve Reel Ücretler (1970-2020, 1970=100)


Kaynak: Ahmet Yılmaz, Togan Karataş, “Türkiye Ekonomisinde Ücret ve Maaşlar: 1970–2021”, Çalışma ve Toplum.

Sermayenin organik bileşimi dâhilinde emeğin payı düşürülmezse zaten rekabet ve sabit sermaye yatırımı zorunluluğu nedeni ile azalan kârlar yere çakılacak ve neticede sistemin işlemesi, ekonominin dönmesi için herhangi bir gerekçe kalmayacaktır. Bu nedenle, toplam gelir artarken reel ücretler düşürülmeli, en azından aynı düzeyde kalarak payını artırmamalıdır. Türkiye’de ve Dünya’da son elli yıldır darbelerin ve yapısal dönüşüm arayışlarının altında yatan önemli bir gerçek budur. Bugün yeşil ekonomi vb. kavramlarla yürürlüğe konmak istenen uygulamaların temelinde piyasa kârlılığını azaltan şirketlerin sistemden çıkarılması, talep engelleyici fiyat artışlarının mümkün kılınması, kredi sisteminin bu gibi amaçlar doğrultusunda revize edilmesi gibi amaçlar vardır. İşte bu güncel yönelimlerin, 50 yıllık yapısal dönüşüm araçları ile OVP belgesinde yan yana yer alması, ortak hedefi açık etmektedir. Gelinen aşamada, ana gövdesi “muhalefetleşmiş” sol, ne yazık ki kapitalizmin hayatta kalma stratejilerine eklemlenmiş vaziyettedir. Bu nedenle OVP, 24 Ocak kararları ve 2001 krizinin aksine, herhangi bir darbeye ihtiyaç duyulmaksızın yürürlüğe konmaktadır. Kapitalizmle derdi olanların üzerine düşünmesi/düşmesi gereken durum, an itibariyle budur.

Deniz Kuzey

11 Eylül 2023