Ocak 2020’den beri birçok akademisyen, Kovid sürecini yöneten ve bu konuda kendilerini aldatıp duran liderleri koyun sürüsü gibi takip etmeyi seçti. Bu anlamda, otuzlar Almanya’sında kendileri gibi akademisyen olan ecdadının adımlarını takip etti. Bilindiği üzere o dönemde Alman bilim insanlarının büyük bir bölümü, Nazilerin her alanda sergilediği akıl dışılığı desteklemişti.
Birçok Batı ülkesinde yaşanan bu deliliğin ilk günlerinde binlerce akademisyen, dilekçeler imzalayıp demokratik yoldan işbaşına gelmiş hükümetlerine yalvarmayı ve kendilerini despotik çete üyelerine dönüştürmek adına bürokratik kurumlara destek olmayı seçtiler.
Peki bu süreçte hangi araçlar devreye sokuldu?
Devlet mekanizması kullanılarak, ispatlanmamış bir dizi toplumsal ve tıbbi uygulama zorla halka dayatıldı; bu noktada anayasadan kaynaklanan özgürlükler çiğnendi, uluslararası düzlemde kabul gören insan hakları çöpe atıldı.
En tuhafı da dünya genelinde Kovid sürecinin liderleri olarak göklere çıkartılan akademisyenlerin, onlarca yılda birikmiş olan halk sağlığı ile ilgili bilgileri görmezden gelmesi, hatta böylesi bir salgın için hazırlanmış olan ve gayet sağlam temellere sahip projelerin üzerini örtmesi idi.
Birçok akademisyen, uzmanların öncülük ettiği bir tür totaliterizmin bu yeni tehdide yönelik yegâne cevap olduğuna ilişkin vehme sevdalandı, bunun sonucunda da özgürlüklerin korunmasının anlamlı ve faydalı olmadığını düşündü. Asıl âşık oldukları şey, faşizmde buldukları o cazibe idi.
Faşizmin Doğası ve Sahip Olduğu Cazibe
Merriam-Webster internet sözlüğüne göre faşizmin en kapsamlı ve en basit tanımı şudur: “Faşizm, güçlü bir otokratik ve diktatöryel kontrol uygulamasına yönelik eğilim veya bu uygulamanın pratiğe dökülmesidir.”
Akademisyenler olarak bizler, bu ideolojideki belirli yönlerin bazı akademisyenlere neden cazip geldiğini biliyoruz. Esasında birçok yönden faşizm, akademisyenin doğal felsefesidir. Her şeyin ötesinde akademik kurumlar, belirli bir bilgi sahasında uzmanlaşmış, böylelikle o sahayı herkesten daha iyi bilen, bunun yanında, topluma bu saha ile ilgili derin uzmanlığının sağladığı faydaları sunan kişilerin gelişip serpildiği yerlerdir. Dolayısıyla bu faydalı oluş, herkesten daha fazla bilgiye sahip olanların daha çok ilgi gördüğü, kamuoyu ile ilgili kararların alınması sürecinde bu kişilerin daha fazla ağırlığa sahip olduğu bir sisteme ihtiyaç duyar.
Bu anlamda akademideki uzmanlar, doğaları gereği, bir miktar “halkın üzerindedir”; dolayısıyla halktan “uzmanlara güven duyması” beklenir ki akademinin ortaya koyduğu çaba kıymet görebilsin.
Bazı akademik kurumlar ve akademisyenler, bu güven duygusunu kendi çıkarları için kullanırlar, zekâları ile caka satarlar ve avamı belirli bir kıvama getirerek, onun kendilerinin sahip oldukları otoriteyi sorgulamamalarını sağlamaya çalışırlar. Ama gene de bu mide bulandırıcı elitizm, henüz tam anlamıyla faşizm olarak nitelendirilmeyi hak etmemektedir.
Bunun için bir adım daha lazımdır: Avamın akademiye ve kurumlara suç ortaklığı etmesi.
Faşizm için “halk”ın, yücede duran uzmanların gerçek dünyadaki meseleler konusunda doğrudan sorumlu olacakları, yola gelmeyenlerin cezalandırılması noktasında kolluk kuvvetlerinin bu uzmanların emrine verileceği düzene rıza göstermesi gerekir.
Webster’ın tanımına bir de Foucault’nun şu tespitini de eklemek gerekir: “Stratejik hasmımız faşizmdir. […] Faşizm hepimizin içindedir, zihinlerimizde, gündelik davranışlarımızdadır; bizi iktidara âşık eden, bize hükmedip sömüreni arzulamamızı sağlayan, faşizmdir.”
Burada Foucault, insan doğasının daha fazla güç sahibi olma konusunda hayal kurduğunu söylüyor. Akademisyenler de daha fazla güç isterler. Çünkü model oluşturan, ölçüm tekniği geliştiren, çerçeve çizen, araştırma programı yürüten, müfredat oluşturan, onlardır.
Akademisyenler, milyonların, çalışmalarını takip ve taklit ettiği hayali ile yaşarlar ve bu hayal, onların başlarını döndürür. Gündelik işlerini bu hissiyatla yaparlar, araştırmalarını bu hayalle yürütürler, kitapları böylesi hayallerle beslenir. Esasen bu türden hayaller motive edici oldukları için, ölçülü olduğu sürece faydalıdırlar. Uzman olmak için merak yeterli bir sebep iken, akademisyen, tüm dünyaya uzmanlığını gösterebilmek adına başkalarını etkilemeyi istemeye kendisini mecbur hisseder.
Dolayısıyla akademisyenlerin faşizmin cazibesine kolayca kapılmalarına şaşırmamak gerekir. İnsanlığın peşlerinden gelip sahip oldukları yüksek statüyü kabul edecekleri hayali, onların vazgeçemeyeceği bir hayaldir.
Akademi dışı dünyanın, avamın kendisini aşağıda görmesi gerekir. Bunun için de avam, sürekli mesaj bombardımanı altında tutulmalıdır. Bu saldırının en pespaye hâline son dönemde tanık olunmuştur. Pandemi süresince sağlık bilimciler, epidemiyologlar ve ekonomistler, halkın uzmanlara yönelik güvenini istismar etmiş, bir yandan da korkudan deliye dönmüş olan kalabalıkların en geri bilincine teslim olmuşlardır.
Faşizmle Mücadele
Faşizmin mantığı ne tür bir argümanla çürütülebilir? Gelecekte faşizmin yeniden sahneye çıkmasını istemiyorsak, hangi hususların üzerinde durmalı, kitlelere neleri öğretmeliyiz?
Akılda tutulması gereken en önemli gerçek şudur: Güç, akademisyenler dâhil herkesi yozlaştırır. Güç, insana eroin gibi zarar verir. Güçlü olmayı arzularız, onun için öldürür, yalan söyleriz, daha fazla güç elde edeceğimiz günlerin hayalini kurarız.
Gücün üzerimizdeki hâkimiyetini bildiğimizden, kendimiz de dâhil güç sahibi hiç kimseye güvenmemeliyiz. Uzmanlığa ve otoriteye sahip olmak, kişiye epey güç temin eder. Aynı zamanda kendisi de otorite olan uzman, güce teslim olmak için daha fazla bahane üretecektir. Kovid döneminde Batı’da bu tür insanlara epey rast geldik. (Fauci, Witty ve Lam en fazla öne çıkan, adları kötüye çıkmış kişiler.)
Faşizm, sahip olduğu cazibeyi bir anlamda gücün bizi yozlaştırmadığı yalanına borçludur. Yüzüklerin Efendisi filminde etkili bir dille ortaya konulduğu biçimiyle, ahlaken düzgün bir insan bile faşizmin cazibesine kapılıp, güce kavuşunca ahlaklı ve iyi bir insan olmaya devam edeceği vehmine teslim olabilmektedir. Gücün halesine kapılan iyi bir insan, gücün kendisi dışında herkesi yozlaştırdığı yalanına sarılır çünkü kendisinin diğer insanlardan daha iyi olduğunu düşünür.
Kovid dönemi, bize Nazi dönemi üzerinden edindiğimiz dersi bir kez daha anımsattı: Otorite sahibi uzmanlar, iktidarda neden kalmaları gerektiği, uzmanlıklarını kötü amaçlar için kullanmalarının neden zorunlu olduğu konusunda belirli kılıflar örmek adına sürekli yalan söylerler. Uzmanlar, kendilerinden daha iyi olan ve fikirlerine katılmayan ya da başka bir yol yürüyen uzmanları tasfiye ederler. Naziler Einstein’ı ülkeden kovmuş, bunun sonucunda Einstein, Amerika’ya gidip onun kendi vatanını mağlup etmek için kullanacağı silahların geliştirilmesi sürecine katkı sunmuştur. Bu kaderi bugün Kulldorff gibi isimler paylaşmıştır.
Gücün yozlaştırmadığı uzmanların var olduğunu söyleyen yalan, faşistlerin de beslendiği, Platon’a ait Cumhuriyet isimli çalışmada da karşımıza çıkar. Bu kitapta Platon, bilgili kişilerin daha fazla güce sahip olduğu, Felsefeci Kral’ın en tepeye kurulduğu bir toplum hayalinden bahseder. Bu güç düşkünlüğünü ürkütücü bir yaklaşımla öven çalışma, nesiller boyu kendilerinin hep en tepede olması gerektiğini düşünen akademisyenlerce beğeniyle okunmuştur.
Bu akademisyenlerin asıl göremedikleri ise tepeye kuruldukları vakit kendilerinin sundukları çözümlerin kesin çözüm oldukları konusunda sürekli yalan söyleyecekleri, böylesi bir dünyada insanlığın kendi hayallerinin peşine gittiği vakit onların peşinden kuzu kuzu gelmeyecekleri gerçeğidir.
2020’de faşizmin yeniden sahneye çıkışı konusunda herkes suçludur. Başarıya tapmayı, buradan da en tepedekileri daha iyi insanlar olarak görmeyi esas alan kültür, gücü daha da çekici kılmıştır. Bu kültür sayesinde otoriteyi üstünlükle denkleştiren herkes, bir biçimde kendi içinde varlığını sürdüren güç takıntısını meşrulaştırmaktadır. Bizim böylesi bir kültüre ihtiyacımız yok. İktidardakiler sürekli ve her aşamada incelemeye tabi tutulmalı, önceden ne kadar kıymetli olduklarına bakılmadan sorgulanmalıdır.
“Güçlendirme” Pratiklerindeki Kötülük
Güçlü olan, kaçınılmaz olarak yozlaşır. Bu gerçek, bizi insanların daha fazla güce sahip olmalarının iyi bir şey olup olmadığı sorusunu sormaya iter. Bizdeki bu şüpheci tutum, “güçlendirme” kavramını da içermektedir. Bugünlerde iyi bir şey olarak takdim edilen güçlendirme, esasında gücün içi zehir dolu bir kadehten ziyade tüm iyiliğin kaynağı olduğunu söyleyen fikri temel almaktadır.
Kültürümüz, son yirmi otuz yıllık dönemde kendisinin, sahip olduğu “tür”ün ve tarzın ya da ecdadının kenara itildiğini düşünen insanların “güçlendirilmesi” meselesine vurgu yaparak yanlış bir yola girmiştir. Bu vurgu, temelde gücün insanları nasıl baştan çıkartıp yozlaştırdığını anlatan o büyük yazarların sundukları hakikati görmezden gelmektedir.
Toplum; Goethe’nin Faust’unun, Shakespeare’in Macpeth’inin, Voltaire’in Candide’inin, Taht Oyunları’ndaki Daenerys ve Amerikan devrimcilerinin hikâyelerinin sunduğu şu yeni bilgiden istifade edebilmelidir: Güç, insanlık için eroin gibidir. Onu arzulamak, onun için yalan söylemek, yalvarmak, ona tapmak asla hayrımıza değildir. Kimse güce güvenmemeli, kimse fazla güce sahip olmamalıdır.
Güç, lanettir. Gücü halka ve toplumun farklı kesimlerine yaymalı, böylece onun sunduğu keyfin herkesçe yaşanmasını sağlamalı, bir yandan da gücün kötücül etkisini azaltmalıyız. Gücün bir lütuftan çok bir lanet olduğunu kabul etmek için bizim bugün güçlendirme meselesini diline dolayan anlayışları ve söylemi değiştirmemiz gerekecektir.
Biz imkânsızı talep ettiğimizi tabii ki biliyoruz. Gücün bir yük olarak görülmesi, onun arzulanmasından çok paylaşılması üzerinde duran bir fikrin herkesçe kabul görmesi tabii ki imkânsız. İktidarın dayattığı, kahramanlara tapma pratiğimizi eleştirebilir miyiz? Güç konusunda kendimize yalan söylediğimizi kabul edebilir miyiz? Tüm kültürel ve politik elitlerin güç konusunda yalan söylediği gerçeğini dillendirebilir miyiz? Bunlar zor sorular.
Gücün insanlık için zararlı bir uyuşturucu olduğu gerçeğini kabul edip, bu kabul üzerinden eğitim kurumlarımızı ve kültürümüzü inşa ettiğimizde faşizmin cazibesine karşı halkı koruma imkânı buluruz. Bu pratik, güçlü uzmanları uygun bir açıdan değerlendirmemizi sağlar. Bu sayede otorite sahibi uzmanların hem insan oldukları hem de güç denilen uyuşturucunun etkisi altında oldukları için yanılabileceklerini, yanlış yapabileceklerini görürüz.
Gerçek uzmanlık doğru yoldan ancak otoriteyle buluştuğunda ayrılır. Hiçbir uzman, otorite sahibi olmamalıdır. Otorite sahibi uzmanlara asla güvenilmemelidir. Bu insanların, “uzmanlıkları temelinde” başkalarına nasıl yaşayacaklarını, neleri yapacaklarını dayatmalarına hiçbir şekilde izin verilmemelidir. Aksine, uzmanlar açıklama yapmaya zorlanmalı, bu insanlar, şüpheleri olan halkı ve kendileriyle çelişen uzmanları ikna etmeye kendilerini mecbur hissetmelidirler. Akademisyenler ve bilim sahasında faal olan diğer uzmanlar, bu zorunluluk üzerinden izahatı ve tavsiyeyi görev bilmeli ama asla karar almamalıdırlar. Bu, bilhassa acil durumla, çok sayıda riskle yüzleşildiği koşullar için geçerlidir.
Akademide güçle ilgili olarak sunduğumuz bu yaklaşımın bir değişimi tetiklemesi mümkün mü? Bu konuda şüphelerimiz var. Bugün üniversiteler “güç iyidir” diyen hayalperestlerin güdümünde. Akademisyenler, nüfuz ve kabul peşinde koşmaya zorlanıyorlar. Nüfuz elde edip kabul görünce bu sahip oldukları yeni statüye tapıyorlar. Üniversitelerdeki yöneticiler de aynı şekilde şöhret meselesine takıntıyla bağlılar. Gözleri hep üniversitelerinin sıralamadaki yerini gösteren tablolarda ve kurumlarının gücünü gösteren başka göstergelerde.
Hasılı, bugün üniversiteler faşizmin gelişip serpildiği yerlerdir. Dolayısıyla üniversiteler bugünkü sorunun ana parçasıdır. Bizim artık tümüyle farklı üniversitelere ihtiyacımız vardır. ABD gibi yerlerde bizim her şeyi sıfırlayıp baştan başlamamız gerekmektedir.
Paul Frijters
Gigi Foster
Michael Baker
2 Şubat 2022