Alman emperyalizminin en önemli harekât alanı Türkiye oldu. Ona yolu açan ise Deutsche Bank ve onun Asya’da giriştiği büyük işler olmuştu. Almanya’nın izlediği doğu politikasının odak noktasında Deutsche Bank’ın çalışmaları bulunuyordu. 1850 ve 1860 yıllarında Anadolu’da esas olarak, İzmir demiryolunun yapımına başlayan ve Anadolu demiryollarının İzmit’e kadarki ilk bölümünü işleten İngiliz sermayesi faaliyet gösteriyordu. Alman sermayesi sahneye 1888 yılında çıktı ve Abdülhamit’ten İngilizlerin yaptığı hattın işletme hakkını ve İzmit’ten Ankara’ya kadar olan hat ile Üsküdar, Bursa, Konya ve Kayseri’ye uzanan yan hatların yapım imtiyazını aldı. Deutsche Bank 1899’da Haydarpaşa’daki istasyon tesisleri yanında bir liman kurma ve işletme imtiyazını ele geçirdi; limandaki ticaret ve gümrük işleri üzerinde tek başına egemenlik kurdu. Osmanlı Hükûmeti 1901’de Deutsche Bank’a İran Körfezine dek uzanan büyük Bağdat demiryolunun yapımı için imtiyaz verdi, 1907’de ise Karaviran gölünün kurutulması ve Konya ovasının sulanması için imtiyaz tanındı. Bu büyük «barışçı kültür eserlerinin» ardında, Küçük Asya köylülüğünün «barışçı» yoldan tümüyle harap edilmesi yatmaktadır.
Bu büyük girişimlerin maliyetleri, doğal olarak, çok dallanmış karmaşık bir devlet borçları sistemi kanalıyla, Deutsche Bank tarafından sağlanıyordu. Osmanlı Devleti, sonsuza dek Siemens’in, Gwinner’in, Helfferich’in, vb.’nin borçlusu olacaktı, tıpkı daha önce de İngiliz, Fransız, Avusturya, sermayesine borçlandığı gibi. Bu borçlu bundan böyle, yalnızca istikrazların faizlerini ödemek için devlet gelirlerinden sürekli büyük meblağlar aktarmak zorunda kalmayacak, bu yolla kurulan demiryollarının gayri safi kazançları için de teminat vermek zorunda olacaktı. Burada (Türkiye’de), en modern tesisler ve ulaştırma araçları, son derece geri, büyük bölümü doğal ekonomi koşulları içinde bulunan, en ilkel bir köylü ekonomisine aşılanıyordu. Doğu istibdatı tarafından yüzyıllardan beri acımasızca sömürülen köylülerin elinde, devlete verilen miktardan sonra kendi geçimleri için hemen hemen yalnızca birkaç ekin sapı bırakan bir köy ekonomisinin kurak topraklarından, demiryolları için gerekli ulaşım ve kâr düzeyini sağlamak doğal olarak mümkün değildi. Ülkenin ekonomik ve kültürel yapısına ilişkin olarak, meta alışverişi ve insan ulaştırması son derece gelişmemiş bir düzeydeydi ve bu düzey çok sınırlı ölçüde yükseltilebilirdi. Beklenen kapitalist kârın oluşması için kapanması gereken açık, Osmanlı Hükûmeti tarafından «kilometre teminatı»[1] adı altında, demiryolu şirketine her yıl düzenli olarak ödeniyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa bölgesindeki demiryollarının yapımı sırasında Avusturya ve Fransız sermayesince kullanılan bu sistem, şimdi Deutsche Bank’ın imparatorluğun Asya topraklarındaki girişimlerinde uygulanıyordu. Bu ek tahsisatın teminat ve karşılığı olarak Osmanlı Hükûmeti, Avrupa sermayesinin temsilciliğine, yani Düyûn-ı Umûmiye idaresine, Türkiye’deki devlet gelirlerinin ana kaynağından bir dizi vilayetin aşarını devretti. 1893-1910 yılları arasında Osmanlı Hükûmeti, örneğin Anakara demiryolu ve Eskişehir Konya hattı için 90 milyon frank “tahsis etti.” Osmanlı Hükûmetince Avrupalı alacaklılara sürekli rehin edilen “aşar”; çok eski dönemlerden beri köylülerin doğrudan buğday, koyun, ipek, vb. gibi ürünleri teslim etmesine dayanıyordu. Aşar, doğrudan değil, devrim öncesi Fransa’sındaki ünlü vergi toplayıcıları türünden mültezimler tarafından toplanıyordu. Devlet bu mültezimlere açık arttırma yoluyla, yani en fazla artırana, her vilayette tahmin olunan teslimatı peşin para karşılığında önceden satıyordu. Bir vilayetin aşarı, bir madrabaz ya da alacaklılar gurubunca elde edilince, bunlar her sancağın (kazanın) aşarını bir başka madrabaza satardı. Bunlar da, kendi paylarını daha küçük aracılara devrederlerdi. Herkes yaptığı masrafı çıkarmak ve mümkün olan en büyük kazancı toplamak istediğinden, aşar, köylüye yaklaştıkça bir çığ gibi büyümekteydi. Mültezim hesaplarında yanılınca, zararı köylünün sırtından çıkarmaya çalışırdı. Köylü ise sürekli borç içinde, sabırsızca ürününü satabileceği anı bekler; buğdayını biçmiş olsa da, öşür toplayan mültezim kendine ayrılan payı almak için buyuruncaya dek harmanı haftalarca bekletmek zorunda kalırdı. Genellikle, aynı zamanda tahıl taciri de olan mültezim, köylülerin bu durumundan yararlanırdı. Çünkü tarladaki tüm ürün çürüme tehlikesiyle karşı karşıyadır, köylüyü elindeki ürünü düşük fiyatla kendine satmaya zorlar ve bu durumdan hoşnut olmayanların şikâyetleri karşısında memurların, özellikle de muhtarların yardımını sağlayacağını bilirdi. Bir vergi mültezimi bulunamazsa, aşar, hükûmetçe ayni olarak toplanır, ambarlara taşınır ve borç «ödeneği» olarak kapitalistlere aktarılırdı. İşte, Avrupa sermayesinin yürüttüğü kültürel çalışma kanalıyla, «Türkiye’nin iktisaden kalkındırılması»nın iç mekanizması.
Bu faaliyetlerle iki sonuç elde edildi. Anadolu’daki köylü ekonomisi, Avrupa sermayesinin, özellikle Alman banka ve sanayi sermayesinin kullanılmasında, inceden inceye örgütlenmiş bir sömürü sürecinin konusu oluyordu. Böylece, Almanya’nın Türkiye’deki «çıkar alanları» büyüdü. Bu da Türkiye’nin siyasal açıdan «himaye» altına alınması için fırsat sağladı ve yeni bir temel yarattı. Diğer yandan köylülüğün iktisaden sömürülmesinde gerekli bir emme aygıtı olan Osmanlı Hükûmeti, Alman dış politikasına bağımlı, itaatli bir araç hâline geldi. Zaten daha önce de Osmanlı maliyesi, gümrük ve vergi politikası, devlet harcamaları Avrupa denetimi altına girmişti. Alman nüfuzu özellikle askerî örgüte egemen oldu. Bütün bu anlatılanlardan sonra, Alman emperyalizminin çıkarının Osmanlı devlet iktidarının güçlendirilmesinde, bir dereceye kadar da, onun zamansız bir yıkılmadan korunmasında yattığı açıktır. Osmanlı Devletinin yıkılışının hızlandırılması, ülkenin İngiltere, Rusya, İtalya, Yunanistan vb. tarafından paylaşılmasına yol açacak, böylece Alman sermayesinin büyük faaliyetleri açısından kendine özgü bir üs olan bu alan yitirilmek zorunda kalınacaktı. Bu, aynı zamanda İngiltere ile Rusya’nın Akdeniz devletleri olarak, iktidar alanlarının olağanüstü genişlemesine yol açacaktı. Alman emperyalizmi açısından ise «bağımsız Türk devleti» gibi kullanışlı bir aygıtın varlığını yani Osmanlı İmparatorluğu’nun «bütünlüğünü» sürdürmek söz konusuydu; ta ki, daha önceleri Mısır’ın İngilizlerce ve şimdi de Fas’ın Fransızlarca kemirilmesi gibi, Alman sermayesi tarafından kemirilen Osmanlı İmparatorluğu, Almanya’nın kucağına olgun bir meyve gibi düşene dek.
Rosa Luxemburg
1916
[Kaynak: Rosa Luxemburg, Türkiye Üzerine Yazılar, çev. Ragıp Zarakoğlu, Belge Yayınları, 1. Baskı, 2013, İstanbul, s. 191-195.]
Dipnot:
[1] Anadolu demiryollarının yapımına başlanırken, kilometre başına düşen toplam maliyet hesaplandı. Osmanlı Hükûmeti işletme hâsılatı ile hesaplanan toplam maliyet arasındaki farkı demiryolu şirketine ödemekle yükümlüydü.