Orhan Hançerlioğlu’nun “Felsefe Sözlüğü” çalışmasında devrim maddesinde devrim niteliksel değişme olarak tanımlanır ve şunlar ifade edilir:
“Doğasal ve toplumsal yaşam, nicesel değişmelerin nitesel değişmelere dönüştüğü evrimsel ve devrimsel bir süreçtir. Devrim, evrimin zorunlu sonucudur, sıçrama’yla gerçekleşir. Örneğin kaynatılan su, ısıtma süresince su niteliğindedir. Birdenbire kaynamaya başlar ve buhar niteliğine sıçrar. Bunun gibi, toplumda da bir düşünce zamanla birikir. Bu birikme sonucunda toplum ani bir sıçramayla nitelik değiştirir.”[1]
Bu alıntıyı yapmamızın sebebi öğrenmek değil ibret almaktır. İbretlik olan şey ise sosyal bilimler alanına dâhil olan herhangi bir fenomen, pozitif bilimlerin mantığına indirgenerek betimlendiğinde ortaya çıkan garabettir. Kaynayan suyun buhara dönüşmesiyle toplumsal devrim arasında kurulan benzeşim, bize devrim kavramıyla ilgili bir şey anlatmaktan ziyade, devrim kavramının nasıl betimlenemeyeceği konusunda bir ders vermektedir. Nitekim devrim maddesine atanmış olan bu “pozitif” yük, olgusal içerikle olan uyuşmazlığı konusunda da bize derin bir ders vermektedir. İçinde bulunduğumuz küresel kapitalist çağda su fokur fokur kaynamakta, buhar olup uçmakta ancak ortaya bir devrim çıkmamaktadır. O vakit şu soruları sormak hemen lazım gelmektedir? Bunca sınıf çelişkisi, savaş, küresel salgın, meta fetişizmi altında fokur fokur kaynayan bir su gibi kaynayan toplum neden nitel bir sıçrama sergileyememektedir? Yoksa suyun buharlaşıp tamamen yok olmasını mı beklemek gerekmektedir? Ya da su yeteri kadar kaynamamakta mıdır? Eğer yeteri kadar kaynamıyorsa niceden niteye geçecek olan sıçrama için yeterli birikim sağlanamamış mıdır?
Elbette soruları yanıtlamak için değil ama sosyal bilimlere çoktandır nüfuz etmiş olan bilimselci mantığın içyapısını anlamak için soruyoruz. Aydınlanmacı ve ilerlemeci epistemoloji, salt devrim gibi bir kavramın ele alınmasında değil, tarihsel ve toplumsal birçok olgu ve fenomeni ele alışta da güçlü bir kolektif bilinç dışı olarak yerli yerinde durmaktadır. Bizse farklı bir düşünce deneyi yapacağız. Devrim kavramının neliği üzerine felsefece bir soru soruyoruz ve bu soruyu iki filozofun açmış olduğu kavramsallık bağlamından yardım alarak yanıtlamayı deniyoruz.
Yardımına başvurduğumuz ilk filozof Aristoteles. Aristoteles’in yardımına başvurduğumuz kavramı ise tam-mükemmel (teleion) kavramı. Tanım Metafizik - Delta kitabı bölüm 16’da veriliyor. Aristoteles’in kılı kırk yaran tanımlama etkinliğiyle ilgili Collingwood şu tespitte bulunuyor:
“Aristoteles’in felsefi sözlük yazımında kendine özgü bir yöntemi vardır. Tek bir sözcüğün birkaç farklı anlam taşıdığını kabul eder ve bir sözcüğün tek bir anlama geldiğini düşünmek gibi aptalca bir hataya hiçbir zaman düşmez. Öte yandan, bu çeşitli anlamların birbiriyle bağlantılı olduğunu, bir sözcüğün birden çok anlam taşıyor diye belirsiz olmadığını kabul eder. Sözcüğün çeşitli anlamlarından birinin en derin, en doğru anlam olduğunu düşünür; ötekilerse bu en derin anlamı yakalamakta değişen derecelerde başarısız olan yaklaşık anlamlardır.”[2]
Metafiziğin delta kitabında da gördüğümüz tam olarak budur. Delta içindeki toplam 30 bölüm içinde farklı sözcüklerin alt alta bölünen çeşitli tanımları verilir. Belirttiğimiz gibi 16. bölümde tanımlanan sözcük tam-mükemmel sözcüğüdür. Sözcükle ilgili verdiği ilk tanıma bakalım:
“ ‘Tam’ ya da ‘mükemmel’ [teleion] bir anlamda kendisinin dışında herhangi bir parçasını bulmak mümkün olmayana denir; sözgelişi her bir şeyin ‘tam zaman’ı, kendisi dışında kendisinin parçası olan hiçbir ‘zaman’ bulmak mümkün olmayandır.”[3]
Aristoteles Collingwood’un belirttiği gibi sözcükle ilgili vermiş olduğu bu ilk tanımda durmaz. Kavramı devamında ilgili olduğu cins içinde onu aşan hiçbir şey olmayan olarak tanımlar. Örneğin, mükemmel bir sanatçı ya da hekim dediğimizde kendi alanının erdeminde tamlığa ulaşmış olan hekimi ya da sanatçıyı dile getiririz. Diğer yandan amacı kendisine içkin olanları da tam olarak tanımlar Aristoteles. Çünkü tamlık [teleia] ona göre amaca [telos] sahip olmaktır bir anlamda da.
Aristotelesçi bu bağlam, bizi devrim kavramıyla ilgili üstlendiğimiz bu düşünümde ilk uğrağımıza getirmektedir. Devrim, kendisinin dışında herhangi bir parçasını bulmanın mümkün olmadığı tarihsel boyuttur. Ki tarihsel boyut tarihsel deneyim olarak açıldığında devrim, zamansal olarak kendisinin dışında olan bir zamansal parçayı vermeyendir. “Tam zamanı!” fenomeni devrim arifesinde bütün varlığıyla açılır. Devrimin tüm tikel taşıyıcıları bu zamansal tamlığın vermiş olduğu nihai sınırı deneyimlerler. Marksist tedrisattan hatırlanacak olursa işaret etmeye çalıştığımız bağlam biraz daha açımlanabilir. Feurbach üzerine 3. Tez, devrimci pratiğin ussal kavranışını koşulların değişmesiyle insanın kendisinin değişmesinin örtüşmesi olarak belirler. Örtüşme de açığa çıkan olgu, örtüşenlerin varmış olduğu nihai tamlık olarak devrimdir. Çünkü her iki parça (koşullar ve insanın değişmesi), örtüştüklerinde kendilerinden daha öteye doğru gitmenin mümkün olmadığı bir mükemmellikte toplumsal cisimleşmelerine varırlar. Tamlık olarak bu cisimleşmenin iktidara ilişkin nihai anlamı devrim öncesinin tamlığa doğru giden sürecinde de açığa çıkar. Yönetemeyen yönetenler ve artık yönetemeyen yönetenlerin altında yönetilmek istemeyen yönetilenlerin tarihsel çakışması devrim ufkunun tamlığında çözülür. Ve devrim hem koşullar, hem insan hem de zaman bakımından böylesi bir tamlık boyutu olarak tarihselleşir.
Bu bağlamı açımlamak için iki örneğe başvuralım. İlk örnek Badiou’nun Komünist Hipotez adlı kitabının Paris Komünü deneyimini ele aldığı bölümden. 23 Mayıs 1871 Salı günü Paris artık Versay güçlerinin elindedir. Versay’a bağlı askerlerin işçileri kurşunladığı ve fiili olarak yönetimi komüncülerin elinden aldığı bir noktada, Merkez Komite’den geriye kalanlar bir bildirge yayınlarlar. Komüncüler bildirgede Versay Meclisi ile Komün’ün aynı anda ilga edilmesi, ordunun Paris’ten çekilmesi, geçici bir hükümetin kurulması ve karşılıklı af ilan edilmesini talep etmektedir.[4] Komün iktidarının fiili olarak yok olduğu bir anda, komün merkez komitesinin böylesi bir bildirge yayınlaması reel olarak anlamsızdır. Komün yenilmiştir ve bu Paris sokaklarında yaşanan toplu katliam fenomeniyle aşikâr bir hâl almıştır. Ancak Komün’ün direnen son taşıyıcıları, Komün fiili olarak böyle bir durum içerisinde değilmiş gibi hâlâ talepkâr davranabilmektedir. Üstelik bunu hâlâ eşitler arasındaki bir iktidar paylaşımı formuyla dile getirmektedirler. İşte Aristotelesçi tam, mükemmel kavramı bu noktada düşünümümüz açısından devreye girecektir. Herhangi bir sağduyulu insan artık o noktada nasıl teslim olunacağının ya da eğer ölünmek istenmiyorsa nasıl kaçılabileceğinin düşünülmesinin “olağan” olduğunu düşünür. Olgusal fiili durumun açıkça gösterdiği realiteyi kabul eder ve ona göre bir pozisyon edinmenin olanaklarını araştırır. Oysa Komün’ün taşıyıcıları tam da en umutsuz görünen anda hâlâ iktidarmış gibi bildirge yayınlayıp Paris duvarlarına asmaktadırlar. Çünkü onlar Paris komünü olarak vuku bulan olayın tarihsel olarak açtığı boyutta devrimin tamlığını deneyimlemişlerdir. Komün, onlar için, kendisinin dışında herhangi bir parçasını bulmanın mümkün olmadığı şeydir. Böyle olduğu içindir ki yenilgi anı bile onlara mutlak olarak bir son gibi belirmez. İkinci örneğimizi Untergang filminden seçelim. İzleyenler bilir, film Hitler’in Berlin’deki sığınağında geçirdiği son günlerini anlatır. Kızıl Ordu Berlin’e girmek üzeredir. Nitekim artık şehrin fiili olarak düştüğü bir aşamada bile faşist idam mangaları şehrin sınırlarında dolaşmakta ve kaçanları yakalayıp idam etmektedirler. Buna tanık olan (görece aklı başında) bir Nazi subayı mangaya yaptığının ne kadar anlamsız ve boş olduğunu ifade etmeye çalışır. Ancak durum değişmez. Yenilginin en bariz olarak realleştiği aşamada bile manga savaştan kaçanları yakalayıp görevini ifa etme iradesini sürdürür. Yine sağduyu açısından baktığımızda boş, anlamsız, hatta hastalıklı olarak görülebilecek olan olgu yine devrim kavramının tamlığıyla ilgilidir. Kendi nasyonal sosyalist devrimlerinde tamlığı deneyimlemiş olan politik taşıyıcılar, fiili olarak yaşadıkları durumu bu tamlığın gerisine düşme olarak yorumlamakta ve tepki vermektedirler. Faşist diktatörle birlikte tüm komutanların intihar etmeye başladığı bir evrede, omuzuna attığı urganla savaş kaçaklarını asmayı düşünen milise geri adım attırmayan şey devrimde bulduğu bu tamlık, mükemmelliktir.
Devrim kavramının neliği üzerine gerçekleştirdiğimiz düşünümde yardımına başvuracağımız ikinci filozof Kant. Kant Fakültelerin Çatışması adlı kitabının “Felsefe Fakültesi İle Hukuk Fakültesi Arasındaki Çatışma” bölümünde, “İnsan ırkı sürekli ilerliyor mu?” diye bir soru soruyor. Kant’ın yanıtı ilginç. Yanıtı ilginç kılan şey ise bir aydınlanma filozofu olarak hiç de ilerlemeci bir tasarımla yanıt vermemesi. Ona göre insan ırkının ilerlediğini gösteren olgu hiç de teknik ilerleme ya da medeniyetin her aşamada üste çıkan bir gelişim sergilemesi değil. Kant ilerlemeyi belli tarihsel olaylardaki coşku duygusunda görüyor. Örnek olarak ele aldığı tarihsel olay ise doğal olarak Fransız Devrimi. İlerlemenin göstergesi, ahlaki bir ilke kurabilen eyleyiciler olarak insan-öznenin devrim anlarında yaşadığı kolektif coşku duygusu. Eğer bu duygudaşlık kolektif olarak açığa çıkabiliyorsa bu insanın ilerlemesine bir işarettir. Devrim anlarının böylesi bir kolektif duygudaşlık temelinde açığa çıkışına itiraz edilemez. Nitekim devrim, taşıyıcılarıyla birlikte onu izleyenlerde kathartik bir coşku duygusu yaratır. Örtüşen koşullarla birlikte insani failliğin bu en yüksek aşaması hesapsız, anı yakalayan ve geleceğe umutla bakmayı koşullayan bir empati salgını yaratır. Herkes coşkun bir perspektiften toplumun patlayan enerjisinin yatağını bulmaya başlamasını şevkle seyre dalar. En yakın tarihsel örneği Gezi’de yaşanmıştır. Coşku tüm tekil ve genel biçimleriyle anaforlar hâlinde kitlesel psikolojiyi koşullandırmış ve toplumun belli bir enthusiastic deneyimde paydaşlaşmasını sağlamıştır.
Nitekim bu paydaşlık çıkarsızdır ve ahlaki bir eğilime işaret etmektedir. Yani Kantçı coşku kavramı insan türünün çıkarsız bir “an”dan geleceğe doğru yansıyan “iyi” olma eğilimini yön alır. Devrimin olanaklı olgusallığı paranteze alınır. Nitekim devrim bir karşı-devrimle yenilebilir, gerçekleştirmek istediği şeylerde başarısız olabilir. Bunlar ilerleme konusunda bize sağlam bir temel sağlamayabilir. Ancak, devrim anındaki duygudaşlık olarak coşku, tüm tekillleri iyi bir geleceğe doğru yönelme hissinde ortaklaştırır ve bu ortaklaşmayı sağlayan duygunun bizzat kendisi insanın ilerlemekte oluşunun işaretidir.
Böylece, “Devrim nedir?” gibi bir soru sorarak bunun yanıtını arayan düşünümümüz belli bir sonuca varmış bulunmaktadır. Devrim bir tamlıktır. Öyle ki bu tamlık, devrimi zamansal ve tarihsel olarak kendisinden daha ötesi olmayan bir boyut olarak açığa çıkarır. Devrimin taşıyıcıları “kör” olurlar. Çünkü onlar için devrimin kendisinden daha ötede olan bir şey yoktur. Tamlık kendisini devrim anındaki coşku duygusunda da ele verir. Devrimin getirdiği coşkuda paydaşlaşan tekiller “olanaklı en iyi” geleceğe doğru yöneldiklerinin bilinciyle dolarlar. An olarak devrim coşku duygusunda somutlaşır ve insanın iyi bir yaşam kurma ülküsünü bir kez daha günceller. Hep birlikte “ilerliyor” oluşumuzu çıkar gözetmeyen, anda patlayan ve yolunu bulan devrim enerjisinde idrak ederiz. Bu anlamda devrim tamlık deneyimiyle birlikte el ele giden bir coşku duygudaşlığıdır.
Ozan Çılgın
16 Mart 2023
Dipnotlar:
[1] Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, s. 61.
[2] R.G. Collingwood, Doğa Tasarımı, çev. Kurtuluş Dinçer, İmge yay., syf. 95.
[3] Aritoteles, Metafizik, çev. Y. Gurur Sev, Pinhan Yayıncılık 2017, syf. 122.
[4] Alain Badiou, Komünist hipotez, Çev. Oylum Bülbür, Encore yay., syf.166.