Amerikan Ekonomi Derneği’nin (ASSA 2022) yıllık konferansı, geçen hafta sonu gerçekleştirildi. Bu yıl konferans internet üzerinden gerçekleştirildi, ama buna rağmen dünyadaki en önemli ekonomi konferansında çok sayıda sunum yapıldı, birçok oturum gerçekleştirildi, üstelik bunlara ana akım iktisadın önemli isimleri katıldı.
Konferans oturumlarını ben genelde iki kısma ayırıyorum. İlk kısımdaki oturumlar, neoklasik, marjinalist, genel denge modelleri türünden ana akım iktisat paradigmalarını temel alıyor. İkinci kısım ise radikal ve kitabî olmayan, heterodoks iktisat (post keynesçiler, kurumsalcılar, hatta Marksist modeller) üzerinden gerçekleşiyor.
İlk kısımdaki oturumlar farklı kesimler eliyle yürütülüyor ve bunlara epey insan katılıyor. İkinci kısımdaki oturumlar ise genelde Radikal Politik Ekonomi Birliği (URPE) tarafından organize ediliyor, bu ufak çaplı oturumlara katılım çoğunlukla düşük oluyor. Buna karşın ikinci kısımdaki oturumlar, genelde politik ekonomi anlayışımızı zenginleştiren katkılar sunuyorlar.
Bu yılki oturumlar doğası gereği ABD, dünya ve yoksul ülkelerde olan bitenlere ve olacaklara odaklandı. Kovid pandemisinin yükünden kurtulan ekonomilerle ilgili değerlendirmelerin yapıldığı oturumların birinde eski OECD baş ekonomisti Catherine Mann, ABD ekonomisinin uzun vadede hayırlı sonuçlar üretmeyeceğini, ülkenin geleceği konusunda iyimser olmadığını söyledi. Mann’a göre ABD’de istihdam oranları epey düşük seviyede seyretmekteydi. Üstelik üretkenliğin düşük olduğu ekonomiye, bir de yüksek eşitsizlik düzeyi eşlik etmekteydi. Kovid salgını sonrası ülkede istihdamın ve üretimin artması, bunun yanında iş piyasalarının güçlenmesi ihtimalinin düşük olduğunu ifade eden Mann, konuşmasının bir yerinde şu uyarıyı yaptı: “Politika tercihleri sonucu oluşacak canlılık, sürdürülmekte olan özel sektör faaliyetlerini hızlandırmazsa enflasyon sarmalına girer miyiz? Böylesi bir durumda politikalar devre dışı bırakılmak zorunda kalacak, bu da iflasa yol açacak.”
Mann konuşmasında şu soruyu da sordu: “Yatırımları nasıl artırırız?” Yapılan birçok ankette önemli şirketlerin icra kurulu başkanlarının genel beklentisinin yüzde 4 üstüne işaret eden o iyimser resmi beklentiler yerine yıllık ekonomik büyüme oranının yüzde 1,5-2 düzeyinde kalacağı yönünde olduğu ortaya çıkıyor. Yatırımın artacağı öngörüsünde bulunanlarsa sermaye giderlerinin 2019 seviyesine geleceğini söylüyorlar.
ABD şirketlerinin elinde biriken nakit para 3,17 trilyon doları buldu. Bu şirketler, kendi hisselerini daha fazla satın alma eğilimi içerisinde. Bir yandan da başka şirketlerle birleşme pratiklerini iki katına çıkartıyorlar, üretimi artıracak yatırımlara yönelmiyorlar. Birleşmelerin sayısı arttıkça kapitalist ekonomilerde inovasyon için gerekli olan rekabet de azalıyor. Zaten Mann de 2020’lerde ABD ekonomisindeki büyüme oranının, geçen on yıldaki büyüme oranından daha düşük olacağını tahmin ediyor (Ben bu dönemi “Uzun Depresyon” olarak adlandırıyorum.)
Buna karşılık, Joseph Stiglitz gibi liberal sol iktisatçılar iyimser bir tonda konuşuyorlar. Biden döneminde altyapıya yapılan mali harcamalarla ABD ekonomisinin canlanmasını sağlayan politikayı öven Stiglitz, Kovid sonrası dönemi ABD ekonomisinin Kovid öncesindeki düşük büyüme girdabından kurtulmasını sağlayan önemli bir dönüm noktası olarak görüyor. Stiglitz’in dediğine göre hükümetin ekonomi politikası, Keynesçi makro yönetime doğru evrilmiş, ayrıca devlet, son kırk yıl içerisinde servet ve gelir eşitsizliğindeki muazzam artışı azaltmak için daha fazla adım atmaya başlamış. Buna karşılık Stiglitz, Mann’in sunduğu verilerin ağırlığı ile kıyaslandığında, iyimser olmasını sağlayan dönüm noktası tespiti ile ilgili yetersiz deliller sunuyor.
Neoklasikçi ve aynı zamanda Keynesçilik karşıtı John Taylor, Stiglitz’in Biden ekonomisine dair iyimser yaklaşımlarının üzerinde bile durmuyor ve mali harcamaların sınırlarından bahsediyor. Taylor, kendisinin geliştirdiği ekonometri modellerinin pandemi sonrası artan ekonomik büyümenin, vergilerin düşürülmesi, regülasyon ve finans piyasalarıyla ticaretin serbestleştirilmesi gibi “yapısal politikalar”a dayandığını ortaya koyduğunu, Keynesçiliğin önerdiği artan oranlı vergiler türünden karşı döngüsel politikalara yüz verilmediğini söylüyor.
Bir başka oturumda iktisatçılar, mali açıkları artırma kapasitesinin sınırlı olduğunu söylediler. Kamu sektörünün borçlarının oluştuğu sarmalın kalıcı bütçe açıklarına evrilmesine mani olmanın tek yolu, reel GSYİH’deki artışın sürdürülmesini sağlamaksa da eğer bu artış düşük kalırsa o vakit bütçe fazlalarına, yani denetim dışı borçların istikrara kavuşturulması için gerekli mali kemer sıkma politikalarına ihtiyaç duyulacaktır. Bu yıl anlaşılan, ASSA’ya mali muhafazakârlığı savunan Paul Auster’in tilmizleri gayet güçlü bir katılım göstermiş.
Son olarak, Clinton döneminde hazine bakanı olarak çalışmış, bir diğer Keynesçi âlimlerden Larry Summers, ana akıma mensup Amerikalı iktisatçılardaki kafa karışıklığını şu sözleriyle özetledi: Biden ekonomisi mali canlılık sağladı. Bu politik deney, son kırk yılın en cesur adımı idi. Zira bu yönde atılan adımların hızlı büyümeye, stagflasyona veya resesyona yol açma ihtimali mevcuttu.”
Obama’nın eski ekonomi danışmanı Jason Furman da başka bir oturumda şunu söyledi: Kriz varken yol almak imkânsız, ama bazen Kovid gibi bu tür krizler şansımız olabiliyor. Kovid krizinin bize çok hayrı oldu.”
Gelgelelim bu isimlerin hiçbirisi, Biden dönemindeki mali canlanmanın sona erdiğinden, bir iki yıl içerisinde bu sürecin terse çevrilebileceğinden bahsetmedi. Yani bu “cesur deney”, o kadar cesur değildi, çünkü henüz “yapısal tedbirler” gündeme alınmamıştı.
ASSA’da toplanan ana akım makro iktisatçıların asıl üzerinde durdukları konu ise artan enflasyondu. ABD’de yıllık enflasyon oranının yüzde 6’yı bulduğu, bu anlamda son kırk yılın en yüksek değerine ulaştığı koşullarda iktisatçılar, “Amerikan Merkez Bankası’nın faiz oranlarını artırmak suretiyle ateşi söndürecek para politikasını hızla devreye mi soksun, yoksa 2022 yılı boyunca tahvil alımlarını mı azaltsın?” sorusunu tartıştılar. Bu iktisatçıların bir kısmına göre artan enflasyonun sebebi, kısa süreli arz yetersizliği, bir kısmına göre ise düşük faiz oranlarına dönük aşırı talepti. Bu anlamda iktisatçılar, bu iki farklı yaklaşım üzerinden farklı konumlar aldılar ve Merkez Bankası’nın para politikası bağlamında “sıkı” önlemler alması gerekip gerekmediği konusunda fikir beyan ettiler.
Oturumlar tartışmalarla geçti. Asıl ilginç olansa herkesin artan enflasyonun sebebinin ücret artışları olduğu konusunda ortaklaşmış olmasıydı.
Oysa eldeki veriler, ücret artışlarının mütevazı ölçülerde gerçekleştiğini, hatta bu artışın enflasyon oranının altında kaldığını, reel ücretlerinse düştüğünü ortaya koyuyor. Demek ki suç işçilerde değil. Ana akım iktisatçıların ana endişesi, işçilerin fiyat artışlarına tepki koymaları, bu noktada ücret artışları için greve gitmeleri. Bunun sermayenin kâr etme ihtimali açısından felâketle sonuçlanacağını, ABD ekonomisini yetmişlerdeki ücret-fiyat sarmalına sokacağını görüyorlar. Bilindiği gibi yetmişlerde açığa çıkan sarmal “stagflasyon”a yol açmış, bunun sonucunda da alınan borçların maliyeti artmış, büyük resesyonla karşı karşıya kalınmıştı. O gün de Keynesçiler ve neoklasikçiler “aşırı” ücret artışlarından uzak durma hedefi konusunda ortaklaşmışlardı.
Para politikası, “toplam talep” ve enflasyonun kontrolü noktasında işlemeye devam ediyor. Otuzlardaki Büyük Depresyon’da büyüme oranının yukarı çekildiğine ilişkin elde bir kanıt yok aslında. Hatta bunu Keynes bile o günlerde kabul etmiş. Ayrıca eldeki kanıtlar, son otuz yıl içerisinde enflasyonun merkez bankasının hedeflerinin altında kaldığını ortaya koyuyor, bu durumsa bize parasal mali piyasaların rahatlamasının pek fazla etkisi olmadığını söylüyor. O hâlde sıkı bir para politikasının enflasyonu kontrol altına alacağı şüphelidir. Buna karşın bazı post Keynesçiler, merkez bankasının belirlediği politika faizi oranlarının ülke genelinde faiz oranlarını, dolayısıyla enflasyonun kendisini kontrol edebileceğini düşünüyorlar.
Ana akım iktisatçıların bir kısmı, ABD ekonomisinin hızla toparlanacağını, bir kısmı da Kovid öncesi düşük büyüme rakamlarının görüldüğü depresyon durumunu yeniden yaşayacağını söylüyor. Ama aynı iktisatçılar, dünyanın geri kalan kısmının, özellikle yoksul ülkelerin kaderi konusunda ortaklaşıyorlar. Buralarda bütçe açıklarının azalacağını, ama borçların artacağını söylüyorlar.
Hâlihazırda Dünya Bankası’nda baş ekonomist olarak çalışan Carmen Reinhart, bir oturumda pandeminin yol açtığı buhranın küresel bir buhran olduğunu, dünyadaki ülkelerin yüzde doksanının zarar gördüğünü söylüyor. Süreç, bilhassa yeni gelişen ekonomiler, hatta 2008’den beri büyük bir resesyondan kaçınmayı bilmiş Çin ve Hindistan için bile 2008-2009’daki Büyük Resesyon’dan daha kötü ilerliyor. Esasında bugün düşük gelirli ekonomilerin, yoksul ülkelerin yüzde 60’ı “borç sıkıntısı” içerisinde, yani bu ülkeler borçlarını ödeyemiyorlar.
Kovid sonrası yeni gelişen ekonomilerin durumunun incelendiği bir başka oturumda önde gelen beynelmilel iktisatçılardan Barry Eichengreen konuşmasında, “banka iflaslarının ve finansal kazalarının olmaması, bize yeni gelişen ülkelere hizmetler sunan, mikro ve makro ölçekte ortaya konulmuş ihtiyatlı politikaların önünün açık olduğunu söylüyor” dedi.
Oysa bu ülkelerde borç hızla arttı. Okullara ve insani sermaye oluşumuna müdahale edildi. Böylelikle, “küresel tedarik zincirlerindeki değişiklikler ve otomasyondaki hızlı ilerleme sayesinde birçok orta gelirli ülke nezdinde yüksek geliri esas alan eski yolun yürünmesini daha da güçleştirdi.”
İktisatçı Franziska Ohnsorge, derin resesyonun potansiyel büyüme üzerindeki etkisini incelemiş. Bu çalışmaya göre resesyon, başlamasını müteakip dört beş yıl içerisinde büyüme oranını aşağıya çekiyor. Dolayısıyla ekonomilerin derisinde açılan yaralar resesyonların etkisini kalıcı kılıyorlar. Buradan yazar, şu çıkarımı yapıyor: “Pandemi, önümüzdeki on yıl içerisinde büyüme sürecinde zaten beklenen yavaşlığı daha da artıracak.”
Peki gelişmiş ülkelerin uzun vadede tanık olacakları konusunda ne söylenebilir? Büyük kapitalist ülkelerin ekonomilerinin düşük üretim artış oranını terse çevirip yeni bir dönemi başlatmaları mümkün mü? Dünya ekonomisinin geleceği ile ilgili oturumda Catherine Mann bu ihtimale şüpheyle yaklaşıyor: “Birçok insan, pandemi kontrol altına alındıktan sonra ‘normale dönüleceğinden’ bahsediyor. Oysa bizim dünya ekonomisinin pandemi öncesindeki ‘normal’e geri dönmemeyi umut etmemiz gerekiyor. O dönemde üretim çok düşüktü, eşitsizlik düzeyi çok yüksekti, küreselleşme hız kesmişti, iklim değişikliği kontrolden çıkmıştı.” Mann, ileride pek bir şeyin değişmeyeceği düşüncesinde.
Buna karşılık liberal solcu Joseph Stiglitz, üretimin artacağını, bu artışın da dünya genelinde işbirliğine dayalı, sağlam anlaşmalar sayesinde gerçekleşeceğini söylüyor.
Konferansta sunum yapan kimi ana akım iktisatçılarsa pandeminin yol açtığı buhranın iş imkânları, ekonomik süreklilik ve direnç arayışı içerisinde olan dünyanın dijital teknolojik çözümleri geliştirme ve benimseme sürecini hızlandırdığından bahsettiler.
Bu isimlerden biri olan Mary Amiti, “pandemi sonrası dünya ekonomisinin üretimi ve büyüme rakamlarını yukarı çekme ihtimalinin bulunduğunu, sürdürülebilirlik arayışı dâhilinde enerji sahasında başka bir kaynağa geçiş yapılmasına tabi olup, böylesi bir süreçten geçse bile, söz konusu ihtimalin gerçekleşeceğini” söyledi. Amiti’nin tahminine göre inovasyona yatırım yapan çok uluslu şirketlerin gerçekleştirdiği üretimin fazlası, aynı sektörde faal olan küçük firmaların üretimini son beş yıl içerisinde yüzde 10 artıracak.
Dijital yapay zekâ teknolojilerinin üretim üzerindeki etkisini inceleyen Daron Acemoğlu bu iyimserliği paylaşmıyor. Acemoğlu’nun tahminine göre yapay zekânın ekonomilerdeki üretimin iyileşmesine etkisi o kadar da fazla olmamış. Teknoloji tabanlı sektörlerden diğer sektörlere yayılım gerçekleşmemiş, kârlarda herhangi bir artışa tanık olunmamış.
Acemoğlu bu konuda şu öneriyi sunuyor: İşletmelerin amacı, sadece kâr elde etmek olmamalı, daha iyi üretim olmalı! Görünüşe göre Kovid döneminin inovasyonu koşulladığına ilişkin o muhteşem hikâye, tam da neoklasik iktisatçı Robert Solow’un (bugün kendisi 97 yaşında) 1987’de bilgisayar çağı ile ilgili olarak dile getirdiği şu tespiti doğrulayacak bir hâl almış durumda: “İnovasyon istatistik dışında her yerde karşıma çıkıyor.” Yani onca inovasyon rakamlarda bir değişikliğe yol açmıyor.
ASSA’da tartışılan iki konu başlığı daha vardı. İlki iklim değişikliği ve karbon emisyonları, ikincisi de Çin’di.
Ana akım iktisatçılar, küresel ısınma ve iklim değişikliği meselelerini salt piyasa açısından ele alıyorlar, bu anlamda sadece karbon emisyonlarının toplumsal maliyetlerine ve karbon fiyatına bakıyorlar.
Fayda-Maliyet Analizi Derneği’nden iktisatçıların katıldıkları oturumda karbon emisyonlarının azaltılması noktasında belirlenecek karbon piyasası fiyatlarına ilişkin son yapılan tahminler tartışıldı. Bu iktisatçıların ulaştığı sonuca göre karbonun fiyatlandırılması, mevcut olan karbon piyasalarında hâlen daha çok yavaş ilerleyen bir süreç. Fiyatların en az ton başına 100 dolar olması gerektiği üzerinde duruluyor. Bu rakamın, hesabın yapıldığı günden beri arttığı üzerinde duruluyor.
Yenilenebilir enerjilere ve diğer karbon emisyonunu azaltan teknolojilere yönelik teşvikler işe yaramıyorlar. Çünkü bunlar, ya çok ufaklar ya da sınırlı bir alanı hedef alıyorlar. Doğru fiyatın belirlenmesinde en önemli unsur ise karbon emisyonlarının bugün fiyatlandırılmasıyla ortaya çıkan maliyetlerin gelecekte GSYİH’e yansıtmak için kullanılan indirim oranı.
New York Üniversitesi’nden Gernot Wagner, indirim oranının bazı çalışmalarda çok yüksek belirlendiğini (yüzde 4), bunun da ileride karbon emisyonları ile ilgili olarak belirlenecek toplumsal bedele ilişkin tahminin çok düşük çıkmasına neden olduğunu söylüyor. Bu yüzde 4’lük oranın yarıya hatta daha da altına indirilmesi gerekiyor.
Fosil yakıt ürünleriyle ilgili olarak getirilen düzenlemeler kötü değilse bile yetersiz. ABD’li iktisatçı Ashley Langer, “ABD’de düzenlemeye tabi tutulmuş olan elektrik piyasalarının kömürden doğal gaza yapılandırılmış piyasalara kıyasla daha yavaş geçtiğini” söylüyor. Uzun vadede “hangi tesislerin kapatılacağına, yeni teknolojilerin nerelerde kullanılacağına kamu hizmetleri karar veriyor. Bu anlamda düzenleme, enerji üretiminde kömürden doğal gaza geçiş sürecini yavaşlatmıştır.”
Çin konusunda ise tüm oturumlarda iktisatçılar, bu ülkeyi ekonomik açıdan başarısız, ülke dışında kötü ekonomi politikaları uygulayan, bu politikalarını bilhassa başka yoksul ülkelere dayatan bir güç olarak resmettiler.
Panle Jia Barwick konuşmasında, Çinli yetkililerin firmaların piyasalara giriş kurallarını kaldırması durumunda üretimin artacağını söyledi. Bu anlamda iktisatçımız, kapitalist firmaların ekonomiden istifade etmesi için daha fazla özgürlük bahşedilmesini istedi.
Jun Pan, devlet işletmelerine devlet bankalarının daha fazla kredi vermesinin devlet dışı firmalarının uzun vadede kâr ve verimlilik açısından kamu iktisadî teşekkülleri karşısında daha avantajlı kılacağını söyledi. Pan, bu durumu kötü olarak niteledi.
Öte yandan Zheng Michael Song’un çalışması, devlet işletmeleriyle birlikte çalışan özel şirketlerin özel sektörün toplam üretim miktarını 2000-2019 arası dönemde yüzde 1,5 ilâ yüzde 2 civarında arttırdığını ortaya koymaktaydı. Demek ki devlet sektörü, kapitalist sektör için zaruri olan, olumlu bir faktördü.
Daha geniş bir alanı ele alan Meg Rithmire, Çin’i “devlet kapitalisti” olarak niteledi. Kendisine has olan bu özelliğiyle Çin, temelde “parti-devlet modeli”ni esas almaktaydı. Bu modeli canlı tutan unsursa aşina olduğumuz devlet kapitalizmi tanımları değil, politik anlamda hayatta kalmayı esas alan mantıktı.
Dış politika ve ülke dışı faaliyetler konusunda Çin, doğal olarak konferanstaki iktisatçıların sopasını bir bir yedi. Çin’in başka ülkelere, esas olarak yoksul ülkelere verdiği krediler ve yaptığı doğrudan dış yatırımlar, son yıllarda incelemeye tabi tutulan konular.
Carmen Reinhart’ın tespitine göre, bu kredileri devlete ait finans kuruluşları değil, daha çok Çin’de yabancı portföy yatırımı akışlarının ana kanalını tesis etmiş olan kapitalist sektör veriyor.
Christoph Trebesch konuşmasında, Afrika, Asya, Doğu Avrupa, Latin Amerika ve Okyanusya’daki yirmi dört gelişmekte olan ülkeye Çin hükümetinin ve devlete ait kurumların yüz ayrı sözleşme üzerinden verdiği borç paranın hukukî şartlarını analiz etti ve bu iki taraflı, çok taraflı veya ticari sözleşmeler imza eden diğer kredi sağlayıcılarıyla kıyasladı. Ulaştığı sonuca göre sözleşmelerin de ortaya koyduğu biçimiyle Çin “oldukça güçlü, ticari kafası olan bir ülke ve bu ülke gelişmekte olan ülkelere borç veriyor.” Peki ama bunun neresi kötü?
Başka bir oturumda sunum yapan kişiler, Çin’in kendisinden borç alanların aldığı borç miktarını gizlediğini söylediler. Çin’in gelişmekte olan ülkelere verdiği borcun yarısı IMF’ye veya Dünya Bankası’na bildirilmemiş. “Bu ‘gizli borçlar’ politikaların izlenme ihtimalini ortadan kaldırıyor, fiyatlandırma sürecini riske atıyor, borçların sürdürülebilirliğine ilişkin analizi imkânsızlaştırıyor.” Peki ama Çin, IMF, Dünya Bankası ve Kuzey’de borç veren diğer özel sektöre ait kurumlar gibi, borçlu durumdaki gelişmekte olan ülkeleri borç tuzağına düşürüyor mu, asıl önemli olan bu.
Eldeki kanıtların da ortaya koyduğu biçimiyle Çin’in verdiği krediler, IMF’nin verdiği kredilere kıyasla hizmet aşamasında yönetilirlik açısından daha fazla imkân sunuyor. Bugün asıl mesele, yeni gelişen ülkelerin aslında çok yoksul ve borç yükü altında eziliyor olmaları, bu borç sıkıntısının Kovid dönemi boyunca hızla artması.
Michael Roberts
12 Ocak 2022