Loading...

Britanya’da “Terörle Mücadele”


Takdim

Geçtiğimiz aylarda Britanya’nın rolü başta olmak üzere burjuva enternasyonali eliyle tertiplenen komploları açığa çıkarmakta pek mahir olan ve günümüzde sayısı giderek azalan kıymetli gazetecilerden Kit Klarenberg, ülkesine döndüğü esnada Londra’nın Luton Havaalanı’nda sivil giyimli terörle mücadele polislerince gözaltına alınmıştı. Hakkında en ufak bir suçlama bulunmayan Klarenberg’i beş saati aşkın bir süre boyunca alıkoyarak sorguya çeken polisler, ondan Britanya’nın siyasî liderliğinden başlayarak Rusya’nın Ukrayna harekâtına varıncaya dek kişisel görüşlerine dair sorulara yanıt vermesini istemişlerdi. Öyle ki, özel araştırmalarını yayımlattığı kurumlardan biri olan The Grayzone’un Rusya Federal Güvenlik Servisi (FSB) ile özel bir anlaşması olup olmadığı dahi soruldu. Polisler bu süre zarfında gazetecinin tüm elektronik cihazlarıyla birlikte SD kartlarına el koymuş, parmak izini ve DNA örneklerini almış, çokça da fotoğrafını çekmişti. İtaat etmemesi hâlinde ise tutuklanmakla tehdit edilmişti.

Klarenberg’in alıkonularak sorguya çekilmesi elbette ki onun Britanya ve ABD istihbaratlarınca tertiplenen sayısız komployu açığa çıkaran özel araştırmalarıyla ilgiliydi ve bu durum, adı geçen burjuva devletlerin gözünde onun bir “terörist” olması için kâfiydi. Adı geçen gazeteci, Britanya’nın Kırım’ı Rusya Federasyonu’na bağlayan Kerç Köprüsü’nü bombalama plânından CIA’in 11 Eylül komplosuna, Britanya’nın Ukrayna’daki neo-Nazi oluşumların eğitilmesini de içeren kirli rolünden çeşitli ülkelerde tertiplenen “renkli devrimlere” varıncaya dek, burjuva imparatorlukları sarsan haberlere imza atmıştır. Adı geçen ülkelerin gerek ana akım gerekse “muhalif” medya ve basın organları üzerindeki tekeli düşünüldüğünde, böyle bir gazetecinin Britanya polisince keyfi bir şekilde alıkonulmasının kamuoyuna pek fazla yansımamasına şaşmamak gerekiyor.

Klarenberg’in araştırmalarından biri, özellikle ülkemiz “sol” cenahını da yakından ilgilendirmektedir. Şöyle ki, Klarenberg, kendisinin de dâhil olduğu Grayzone’un Britanya istihbaratı eliyle “yayından kaldırılması”na dair plânı teşhir etmişti. Esasen bu plân, Britanya solunun geneline yönelik operasyonun bir parçasıydı ve burada kullanılan/yönlendirilen aparat da yine Klarenberg’in haberiyle afişe edilmişti. Söz konusu aparat, Britanya müesses nizamınca pek sevilerek ön plânda tutulan eski bir Troçkist ve BBC çalışanı olan gazeteci Paul Mason. Britanya istihbaratı ile el ele vererek ülkedeki devrimci-demokrat gazetecileri susturmaya yönelik operasyonun bir parçası olan, Rusya’nın Ukrayna harekâtı ile birlikte azgın bir NATO yandaşı olduğu ayyuka çıkan Mason, ülkemizde “sosyalist aydın” şeklinde sunulmakta ve kitapları da solcu yayınevi Yordam Kitap eliyle yayımlanmaktadır. Esasında bu yayınevinin çok fazla vukuatı bulunmakta fakat kendi fanusu dışındaki dünya gerçeklerinden ve güncel gelişmelerden haberdar olmayan “sol” kamuoyu ne yazık ki bunları görememekte, üstelik bu yayınevini de el üstünde tutmaktadır. Yeri geldiği vakit, bu vukuatlar da ele alınacaktır.

Gazeteci Klarenberg’i keyfi biçimde ve görüldüğü kadarıyla “sosyalist aydın” Mason’ın şikâyetleri üzerine gözaltına alabilen ve bu esnada dijital ve fiziksel verilerine el koyabilen Britanya polisi, bunu mevcut Terörizm Yasası’na dayanarak yapabilmekte; kişilerin ise bireysel olarak buna karşı çıkabilmesi pek olası gözükmemektedir. Aşağıda okuyacağınız metin bu hukukî uygulamanın detaylarını izah ediyor ve kimi somut örnekleri de ortaya koyarak burjuva hukukunun aslî işleyişini gözler önüne seriyor.

Tahir Yılmaz

13 Ekim 2023

Birleşik Krallık 2000 Tarihli Terörizm Yasası, Ek Madde 7

21. yüzyılın başlarında, uluslararası terörizm tehdidinin yükselişiyle mücadele etmek için çok sayıda mevzuat çıkarılmıştır. Ancak halkı korumaya çalışırken, terörle mücadele tedbirleri genellikle korumak için tasarlandıkları kişilerin sivil özgürlüklerine müdahale etmektedir. Bu tür önlemlerden biri Birleşik Krallık 2000 tarihli Terörizm Yasası’nın 7. Ek Maddesidir.

Aşırı geniş ve istilacı bir yetki olan 2000 tarihli Terörizm Yasası’nın 7. Ek Maddesi, liman ve sınır görevlilerine, terörizmin işlenmesine, hazırlanmasına veya teşvik edilmesine dâhil olup olmadıklarını belirlemek için bireyleri durdurma, arama, sorgulama ve gözaltına alma yetkisi vermektedir. Diğer bazı polis yetkilerinden farklı olarak, bir polis memurunun durdurmadan önce bir kişinin terörle bağlantılı olduğuna dair “makul bir şüpheye” sahip olması gerekmez.

Ek Madde 7 ‘sorgusu’ yapmak için, bir memur herhangi bir kişiyi veya aracı durdurabilir ve gerekirse bir kişiyi altı saate kadar gözaltına alabilir. İster durdurulmuş ister gözaltına alınmış olsun, kişi memurun talep ettiği her türlü bilgi veya belgeyi vermek zorundadır. Bir memur bir kişiyi durdurduktan sonra, o kişi ve aracı aranabilir. Memura verilen veya memur tarafından bulunan herhangi bir şey yedi güne kadar incelenmek üzere el konabilir, cep telefonları ve dizüstü bilgisayarlardaki veriler indirilebilir ve polis tarafından daha uzun süre saklanabilir.

Kişinin bir polis karakolunda göz altına alınması hâlinde, polis parmak izi ve DNA alabilir. Ayrıca, Ek  Madde 7, Paragraf 18, bir kişinin Ek Madde 7 kapsamında veya buna dayanılarak konulan bir yasağı kasten ihlâl etmesini veya bu madde kapsamında veya bu madde uyarınca yapılan bir arama veya incelemeyi kasten engellemesi veya engellemeye çalışmasını suç hâline getirmektedir. Bu tür suçlardan suçlu bulunan bir kişi üç aya kadar hapis cezasına ve/veya 4. seviyeyi aşmayan bir cezaya çarptırılabilir.

Ek Madde 7 durdurmalarının hacmi artarak 2009/10’da yılda 85.000 yolcuya ulaştı ve keyfi yetkilerin Müslüman yolcuları hedef almak için kullanıldığına dair şikâyetler giderek daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Aynı yıl 2.600’den fazla kişi ülkeden ayrılırken bir saatten fazla süreyle terörle bağlantılı olup olmadıkları konusunda sorgulanmış ve bunlardan 466’sı dokuz saate kadar gözaltına alınmıştır.

“Adil olmayan bir şekilde uygulanabileceği” yönündeki endişelerin tetiklemesiyle İçişleri Bakanlığı 2012 yılında Ek Madde 7’nin işleyişine ilişkin bir istişare başlattı. İnsan hakları grubu Liberty, istişareye yanıt vererek yetkilerin geniş ve ayrımcı bir şekilde kullanılmasına ilişkin endişelerini dile getirmiştir. Kamu İstişaresi yayınlandığında, çoğu insanın bu düşünceyi paylaştığını gösterdi; katılımcıların %64’ü “Ek Madde7 yetkilerinin adil olmadığına, çok geniş kapsamlı olduğuna ve kısıtlanması gerektiğine” inanıyordu.

Ancak, Hükümet eleştirilere herhangi bir yanıt yayınlamadan önce, Anti-Sosyal Davranış, Suç ve Polislik Yasası kabul edilmiş ve yasanın 9. Ek Maddesi, Ek Madde 7’de önemli değişiklikler yapmıştır. Bunlar arasında: yetkilerin kullanımının Dışişleri Bakanı tarafından seçilen memurlarla sınırlandırılması ve bu memurların eğitimine ilişkin bir uygulama yönetmeliğinin çıkarılması; kişi gözaltına alınmadığı sürece sorgulamanın bir saat sonra sona ermesinin zorunlu kılınması; azami gözaltı süresinin dokuz saatten altı saate indirilmesi ve çıplak arama yapmak için makul şüphe şartı ve Ek Madde 7 kapsamında gözaltına alınan herhangi bir kişinin bir avukata danışana kadar sorgulanmayacağına dair bir güvence yer almaktadır. Ancak bu değişiklikler, yetkilere yönelik temel ilke itirazlarını ele almamaktadır ve yetkileri kısıtlamaya yönelik yetersiz bir girişimdir. Bu değişikliklere rağmen Ek Madde 7, büyük bir reform veya tamamen yürürlükten kaldırılması gereken aşırı geniş bir yetki olmaya devam etmektedir.

Terörizm Mevzuatının Bağımsız Gözden Geçiricisinin (Independent Reviewer of Terrorism Legislation) Nisan 2022 tarihli raporu, Ek Madde 7 uyarınca sorgulananların sadece %18’inin kendini beyaz olarak tanımladığını, sorgulananların %65’inin ise kendini karışık, siyah, Asyalı, Çinli veya diğer olarak tanımladığını gözlemlemiştir. Ek Madde 7 yetkilerinin kullanımında ayrımcılık canlı bir konu olmaya devam etmektedir.

İslâmî Öğrenci Toplulukları Federasyonu, başta Asya kökenliler olmak üzere azınlık etnik gruplardan gelen kişilerin bu yetkiler kapsamında durdurulma ihtimalinin beyazlara göre 42 kat daha fazla olduğunu gösteren bir araştırma yaptı.

Durham Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, bu yetkilerin Müslüman toplulukların profilini çıkarmak için kullanıldığına dair yaygın bir inanç olduğunu ortaya koydu. Aynı kişiler defalarca durdurulmuş, telefonlarına ve kredi kartlarına el konulmuş, dinî inançları ve faaliyetleri hakkında kötü niyetli sorular sorulmuştur.

Düşmanca Sınır: Ceza ve Göçmenlik Hukuku mu, Terörle Mücadele mi, Yoksa Hakların Sınırını Aşmak mı?

Ceza ve Göçmenlik Hukuku Kavramı (crimmigration), devletlerin göçü denetleme, göçmenlik suçlarını cezalandırma ve egemen devletin sınırlarını koruma arayışları nedeniyle ceza hukuku ve göçmenlik hukukunun giderek yakınlaşmasını tanımlamaktadır. Bu amaçlar hiçbir yerde terörle mücadelede olduğu kadar güçlü bir şekilde takip edilmemiştir, zira devletler uluslararası terörist ağları ve “yabancı terörist savaşçıların” yükselişini hedef almak için tüm yasal araçlardan yararlanmaktadır. İngiltere’de yasama faaliyetlerindeki aşırı hareketlilik, ceza hukuku ile göçmenlik hukukunu birbirine karıştıran bir dizi terörle mücadele yasasını ortaya çıkarmıştır. Bu yasaların en acımasız olanlarından bazıları sınırı ve sınırı geçenleri hedef almaktadır. Bölgesel düzene gösterilen yakın ilgi, polis ve göçmenlik görevlilerinin istisnai yetkilere sahip olduğu ve yargı sürecine bağlılığın zayıfladığı bir liminali ortaya çıkarmaktadır. Sınırda güvenlik zorunluluğunun kamuoyunda kabul görmesi, bu tür müdahaleler için bir miktar ruhsat sağlamakta, ancak meşruiyetleri konusunda çok az güvence vermektedir.

“Düşmanca sınır”dan bahsetmek ne anlama geliyor? 2012 yılında dönemin Birleşik Krallık İçişleri Bakanı Theresa May, “Amaç, burada, İngiltere’de, yasadışı göçmenler için gerçekten düşmanca bir ortam yaratmaktır,” açıklamasında bulundu. Göçmenler için düşmanca bir ortamın resmî olarak teşvik edilmesi kısmen milliyetçi politikaların yükselişine verilen popülist bir tepkiydi, ancak aynı zamanda göçü durdurma ve yasadışı göçmenlere sıfır tolerans gösterme kararlılığından da kaynaklanıyordu. Bu hedef doğrultusunda hükümet, Birleşik Krallık’ta “kalma izni” olmayanların hayatını “gönüllü” olarak ayrılmalarını sağlayacak kadar zorlaştırmak üzere tasarlanmış yasalar ve idarî tedbirler uygulamaya koymuştur. 2013 yılında İçişleri Bakanlığı tarafından yürütülen bir kampanyada, Londra’nın önemli göçmen topluluklarının bulunduğu bölgelerinde, üzerinde “Evine dön ya da tutuklan” yazılı büyük reklâm panoları taşıyan resmî minibüsler devriye gezdi.  Düşmanca ortam politikası aynı zamanda işverenlere, ev sahiplerine ve üniversitelere göçü denetlemek için pozitif görevler yüklemiş ve topluluklara, iş yerlerine, eğitim kurumlarına ve kamu hizmetlerine gömülü bir göç kontrolleri ağı getirerek “sınırın her yerde olduğu” iddiasına yol açmıştır. O zamandan bu yana düşmanca ortam politikasında bir yumuşama olsa da, göçle mücadele konusundaki kararlılık hâlâ güçlüdür ve Brexit popülist yabancı düşmanlığı duygularını daha da şiddetlendirmiştir.

Düşmanca Bir Sınırın Yaratılması

Göçmenlik kontrollerinin hem toplum içinde hem de denizaşırı ülkelerde yayılmasına yönelik o kadar çok akademik araştırma yapıldı ki, bu durum dikkatleri bölgesel sınırın kendisinde neler olup bittiğinden uzaklaştırdı. Örneğin ABD-Meksika sınırında ve İsrail ile Filistin arasında yüksek çitlerin ve dikenli tellerle örülü duvarların inşa edilmesi haklı olarak eleştirilmektedir. Görünür bir varlığı olmadığı için çok daha az göze çarpan şey, bölgesel sınırın yeni güçler ve ceza yasaları ile silâhlandırılmasıdır. Birleşik Krallık’ta son dönemde çıkarılan yasalar, limanlarda, havaalanlarında ve sınırlarda polis, gümrük ve göçmenlik görevlilerine önemli yeni yetkiler tanımaktadır; bu yetkiler arasında, güvenlik gerekçesiyle “düşmanca devlet faaliyeti” olarak tanımlanan olguya karşı özellikle geniş sınır yetkileri bulunmaktadır.

Sanki seyahat eden halk mahremiyet ve hareket özgürlüğüne ilişkin normal hak beklentilerini askıya almış gibidir ve olağan korumalar geçerli değildir. Halkın ülke sınırlarında haklarına yapılan müdahaleleri kabul etmesi, polis, göç ve sınır görevlileri tarafından kullanılan genişletilmiş yetkilere meşruiyet kazandırmak için en yüksek mahkemelerde bile gerekçe olarak gösterilmiştir. Meşruiyetin adalet, eşit muamele, haysiyet ve bireysel özerkliğe saygı ilkelerine bağlılıktan değil de sadece kamuoyu algısından kaynaklandığının kabul edildiği durumlarda, devletin zorlayıcı yetkileri üzerindeki sınırlar ciddi şekilde zayıflamaktadır. Bu istisnai polis ve sınır yetkileri, sorunlu yeni suçların ihdası ve devletin yargı yetkisinin ülke sınırlarının ötesine genişletilmesi ile birlikte daha yakından incelenmeyi gerektirmektedir.

Havayolu yolcularının durdurulmak, sorgulanmak ve olası bir arama için profillerinin çıkarılması, 1970’lerde yolcu uçuşlarına yönelik terörist saldırıları önlemek amacıyla güvenlik uygulamalarının başlatılmasından bu yana kullanılmaktadır. Potansiyel hava korsanları ve teröristlere yönelik profil çıkarma ilk olarak İsrail havaalanlarında ortaya çıkmıştır. Ancak genel anlamda, New York’taki 11 Eylül olaylarından önce, havacılık güvenliği, soruşturma ve olası müdahale, terörizmden ziyade kaçakçılık gibi yasadışı faaliyetlere odaklanmıştı.

11 Eylül 2001 olaylarından bu yana, algılanan ve gerçek terörizm tehdidine karşılık olarak Birleşik Krallık havalimanlarında polisin görünürlüğü artmıştır. Yolcular daha uzun süreli güvenlik kontrollerine tâbi tutulmaktadır. Ateşli silâhlarla devriye gezen polislerin, yol dışında ve kavşakların yakınında park etmiş polis araçlarının ve büyük havaalanlarındaki polis karakollarının görünürlüğünün, yolculara güvence ve teröristlere karşı caydırıcı bir unsur olarak hizmet ettiği ileri sürülmektedir. “Güvence polisliği” olarak adlandırılan bu gelişmeler, aynı zamanda, algılanan bu riske karşı daha fazla polis gücü kullanılmasına meşruiyet kazandırmıştır. Buna ek olarak, yolcuların tâbi tutulduğu güvenlik prosedürü de giderek daha zorlu hâle gelmektedir. Uçağa binişle ilgili havaalanı güvenliği iki aşamalıdır; ilk aşama yolcuların metal detektörleri tarafından elektronik olarak taranmasıdır ve metal tespit edilmesi hâlinde güvenlik görevlileri tarafından üstlerinin aranması veya tüm vücut taramasının ardından üstlerinin aranmasıyla sonuçlanabilir. İkinci süreç ise yolcuların profillerinin çıkarılması, durdurulması ve polis tarafından taranması olasılığıdır. Yolcular uçaktan inerken göçmenlik kontrollerine ve olası polis kontrollerine tâbi tutulurlar. Bu güvenlik kontrollerinin her ikisinde de, Birleşik Krallık’ta yolcunun potansiyel ya da gerçek bir terörist olup olmadığını belirleyen yasal araç 2000 tarihli Terörizm Yasası’nın Ek 7. Maddesidir.

İstihbaratın kolaylıkla elde edilebildiği ancak kanıtların az olduğu ve güvenlik kaygılarının açık mahkemede yargılamayı sorunlu hâle getirdiği durumlarda mahkûmiyet kararı vermenin zorluğu, hükümetleri alternatif takip yolları aramaya yöneltmiştir.

Göçmenlik hukukunun daha az zahmetli usul kanallarına başvurmak bu yollardan biridir ve hükümetler için caziptir çünkü vatandaş olmayanlara karşı alınan önlemler daha az eleştirel dikkat çeker. 11 Eylül sonrasında 2001 tarihli ABD Vatanseverlik Yasası, ulusal güvenliğe tehdit olarak görülen yabancıların yargılanmaksızın kısa süreli gözaltında tutulmasına izin vermiştir. Birleşik Krallık daha da ileri giderek terör faaliyetlerinde bulunduğundan şüphelenilen vatandaş olmayan kişilerin yargılanmaksızın süresiz gözaltında tutulmasına izin vermiştir.

Bölgesel sınırların terörle mücadeledeki kritik rolü çok daha uzun bir geçmişe sahip olsa da, 11 Eylül’den bu yana sınırların rolü, polis yetkileri ile ceza ve göçmenlik hukukunun birleştiği önemli bir alan olmuştur.

Şüpheli Bir Topluluğun Profilinin Çıkarılması

Havaalanlarındaki güvenlik rejimi iki karşıt açıklayıcı model ile karakterize edilmektedir. İlk yaklaşım rıza, usul adaleti ve limanlardan seyahat eden herkes için güvenlik sağlamaya dayanmaktadır. İkincisi ise, bireylerin önceden belirlenmiş özelliklerine göre risklerin tespit edilmesi ve bu özelliklerin profilinin çıkarılması yoluyla hedefleme yapılmasına dayanmaktadır. Bu iki uygulama arasında belirgin bir gerilim vardır. Bu çatışmaların benzer mezhepsel özellikleri nedeniyle hem Kuzey İrlanda’da hem de 11 Eylül sonrası Birleşik Krallık anakarasında terör tehdidinin polis tarafından ele alınmasında paralellikler kurulabilir. Hillyard, 1993 yılında Sorunlar dönemindeki İrlanda toplumları üzerine yaptığı çalışmada, terörle mücadele politikalarının polis ve orduya karşı güvensizlik yarattığını öne sürmüştür. Hükümet politikaları hakkında en hafif endişeleri dile getirdikleri için toplulukları potansiyel terör tehdidi gibi geniş bir kategoriye sokma tehlikesi, o topluluktaki herkesi zan altında bırakarak topluluk içindeki pek çok kişinin iyi niyetini kaybetmesine yol açabilir. Chakraborti, topluluklar içinde var olan inançlar hakkında genelleme yapmanın, o topluluk içindeki geçmişlerin çeşitliliğini anlamadan kendi başına yanıltıcı olabileceğini öne sürmektedir. Terörle mücadele stratejileri, kötü uygulandığı takdirde, o topluluklardaki azınlıklardan daha fazla destek alarak terör tehdidine karşı koymak yerine onu artırabilir. Pantazis ve Pemberton bunun çatışmaları bile uzatabileceğini öne sürmektedir.

İngiltere’de havaalanı güvenliği ve Ek Madde 7’nin kullanımı ve bunun azınlıklar, özellikle de Müslümanlar üzerindeki etkilerine odaklanan bir dizi çalışma yapılmıştır. Hurrellan tarafından yapılan bir çalışma, etnik azınlıklara daha sık uygulanıp uygulanmadığını belirlemek için 2010-2013 yılları arasında Ek Madde 7’nin kullanımını analiz etmiştir. Hurrellan şu bulgulara ulaşmıştır;

Irk orantısızlığının deneysel analizi, hem siyah hem de Asyalı veya diğer etnik grupların 2010/11’de yüksek ırk orantısızlığı yaşadığını ve bu orantısızlığın havalimanlarındaki sorularda tüm limanlardakilere göre daha yüksek olduğunu göstermektedir. Genel olarak, ırk orantısızlığı toplam sorgular için daha düşük, bir saatten fazla süren sorgular için daha yüksek ve gözaltılar için en yüksek seviyededir. 2010 yılından bu yana kaydedilen Ek Madde 7 durdurmalarında büyük bir azalma olmasına rağmen, Hurrell etnik grupların hala Ek Madde 7 kullanılarak durdurulma ihtimalinin beyaz İngiliz yolculara göre daha yüksek olduğunu tespit etmiştir.

Kara Delik ya da Gri Bölge Olarak Sınır

Egemen devletin yetki alanında yer alan sınır, önemli bir güvenlik alanıdır. Berwick Lordu Lloyd’un 1996 yılında İngiltere’deki terörizm mevzuatına ilişkin yaptığı kapsamlı incelemede gözlemlediği gibi, “Bir ada ülkesi olarak kontrolleri ulusal sınırlarında yoğunlaştırmak İngiltere’nin uzun zamandır uyguladığı bir yöntemdir.” Sınır geçişleriyle ilgili riskler, istisnai güvenlik önlemlerinin alınmasını ve normal hakların askıya alınmasını meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. Bu bölgeye giren herkes varsayımsal olarak şüpheli kabul edilmektedir. Yolcu adayları, kimliklerini kanıtlayacak belgeleri ibraz etmek, tarama, arama ve hatta mallarına el konulmasına boyun eğmek, dış giysilerini çıkarma taleplerini itirazsız kabul etmek ve sınır güvenlik görevlilerinin emriyle tam vücut tarayıcılarına girmek zorundadır. Sınırda, mahremiyet, bireysel özgürlük, hareket ve ifade özgürlüğü hakları bu tür uygulamalarla o kadar yıpratılmaktadır ki, sadece üst araması gibi aşırı önlemler dikkat çekmektedir.  Kızılötesi tarama cihazları, hareket dedektörleri, yüksek teknolojili gözetim ve biyometrik kimlik şemaları gibi teknolojik yenilikler “akıllı sınırların” gelişi olarak lanse ediliyor, ancak bunların haklar üzerindeki etkilerine daha az dikkat ediliyor. Evde kalmaktan başka seçeneği olmayan müstakbel göçmenler ve yolcular bu tür müdahalelere alışmak zorunda. Hardy’nin gözlemlediği gibi, “Sınırlar tuhaf yerlerdir. Belki de geçerken istilacı prosedürlere maruz kalabileceğimizi kabul ediyoruz.” İronik bir şekilde, halkın sınırda beklentilerini düşürmesi ve hakları ihlâl eden güvenlik önlemlerini basitçe kabul etmesi, en yüksek mahkemelerde bile, sınır güvenliği ve polisiye önlemlerin temel haklara müdahalesi için haklı bir gerekçe olarak gösterilmektedir.

Birleşik Krallık’ta makul bir şüphe olmaksızın polis memurları tarafından durdurma ve aramaya normalde izin verilmezken, sınırda böyle bir yasağın geçerli olmadığı görülmektedir. Birleşik Krallık Temyiz Mahkemesi’nde görülen Beghalv.DPP davasında Lord Hughes, şu gözlemde bulunmuştur: “Bu ülkede halk tarihsel olarak sokaklarda serbest dolaşım hakkına sahiptir ve durdurma ve arama yetkisi... bu hakka önemli bir müdahaledir. Bu ülkede, bir vatandaş dışarıdayken kimlik belgelerinin taşınması ve talep üzerine ibraz edilmesi gibi genel bir zorunluluk yoktur. Buna karşılık, limanlarımızdan geçenler her zaman sınır kontrollerine uyum sağlamışlardır; buna kendini tanıtma ve genel güvenliğe yardımcı olmak için aramalara boyun eğme ve sorulara cevap verme zorunluluğu da dâhildir.”

İstisnai sınır yasaları ve tedbirlerine gösterilen hoşgörü, kıdemli yargıçlar tarafından bile paylaşılan, bireysel özgürlük, mahremiyet ve yargı süreci haklarının haklı olarak zayıflatıldığına dair yaygın bir algıya dayanmaktadır. Kişilerin ve malların fiziksel olarak aranması olağan bir durumdur ve genellikle rastgele yapılır, ancak görünüşte sınır güvenliğinin temel yönleri olarak kabul edilir. Bu tür yetkilerin gerekliliğinin yansıtıcı olmayan bir şekilde kabul edilmesi, bu tür kanun ve tedbirlerin gerekli ya da meşru olup olmadığı sorusuna dikkat çekilmesini engellemektedir.

Sınır, tam olarak bir kara delik olmasa da, en azından polis ve göçmenlik görevlilerinin devlet gücünü kullanmasının aynı eleştirel incelemeye tâbi tutulmadığı ve normalde uygulanan aynı prosedürel standartlara tâbi tutulmadığı gri bir bölge hâline gelir. Sınırda farklı standartların savunulabilir olup olmadığı, hangi meşruiyet ölçütünün kullanıldığına bağlıdır. Siyaset ve sosyal teori alanında giderek artan sayıda çalışma meşruiyetin yasaların ve prosedürlerin halk tarafından kabulüne atıfta bulunularak ölçülebileceğini iddia etse de, hukukçular sadece halkın kabulüne atıfta bulunarak değerlendirme yapmayı reddetme eğilimindedir ve bunun yerine yasaları, tedbirleri ve prosedürleri değerlere, ilkelere ve hukukun üstünlüğüne uygunluklarına göre değerlendiren normatif bir meşruiyet anlayışında ısrar etmektedir. Kamuoyu müdahaleci havaalanı güvenlik önlemleri ve aramalarının yol açtığı hakaretleri kabul etmeye istekli olsa bile, normatif bir meşruiyet anlayışı bunların gerekli, orantılı ve hukuka uygun olup olmadıklarının eleştirel bir şekilde incelenmesini gerektirir.

Lord Kerr’in Beghal davasındaki tek muhalif görüşünde gözlemlediği gibi, kamuoyunda kabul görme ve etkinliğe dayalı meşruiyet iddiaları çoğu zaman geçerli olsa da, “keyfi veya ayrımcı bir şekilde kullanılabilecek yetkiler, sadece faydası kanıtlanmış oldukları için yasallık koşuluna dönüştürülmez.” Olumsuz yasal yetkilerin açık, sınırlı ve öngörülebilir olması için yeterli hassasiyetle ifade edilmesi gerekliliği gibi temel ilkeler, sınırda, polis ve göçmenlik memurlarının seyahat edecek kişilerin şahıslarına ve mülklerine öngörülemez, keyfi ve pek az kısıtlanmış müdahalesine izin veren yasalar lehine askıya alınmaktadır. Buna ek olarak, bu yetkiler, polis ve göçmenlik memurlarının uygulamaya çağrıldığı terörle ilgili ve göçmenlik suçlarının dramatik bir şekilde genişlemesi bağlamında işlemektedir. Genişletilmiş ceza kanunlarının daha sert polis yetkileriyle birleştirilmesi, sınır kontrolüne tâbi tutulanlara çok az koruma sağlayan potansiyel olarak zehirli bir karışımdır.

Terörizm Yasası 2000’in 7. Ek Maddesi, polis, göçmenlik ve gümrük memurlarına, Birleşik Krallık liman ve havaalanlarından seyahat eden kişileri, terör eylemlerinin işlenmesi, hazırlanması ya da kışkırtılmasıyla olası ilgilerini tespit etmek amacıyla durdurma, arama, sorgulama ve gerekirse gözaltına alma yetkisi vermektedir. Memurlar bu yetkiyi, terörizm ya da herhangi bir suç faaliyetine fiilen karıştıklarına dair “makul şüphe” gerekçesi olmaksızın kullanabilirler. Bir polis memurunun normalde şüphe duymak için makul gerekçelere sahip olması gerekirken, Beghal davasında Temyiz Mahkemesi’nin sınırda “deneyimli memurların haklı ancak nesnel olarak açıklanamayan bir şüphe duygusuna sahip olabileceğini” kabul etmesi dikkat çekicidir. Desteklenmeyen bir “şüphe hissi”ne dayanılarak arama yapılması önyargı ve ayrımcılığa kapı aralar ve hiçbir yerde yeterli olmaz. Bununla birlikte, 2015 yılında Birleşik Krallık Temyiz Mahkemesi, sınırda Ek Madde 7’nin uygulanmasının yasallık ilkesini karşıladığına ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun olduğuna karar vermiştir. Gazeteci David Miranda’nın yüksek profilli başarılı itirazı ve Ek Madde 7’nin yaygın eleştirel incelemesi, o zamandan beri kullanımında önemli bir düşüşe yol açtı. Ek Madde 7 daha sonra 2014 tarihli Anti-Sosyal Davranış, Suç ve Polislik Yasası Ek Madde 9 kapsamında değiştirilerek, bir muayenenin bir saatten fazla sürmesi hâlinde bunun ilgili haklarla birlikte zorunlu gözaltı teşkil etmesini sağlamıştır. Yine de, makul şüphe güvencesi olmaksızın devletin polis yetkilerinin kullanılmasına izin verilmesi, Ek Madde 7’nin makul şüphenin bulunmadığı durumlarda kullanılması ve bunun yerine uygunsuz nedenlerle veya dinî aidiyet veya ırksal görünüm gibi ayrımcı gerekçelerle kullanılması riskini devam ettirmektedir. Ek Madde 7’nin, memurların yaş, engellilik, cinsiyet, ırk, din veya inanç dâhil olmak üzere korunan özelliklere dayanarak herhangi bir kişiye karşı ayrımcılık yapmasını yasadışı kılan 2010 Eşitlik Yasası’na uygun olarak kullanılması gerekmesine rağmen, kanıtlar belirli etnik kökenlerden gelenlerin orantısız bir şekilde durdurulma olasılığının yüksek olduğunu göstermektedir.

Bununla birlikte, sorulara cevap vermeyi veya gerektiği şekilde bilgi vermeyi reddetmek veya Ek Madde 7 incelemesini kasıtlı olarak engellemek, üç aya kadar hapis ve/veya 2.500 £’a (İngiliz Sterlini) kadar para cezasıyla sonuçlanan bir suç olmaya devam etmektedir. Bu pozitif cevap ve bilgi verme yükümlülüğünün zorlayıcı gücü göz önünde bulundurulduğunda ve Ek Madde 7 kapsamında elde edilen kanıtların ceza davasında kullanılmasının önündeki engele rağmen, terörizme karışmayla ilgili soruların bireyi suç faaliyetinde bulunmakla itham eden cevapları ortaya çıkarması durumunda, bunların kovuşturmaya temel oluşturacak bağımsız kanıtlar üretecek daha fazla polis soruşturmasına yol açması riski kesinlikle devam etmektedir. Kendi kendini suçlamaya karşı genel hukuk imtiyazına yönelik acil tehdit önlenmiş olsa da, uyumsuzluğun devam eden suç sayılması ve sorgulananlardan alınan cevapların daha fazla polis soruşturmasına yol açma potansiyeli bu imtiyazı zayıflatmaya devam etmektedir.

İngiliz Hükümetine Göre Terörizm Nedir?

Birleşik Krallık’ta terörizmin yasal tanımı 2000 tarihli Terörizm Yasası’nda yer almaktadır. Kısaca, Birleşik Krallık terörizmi siyasî, dinî, ırksal veya ideolojik bir davayı ilerletmek amacıyla ciddi şiddet kullanımı veya tehdidi olarak tanımlamaktadır. Bununla birlikte, hükümet yasal terörizm tanımı kapsamına giren her olayı terörizm olarak nitelendirmemektedir.

2013 yılında Baterist Lee Rigby, Londra’nın Woolwich kasabasında, aşırılık yanlısı söylemlerde bulunan ve cinayetin yurtdışında konuşlanmış İngiliz birlikleri tarafından öldürülen Müslümanların intikamı olduğunu iddia eden iki kişi tarafından öldürülmüştür. Vahşice işlenen cinayet hükümet ve medya tarafından derhal bir terörist eylem olarak lanse edildi. Cinayetin ertesi günü Başbakan David Cameron, İngiltere’nin “şiddet içeren aşırıcılık ve teröre” karşı duruşunda kesinlikle kararlı olacağını ilân etti. Ayrıca aşırıcılıkla mücadele için yeni bir görev gücünün oluşturulduğunu duyurdu.

Rigby’nin öldürülmesinden kısa bir süre sonra Müslüman topluluklara yönelik bir dizi misilleme saldırısı başladı. Bunların hiçbiri hükümet tarafından terörizm olarak nitelendirilmedi, ancak çoğu 2000 tarihli Terörizm Yasası’nda belirtilen yasal terörizm tanımı kapsamına giriyordu. Rigby’nin öldürülmesinden birkaç hafta sonra, Kuzey Londra’daki bir Somali İslâm Merkezi, şüpheli bir kundaklama saldırısında yerle bir edildi. Olay yerinde İngiliz Savunma Ligi’ne [Aşırı sağcı ırkçı bir topluluk –çn.] atıfta bulunan grafitilerin bulunması, Metropolitan Polisi’nin terörle mücadele biriminin soruşturma başlatmasına neden oldu. Aynı hafta Kent’teki bir Müslüman inanç okulu şüpheli bir kundaklama saldırısının ardından boşaltılmıştır. Aynı yılın Ağustos ayında Essex’teki bir cami bir başka kundaklama saldırısına maruz kalmıştır. Aynı tarihlerde iki eski İngiliz askeri Grimsby’deki bir İslâm Kültür Merkezine molotof kokteyli atmıştır. Mart 2014’te bir adam, Milton Keynes’te bir camiyi ateşe verdikten sonra hayatı tehlikeye atma kastıyla kundaklama ve ırksal ve dinî açıdan ağırlaştırılmış kamu düzeni suçu işlemekten suçlu bulundu. Nazi bayrağı altında işlendiği aşikâr olan infazların videosunu indiren RyanMcGee, İngiliz Savunma Ligi’ni açıkça desteklemiş ve odasında çivi bombası da dâhil olmak üzere bir silâh zulası bulundurmuştur. McGee ayrıca günlüğünde ‘her bir göçmeni 11 cehennemin ateşine sürüklemeye’ nasıl yemin ettiğini yazmıştır. Yine de McGee terörist olarak damgalanmadı. Bu olaylar İngiliz hükümeti tarafından hiçbir zaman terör saldırısı olarak değerlendirilmemiştir. Ancak yukarıda anlatılanların hepsi 2000 tarihli Terörizm Yasası’nda belirtilen terörizm tanımı kapsamına girmektedir.

Yukarıdaki tüm örnekler İngiliz terörizm tanımına girdiğine göre, Lee Rigby’nin öldürülmesini hükümetin gözünde terörizm yapan, ancak bu diğer olayları terörizm yapmayan nedir? Terörizm etiketinin siyasî düzeyde kullanılmasındaki bu siyasî tutarsızlık gözden kaçmadı. 2014 yılında ismi açıklanmayan bir İçişleri Bakanlığı yetkilisi, İngiliz hükümetinin sadece İslâmî aşırıcılığa odaklanmasına karşı çıkmıştır. Yetkili, İngiliz aşırı sağının da en az İslâm Devleti (IŞİD) kadar büyük bir tehdit olduğunu ancak hükümetin bunu göremediğini savundu. Bu durum, dönemin İçişleri Bakanı James Brokenshire’ın 2013 yılında yaptığı ve Birleşik Krallık’ta aşırı sağa odaklanılması gerektiğinin altını çizdiği bir açıklamayı yansıtmaktadır. Ayrıca, Stratejik Diyalog Enstitüsü’nün Avrupa’daki aşırı sağa ilişkin 2014 tarihli bir raporu, aşırı sağın şiddet eylemlerinin artmakta olduğunu, ancak Avrupa’daki hükümetlerin buna orantılı bir yanıt vermediğini ileri sürmüştür.

Terörizm Nedir? Kim Karar Verir?

“Terörizm nedir?” sorusu, terörizm çalışmalarının merkezinde yer alan bir sorudur. Ve esasen cevabı olmayan bir sorudur. Terörizm bir taktik, bir strateji, bir kavram ya da sosyal veya siyasî bir olgu olarak anlaşılabilir. Terörizm araştırmalarında ‘terörizm nedir’ sorusuna odaklanılması, ontolojik kesinlik ve politikaya uygunluk arzusundan kaynaklanmaktadır. Peki ya terörizm aslında sadece bir etiket ise? Bir etiket olarak terörizm, bir eylemin terör eylemi olduğuna dair normatif bir yargıyı içerir. Bu nedenle, terörizm akademisyenleri “terörizmin kaçınılmaz olarak normatif bir kavram olduğunun, değer yargılarına tâbi olduğunun” çok iyi farkındadırlar. Bu nedenle, terörizmin ne olduğunu araştırmak, olayların ve aktörlerin sırasıyla ‘terörizm’ ve ‘terörist’ olarak nasıl etiketlendiğini sorgulamayı gerektirir.

Etiketler doğası gereği tartışmalıdır. Popüler bir deyişte ifade edildiği gibi: “Bir adamın teröristi, başka bir adamın özgürlük savaşçısıdır.” Dolayısıyla, terörizmin ne olduğu sorusu, bir aktörün, bir eylemin ya da bir olayın nasıl terörist olarak etiketlendiğini araştırmadan cevaplanamaz. Bu nedenle terörizm etiketini araştırmak kaçınılmaz olarak söylem merkezli bir yaklaşım benimsemeyi ve belirli olayların nasıl terörizm olarak sınıflandırıldığına odaklanmayı gerektirir. Neye değil de nasıla odaklanmak, terörizm çalışmalarının araştırma gündemini derinleştirerek bir eylemin, bir olayın ya da bir kişinin ‘terörist’ olarak inşa edilmesinin ardındaki süreç ve motivasyonların sorgulanmasını sağlar. Bu, Nelson Mandela’nın nasıl olup da 1993 yılında Nobel Barış Ödülü’nü kazanırken 2008 yılına kadar Amerika Birleşik Devletleri Terörist İzleme Listesi’nde kalabildiği sorusunu ele almaktadır. Terörizme bir etiket olarak bakmak, terörizm çalışmalarına inşacı bir yaklaşım getirmekte ve “sosyal aktörlerin gelişen olayları anlamlandırmak ve bu olaylar sırasında hareket etmek için ‘terörizm’ kategorisini nasıl kullandıklarına” odaklanmaktadır.

Birleşik Krallık’ta terörizmin resmî tanımını bulmanın ilk adımı, terörizme sosyal bir yapı olarak yaklaşmakta yatmaktadır. İki olay aynı yasal terörizm tanımına giriyorsa, ancak hükümete göre yalnızca biri terörizm olarak kabul ediliyorsa, elimizdeki şey nesnel bir terörizm tanımı değildir. Bunun yerine elimizde normatif, sosyal olarak inşa edilmiş bir etiket var demektir. Sonuç olarak, terörizm etiketinin seçici kullanımı, Birleşik Krallık’ta ulusal kimlik ve aidiyetin düzenlenmesinde de bir rol oynuyor olarak görülebilir.

Ek Madde 7 Uygulaması Sonucunda Açılan Davalar

David Miranda Davası

2013 yılında, ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) casusluk faaliyetlerinin kapsamı ve boyutu hakkında –genellikle Guardian ile işbirliği içinde– pek çok habere imza atan gazeteci Glenn Greenwald’ın ortağı David Miranda, bilgisayarında Edward Snowden tarafından Greenwald’a sağlanan gizli Ulusal Güvenlik Ajansı belgelerinin bir kopyasının bulunduğu iddiasıyla Londra Heathrow Havaalanı’ndan geçerken gözaltına alınmış ve sorgulanmıştır.

Miranda’nın yaklaşık 58,000 şifrelenmiş Birleşik Krallık istihbarat belgesi taşıdığı iddia edildi. Miranda bir hafta boyunca Berlin’de, Greenwald’ın eski NSA çalışanı Edward Snowden tarafından sızdırılan bilgilere dayanan pek çok haberinde birlikte çalıştığı gazeteci Laura Poitras’ı ziyaret etmişti.

Miranda, 2000 tarihli Terörizm Yasası’nın Ek 7. Maddesi uyarınca 9 saat boyunca gözaltına tutuldu ve taşıdığı, Birleşik Krallık istihbaratına ait yaklaşık 58.000 gizli belge içeren şifreli belleğe el konuldu.

Eski bir Guardian muhabirinin ortağının gözaltına alınması, polis tarafından terör yetkileri kapsamında tutulmasının temel nedenlerinden birinin “siyasî veya ideolojik bir davayı” desteklediğine inanılması olduğunun ortaya çıkmasının ardından yeni endişeleri tetikledi.

David Miranda, BBC’ye verdiği bir röportajda elektronik cihazlarının kilidini kovuşturma tehdidi altında açtığını söylemiştir. Ek Madde 7’nin 18(1)(c) paragrafı uyarınca yapılan taleplere ya da bu kapsamda verilen görevlere uymayı reddetmek suçtur. Temyiz Mahkemesi daha sonra Miranda’ya yapılan muameleyi ifade özgürlüğünü yeterince koruyamadığı için AİHS’nin 10. Maddesine aykırı bulmuştur. Mahkeme, eğer gazetecilik materyallerine Ek 7. Madde uyarınca el konulacaksa, önceden adli izin alınmasını sağlayacak bir mekanizma getirilmesini tavsiye etmiştir. Miranda davasından sonra, Uygulama Kuralları gazetecilik materyallerinin söz konusu olduğu durumlarda güvenceler içerecek şekilde güncellenmiştir. Ek Madde 7’nin 40. Paragrafı artık şu şekildedir: inceleme görevlileri, 1984 tarihli Polis ve Ceza Delilleri Yasası’nın (PACE) 10, 11 ve 14. bölümlerinde tanımlandığı üzere, yasal ayrıcalığa tâbi olduğuna, hariç tutulan materyal olduğuna veya özel prosedür materyali olduğuna inanmak için makul gerekçeleri olan bilgileri incelemeyi bırakmalı ve kopyalamamalıdır. Bununla birlikte, yetkinin temelde geniş olan kapsamı değişmeden kalmaktadır.

İnsan hakları grubu Amnesty International, Ek Madde 7’nin “her türlü adalet ilkesini ihlâl ettiğini” ve Miranda’nın gözaltına alınmasının “yasanın küçük intikamcı nedenlerle nasıl kötüye kullanılabileceğini” gösterdiğini söyledi.

İfade özgürlüğü için kampanya yürüten Index on Censorship’ten Padraig Reidy, polisin Miranda’nın gözaltına alınmasına ilişkin gerekçesinin araştırmacı gazetecilik için “çok tehlikeli” olduğunu söyledi. “Bu tür gazeteciliğin bütün amacı hükümetin ortaya çıkmasını istemediği şeyleri bulmaktır,” dedi. “Bunun verdiği mesaj ‘bu tür şeyleri bulmayın, yoksa terörist muamelesi görürsünüz.’”

Muhammad Rabbani Davası

[Bir İnsan Hakları Grubu olan] Cage’in direktörü 20 Kasım 2016’da Katar’ın Doha kentindeki bir düğünden evine döndükten sonra Terör Yasası uyarınca durdurulmuştu. Görevliler, Ek Madde 7’nin verdiği geniş yetkiler kapsamında telefonuna ve dizüstü bilgisayarına erişim talep etti. Rabbani, daha önce de Ek Madde 7 kapsamında birçok kez durdurulduğunu ve hiçbir zaman bu bilgileri vermesinin istenmediğini söyleyerek pin ya da şifrelerini vermeyi reddetti.

36 yaşındaki Rabbani, mahkemeye cihazların Amerikan ajanları tarafından işkenceye maruz kaldığı iddia edilen bir kişi hakkında gizli bilgiler içerdiğini ve bu bilgilerin paylaşılmasının “kişisel ve mesleki” mahremiyeti ihlâl edeceğini söyledi.

Heathrow Havaalanı’nda tutuklanan Rabbani, daha sonra Ek Madde 7 kapsamında “bir arama ya da incelemeyi kasten engellemeyi ya da engellemeye çalışmayı” yasadışı kılan bir suçla itham edildi.

Rabbani, Mayıs ayındaki ikinci polis sorgusunda verdiği hazır ifadede şunları söyledi: “Her ne kadar polisin terörist faaliyetlerde bulunmadığımdan emin olmak için soru sorma hakkı olsa da, bunun telefonumun tüm hassas içeriğini kopyalanmaya ve şüphesiz sadece polise değil, istihbarat servislerine ve muhtemelen dünyanın başka yerlerine yayılmaya maruz bırakmasını haklı çıkarmayacağını düşündüm. Bu haksız ve kontrolsüz bir materyal edinimidir.”

Rabbani, Mahkemeye Katarlı bir işkence kurbanıyla ilgili çok sayıda belge taşıdığını söyledi. “Bu, 12-13 yıl boyunca ABD gözetiminde işkence gördüğü iddia edilen bir kişiye karşı ABD’nin dâhil olduğu bir davaydı,” diye ekledi.

Mahkeme dışında toplanan destekçilerine ve medyaya konuşan Rabbani, kararın “Ek Madde 7 yasasının saçmalığını” ortaya koyduğunu söyledi ve yasanın yeniden düzenlenmesi çağrısında bulundu. “Başından beri, hapis cezası anlamına gelse bile, nihai bedeli ödemeye hazırdım,” diye ekledi. “Hiçbir noktada zan altında değildim ve bu havaalanında fişlenme meselesiydi. Ek Madde 7’nin dijital bir çıplak arama işlevi görmesi nedeniyle kolektif mahremiyetimiz açısından önemli sonuçları var.”

Tutuklanmadan önce önemli bir işkence davasının ayrıntılarını gündeme getirmeme kararı aldım ve sonuçta müvekkilimin gizliliğini korumaktan mahkûm edildim. “Eğer mahremiyet ve gizlilik suçsa, o zaman hukuk mahkûm edilmiş demektir.”

Ernest Moret Davası

Paris merkezli yayıncı Editions La Fabrique’de çalışan Ernest Moret, Londra Kitap Fuarı’na katılmak üzere Eurostar ile StPancras tren istasyonuna seyahat ettikten sonra gözaltına alındı. Yetkililer kendisini 2000 tarihli Terörizm Yasası’nın Ek 7. Maddesi uyarınca durdurduklarını söylediler.

VersoBooks ile Editions La Fabrique tarafından yapılan ortak açıklamada şöyle denildi: “Polis memurları bu eylemlerine gerekçe olarak Ernest’in Fransa’daki gösterilere katıldığını iddia etmişlerdir ki bu bir İngiliz polis memuru için oldukça uygunsuz bir ifadedir ve Fransız-İngiliz yetkililer arasında bu konuda bir suç ortaklığı olduğunu açıkça göstermektedir. Kendisinden hiçbir gerekçe ya da açıklama sunulmadan telefonunu ve şifrelerini polis memurlarına vermesi talep edilmiştir. Bu sabah Ernest, şifrelerini vermeyi reddettiği için engellemekle suçlanarak resmen tutuklandı ve bir polis karakoluna sevk edildi.”

VersoBooks’un kıdemli yayın yönetmeni ve Bay Moret’in bir arkadaşı olan Sebastian Budgen, BBC’ye şunları söyledi: “Londra’daki bir kitap fuarına gelerek sadece profesyonel faaliyetlerini yürüten birinin bu şekilde bir numaralı halk düşmanıymış gibi muamele görmesi son derece korkutucu bir olay... [Editions La Fabrique] Fransa’da aylardır süren büyük protestolar var ve bence onların bakış açısına göre muhalif olan ya da muhalif bir yayıncıyla işbirliği yapan herkes potansiyel olarak bir tür suçlu.”

Asiyah Davası

Polis, Müslüman kadınları Birleşik Krallık havaalanlarında başörtülerini çıkarmaya zorlamanın hukuka aykırı olabileceğini kabul etti; bu uygulama bir mağdur tarafından “üstünü çıkarmaya zorlanmaya” benzetildi. Asiyah adlı 25 yaşındaki kadın ile Ekim 2018’de Heathrow Havaalanı’nda erkek memurlar arasında kaydedilen bir görüşme metni, polisin kadına, “İhtiyacımız olan fotoğrafları zorla çekebiliriz,” dediğini ortaya koyuyor.

Polis memurları, “Ek Madde 7” olarak bilinen tartışmalı bir terörle mücadele yetkisini kullanıyorlardı; bu yetki, kişilerin terörle bağlantılı olduklarından şüphelenmek için bir neden olmaksızın Birleşik Krallık havalimanlarında ve limanlarında durdurulmasına ve aranmasına izin veriyor. Bir kişinin sorulara cevap vermemesi ya da başörtüsünü çıkarması gibi taleplere uymaması suç teşkil etmektedir.

Tutanakta memurlar Asiyah’a şöyle diyor: “Saçınızın fotoğrafını çekmemize izin vermediğiniz için tutuklanabilirsiniz.” Ailesiyle birlikte Bahreyn’deki bir kız kardeşini ziyaret etmek üzere seyahat eden Asiyah, başörtüsünü çıkarmasının istenmesinden “rahatsız” olduğunu, ancak bir memurun başörtüsü takarken tanınamayacağını iddia ettiğini söyledi. Tutanakta memurun şöyle dediği görülüyor: “Kulaklarınızın yüzünüzdeki konumu hakkında hiçbir fikrim yok. Kulaklarınız bile olmayabilir. Neye benzediğinizi bilmiyoruz.”

İnsan hakları grubu Cage, benzer bir dizi vakayla karşılaştıklarını ve bunun da polisin Birleşik Krallık havaalanlarında Müslüman kadınları hedef almak için gizli bir strateji izlediğini gösteriyor olabileceğini söylüyor. Cage Genel Müdürü Muhammed Rabbani, “Polisin Müslüman kadınlara karşı ayrımcılık yaptığını bildiği ve bu nedenle Asiyah’ın davasının başörtüleri zorla çıkarılan diğer kadınlar için emsal teşkil etmesini önlemek amacıyla uzlaşmayı tercih ettiği açıktır,” dedi.

Dava, Asiyah’ın Heathrow’daki olayın ardından Met’e karşı adlî inceleme başlatmasının ardından kazanıldı. İfadesinde, memurların güç kullanma tehdidinin kendisini nasıl dehşete düşürdüğünü anlatıyor. “Yerde yatarken, kadın memurların etrafımı sardığı, bana kelepçe takmaya çalıştıkları, başörtümü başımdan çekip çıkardıkları ve bir sürü çığlık attığım bir görüntü aklıma geldi.” Londra doğumlu Asiyah, orada bulunan iki erkek memur tarafından başörtüsünü çıkarmasının söylenmesinin, soyunmasının söylenmesi gibi bir şey olduğunu söyledi. “Başörtüsü takmayan herhangi bir kadın için bu, iki erkeğin bir kadına fotoğrafını çekebilmek için üstünü çıkarmasını söylemesine eşdeğerdir. Bunu yapmam için ısrar edenlerin erkek olması durumu benim için daha da kötü ve utanç verici hâle getirdi. Kendinizi erkeklerin bakışlarından korumak başörtüsünün amacının bir parçasıdır.”

Sonuç Yerine

Şehir sokaklarında polisin durdurup arama yapmasına uygulanan güvenceler, cezai sorumluluğun sınırları ve şüphelilerin hakları, adil bir ceza hukukunun savunulmasının merkezinde yer almaktadır. Yine de Birleşik Krallık hükümeti ve hatta en yüksek mahkemesi, sınırın farklı standart ve kurallara tâbi başka bir yer olduğunu kabul etmeye giderek daha istekli görünmektedir. İlginçtir ki ‘neden’ sorusuna çok az ilgi gösterilmiştir. Güvenlik ve terörle mücadelenin hizmetine sunulan ceza ve göçmenlik yasalarının hukukîliği tartışmalarında sıkça rastlanan amaca uygunluk argümanları kolayca ileri sürülmekte ve kabul görmektedir. “Güvenilir yolcular” elektronik kapılardan hızla geçerken, güvenilmeyenler polis ve göçmenlik memurlarının makul şüphe olmaksızın durdurma, arama, sorgulama ve alıkoyma gibi yeni sınır yetkilerinin tüm ağırlığına maruz kalmaktadır. İkili sürecin olağan gerekliliklerinin göz ardı edilmesi, hukukun üstünlüğüne saygısızlık, yasal kesinlik ve öngörülebilirlikten yoksunluk, başka hiçbir yerde hoş görülmeyecek ölçüde hüküm sürmektedir. Meşruiyeti şüpheli iddialar, müdahaleci sınır güvenliği önlemlerinin sözde kamuoyu tarafından kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun sonucunda özel hayatın gizliliği, ifade özgürlüğü, seyahat özgürlüğü ile kişi özgürlüğü ve güvenliği haklarına yapılan müdahaleler insan hakları çizgisinin aşılması anlamına gelmekte ve gereklilik, orantılılık ve ayrımcılık yapmama gibi sınırlayıcı ilkelerin yeniden gündeme getirilmesini gerektirmektedir. Tedbirler açık ve net bir şekilde ifade edildiğinde, meşru bir amaca yönelik olduğunda ve orantılı olduğunda haklar üzerindeki sınırlamalar haklı görülebilir. Ancak, aşırı, keyfi veya yersiz kullanıma karşı çok az koruma sağlayan veya hiç koruma sağlamayan az sayıda veya zayıf kısıtlamalarla muğlak terimlerle yasalaştırılan sınır yetkileri eleştirel incelemeye muhtaç durumda. Birleşik Krallık hükümeti, kasıtlı olarak “düşmanca bir ortam” yaratmaya yönelik uzun süredir devam eden göç politikasından geri adım atmış olabilir, ancak yine de bu hırs, kesinlikle düşmanca bir sınır üretiminde yaşıyor. Ancak sınır güvenliği zorunlulukları, ceza hukukunun temel ilkelerini zayıflatmak, yargı süreci korumalarından kaçınmak ve temel hakları aşındırmak için bir ruhsat değildir. Sınırda ceza, göçmenlik ve terörle mücadele yasalarının iç içe geçmesi ve güvenlik adına polis ve göç memurlarına verilen olağanüstü yetkiler, köklü bir değişiklik yapılmadığı sürece temel hak ve özgürlüklerin üzerinde demokles’in kılıcı olmaya devam edecektir.

Derleyen ve Çeviren: Selvi Yüzbaşıoğlu

10 Ekim 2023

Kaynaklar:

* Steve Wood ve Simon Gardiner, “Policing U.K. Airports and Schedule 7 of the Terrorism Act 2000: The Young Passengers’ Perception of Security Measures”, Terrorism and Political Violence, 33, 2021, Tandfonline.

* Tom Parsons, “Is Schedule 7 of the Terrorism Act 2000 Compatible with the European Convention on Human Rights”, Mart 2016, ResearchGate.

* Maria Carolina Werdine Norri̇s, Contesting Identity and Preventing Belonging? An Analysis of British Counterterrorism Policy Since the Terrorism Act 2000 and the Selective Use of the Terrorism Label by the British Government, The London School Of Economi̇cs And Poli̇ti̇cal Sci̇ence, Eylül 1015, PDF.

* “David miranda row: what is schedule7?”, 19 Ağustos 2013, BBC.

* Adam Straw KC ve Tayyiba Bajwa, “High Court imposes protections against the discriminatory use of Schedule 7 Terrorism Act”, 1 Temmuz 2022, Doughtystreet.

* Lucia Zedner, “The Hostile Border: Crimmigration, Counter-Terrorism, or Crossing the Line on Rights?”, New Criminal Law Review, 22(3), ResearchGate.

* Mark Townsend, “Met police concedes forcing woman to remove hijab at airport was wrong”, 14 Mart 2020, Guardian.

* Daniel Sandford ve Andre Rhoden-Paul, “Met Police use of anti-terror laws to arrest French publisher condemned”, 18 Nisan 2023, BBC.

* Lizzie Dearden, “Man convicted of terror offence for refusing to give police phone and laptop password”, 26 Eylül 2017, Independent.

* Berbard Keenan, “State access to encrypted data in the United Kingdom: The ‘transparent’ approach”, Common Law World Review, 49(3-4), ResearchGate.

* Jamie Howard, “Metropolitan police detained David Miranda for promoting ‘political’ causes”, 2 Kasım 2013, Guardian.