3-İslam
Üçüncü kriz alanı İslam’dır. Özellikle Türkiye özelinde Türkiye İslamcılığı üzerinden yakıcı bir fenomen olarak toplumsallığımıza yansımaktadır. İslam’ın krizi sosyolojik değildir. Tam manasıyla teolojik bir kriz içindedir. Yani kriz diğer alanlarda olduğu gibi varoluşsaldır. Bu anlamda Macron’un bunu bir önerme olarak yeniden dile getirmesi spesifik olarak Avrupa’da yaşanan çelişki bağlamına sıkıştırılamaz. Macron tarihsel düşmanlıkla yüklü biliçaltından konuşmuştur. Büyük öteki, İslam’a kriz içinde olduğunu beyan etmiştir. İslam’ın modern dünyayla arasındaki çelişkiler olağandır. Çünkü İslam Tininde barbar genetik hala devrededir. Allah kelamı olarak Kuran’daki ilkel komünist olanaklar onun kapitalist moderniteyle olan çelişkisinin gizil taşıyıcısıdır. Diğer yandan İslam’ın güç istenci tarihsel olarak Emevi Tininde somutlaşmıştır. Bugün Türkiyeli bir İslamcıya “Emevi İslamı”ndan bahsetmek gereksizdir. Çünkü İslam yalnızca tarihin bir zaman ve mekan noktasında patlayan mucizevi kelam değil tarih içindeki yolculuğunda ortaya koyduğu kudret enerjisi ve onun kurumsal geleneğidir. Emevi Tini, İslamı, ilkel komünist yani kapitalizmle süreğen çelişki anlamına gelen barbar genetikten medeniyete aktarmıştır. Ancak barbar gelenek bu tinin içinde varlığını aşınsa da korumuştur. Nasr Hamid Ebu Zeyd “İlahi Hitabın Tabiatı”ında İslam’ın bir metin medeniyeti olduğunu söyler. İslam, Allah kelamı ve peygamber sünnetinin metne aktarılmış hermeneutiği aracılığıyla dünyaya konuşur. Bugün ortaya çıkan çelişkileri metnin tarihsel yorumlarıyla çözme girişimi mevcuttur. Diğer yandan İslam’ın bir tarihsel devrim olduğu ve Emevi karşı devrimiyle bastırıldığı tezini öne alan sosyalist yaklaşım ve girişim de mevcuttur. Ancak İslam’ın egemenliğini temsil eden merkezi itikat metnin yorumlanmasından ortaya çıkan teolojik çelişkiyi, İslam’ın kapitalist moderniteyle yaşadığı çelişkinin kendi üzerine ontolojik ve epistemolojik bir baskılanma olarak dönmesinden daha tehlikeli görmektedir. Kapitalist moderniteyle yaşanan çelişkilerin yarattığı bireysel ve toplumsal sorunlara asgari olarak teorik düzeyde karşılık verilebilir. Allah kelamının evrensel ve zorunlu olarak deneyimlenmesiyle zaten bu sorunlar ortadan kalkacaktır. Geleneksel tedrisatı içselleştirmiş bir imanlı örneğin ifadede şöyle der: “Allah, kuranda ….der”. Yani Kuran, metinsel bir “olay” olarak görünüşe gelmiş, Allah’ın içinde olduğu ve içinden konuştuğu uzamdır. Bundan dolayı metni yorumlamakla Allah’ı yorumlamak özdeş görünmektedir. Teolojik olarak mantıksal ve haklı olan önerme Allah kelamının zaman ve mekan üstü oluşudur. Yani o a priori olarak evrensel ve zorunludur. Ancak teolojik önerme deneyimde karşılık geldiği nesneyle yaşadığı çelişkiyi aşamamaktadır. Diğer yandan tarihsel yoruma getirilen eleştiri de her bakımdan doğru olamaz. Allah’ın insanla nasıl konuşacağına ilişkin baştan hazır olan zorunlu bir mantıksal bağlam olmayabilir. İlahi hitap neden tarihsel olmasın? Allah insanla neden tarihselliği üzerinden konuşmasın?
Elbette bu soruların yanıtını bulmak bu yazının görevi değil. Ancak İslam’ın içsel krizi şu noktalarda düğümlenmiş gibi görünmektedir. Allah kelamının 21. Yüzyıla ilişkin hermeneutiğini yorumun kendisini tözselleştirmeden aramak. Kapitalist moderniteyle olan çelişkilerini ilahi metnin çözümselliğiyle yumuşatmak yerine, metnin indirildiği tarihsellikteki varoluşsallığını, güncelliğinin içinde yeniden keşfetmeye çalışmak. Allah kelamı olarak Kuran metninde ahlaki ya da toplumsal önermeleri değil bu iki alana da sızma kabiliyeti olan poetik önermeleri güncelleştirmek.
Türkiye İslamcılığında Poetik Önerme Geleneği ve Sahicilik Jargonu
Nitekim Türkiye İslamcılığı, geleneğinde sıkı bir şekilde poetik enerji olmasından ötürü politik alana ilişkin önermelerini poetik önermeler olarak açığa çıkarma kabiliyeti en yüksek politik varolanlardan birisidir. Poetik önermenin gücü politik alandaki varolanların örtüsünü kaldırma gücünde barınmaktadır. Nitekim daha önce değindiğimiz Proudhoncu poetik önermenin yaptığı da budur. Türkiye İslamcılığı bunu iyi sezdiğinden politik bilimsellik bağlamında örneğin reel-politik konumlanmasından değil feraset konumlanmasından konuşmaya çalışır. Ancak Türkiye İslamcılığı reel politik angajmanından dolayı çok yıpranmıştır. Hatta görüsü olmayan bir kavrama yani kör bir kavrama benzemeye başlamıştır. Bundan dolayı poetik önermeyi politik alana taşıma içgüdüsü, reel politik angajmanından dolayı bir “Sahicilik Jargonu”na dönüşmüştür. Adorno’nun felsefi düşünce birikimine kattığı bu kavram esasta onun Heidegger’e dönük radikal eleştirisinin bir keşfidir. Sahicilik Jargonu Almanya’daki varoluşçu felsefenin ve özellikle Heidegger’in felsefi dilinin altında yatan ve onların hipnotize edici dilsel gücünü yaratan sahteliktir. Sahtelikten öte besledikleri çağrışım ve anlamlar ne özgürlüğe ne de özneye gönderimde bulunmaz. Heideggerci dil kullanımında ise jargon, faşizm politik varolanının jargonunun nazik ve totolojik biçimidir. Örneğin Heidegger’in “Metafizik Nedir?”de fedakarlığı, özgürlüğün derinliğinden yükseldiği için her türlü zorlamadan kurtulmuş olan ve varlığın hakikatinin korunması adına insanın varlığını varolanlar için harcaması olarak tanımlamasıyla, nasyonal sosyalist bir subayın “fedakarlık bizi özgür kılar” sözü arasında yalnızca Heidegger’in oportünist bir yumuşatmasından başkaca bir fark yoktur. Jargon söylenenden fazlasını hep kendi içinde zorunlu olarak taşıyormuş gibi konuşur. Adorno sahicilik jargonunun iş görebildiği alanın, rasyonalitenin burjuva biçiminin kendini idame ettirebilmek için ihtiyaç duyduğu irrasyonel eklentilerin yarattığı ortam olduğunu söyler. Bundan dolayı ona göre oldukça biçimsel bir karaktere sahip olan sahicilik jargonu işaret ettiği şeyi kullandığı sözcüklerin içerikleri üzerinden değil sunuluş biçimleri üzerinden hissettirip, kabul ettirmeye çalışır. Onda söylenenle beraber hep söyleyenin varlığı da mevcuttur. Tek başına söyleyenin varlığının söylenende mevcut oluşunun varsayılması sanki söylenen şeyin söylediğinin ötesine giden bir aşkın anlama sahipmiş gibi sunulmasını sağlar. Bundan dolayı Adorno için sahicilik jargonu tikel içeriğin bütünüyle göz ardı edildiği ideoloji olarak dildir. Şimdi vereceğimiz örnek Türkiye İslamcılığında sahicilik jargonunun işleyiş biçimine yönelik ilginç bir örneklendirmedir. Yusuf Kaplan katıldığı birkaç televizyon programında tekrar ettiği için bunu örnek seçmekteyiz. Önerme şudur: “Bir toplumun başına gelen en kötü şey başına ne geldiğini bilmemesidir.” Burada jargon olanca gücüyle iş başındadır. Adorno bu tip önermelerdeki jargonun, tarihsel açıdan zamanın gerisinde kalmışlığın bir üstünlük duygusuna tercüme edilmesi ve hakiki olanın arkaik olanla özdeşleştirilmesi olarak açığa çıktığını söyler. Başımıza kötü bir şey gelmiş. Daha kötüsü de başımıza gelen bu şeyden haberimiz yok. Aslında Yusuf Kaplan tam da taşıyıcısı olduğu İslamcı geleneğin arkasında bulunan poetik enerjiye uygun bir şekilde şimdi ve buradaki politik toplumsallığımızı poetik bir önermeyle açığa çıkarmaya çalışmıştır. Ancak ampirik gerçeklik olarak İslamcılığın reel politik angajmanı ifadeyi yalnızca bir sahicilik jargonu olarak açığa çıkarmaktadır. Tikel içeriği yani başımıza gelen kötü şeyden daha kötü olan şeyi geriye doğru çözümlemeye başladığımızda ise karşımıza çıkan şey, modern müesses nizamın cumhuriyet öncesi taşıyıcılarının, imparatorluğun son döneminden beri emperyalizmle bilinçli ya da bilinçsiz bir ittifak ilişkisi içinde İslam toplumsallığını, İslam’ı yok edemeyen ama paranteze alan bir modern toplumsallıkta asimile etme pratiği olmaktadır. Yani başımıza gelen kötü şey esasta İslam toplumsallığının modern alanın genişletilmesiyle iktidar alanından geriletilmesi ve bunun kültürel yapısallığının oluşturulmuş olmasıdır. Ancak jargonun bugünden geçmişe doğru giden ve geçmişi bugüne doğru kutsal bir biçimde geri yansıtan aşkınlığı bizim bunların farkında olmadığımızı varsaymaktadır. Önerme Nazi Almanyası’nda daha geçerli olabilirdi. Alman halkı başına ne geldiğini bilmediği için başına en kötü şey geldi. Ancak Türkiye toplumsallığının evrimini en azından sosyolojiye giriş düzeyinde takip edebilen birisi için bile Yusuf Kaplan’ın önermesi nesnesini kaybetmiş ve oturup onun gelmesini beklemeye başlamış bir olgusallık gibi görünmektedir.
Türkiye İslamcılığında politik varolanların neliğini poetik önermeyle açığa çıkarma işini hakiki bir şekilde üstlenen kişi İsmet Özel olmuştur. O da İslamcılığın sahicilik jargonuna sıkça düşmüş olmasına rağmen poetik önermeyi politik ve tarihsel alana taşıma örneklerinden birini sergilemiştir. Onun politik ve tarihsel bağlama taşıdığı poetik önerme “Müslüman olmayan Türk olmaz” önermesidir. Önerme modern politik varolanın bilincinde hemen bir kısa devre yaratır. Türkiye’deki ateist bir Türk, Türk değildir çünkü o Müslüman değildir. Murat Bardakçı tartışılan bağlam tarihsel bir bağlam olduğu için önermeyi kesinlikle anlamaz. Çünkü önerme ona göre hem İslam itikadıyla hem de ampirik gerçeklikle çatışmaktadır. “Mehmet Akif Müslüman mıdır?” diye sorar Bardakçı, Özel “evet” der, Bardakçı fırsatı kaçırmaz “Akif Arnavudum diyor” der bu sefer İsmet Özel “Gramsci Arnavut muydu İtalyan mıydı?” diye sorar yani Gramsci’nin Arnavutluğu ne kadarsa Akifin Arnavutluğu da o kadardır. Ancak İsmet Özel önermeyi başka bir noktaya sıçratarak Türklüğü tözsel bir merkeze bağlar. “Türklük kafirle uzlaşmamaktır.” Burada önermenin iç içe geçen yapısını bir kenara bırakalım. Ancak ilk poetik önerme ikinci bir poetik önermeyle desteklenmektedir. İsmet Özelin Türklüğün İslam’ın tarihsel taşıyıcılığı rolünü önermenin merkezine ne kadar aldığını bilmiyoruz. Ancak poetik önermesinin Türklük politik varolanında bir anda örtüsünü kaldırdığı nelik bu tarihsel taşıyıcılık olarak ışıdığı için politik mantıksal bağlama sızabiliyor. Osmanlının kendini Türk görmediği önermesinin de bir önemi yoktur. Hegel Müslümanlıktan bahsederken Türklerin dini lafzını ekler. Spinoza İslamdan bahsederken Türklüğü zikreder. Yani İslam tarihsel ötekisinde Türklükle yan yana anılır. Murat Bardakçı önermenin poetik olduğunu sezmiş olacak ki iyi şairlerin politik teori alanında çuvalladığını belirtir. Ancak İsmet Özel poetik önermenin şairin düşünsel varlığına özsel olduğunun bilincinde olarak şairin şiirinin düşüncesinden daha yukarda olmadığını, düşüncesinin de şiirinden daha aşağıda olmadığını söyler. Ancak burada odaklandığımız nokta İsmet Özel’in poetik önermesinin tek başına neye gönderimde bulunduğu ya da olgusal içerikle olan çatışması değildir. Poetik önerme politik alana sürüldüğünde politik varolanın üstündeki örtüyü yani politik varolanın neliğini açığa çıkarma işini politik bilimsel önermeden daha farklı bir şekilde gerçekleştirmektedir. Türklük politik varolanına dönük İsmet Özel’in ortaya koyduğu poetik önermenin epistemik öznede bilimsel bir katharsise yol açmasının nedeni budur. Ancak Özel poetik önermesinin üstüne gidildiğinde yani muhatabı önermeyi ampirik gerçeklik alanına zorla çekmeye çalıştığında, poetik önermesinde direnmek yerine İslamcılığın sahicilik jargonu alanına kaçabilmektedir. Bu da ontik Türklükten ontolojik Türklüğe jargonun sağladığı ve içinde aşkın imanın bulunduğu hızlı bir geçişle gerçekleşir. Jargon bugün Türklüğün neliğine ve varlığına ve bu varlığın bize kendini ne olarak hissettirdiğine dönük soru ve imayı, poetik önermenin sıkıştığı alandan kaçabilme olanağına çevirmektedir.
İsmet Özel yıllar evvel Ahmet Hakan’ın İskele Sancak programına katılmıştı. Orada 28 Şubatla ilgili soruya İsmet Özel yine poetik bir önermeyle karşılık verdi. 28 Şubat hakkındaki düşünceleri sorulduğunda o gün olan şeyin yalnızca takvimlerin 28 Şubatı göstermesi olduğunu söyledi. Poetik önerme politik bilinçte yine bir şok yarattı. Ahmet hakan 28 Şubatın olgusal içeriğini yani darbeyi hatırlattığında ise özel 28 şubatın Süleyman Demirel’in de ifade ettiği üzere Cumhuriyetin en tabii refleksi olduğunu söyledi. Yani poetik önerme 28 Şubat politik varolanının neliğinin örtüsünü herhangi bir politik önermenin yapamayacağı şekilde kaldırarak aslında ontolojik olarak ortaya koymuş oldu.
-devam edecek-
Ozan Çılgın
15 Nisan 2022
*kolaj: Hazel Ferah