Marksizmin Doğu'ya Açılışı: Sömürgecilik - Savaş – Devrim (Nota Bene), Megalomania (Sosyal İnsan), T.K.P Ve Dr. Hikmet (Sosyal İnsan) ve Dr. Hikmet: Savaşçı Bir Hayat (Sosyal İnsan) kitaplarının yazarı Cenk Ağcabay ile hem tarihsel hem güncel meseleler ekseninde hazırladığımız söyleşiyi okurlarımıza sunuyoruz. Cenk Ağcabay’ın dünya ve Türkiye siyaseti üzerine güncel yazıları Umut Gazetesi’nde yayınlanmaktadır.
Üç bölüm olarak planlanmış bu söyleşinin Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı merkeze alan ilk bölümünü, Kıvılcımlı’nın aramızdan bedenen ayrılışının yıl dönümü vesilesiyle yayınlıyoruz.
Sosyalizm.org: Marksizm mevzu bahsine girdiğimizde herkesin bu hikâyede kendisine has durakları, kendi yolculuk anlatıları oluyor. Soruları ve sorunları açmaya başlamadan sizin Marksizm ile kurduğunuz kişisel ilişkideki durak ve kırmızı çizgilerden bahsetmek ister misiniz? Teorik anlamda tam şu anda durduğunuz konuma nereden ve nasıl geldiniz?
Cenk Ağcabay: Marksizm uluslararası proletaryanın kapitalist sınıf iktidarına son verme ve kendi sınıf iktidarını kurma mücadelesinin teori ve pratiğidir. Dünyayı proletaryanın çıkarları doğrultusunda kavrama ve dünyayı değiştirme, sınıfsız topluma ulaşma eyleminin temeline bu kavrayışı yerleştirmektir. Lenin’in özgün ifadesiyle: “Marx’ın dehası, herkesten önce buradan dünya tarihinin öğrettiği sonucu çıkarmayı ve onu tutarlılıkla geliştirmeyi bilmiş olmasında yatar. Bu sonuç sınıf mücadelesi öğretisidir.” Marksizm’i bir “sınıf mücadelesi öğretisi” olarak kavrayan Lenin, bu kavrayış gücüyle Marksist öğretiyi teoride ve pratikte geliştirdi. Avrupa’da Marks, Engels sonrası dönemde reformist solun hâkimiyeti nedeniyle canlılığını yitiren Marksizm, Lenin’in teorik, politik müdahaleleri ve Ekim Devrimi ile yeni bir canlılık kazandı. 20. Yüzyıl devrimleri ve devrimci mücadeleleri Lenin’in canlılık kazandırdığı Marksizm’den beslendi ve böylece Marksizm-Leninizm proletarya devrimcilerinin ana kılavuzu haline geldi.
Benim Marksizm’le ilişkim lise yıllarında okuduğum bazı kitaplar ve bu kitaplar üzerine bazı arkadaşlarla yürüttüğümüz tartışmalarla başladı. 12 Eylül faşizminden çıkış sürecinde üniversitelerde başlayan gençlik eylemleri ve proletaryanın eşzamanlı gelişen eylemleri benim ve kuşağımdan devrimcilerin Marksizm ile daha güçlü bir ilişki kurmasının yolunu açtı. Ülkede gelişmekte olan bu hareketler içinde yer alma arzumuz, Marksist öğretiyle daha sıkı bir bağ kurmayı gerektiriyordu. Daha doğrusu, böyle olması gerektiğine inanıyorduk. Lenin’in “Devrimci Teori Olmadan Devrimci Pratik Olmaz” saptaması o yıllarda çok yaygın kullanılırdı. Gelişen hareketler içinde yer alacaktık ve fakat bunun için Marksizm’i iyi öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorduk.
O günlerde hapishaneden yeni çıkan devrimcilerle tanışmamız ve onlarla ilişkimizi geliştirmemiz hem Marksizm’i öğrenme hem de gelişen hareketler içinde yer alma isteğimizi arttırdı. Onların maruz kaldıkları işkence, uzun yıllar hapishane ve baskılar ürkütücüydü ama geliştirdikleri direniş cesaret ve ilham vericiydi. Devrimci hareket 12 Eylül’de yenilmişti ancak solun düşünce, kültür, sanat gibi alanlarda güçlü bir hegemonyası vardı. Bu hegemonya daha sonra Sosyalist ülkelerin dağılmasıyla çözüldü. Solun yenilgiye rağmen bu alanlarda hegemonyasını koruyor olması özellikle gençliğin sol düşünceler ve kültürle kolay ilişki kurmasını sağlıyordu.
Marksizm’le ilişkim böyle bir ortamda başladı ve gelişti. O günlerde İstanbul Üniversitesi’nde Siyasal ve İktisat’ın kantinlerinde yürütülen tartışmalar, öğrenmek isteyen genç devrimcilere çok önemli olanaklar sunuyordu. (Ben İstanbul Üniversitesi SBF’de öğrenciydim.) Devrimci örgütler canlanıyordu ve yeni militanların hem eyleme hem bilgiye yönelik açlığı söz konusuydu. Bu süreçte Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın düşüncelerini ve mücadele tarihini öğrenme şansına sahip oldum. Onun sunduğu zengin teorik birikim ve politikanın temeline yerleştirdiği sınıfsal netlik beni çok etkiledi. Onun teori ve pratiğini temel alan bir devrimci örgüt içinde faaliyet yürütmeye başladım. Faaliyet alanlarımızdan biri yayıncılıktı ve Cağaloğlu’nda Bibliotek Yayınları’nda Kıvılcımlı’nın kitaplarını ve Kıvılcım gazetesini yayınlıyorduk. Bu faaliyet alanı adeta bir okul işlevi görüyordu. Benim öğrenme sürecimde bu yayınevi önemliydi ve araştırma, öğrenme süreci yıllara yayılarak devam etti.
Sosyalist ülkelerin dağılışı sonrası Uluslararası Marksist hareket çok büyük bir karşı-devrimci saldırı dalgası ile karşı karşıya kaldı. Marksizm’in en temel tezleri, uluslararası proletaryanın ve dünya halklarının Sosyalizm deneyimleri aracılığıyla elde ettiği uluslararası kazanımlar, devrimci değerler büyük bir saldırı altındaydı. Kıvılcımlı’nın teori ve pratiğiyle sunmuş olduğu devrimci sınıfsal netlik benim açımdan bu süreçte direnme kapasitesini arttıran çok önemli bir kaynaktı. Onun devrimci açılımlarını bütünlüklü kavramak ve Marksist hareketin tarihi içindeki özgün yerine yerleştirmek çabası şu an bulunduğum teorik ve pratik konuma gelme öykümün köşe taşlarını oluşturdu.
S.o.: Sol da kendi içerisinde çeşitli duraklardan geçiyor. Bugünlerde Gramsci’nin meşhum lafzını hatırlatan günlerin içerisindeyiz, “canavarların zamanı’’. Peki sol bu eskinin öldüğü, yeninin doğduğu günlerde bu çerçeveye ideolojik olarak ne kadar müdahil olabiliyor? Hem Türkiye Marksizmi, hem dünya Marksizmi bu tartışmalara ne kadar muktedir?
C.A.: Evet. Eski gözlerimizin önünde ölüyor ve yeni doğamıyor. Marksist hareketler dünyada ve ülkemizde halen ağır yenilginin etkisi altında. Bu noktada ülkemizde uluslararası yenilgiye öngelen 12 Eylül’ün etkisini de anımsatmak gerekir. 12 Eylül devrimci hareketi yoğunlaştırılmış şiddetle ezmek istedi ama direnme kapasitesinin varlığı ve gelişmesi 12 Eylül’den çıkış sürecinde 1987-1991 arasında gözlenen devrimci canlanmayla kendini ortaya koydu. Sosyalist ülkelerin dağılmasıyla yaşanan yenilginin etkileri çok daha büyüktü ve devrimci hareketin ideolojik temellerine sert darbeler vurdu. İdeolojik deformasyon devrimci hareket içinde geniş bir alan kazandı. Yaklaşık 80-90 yıl önce Leninizm tarafından teoride ve pratikte mahkûm edilmiş en bayağı liberal-burjuva yaklaşımlar yeni kılıklar altında “yenilenme” gerekçesiyle gündeme getirildi. Marksizm Leninizm aracılığıyla elde edilmiş kazanımlarından arındırılmaya çalışıldı. 2018 yılında yitirdiğimiz İtalyan Marksist düşünür Domenico Losurdo konuyu ele aldığı bir çalışmasında, “kendinden nefret etme olgusu” diyordu “ağır bir yenilgiye uğramış olan sosyal sınıflarda ve siyasi partilerde de ortaya çıkabilmektedir.” Onun işaret ettiği bu nokta çok önemlidir. Ağır yenilgi sonrası sol içinde en yaygın yaklaşım, geçmişin yükünden kurtulmak amacıyla geliştirilen inkârcılık ve kendinden nefret etme oldu. Bir bakıma Uluslararası Finans-Kapital’den yani hiç değişmeyen tersine daha da azgınlaşan düşmandan “temiz kâğıdı” alma eğiliminin son derece güçlendiği gözlemlendi. Bir zamanlar TKP Genel Sekreteri olarak uluslararası forumlarda boy gösteren bir zavallının, 2000’lerin ortalarında Türkiye’nin büyük patronları için çıkarılan Referans adlı gazetede yazdığı yazılarda, artık sosyal güçlerin rollerinin değiştiğini, değişimin motor gücünün işçi sınıfı değil sermaye olduğunu yazdığına tanık olduk. Bunlar ideolojik dejenerasyonun ve kendinden nefretin boyutlarını gösteriyordu. Bu sadece bizde yaşanan bir durum değildi, yine Losurdo’nun sözleriyle, “kurbanların kendilerine zulmedenlerin değerlerini benimsemeleri bu denli ileri gidebilmektedir...” Bu denli ileri gidiyorlardı. Solun bugün dünya çapındaki etkisizliği ve iddiasızlığı büyük ölçüde yenilgi karşısında alınan bu inkârcı tutumların yaygınlığıyla bağlantılıdır. Bu tutumların yaygınlığının en önemli sonuçlarından biri devrimci hareketle geniş emekçi kitleler arasındaki bağın giderek daha fazla kopması oldu.
Oysa bugün çok daha iyi görülmektedir ki; 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası emperyalist metropollerde egemen sınıfın alt sınıflara sunduğu sosyal ve ekonomik tavizler bile büyük ölçüde Sosyalist “tehlike”den kaynaklanmıştı. Sosyalist ülkelerin dağılışından günümüze, emperyalist metropollerde egemenlerin saldırılarının en önemli hedeflerinden biri bu tavizleri geri almak oldu ve bunu büyük ölçüde başardılar. Sosyalist ülkelerin yarattığı uluslararası denge ortadan kalktığında uluslararası emperyalizmin saldırganlığı dizginlerinden boşaldı. Yaptırım tehdidi, mali şantaj, askeri saldırı seçeneklerinin tümü emperyalizm tarafından farklı ölçeklerde pervasızca kullanılmaya başladı. Sosyalist ülkelerin varlığı ezilen halkların mücadelelerine geniş bir alan açmıştı. Bu alan hızla daraldı.
Dağılış sonrası devrimci hareketlerde devrimci iddialardan ve sınıftan kopuş birbirini besledi. Sınıfı keşfetmek ve sınıfa yönelmekse çoğu örnekte devrimci iddialardan kopuşun örtüsü işlevini gördü. Yasal olanakların zorlanması ve kullanılması yasadışı örgütlenmeyi temel alan Marksist hareketlerin hep gündemindeydi. Bunun en başarılı örneklerini Bolşevik Parti pratiğinde bulmak mümkündü. 1914 yazında Rus Çarlığı’nın savaş ilanına karşı en kararlı direniş parlamentodaki Bolşevik milletvekillerinden gelmişti. Bunun bedelini Sibirya’ya sürülerek ödediler. Gizli örgütü temel alan Bolşevik Parti parlamentonun sunabileceği olanaklardan azami derecede yararlanmayı reddetmemişti ve savaşa karşı tutum pratiğinde çok iyi görüldüğü gibi yararlanmıştı. Yenilgi sonrası yıllarda, değişen koşullar gerekçe gösterilerek yasallaşma eğilimi hız kazandı. Yasallaşma eğilimi, dünya ve Türkiye devrimci pratiklerinde sıkça tanık olunmuş yasal olanaklardan devrimin ilerlemesi uğruna yararlanma değil toptan yasallaşma, yani egemen sınıfın baskı aygıtı devletin çizdiği sınırlar içinde hareket etmeyi kabul etme anlamına geliyordu. Sık sık kitleselleşmek, halk sınıflarıyla kalıcı bağlar kurmak için yasal olanaklardan yararlanılması gerektiği anlatıldı. Oysa görüldü ki, yasallaşma, egemen sınıf devletinin çizdiği sınırları kabul etmenin sonucu daha çok zayıflama oldu. Egemen sınıf devletinin çizdiği sınırlar içinde hareket etme eğilimi, devrimci iradenin egemen sınıf iradesi tarafından bastırılması anlamına geliyordu. Devrimci iradesi bastırılmış bir hareketin başarı kazanması mümkün değildi çünkü sınıf mücadelesi kimi kritik anlarda gelip karşıt sınıfların temsilcilerinin irade savaşına dayanıyordu.
Devrimci iradenin bastırılması olgusuna dikkat çekmek gerekiyor çünkü o iradenin yokluğunda reformizmin ötesine geçmek mümkün değil. Sosyalist ülkelerin dağılmasından beri egemen sınıflar çok daha saldırganlaştı, baskı aygıtlarını sürekli tahkim etti, ideolojik aygıtlarını çeşitlendirdi ve yaygınlaştırdı. Tüm bunları “demokrasi, özgürlükler” bayrağını sallayarak yaptı. Küreselleşme emperyalist saldırganlığın kod adına dönüştürüldü. Küreselleşmenin kaçınılmaz ve geri dönülmez doğal bir gelişme olduğu vaaz ediliyordu. Küreselleşme dünyayı bütünleştirecek, “demokrasi ve özgürlükler” küreselleşmenin doğal sonuçları olarak tüm dünyaya yaygınlaşacaktı. Gerçekte yaşanansa, kendisine Sosyalist ülkeler ve dünya devrimci hareketleri tarafından çizilen sınırlardan kurtulmuş emperyalist-kapitalizmin çılgın saldırısıydı. Emekçilerin elde etmiş olduğu ekonomik ve sosyal kazanımların tümüne yönelik dünya çapında bir saldırı başlamıştı. Bağımlı ülkelerdeki tüm kamusal kaynakları uluslararası Finans-Kapitale sonuna dek açma, proletaryanın ekonomik ve sosyal örgütlerini dünya çapında dağıtma, emekçileri yoksullaştırma hedefleri “demokrasi ve özgürlükler” elbisesi giydirilerek satılıyordu. “Demokrasi ve özgürlükler” esas olarak sermayenin hareket özgürlüğüydü, demokrasiyse sınırları kalın fırça darbeleriyle çizilmiş bir ortaoyunu. Devrimci iradesi örselenmiş sol bu ortaoyununun aktörü olacaktı.
Latin Amerika’da gelişen sol dalganın önemli devrimci sonuçlar yaratamamasının, büyük bir yıkıma uğrayan Yunanistan halkının sokakta gelişen muhalefetinin Syriza’ya iktidar koltuğu verilerek sönümlendirilebilmesinin gerisinde, yenilgi sonrası hâkimiyetini kuran inkârcı sol hareket vardı. “Yenilik” olarak sunulan temel unsurlar özü itibariyle 100 yıl önce Kautsky’nin, Bernstein’ın ortaya koyduğu anlayışın günümüz versiyonlarıydı. Kapitalist düzen sınırları içinde kalarak, kapitalizmi aşırılıklarından arındırma, kapitalizmin aksaklıklarına sosyal çözümler üretme bu anlayışın temel yönelişiydi. Yunanistan emekçilerinin sokakta inşa ettiği direnişin Radikal Sol Koalisyon Syriza eliyle sönümlendirilmesi süreci bu çerçevede son derece önemli dersler içermektedir. Syriza’nın seçimleri kazanmasından hemen sonra Avrupa Solunun yayın organlarında şu türden ifadeler yer almıştı:
“Syriza’nın zaferi -Yunanistan’ın doğrudan eylem ve yatay mücadele kültürünün bir ürünü- Avrupa boyunca yankılanacak.”
“Syriza’nın zaferi, mesafe olarak birbirlerine uzak Sol’da “bulaşma etkisi” yaratarak bütün Avrupa boyunca yankılanacak.”
Syriza Yunan halkının muhalefetine rağmen Avrupalı tefecilerle yeni kölelik anlaşmalarının altına imza atmakla kalmadı, bu anlaşmaya karşı Atina sokaklarında yürüyen emekçilerin üstüne büyük bir çoğunluğu faşist parti üyesi Yunan polisini gönderdi. Syriza, Rosa Luxemburg ve Karl Liebnecht’in ölüm emrini veren Alman Sosyal Demokratları’yla aynı karakterde olduğunu bu davranışıyla ortaya koydu. Bu gelişmeler üzerine Sol’da Syriza’ya yönelik büyük bir hayal kırıklığı gözlendi. Oysa Syriza kimseyi kandırmamış; oyun oynamamıştı. Syriza lideri Çipras seçimden kısa bir süre önce Uluslararası Finans-Kapitalin önemli yayın organlarından Financial Times’ta şunları yazmıştı:
“Partim Syriza, politik istikrar ve ekonomik güvenlik için yeni bir toplumsal sözleşmeyi garanti ediyor. Kemer sıkma paketlerini sonlandıran, toplumsal uyumu, demokrasiyi geliştiren ve orta sınıfların kendi ayakları üstünde durmasını sağlayacak politikalar öneriyoruz. Bu, Eurozone’u güçlendirecek ve Avrupa projesini kıta üzerindeki tüm yurttaşlar için çekici kılacak tek yoldur.”
Görüldüğü gibi, Çipras son derece açık konuşuyordu ve Avrupa egemen sınıfları bu kullanışlı hizmetkâra iktidar koltuğunu sundular. Peki ama Syriza Radikal Sol Koalisyon değil miydi? Hatta Türkiye’de devrimci bir çıkış için bu Radikal Sol Koalisyon modeli önerilmiyor muydu? Tekrarlayalım, Syriza “sosyal barış” istiyordu, emperyalist Avrupa Birliği projesinin aksaklıklarını düzeltip, projeyi güçlendirmek istiyordu ve bunları saklamıyordu. Bunlar klasik Avrupa Sosyal Demokrasisinin tipik tutumunun yeni koşullarda aldığı biçimdi. Sadece ismine Radikal Sol Koalisyon ibaresi yerleştirilmişti. Yunanistan’da emekçilerin sokak eylemlerinin geldiği noktada isminizde “Radikal Sol” ibaresi olmadan zaten iş yapamazdınız. “Radikal Sol” ibaresi sosyal demokrasinin halk sınıflarına yeni bir kılıkla satılmasıydı. Devrimci iradesi zayıflatılmış hareketlerin Syriza ile rezonansa gelmesi ve onda devrimci bir çıkış modeli görmesi şaşırtıcı değildi. Sol üzerinde ağır bir liberal basınç vardı ve bu basınç oldukça belirleyici etkiler yaratıyordu. Sol’da geniş ölçüde bulunan Syriza güzellemeleri esas olarak bu basıncın ürünüydü.
Yeni bir devrimci çıkışın önkoşulları, devrimci iradenin yeniden yaratılması ve Leninizm’in ideolojik, örgütsel ve siyasal yeniden üretimini sağlayacak mekanizmaların oluşturulmasıdır. Bunun için, sosyal pratik içinde gelişen mücadele alanlarında öncülük nosyonunun gereklerini yerine getirerek var olmak büyük önem taşımaktadır. Uluslararası Finans-Kapital derinleşen bunalımından çıkabilmek için emekçilere yeni kölelik biçimleri dayatıyor. Bu saldırıya karşı dünyanın dört bir yanında emekçi direnişleri ve halk mücadeleleri gelişiyor. Devrimci önderlik bu mücadelelerin içinden çıkacaktır. Bu mücadeleler içinde öncülük nosyonunun gereklerini yerine getirebilenler, yeni devrimlerin önderliğini inşa edecektir. Bu bağlamda kelimenin gerçek anlamında “Radikal Sol”un gelişmek için zengin olanaklara sahip olduğu bir döneme girilmiştir. Bugün tüm zayıf görünümüne ve gerekli etkinlikten uzak oluşuna rağmen ülkemizde de devrimci öncülüğün çabaları bir birleşik mücadele çerçevesinde öne çıkışı zorluyor. Liberallerin ve Syriza muadili solculuğun bir öncü çıkışı düzen içi kanallara çekme ve kuşatma çabaları da süreklileşmiş durumda.
S.o.: Türkiye Marksizminin özgün söz üretme potansiyelinden bahsi açınca Doktor Hikmet Kıvılcımlı’ya da temas etmek zorundayız. Onun teorik özgünlüğünü dünya Marksizmi içerisinde nereye yerleştirmek gerekiyor? Dahası bugün Doktor’u nereden, nasıl okumalıyız?
C.A.: Doktor Hikmet Kıvılcımlı teorik ve politik üretimiyle ülkemiz solunda benzersiz bir yere sahiptir. Uzun hapishane yıllarını büyük bir disiplinle çalışarak geçirmiştir (22 yılı aşkın bir süre hapishanede kalmıştır). Ezberlenmiş bir takım genel doğruların sürekli yinelenmesinin baskın unsur olduğu bir ortamda, kendi sözünü ayağını ülke toprağına sağlam basarak söylemiştir. Kendi ülke ve bölgesinin tarihsel ve sosyal koşullarının geniş kapsamlı analizinden, Marksist teorinin temel meselelerine uzanan geniş bir yayılım içinde hep üretmiştir. Sosyalist hareketin tarihine bakıldığında, onun teorik ve siyasal üretiminin pek çok alanda ilk ve bazı alanlarda yegâne olduğu kolayca görülür. Büyük teorik eserler çok uzun menzillidir. Bu tür eserler geniş ufukları ve derin kavrayışlarıyla zamanlarının çok ötesine işaret edebilme gücüne sahiptir. Marks’ın ölümsüz eseri Kapital 1867 yılında yayınlandı ancak bugün Kapital’i okuyan birisi kapitalizmin işleyişinin bu berrak tablosu karşısında şaşkınlığa uğrayacaktır. Kapital’de oluşturulan tablo, bugün o günkünden çok daha açıklayıcı ve öğreticidir. Lenin’in Emperyalizm kitabında çerçevesini çizdiği emperyalist-kapitalist dünyanın işleyişine dair tabloya ve günümüz dünyasına bakalım. Lenin’in henüz tohum halindeki bazı gerçekleri ne kadar keskin bir tarzda ortaya koyduğunu görürüz. Bu eserlere gücünü veren, onların zaman karşısındaki dayanıklılıklarıdır. Bu nedenle klasik olarak nitelendirilirler. Kıvılcımlı’nın özellikle Tarihsel Materyalizmi geliştirme hedefiyle yaptığı çalışmalar bu kapsam içine girer. Osmanlı ve Türkiye tarihine ilişkin yazdıkları, aradan geçen uzun zamana rağmen tazeliğini korumaktadır. Bu nedenle son yıllarda Kıvılcımlı’nın eserlerine yönelik ilgide bir artış gözlenmektedir.
Kıvılcımlı’nın eserleri dünyayı Marksist kavram ve kategorilerle kavramak; mücadele tarihiyse devrimci iradeyi canlandırmak isteyenler için yol gösterici ve öğreticidir. O sınıf mücadelesi öğretisinin en geniş ufuklu düşünürlerinden ve devrimci kavganın en net militanlarından biri olma özelliklerini şahsında birleştirmiştir. Bu yönü onun halen güncel olmasını sağlamaktadır. Özellikle adeta bir “işbölümünün” yaşandığı, terini akıtan kanı dökülen militanla teorinin yüksek katlarında gezinenin ayrı kompartımanlara hapsedildiği günümüz koşullarında, Kıvılcımlı örneği devrimci hareket için daha da büyük önem kazanmaktadır. Onun ancak geçen yıl yayınlanabilen Hegel üzerine çalışması, ne denmek istediğini daha iyi anlatır. Lenin’in emperyalist savaşın en kanlı günlerinin yaşandığı bir dönemde Hegel’in eserleri üzerine geniş kapsamlı incelemeler yaptığı bilinir. Ekim Devriminden 1922 yılına gelindiğinde Rusya’da yeni bir felsefi dergi yayınlanmaya başlamıştır. Dergi Pod Znamenem Marksizma (Marksizm Bayrağı Altında) adını taşımaktadır. Derginin Mart 1922 tarihli sayısında Lenin’in “Militan Materyalizmin Önemi Üzerine” başlıklı yazısı yayınlanmıştır. Lenin yazısında, derginin ilk sayılarında yer alan bazı yazıların eleştirel bir analizini sunmaktadır. Lenin Marksizm ile Hegelci diyalektik arasındaki ilişki üzerine derinleşilmesini ve bu konuda ciddi çalışmalar yapılmasını istemektedir. Lenin bunu şöyle ifade etmiştir:
“Pod Znamenem Marksizma’nın yazarları, Hegelci diyalektiğin materyalist bir açıdan sistemli bir biçimde incelenmesine girişmelidirler; bu diyalektik, Marks’ın Kapital’inde ve tarihsel ve politik yapıtlarında gerçekten uyguladığı ve başarıyla uyguladığı bir şeydir (…) Marks’ın Materyalist bir biçimde kazanılmış hegelci diyalektiği uygulama yöntemini temel alırsak, bu diyalektiği her yönden geliştirebiliriz ve geliştirmeliyiz, dergide Hegel’in başlıca yapıtlarından alıntılar yayınlanmalı, bunları materyalist bir biçimde yorumlamalı ve Marks’ın diyalektiği uygulayış tarzına ait örneklerin yardımıyla olduğu gibi, yakın tarihin, özellikle de modern emperyalist savaşın ve devrimin görülmemiş bir bollukta sağladığı, ekonomik ve politik ilişkiler alanındaki diyalektik örneklerinin de yardımıyla onları değerlendirmeliyiz. Benim görüşüme göre, Pod Znamenem Marksizma’nın yazı kurulu ve yazarları, bir tür “Hegelci Diyalektiğin Materyalist Dostları Derneği” oluşturmalıdır.”
Lenin derginin yazı kuruluna bu önerilerini iletti ancak 1924 yılının Ocak ayında yaşamını yitirdi. Dergi Lenin’in önerileri doğrultusunda neler yaptı bilmiyoruz. Derginin 1944 yılına dek yayınlandığını biliyoruz. Sovyetler Birliği’nde Hegel üzerine çeşitli çalışmalar yapıldığı biliniyor. Kıvılcımlı Lenin’in devrimci mirasını sahiplenme ve geliştirme noktasında çok kararlıydı. Türkiye hapishanelerinde ulaşabildiği Hegel yapıtlarını ve Hegel üzerine Batı dillerinde yapılmış çeşitli çalışmaları inceleyerek kendi özgün eserini üretti. Kıvılcımlı Hegel kitabının giriş bölümünde bu çalışmayı neden yaptığını şöyle açıklıyor:
“Hegel üzerine Marx’ın veya Engels’in ne yazık ki öyle ayrı bir etütleri olamadı. Bunun boşluğunu Diyalektik Maddecilik’e biraz uzanan bir baş duymamazlıktan gelemez. Diyalektik Maddecilik: Hegel diyalektiğinin tepesi üstü yürürken, ayakları üstüne getirilmesiydi. Herkes iyi biliyordu. Ama o tepesi üstü duran Hegel diyalektiğinin kendisi neydi ve nasıl tepe üstü yürüyordu?
Bunu Marksizm açısından ayrıntılarıyla işlemiş ve yeterince yorumlamış bir eser var mıdır? Şimdiye dek elimize geçmedi. Hegel üzerine yazılan bütün denemeler, Hegel felsefesini yine hep sırf Hegel’in anlattığı gibi anlatmaya çalıştı. O yüzden Hegelci diyalektik Hegel’in kendisinde olduğu kadar karışık ağdalı ve anlaşılmaz kaldı.
Çünkü aslına bakılırsa Hegel kendi kendisini gereği gibi anlamış değildi ve anlayamadı da. Hegel’i anlamak ve anlatmak için Tarihcil Maddeciliğin imbiğinden geçirmek gerekiyordu. Hegel zamanında ise Tarihcil Maddecilik henüz doğmamıştı.
Diyalektiğin maddeci açıdan kavranılışı ve kullanılışı sırf Marksizm demekti. Oysa Marksizm’i Hegel’e uygulamak gerekliydi.
Aşağıdaki araştırma öyle bir deneme olacaktır.”
Kıvılcımlı’nın Hegel çalışması 1940’larla 1970’ler arasında yürüttüğü Diyalektik Materyalizm üzerine araştırmalarının organik bir parçasıdır. Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, bu çalışmalar ağırlıklı olarak Türkiye hapishanelerinde devlet baskısı altında gerçekleştirilmiştir. Egemen sınıf devletinin nefes almasını bile engellemek istediği Kıvılcımlı devrimci iradesini çelikleştirerek hapishaneleri kendi deyimiyle “Kızıl Üniversitelere” dönüştürmüştür. Sahiplenilmesi gereken yön esas olarak budur, siz devrimcileri etkisiz hale getirmek için duvarlar arasına mı kapatıyorsunuz? İşte bu bir irade savaşıdır. Devrimci irade o karanlığı yırtar ve ölümsüz devrimci eserler yaratır. Kıvılcımlı’nın pratiğinde tam olarak böyle olmuştur. İşkencede, hapishanede gerçekleştirilen devrimci direniş, devrimci hareketin ihtiyaç duyduğu teorik ve politik eserlerin üretimiyle taçlandırılmıştır.
Kıvılcımlı’nın teorik ve siyasal çalışmalarının önem taşıyan bir başka yönü, ülkenin temel meselelerine tarihsel bir derinlikten bakabilmesidir. Onun Kürt Meselesi üzerine temel çalışması “İhtiyat Kuvvet Milliyet Şark” bu kapsam içindedir. Kürt Meselesinin Leninist bir perspektiften tarihsel ve sınıfsal temelde analiz edildiği bu eser 1928 ile 1932 arasında yazılan Yol Serisi kitapları arasındadır. Ülkenin temel meselelerinden birinin solda böylesi bir çap ve zenginlikte ele alındığı ilk eserdir. Uzun yıllar boyunca yayınlanmamış olması devrimci hareket için büyük bir şanssızlıktır çünkü ülke devrimcilerine konuya yaklaşımda çok zengin bir siyasal ve ideolojik çerçeve sunmaktadır.
Kıvılcımlı’nın Tarihsel Materyalizm üzerine çalışmalarının yoğunlaştığı alanlardan birisi genel olarak din ve özel olarak İslam’dır. Bu çalışmaları esas olarak ait olduğu ülke ve bölgeyi derinlikli bir biçimde kavrama çabasının ürünüdür. Solda dine ve İslam’a yönelik ezberci ve yüzeysel yaklaşımların karşısına diyalektik materyalizmin yöntemsel araçlarını kullanarak zengin analizlerle çıkmıştır. Marks’ın Kapital’deki ifadesi “Din dünyası gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey değildir.” Kıvılcımlı’nın din ve İslamiyet üzerine çalışmalarına yol göstermiştir. Onun yaklaşımını kavrayabilmek için konuyla doğrudan ilgili bir pasaja başvurabiliriz:
“Müslümanlık bir karış toprağı bulunmayan Mekke plebleri ile, küçük toprak parçalarına tefeci-bezirgan Yahudilerce ipotek konulmuş Medine kentlilerinin hareketi olarak başladı. İslamlık, toprakların azat edilmesi, hürleştirilmesi demektir. (…) İslamlığın tarihsel görevi, o esir toprakları, her ne pahasına olursa olsun, kendi doğuş ilkelerine sadık kalarak azatlamaktı. Ve nitekim onu yaptı. Çökmüş medeniyet zalimlerinin ve mütegallibelerinin tekellerindeki toprakların azat edilmesi; eski sahiplerine, daha doğrusu küçük üretmen çiftçilere adaletle dağıtılması demekti.”
Bu pasajda ifade edilen görüşler konuya Tarihsel Materyalist yaklaşımın parlak bir örneğidir. Engels’in Hıristiyanlığın tarihi ve Avrupa köylü ayaklanmaları üzerine analizlerinin güçlü bir takipçisidir. Osmanlı tarihinin Tarihsel Materyalist analizinde eseriyle çığır açan Kıvılcımlı, Avrupamerkezci tarih yazımının karşısına son derece gelişkin bir yöntemle çıkmıştır. Bu noktada onun sol içinde yaygın ezberci ve şabloncu yaklaşımlara karşı geliştirdiği mücadeleyi ve özgünlüğünü vurgulamak gerekir. Kendisi bunu şu sözleriyle vurgulamıştır: “Marks ve Engels’in birinci özellikleri softalığa dayanamayışlarıdır. Uzun tecrübelerden sonra biraz da şaşırarak bir şey öğrendik. “Marksistim” diyenlerin çoğu Marksizm softalarıdır. Marks ve Engels’in birinci davranışları softa Marksistlerden yaka silkişleridir… Bir insan softa ise, Marksist veya medreseli olması pek fark etmez.” Kıvılcımlı burada işaret ettiği gibi, tüm mücadele hayatı boyunca teoriye cesaretle yaklaştı. Marksizm-Leninizm’in temel kavram ve kategorilerine sımsıkı sarıldı ve yaşayan, canlı bir varlık olarak kavradığı öğretiyi geliştirmek için cesur adımlar attı. Cesur adımların sonucu, Tarihsel Materyalizmin geliştirilmesine katkı oldu. Kapitalizm-öncesi üretim biçimleri üzerine geliştirilmiş Marksist şemalara eleştirel yaklaşarak, bize daha sağlam bir çerçeve sundu. Tarihsel devrim dinamiklerinin sunduğu devrimci olanakların bilince çıkarılmasını sağladı.
-devam edecek-
11 Ekim 2022