Loading...

Cenk Ağcabay ile Söyleşi: Büyük Sıfırlama, Salgın ve Finans-Kapitalin Gelecek Tasarımı -II-


Sosyalizm.org: Sol şayet teorik açmazlarını çözemiyor, emperyalist programı görüp siyaset üretemiyorsa, bu noktaya nasıl geldi? Teorik bir erozyon, marksizmden bir “eksilme” hâli varsa şayet, bunun başlangıç noktasını bir milat deklare etme cesaretiyle nereye koyabiliriz? Ekonomi-politiğin eleştirisini ne zaman terk ettik?

Cenk Ağcabay: Bir milat deklare etme anlamında değil ama tarihsel kronoloji açısından Marks ve Engels sonrası Avrupa solunda hakim olan anlayışın emperyalizmle uzlaşma ve süreçler sıkıştırdıkça onun bir parçasına dönüşmeden söz edebiliriz. Günümüz koşullarındaysa bu konuda somut bir örnek verebilirim. Marks’ın doğumunun 200. yıldönümünde birçok etkinlik ve yayın yapıldı. Bunlardan birisi dünya çapında tanınan “Marksist Filozof” Slavoj Zizek’in Marks’ın kapitalizm analizi hakkında yazdığı bir yazıydı. Ülkemiz solunda da ilgi gören Zizek yazısında, Marx’ın teorisi “Zirve noktasına ancak bugün ulaşan kapitalist dinamiklerin çılgın dansını harika bir biçimde tarif ediyor.” saptamasını yaptıktan sonra ama demişti “Gerald A Cohen, işçi sınıfına dair klasik Marksist nosyonun dört özelliğini sıralamıştır: (1) [işçi sınıfı] toplumun çoğunluğunu oluşturur; (2) toplumun servetini üretir; (3) toplumun sömürülen üyelerinden oluşur; ve (4) üyeleri, toplumun yoksul kesimleridir. Bu dört özellik birleştiğinde, iki başka özelliği daha ortaya çıkarır: (5) İşçi sınıfının devrimde kaybedecek bir şeyi yoktur; ve (6) toplumu devrim yoluyla dönüştürebilir ve dönüştürecektir.”

Marks’ın görüşleri için bir Marks yorumcusu akademisyene başvuran Zizek, kendi görüşünü şöyle ortaya koymuştu: “İlk dört özelliğin hiçbiri bugünün işçi sınıfı için geçerli değil; 5. ve 6. özelliklerin bugün ortaya çıkmamasının sebebi de bu. Özelliklerin bazıları bugünün toplumunun bazı kesimleri için geçerli olsa da, artık tek bir unsurun altında birleşmiyor: Toplumdaki yoksul insanlar artık işçiler değil vesaire.”

O günlerde Zizek’in bu yazısının eleştirisini içeren bir yazı yazmıştım. Bu yazıda Zizek’e şu soruları sormuştum: “Zizek’e göre, toplumun çoğunluğunu işçi sınıfı oluşturmuyor, toplumsal serveti işçi sınıfı üretmiyor, işçi sınıfı toplumun sömürülen üyelerinden oluşmuyor ve toplumun yoksulları artık işçiler değil. Peki tüm bunları doğru kabul edersek, elimizde Marx’tan ya da Marx’ın en kapsamlı analizini sunduğu ve hatta Zizek’e göre, Marx’ın “zirve noktasına ancak bugün ulaşan kapitalist dinamiklerin çılgın dansını harika bir biçimde tarif” ettiği bir sömürü düzeni olarak kapitalizmden geriye ne kalır?”

O günlerde açıklanan bir Oxfam araştırma raporuna göre, “Dünya üzerinde üretilmiş toplam servetin yüzde 82’si dünya nüfusunun en tepedeki yüzde 1’lik kesimine gitmişti. Nüfusu 3.7 milyara tekabül eden dünyanın en yoksullarının gelirinde hiçbir artış yaşanmazken; dünyanın milyarderlerinin serveti 2010 yılından bu yana her yıl ortalama yüzde 13 artmıştı.”

Araştırma sonuçlarına göre, ABD’de bir şirket CEO’su sıradan bir işçinin bir yıllık toplam gelirini bir günde kazanırken; dünyanın en büyük beş moda markasından birinin CEO’su Bangladeşli bir giyim sektörü, işçisinin tüm çalışma yaşamı boyunca elde ettiği toplam geliri sadece dört günde elde ediyordu. Oxfam’ın bulgularına göre, 2.5 milyon Vietnamlı giyim sektörü işçisinin ücretlerinin onları geçindirebilecek seviyeye yükseltilebilmesi için yıllık 2.2 milyar dolarlık bir artışa ihtiyaç vardı ve bu rakam giyim sektöründeki beş büyük markanın zengin hissedarlarına 2016’da aktarılan miktarın sadece üçte birine denk düşüyordu. Oxfam’ın saptadığı bir başka gelişme, Mart 2016 ile Mart 2017 arasında dünyadaki milyarder sayısının benzeri görülmemiş bir artış oranına sahip olmasıydı. Bu zaman dilimi içinde her iki günde bir listeye yeni bir milyarder eklenmişti.

Zizek bu araştırma sonucunun açıklandığı günlerde yazmıştı yazısını. Ona göre, devrimci hareketlerin zayıflığının nedeni sömürünün ortadan kalkması ya da bilinen anlamda sömürünün artık var olmamasıydı. Ben yazımda bu yaklaşımın yanlışlığını şöyle ortaya koymuştum: “Devrimler, ya da işçi sınıfının toplumu dönüştürme iradesi ise Zizek’in iddia ettiği gibi işçiler bugün kapitalist üretim tarzı altında sömürülmedikleri için değil, işçi sınıfı dünya çapında gelişen sert sınıf mücadelelerinde son 50 yılda çok ağır yenilgiler aldıkları, ekonomik ve politik mücadele örgütleri büyük ölçüde dağıtıldığı, işçi sınıfı içindeki katmanlaşma yeni boyutlar kazandığı için yok. Bu nedenlerden ötürü işçi sınıfı bugün daha fazla sömürülüyor. İşçi sınıfının yeni ekonomik ve politik örgütleri günümüz koşullarında mutlaka kurulacak, sermaye düzeninin ölüm çanı anlamına gelen devrimci işçi sınıfı mücadelesi gelişen sınıf mücadeleleri içinde kendini yeniden kuracak ve bu kez daha güçlü ayağa kalkacak.”

Benim yazıma bir yanıt Zizek’le yakın mesai yapmış Türkiyeli bir akademisyenden geldi. Yazar işçilerin kaybedecek çok şeyleri olduğuna inanıyordu ve şöyle yazmıştı: “Var, üstelik kaybedecekleri çok şey var. Her şeyden önce, otomatiğe bağladıkları gündelik yaşamlarında içlerinde besledikleri kendi küçük hesaplarını, fantezilerini kaybedecekler.” Ona göre, İşçiler “küçük hesaplarını, fantezilerini” kaybetmemek için devrimci mücadeleye girmiyorlardı. Yazarımız tüm “Marksist” bilgeliğiyle şöyle devam etmişti: “Eğer işçi sınıfını geniş anlamda, zihin emekçilerini de içine alacak şekilde tüm ‘ücretli emekçiler’ olarak tanımlayacak olursak bu kez “sıradan bir işçinin bir yıllık toplam gelirini bir günde kazanan ABD’li bir şirket CEO’su” da, ara kademelerdeki orta ve yüksek gelir gruplarından emekçiler de işçi tanımına giriyor.” Bu derece büyük para kazanan, kapitalist şirketlere kumanda eden bir CEO neden proletarya sayılmasın ki? Kara kaplı kitap öyle demiyor mu? İşte bu kara kaplı kitap öyle diyor yaklaşımıdır ki, diyalektikten neredeyse hiçbir şey anlamamış olanların kutsalıdır. Marks’ın en fazla karşı çıktığı şeylerden biri olan şablonculuk, onun bazı metinleri üzerinden böyle üretilebiliyor. Kıvılcımlı’nın “softa Marksist” olarak karakterize ettiği işte tam da bu yaklaşımda karşılık buluyor.

Konunun bu başlıkta sorulan soruya ışık tuttuğunu düşündüğüm kısmında yazar şunları yazmıştı: “Sol proje herkes için daha iyi bir dünya tasarladığı konusunda ikna edici olmalıdır. İşte Profesör Zizek onca hezimetten sonra solun en azından bu noktaya kadar geri çekilip düşünmeye başlaması gerektiğini söyler: “Bir süre için düşünmeli, felsefe yapmalı, 11. Tezi tersine çevirmeliyiz” der.” Sadece bu kadar da değildir, devam eder: “Solun yine de bu gerekli düşünme ve kendiyle hesaplaşma sürecinde yapabilecekleri vardır: her tabakadan insanları tehdit eden ekolojik felaketler, göçmen sorunu gibi ortak sorunları müzakere etmek ve bunlara ikna edici çözümler önermek… Aydınlanmanın ortak kazanımlarına sahip çıkmak, örneğin işkencenin her türüne, savaşlara, ayrımcılığa, etnik siyasetin her türüne karşı çıkmak gibi… Bunun için de solun elde hazır hukuki (modern devlet) ve felsefi (aydınlanma) araçları kullanması gerekir.”

Yazarın yaklaşımının temelleri şu anahtar ögelerde bulunuyordu: “herkes için daha iyi bir dünya”, “her tabakadan insanı tehdit eden ekolojik felaketler”, “göçmen sorunu gibi ortak sorunlar”… Bunlarla örtük olarak ifade edilen şudur; bunlar yani sınıf mücadelesi, proletaryanın iktidar mücadelesi zor işler. Büyük yenilgiler alınabiliyor, ağır bedeller ödenebiliyor. Burjuvazi ve onun devletleri çok güçlü ve hiç şakaları yok; devrimci bir mücadelenin riskleri çok büyük. Felsefe yapalım, fanteziler kuralım, burjuvaziyi ekolojik tehdidin ciddi olduğuna, aslında onu da tehdit ettiğine, göçmen meselesini kullanmaya devam ederse huzursuzlukların artacağına ve bunun kendisi için de iyi olmayacağına ikna etmeye çalışalım. Sola yönelik bir diğer öneri modern devleti kullanması. Yani sol kendisini etkisiz hale getirmek için özellikle yeniden yapılandırılmış, sürekli tahkim edilmiş modern devleti kullanacak; bu nasıl olabilir? Cevabı verilmiş, insanları parlak fikirlerinizle ikna edip parlamento çoğunluğunu ele geçireceksiniz.

Zizek’in ve onun savunucusu yazarın görüşleri temsil ediciydi. Yenilgi sonrasında sol içinde şu ya da bu biçimde etkili olan bazı düşüncelerin bir tekrarıydı. Benim yazdıklarımın bu temelde eleştirilmesi aslında saflaşmanın karakterini açık biçimde gösteriyordu. Marks ve Engels, Almanya’da kendi partileri içinde ortaya çıkan bir grubun partinin sınıf karakterinin değişmesi gerektiği yönündeki düşüncelerini tartıştıkları bir ortak metinde, değişimi savunan unsurların düşüncelerini şöyle özetlemişlerdi: “Sosyal demokrat parti, tek yanlı bir işçi partisi değil; ama ‘gerçek bir insanlık aşkıyla dolu tüm insanların’ çok yanlı partisi olmalıdır.” Onlar bu tarz sulandırmaların kendi proleter devrimci anlayışlarıyla hiçbir ilişkisinin olmadığının altını kalınca çizmiş ve bu unsurların parti içinde varlığı devam ederse kendilerinin partiyle ilişkilerini keseceklerini deklare etmişlerdi. Marks ve Engels açısından sınıfsal netlik temel ve ayırıcı bir unsurdu. Bu derece hassas oldukları bir nokta idi. Parlamento çoğunluğunu ele geçirip, modern devleti kullanmak ise kelimesi kelimesine Kaustky’nin teorize ettiği has Sosyal Demokrat bir yaklaşımdır. Lenin’in oturup üzerine ciltler yazdığı, en sert biçimde eleştirdiği sol içine sızmış burjuva-liberal anlayışların uzantısıdır.

Ülkemizde, 80 yenilgisi ve ardından gelen dağılış devrimci harekette ciddi ölçüde özgüven yitimine ve sarsıntılara yol açtı. Bu nedenle, reformist-liberal ideolojik ve politik girdilerin alanı genişledi. Devrimci hareketin direnen kesimlerine yönelen ağır devlet şiddeti, -hapishanelere yapılan büyük operasyonları anımsayalım- esas olarak direnme kapasitesinin imhasını hedeflemişti. Bu süreçlerde, akışı geri çevirme yolunda çeşitli hamleler gündeme geldi. Bostancı direnişi, Gezi direnişi, Kobane direnişi bu yönde önemli olanaklar sundu. Devrimci hareket bu olanaklardan yararlanarak örgütsel, politik ve ideolojik sıçramayı gerçekleştiremediği için karşıtının alanı daralmadı. Böyle olmakla birlikte, gerek ürettiği devrimci gelenekler, gerek tarihsel birikim itibariyle Ortadoğu’nun en gelişkin proletaryasına sahip olan Türkiye, bölgemizde yeni bir devrimci çıkışın potansiyelini barındırmaktadır. Bu noktada, hayat Batılı liberal gevezeliklerin yerine doğru devrimci perspektifleri geliştiren ve doğru devrimci pratiği üreten bir devrimciliği zorluyor. 


Cenk Ağcabay

S.o.: Teorinin sefaletini tabii ki pratiğin sefaleti takip ediyor. Son zamanda bir başka sefalet manzarası da Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik özel askeri operasyonunun ardından görüldü. Solun epey hacimlice bir kısmı NATO’nun resmî anlatısının belli başlı varyasyonları etrafında toplandılar, toparladılar. Bilhassa bu vakıa üzerinden hem Rusya-Ukrayna cenderesini, hem bunun soldaki tepkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

C.A.: Bu soruyu yanıtlarken yine Zizek örneğini kullanmak, başlıklar değişse de sahip olunan temel hareket noktalarının ve konumlanışların meselelere bakışı nasıl şekillendirdiğini görmek için olanak sağlayacaktır. Şöyle ki, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik askeri operasyonu başlatmasından sonra Batı’yı kaplayan histerik NATO propagandası sadece soldan destek almakla kalmadı, Zizek türü solcu soytarılar bu propaganda kampanyasının en gür sesleri olarak öne çıktılar. Zizek Guardian’da şöyle yazdı:

“Ukrayna direnişinin büyüklüğünü tam da bu noktada görüyorum: pragmatik hesaplara meydan okuyarak imkansızı göze aldılar ve onlara en azından tam destek borçluyuz ve bunu yapmak için daha güçlü bir NATO’ya ihtiyacımız var – ama ABD politikalarının bir uzantısı olarak değil.”

ABD politikalarının uzantısı olmayan bir NATO olsa olsa filozofun sık sık öğütlediği gibi, sınıf mücadelesi yerine “felsefe yapan” birinin zengin fantezi dünyasında bulunabilir. Hayatın som gerçekliğinde bu düpedüz safsatadır. Zaten “ama ABD politikalarını uzantısı olarak değil” eki söylediğinin anlamını çok iyi bilen birinin “solcu namusu kurtarmak” için kullandığı zavallıca bir taktiktir. Bu eki koymazsa yazdıklarının açık NATO askerliği anlamına geleceğini çok iyi bilmektedir. Zizek sadece NATO’yu savunmuyor, NATO’nun daha da güçlenmesini istiyor. Emperyalizmin kanlı savaş aygıtının halklar nezdinde meşrulaştırılması için çalışan binlerce düşünce kuruluşu, üniversite, medya organına “Marksist Filozof” Zizek’te katılmış durumda. Zizek’in yazdıklarını okuduğumda şaşırmadım. Eğer kapitalizm koşullarında işçiler sömürülmüyorsa, emperyalizm ve onun savaş aygıtından nasıl söz edilebilir? Ya da sömürünün olmadığı bir dünyada bunların ne işi olabilir? 

Zizek acil barış talebinde bulunan Batılı politikacı ve aydınlara da çok kızgındı. Ona göre, Avrupa’nın uzun süreli bir savaş alanı olmasının önlenmesi ve Avrupa değerleri için güçlendirilmesi gereken NATO Rusya’yı ezmeli ve ağır bir yenilgiye uğratmalıydı. Zizek’in istekleri, yüksek olasılıkla dünyayı toptan yok oluşa götürecek bir nükleer savaş anlamına gelmektedir ve Zizek bunun çığırtkanlığını yapmaktadır. Bir “Marksist Filozof” olarak Zizek Batı’da emperyalizmin askeri ve siyasi kadrolarının en sağ unsurlarıyla aynı konuma yerleşmiştir. Kapitalizmin büyük tarihsel bunalım momentlerinde artan yoksullaşma, savaşlar, istikrarsızlığın yükselmesi küçük-burjuva solculuğu üzerinde dehşetli etkiler yaratır. Küçük-burjuva solculuğunun git gelleri artar ve hızlanır. Zizek bu yazıyı yazdığı günlerde NATO propagandası Batı’yı teslim almıştı ancak aynı günlerde İtalyan liman işçileri Ukrayna’ya gidecek NATO silahlarını yüklemeyi reddederek eylem başlattı. Zaman içinde, Ukrayna meselesinin esas olarak ABD’nin NATO’yu genişletme ve Rusya’yı çevreleme ve zayıflatma hedeflerinin ürünü olduğu giderek daha berrak görünür oldu. İtalya’da liman işçileri meseleyi bu berraklıkla görmüşlerdi. Fantezi dünyasında değil gerçek dünyada yaşıyorlardı.

Zizek’in yazdıklarının üzerinden birkaç ay geçtikten sonra Avrupa’nın birçok kentinde kitleler alanları doldurmaya başladı. Artan enerji ve gıda fiyatları emekçileri sert bir biçimde vurmaya başlamıştı. Avrupa derinleşen bir ekonomik krizle karşı karşıyaydı. Rusya’nın Avrupa’ya gaz akışını durdurması nedeniyle ABD Avrupalı müttefiklerine yardım ediyor 6 ya da 7 kat daha pahalı gaz tedariki sağlıyordu. Amerikalı ve Avrupalı silah üreticisi şirketler yükselişe geçmişti. Stokları eriyor, yeni siparişler bitmek tükenmek bilmiyordu. “Gölge CİA” olarak adlandırılan Stratfor adlı düşünce kuruluşunun başkanı Friedman 12 yıl önce yayınlanan kitabında, ABD’nin dünya liderliğinin karşı karşıya olduğu en önemli tehlikelerden birinin, sanayi devi Almanya ile doğal kaynak zengini Rusya’nın ekonomik entegrasyonunun artması olduğunu yazmıştı. ABD’nin elindeki tüm olanakları kullanarak bu entegrasyonu engellemesi gerektiğini belirtmişti. Amerikalı muhalif iktisatçı Michael Hudson’da askeri operasyonun başlamasından hemen sonra, ABD’nin temel hedefinin Rusya ile Almanya ve genel olarak Avrupa’nın bağlarını kesmek olduğunu yazmıştı. Avrupa ekonomisinin bunalımı derinleşiyor ve yaklaşan kış önemli gelişmelere gebe. Avrupa’nın pek çok kentinde alanları dolduran kitlelerin temel talebi, barış için müzakerelerin başlatılması, Rusya’ya uygulanan yaptırımları kaldırılması. Zizek’in bu sahneleri ne denli öfkeyle izlediğini tahmin etmek güç değil. O muhtemelen yaşamsal maddi çıkarları için harekete geçen kitlelerin ne denli bilinçten yoksun olduklarına veryansın ediyordur.

Ukrayna meselesi kendi dar hacminin ötesinde etkiler yaratan bir dünya meselesidir. Meselenin özü, dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin Doğu’ya doğru kayması ve Amerikan emperyalizminin gelişkin askeri ve siyasi araçlarını kullanarak bu süreci geri çevirmeye çalışmasıdır. Ukrayna meselesini bu bağlam içine yerleştirmezseniz, Ukrayna’da savaşın devam ettiği günlerde Tayvan’da çatışmanın eşiğine gelinmesini, Kuzey Kore’nin yanı başında gezinen Amerikan savaş ve uçak gemilerini de açıklayamazsınız. NATO’nun genişlemesinin kazandığı yeni boyutları, tasarlanmakta olan Asya-Pasifik NATO’su ve Ortadoğu NATO’sunu “otokratlara karşı demokrasi ve özgürlüklerin koruyucusu güçler” olarak karakterize etme noktasına kadar gidebilirsiniz. Ukrayna savaşı sürecinde azgın bir NATO savunucusu olarak yayın yapan İngiltere’nin sahte solcu Guardian gazetesi, 2014 yılında sayfalarını muhalif gazeteci John Pilger’e açmıştı. Pilger’in 13 Mayıs 2014 tarihli yazısının başlığı: “In Ukraine, the US is dragging us towards war with Russia” idi. “ABD Ukrayna'da bizi Rusya ile savaşa sürüklüyor” şeklinde çevrilebilir. Pilger yazının girişinde; “Washington'un Ukrayna'daki rolü ve rejimin neo-Nazilerine verdiği destek, dünyanın geri kalanı için büyük sonuçlar doğuracak.” saptamasını yapmıştı. Pilger’in yazısında vurguladığı ana unsurlar, NATO’nun genişlemesi hedefi doğrultusunda yürütülen kesintisiz faaliyetler, Rusya’nın askeri olarak kuşatılması, Ukrayna’da Rusça konuşan nüfusa yönelik esas olarak Neo-Nazi grupların ve onların denetimine geçen devlet kurumlarının sertleşen baskı ve şiddetiydi. Maydan Darbesi sonrası Kiev’in CİA özel birimlerinin cirit attığı bir kente dönüştüğünü yazan Pilger, ABD’nin ne yapmak istediğine dair şunları ifade etmişti: “NATO'nun askeri kuşatması, ABD'nin Ukrayna'daki etnik Ruslara yönelik saldırılarıyla birlikte hızlandı. Eğer Putin onların yardımına koşması için kışkırtılabilirse, önceden belirlenmiş ‘parya’ rolü, NATO tarafından yönetilen ve muhtemelen Rusya'nın içine de sıçrayacak bir gerilla savaşını meşrulaştıracaktır.”

Pilger meseleyi bu berraklıkta ortaya koymuş ve olası gelişmelerin çerçevesini böyle çizmişti. Bugün Guardian’da bırakalım bunları yazabilmeyi, tescilli faşistlere faşist bile diyemezsiniz. Bu durum, NATO’nun Ukrayna savaşına sadece askeri olarak değil siyasal ve ideolojik olarak da nasıl hazırlandığının güçlü bir göstergesidir. Alan temizleme operasyonlarıyla tüm Batı kamuoyu tek ses haline getirilmiştir. Pilger’in o dönem Guardian’da bunları yazabilmesinin yani sütunların ona açılabilmesinin nedeni, merkez Avrupa ülkeleri Almanya ve Fransa’nın Rusya ile bir anlaşmaya ulaşma yolunda adımlar atması ve henüz savaşçı bir pozisyona geçmemiş olmasıydı. Zizek türü soytarılar savaş sürecinde şu ya da bu gerekçeyle, son tahlilde NATO’nun savaş makinasının yağlanması için ihtiyaç duyulan gürültüyü çıkarma işini üstlenmiştir.    

Ülkemizde de sol, egemen anlatıyı sorgulamadan benimseme ve onu takip etme konusunda kötü bir sınav verdi. Zizek gibi doğrudan NATO’ya bağlılık pozisyonu alınmasa da, genel olarak benimsenen tarafsızlık tutumuyla NATO’nun saldırganlığı karşısında pasif kalındı. Emperyalizme ve onun saldırgan politikalarına karşı emekçi sınıflara bilinç ve eylem taşınmadı. Emperyalizmin Kuzey Akım 1-2 boru hatlarını bombalaması düzeyine ulaşan saldırganlığı gücünü aynı zamanda solun bu tarafsızlık politikasından aldı. Salgın sürecinde oldukça belirginleşen bir olgu, solun emperyalizmin ve egemen sınıfın anlatılarını yeterince sorgulamadan benimsemesi, Ukrayna’da yeni bir boyut kazandı.

S.o.: NATO’nun saflarına dolaylı yazılım bir nedeni olarak da Avrupa-merkezcilik bahsini açmalıyız belki de. Teorik sefaletin merkez üssü olarak Avrupa komünizmini ele aldığımızda, özellikle ülkemizdeki teorik üretimdeki yıkıcı etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz, bununla mücadele için ne yapılmalı?

C.A.: Bu soruyu yanıtlarken bir kez daha Zizek’e başvurmak ilginç olacaktır. Zizek’in konumu, daha önce de sözünü ettiğim, “başlıklar değişse de sahip olunan temel hareket noktalarının ve konumlanışların meselelere bakışı nasıl şekillendirdiğini görmek için olanak sağlayacaktır”. 2015 yılında Paris’i kana bulayan IŞİD saldırıları Avrupa’da bir süredir art arda gelen saldırıların doruk noktasıydı. Bu saldırılar sadece Avrupa’da değil tüm dünyada çok önemli etkiler yarattı. Avrupa’da güçlenmekte olan neo-faşist hareketler bu saldırıların yarattığı atmosferden yararlanarak yeni bir itilim kazandı. Kimlikler, göçmenler, İslam gibi başlıklar üzerine tartışmalar bu saldırılardan sonra arttı. Batı basınında saldırıların ve saldırganların resmedilişinde dikkat çeken başat unsur, “saldırılar Ortadoğu’da planlandı” söyleminin hakim olmasıydı. Bazı haberler, ismi açıklanmayan Batılı istihbaratçılara dayanarak Suriye ve Irak’a işaret ediyordu.

Konuyla ilgili ilk haberlere göre, saldırı Suriye’de bulunmuş IŞİD militanı Abdelhamid Abaoud tarafından Suriye’de planlanmış ve onun başında olduğu bir ekip tarafından gerçekleştirilmişti. Tüm ışıklar sözü edilen ismin üzerine çevrilmişti. Onun daha önce Suriye’de çektiği, Batı’yı tehdit ettiği videolar dolaşıma girdi. Bu saldırılardan 2 gün sonra Abdelhamid Abaoud Saint Denis’te saklandığı evde polis tarafından öldürüldü. Faslı bir göçmen ailenin çocuğu olan Abaoud Belçika’da doğmuş ve büyümüştü, Belçika vatandaşıydı. Suriye’de çekilen propaganda videolarında açık yüzüyle Avrupa’da saldırılar düzenleyecekleri tehdidini savuruyordu. Suriye’den dönmüş ve saldırıyı düzenleyecek ekibi oluşturmuştu. Abaoud’un ölümünden birkaç gün sonra Financial Times’taki geniş bir yazıda, onun 2 yıl içinde banliyölerde hırsızlık yapan bir gençten kitle katliamlarını yöneten bir cihatçıya nasıl dönüştüğünün öyküsü yer alıyordu. Abaoud 2 yıl içinde bir hırsızdan kitle katliamlarını planlayan ve yöneten bir IŞİD şefine dönüşmüştü. Banliyölerde hırsızlık yapan Abaoud’un öyküsü oluşturduğu saldırı grubunun diğer üyeleriyle örtüşüyordu.

Bataclan’a saldıranlardan Ömer İsmail Mustafa Cezayir’den gelmiş göçmen bir ailenin çocuğuydu. Fransa’da doğmuştu ve Fransız vatandaşıydı. 2004 ile 2010 arasında hırsızlık ve çeşitli suçlardan hapishaneye girip çıkmıştı. 2010 yılından beri, İslami radikalizm şüphelisi olarak Fransız istihbaratı tarafından gözetim altında tutuluyordu. Aynı saldırıda yer alan Sami Amimur Fransa’da yaşayan bir göçmen ailenin çocuğuydu. Fransız vatandaşıydı. 2012 yılında Yemen’e gitme hazırlığı yapan bir İslamcı grupla teması nedeniyle gözaltına alınmıştı. Serbest bırakılmış ve 2013’te Suriye’ye gitmişti. Oğlunun peşinden Suriye’ye giden babası, onu Halep’te bulmuş ancak geri dönmesi için ikna edememişti. Amimur’un babası, 2014 yılında Suriye’de gördüklerini ve oğlunun öyküsünü Fransa’nın etkili Le Monde gazetesine ayrıntılarıyla anlatmıştı. Bilal Hadfi’de Fransa’da doğmuş büyümüştü. İki yıl Suriye’de kaldıktan sonra Belçika’ya dönmüştü. İbrahim Abdülselam ve Salah Abdülselam kardeşler Fransa’da doğmuşlardı ve Fransız vatandaşlarıydı.

Tümünün ortak özelliği Avrupa’da doğmuş ve büyümüş banliyö gençliğinden olmalarıydı. Banliyö sözcüğünün kökleri, 11. Yüzyılda yoksulların yaşadığı yer anlamına gelen bannileuga sözcüğüne uzanıyor. 1920 ve 1930’larda Fransa’ya çalışmak için gelen ilk kuşak İtalyan ve İspanyol işçilerin yaşadığı, şehrin merkezi dışındaki yeni yerleşim birimleri bu ismi almış. 1930’lardaki Halk Cephesi hükümeti ve sol güçler bu yerleşim birimlerinde güçlü bir taban bulmuş. Sonraki göç dalgalarında bu yerleşim birimleri yeni göçmenlerin yaşam alanına dönüşmüş. Banliyöler uzun zamandır yoksulluk, suç, şiddet ve uyuşturucuyla birlikte anılıyor. Banliyö gençliği polis ve hapishaneyle erken tanışıyor. Bir araştırmaya göre, Fransa’da hapishanede bulunan toplam nüfusun % 70’ini banliyölerden Arap gençler oluşturuyor.

Saldırıları düzenleyenlerin neredeyse tümünün polis ve istihbarat örgütleri tarafından iyi bilinen bazı örneklerde izlenen isimler olduğu ortaya çıktığında, bu kez Batılı istihbarat örgütlerinin yetersizlikleri üzerine haber ve yorum fırtınası esmeye başladı. Polisin ve istihbaratın güçlendirilmesi, bütçe ve personel sayısının artırılması isteniyordu. Bunlar yerine getirildi. Terörle Mücadele Yasaları tahkim edildi. İstihbarat yetersizdi, neden mi? Bu soruyu, Fransa Devlet Başkanı Hollande’nin danışmanlığını yapan Kriminoloji Profesörü Alain Bauer şöyle yanıtlamıştı: “Caddelere birçok asker ve polis konuşlandırma çözüm değil. İhtiyaç duyulan erken ve kaliteli bilgi fakat bu da bizim kültürümüzün ya da Batı kültürünün bir parçası değil. Güvenlik servislerinin yeniden yapılandırılması gerekiyor ancak yüzlerce yıllık kültürün birden bire değiştirilmesi mümkün değil.” Bu temsil edici yaklaşım sık vurgulanan bir dizi unsuru içeriyordu: “Avrupa kültürünün özgürlükçü ve bireysel haklara dayalı olması güvenlik güçlerinin elini kolunu bağlıyor. Dinleme, izleme ve gözetleme yapmayı engelliyor.” Avrupa kültürü özgürlük ve gelişkin bireysel haklara dayalıyken, saldırıların planlandığı Ortadoğu ve halkları şiddete dayalı, geri İslami kültürün temsilcileri olarak sunuluyor ve yaşananlar bu kültürel karşıtlık üzerinden açıklanıyordu.

Burada dikkat çekilmesi gereken iki unsur var. İlki Dünyanın en gelişkin teknolojik olanaklarını kullanarak izleme, dinleme ve gözetleme yapan Batılı istihbarat örgütlerinin faaliyetlerinin “kültür” üzerinden gizlenmesidir. Bu örgütlerin faaliyetlerinin, kontrol güçlerinin arttırılmasıdır. İkincisi, “kültürel karşıtlık” temasını kullanarak, göçmen emekçilerin maruz kaldığı ağır sömürü ve baskının görünmez kılınmasıdır. Dikkatleri Ortadoğu’ya çekerek, saldırılara katılan tüm unsurların Avrupa kentlerinde doğmuş ve büyümüş olduğu; şiddetle, suçla ve dışlanmayla buralarda tanıştıkları unutturulmaya çalışılıyordu. Fransa’da doğmuş ve büyümüş olan Arap göçmenlerin neden hapishanelerin nüfusunun % 70’den fazlasını oluşturduğu da büyülü “kültür” kavramıyla açıklanmaya çalışılıyordu. Neden Avrupa’nın en ağır işlerinde en düşük ücretlere çalışıyor, üstüne birde ırkçı dışlama ve aşağılamaya maruz kalıyorlardı? Bu sorunun yanıtı ancak tarihsel, ekonomik ve siyasal bir dizi açıklayıcı ögenin bir araya getirilmesiyle yanıtlanabilirdi. Emperyalist Batı’nın egemen ideolojisinde yanıt hazırdı: Kültürel karşıtlık.

Marksist düşünür Samir Amin Avrupamerkezcilik konusunu incelediği kitabında, “Avrupamerkezcilik” demişti “birbirine indirgenmesi olanaksız farklı halkların tarihsel güzergahlarını çizen kültürel değişmezler bulunduğuna inanır”. Avrupamerkezcilik en özlü böyle ifade edilebilir. Avrupamerkezci yaklaşıma göre, kültürel değişmezlerin yön verdiği temel tutum, değer ve ölçülerin şekillendirdiği farklı tarihsel güzergahlar toplumların 19. yüzyıldaki “uygarlık” ve “barbarlık” konumlarını belirlemiştir. 20. Yüzyılda artık “barbarlık” yoktur ama Batı uygarlığı ve Doğu karşıtlığı vardır. Avrupamerkezcilik merkez emperyalist metropollerin 500 yıl içinde şekillenmiş dünya hakimiyeti ideolojisinin çekirdek elemanıdır. Değişen koşullarda farklı biçimler alır ancak temel elemanlarını korur. Ekim Devrimi ile ezilen ve sömürülenlerin ilk iktidarının kurulmasıyla birlikte, Sovyetler Birliği Doğu kapsamına girmiştir. Doğu bloku ile Batı bloku arasındaki karşıtlığın temeli, bu kez despotik, otokratik iktidarlar ile demokratik kültür arasındaki karşıtlık olarak kurulmuştur. Avrupamerkezciliğin şemasına göre, Rusya’da Bolşevik iktidarla Çarlık Despotizmi arasında tarihsel bir süreklilik vardır ve bu süreklilik “kültürde” köklenir. Toplumların tarihini şekillendiren sosyal ve ekonomik ilişki ve çelişkiler ve bunlardan kökünü alan sınıf mücadeleleri değildir, toplumların “kültürel” farklılıklarıdır.

Avrupamerkezcilik sol içine de sızmıştır. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşında kendi emperyalist devletlerinin savaşını destekleyen Avrupalı Sosyal Demokratlar büyük ölçüde Avrupamerkezci ideolojiden etkilenmişti. Benim anlayışıma göre, Avrupamerkezci ideolojinin sınıfsal karakterini en iyi kavrayan ve çekirdek elemanlarının eleştirisini geliştiren Lenin idi. Sosyalist ülkelerin dağılmasından sonra, Avrupamerkezci ideoloji yeni bir canlanma yaşadı ve sol içinde de daha fazla hissedilir oldu. Zizek’e bu noktada yeniden başvurmamız gerekiyor.

Fransa’da yaşanan saldırıların ardından Zizek söz aldı. Yürütülen tartışmalara müdahale ediyordu. Zizek yazısında “olayı daha iyi anlamalıyız” türü yaklaşımlara sert bir biçimde karşı çıkıyordu. “Olayı daha iyi anlamalıyız” türü yaklaşımlar, bu saldırıları düzenleyenlerin sınıfsal ve siyasi konumlarının analizini yaparak, yaşanan süreçlerin gerçekçi bir tablosunu ortaya koymak için çaba harcayanlardı. Egemen sınıf temsilcilerinin yaşananların bir “kültür çatışması” olduğu yönündeki ideolojik yönlendirmelerine karşı, yaşananların tarihsel, sınıfsal ve siyasal dinamiklerini açığa çıkararak nedenler ve sonuçlar arasında doğru bağlantıları kurmaya çalışanlara kızmıştı Zizek. Kızgınlığının nedeni şu yazdıklarından anlaşılıyordu: “Solun terketmesi gereken diğer tabu da toplumsal norm ve kurallarla ilgilidir. Mültecilerin çoğunluğunun Batı Avrupalı insan hakları nosyonuyla bağdaşmaz bir kültürden geldikleri açık bir gerçektir. Sol kendi temelini oluşturan Batılı değerlere sahip çıkmalıdır.” Görüldüğü gibi, Zizek mi konuşuyor, Avrupa’da sayısı artmakta olan Neo-Nazi bir demagog mu ayırt etmek güç. Çoğu örnekte görüldüğü gibi, Neo-Nazi akımlar geçmişte olduğu gibi kan, ırk farklılığına değil, kültür ve din farklılığına vurgu yapıyor.

Zizek’in Avrupa’nın göçmen sorununa bir çözüm önerisi de vardı. Önerisini şöyle açıklamıştı:

“Demokratik kaygılarla orda burda filizlenen bağımsız-sivil toplum hareketlerinin çuvallamaya mahkum olduğunu gördük, öyleyse kapitalizmin kısır döngüsü ancak “askerileşme” ile kırılabilir; ekonomilerin piyasa mantığına bırakılmasını askıya alacak bir “askerileşmeden” söz ediyoruz. Mülteci krizi de şimdi bu seçeneği denemek için belli bir olanak da sunuyor.

Bu göç kargaşasını ancak büyük ölçekte bir örgütlenme ve işbirliğinin yönetebileceği bellidir. Krize yakın bölgelerde (Türkiye, Libya, Lübnan) kabul merkezleri kurulmalı. Avrupa’ya giriş yapacaklar için ara istasyonlardan mültecilerin kalıcı yerleşim yerlerine doğru dağılımları düzenlenmelidir. Ancak askeri örgütlenme biçimi bu ölçekte bir işin üstesinden gelebilir. Askeriyenin devreye girmesi aşırı vahim bir durumu çağrıştıracak itirazları yersizdir.”

Önerisini ortaya koyan Zizek şunu eklemeyi de ihmal etmez: “Mülteci krizini kontrol altına almak, zamane solcu tabuların da yıkılması anlamına gelecektir.”

Zizek “felsefe yapar” ve “solcu tabuları yıkar”. Piyasa mantığı uyarınca işleyen bir toplum ve devletin askeri birimleri nasıl olacak ta piyasa mantığını askıya alacak? Bu safsata, söylediklerinin anlamını iyi bilen bir soytarının “solcu namusu kurtarma” uyanıklığının tekrarıdır. Avrupa’da bir proletarya iktidarı yok. Emperyalist merkezlerde toplumsal ilişkilere ve devlet aygıtlarına piyasa mantığı hükmediyor. Bu koşullarda göçmen krizini “askerileşme” ile çözme önerisi ne anlama gelir? Egemen sınıfın baskı aygıtlarının işe koşulması. Bu konuda Türkiye deneyimi bir “ara istasyon” örneğidir, benzeri Libya’da da vardır. Avrupa egemenleri zaten kendi projeleri üzerinde çalışmaktadır. Libya sahillerinde Avrupalı askerler tarafından korunan “ara istasyon” oluşturma projesi ilgili Avrupa Birliği kurumlarında senelerce tartışılmıştır. Zizek’in parlak fikirlerine ihtiyaçları yoktur. Avrupa Birliği Frontex adlı kurumu aracılığıyla zaten göçmen krizini askerileştirmektedir. Zizek bir tek, “ara istasyonlardan” Avrupa kültürüne uygun olan göçmenler seçilerek alınsın önerisini yapmamış, “ne de olsa serde solculuk var, o kadar ileri gitmeyeyim” demiştir muhtemelen.

2005 yılında Paris’te iki göçmen gencin polis şiddeti nedeniyle ölmesinin ardından patlayan Banliyö İsyanına katılan göçmen gençliği harekete geçiren şey “inatçı kültürleri” değildi. Ailelerinin ve kendilerinin maruz kaldığı ağır sömürü ve bizatihi hedef oldukları ırksal şiddetti. Batı burjuvazisinin soytarısı konumuna gelmiş filozof içinse, bu tür saptamalar “terk edilmesi gereken solcu tabular…”dır.

S.o.: Avrupalı(lık) bahsiyle birlikte Russofobi bahsi de hem metinleriniz hem kitaplarınızda değindiğiniz bir konu. Russofobi’nin bilindik doğulu/barbar ile batılı/medeni retoriğinde işlevi nedir? Avrupa solunda kökenini nereye kadar indirebiliyoruz? Hem ülkemizde hem de dünyada etkili olan bu marazı nasıl anlayabiliriz?

C.A.: Russofobi Avrupamerkezci ideolojinin önemli bir unsurudur. “Slav barbarlığı”, “Rus barbarlığı” kavramları 18. Ve 19. Yüzyılda yaygın kullanılıyordu. Rus Çarlığının Fransız Devrimi sonrası Avrupa’da gericiliğin vurucu gücü gibi hareket etmesi, Rusya’ya karşı zaten var olan karşıtlığın güçlenmesini ve yaygınlaşmasını beraberinde getirdi. Avrupa’dan Rusya’ya bakıldığında sadece bir Despotizm görülüyordu. Oysa Rusya’da sosyo-ekonomik ilişkiler ve sınıf mücadeleleri hızla gelişiyordu. Bu gelişmeye paralel olarak Rusya’da düşünce, kültür ve sanat hayatı da yüksek tempolu bir ilerleme sergilemişti. Bu nedenle, bugün gelişen yeni Russofobi dalgası nedeniyle Avrupa ve Amerika’da yasaklanan Rus düşüncesi, edebiyatı ve müziğinin klasik eserleri kısa bir süre öncesine kadar insanlığın zengin birikiminin esaslı parçaları olarak kabul görüyordu. Gerek sosyo-ekonomik gelişme ve sınıf mücadelesindeki canlanma, gerekse canlı düşünsel ve kültürel zenginlik, Marks ve Engels’in Avrupamerkezci önyargılardan kurtulup Rusya ile daha yakından ilgilenmelerinin önünü açtı. Marks ilerleyen yaşına rağmen Rusça öğrendi. Rusça okuduğu Çernişevski ve başka bazı Rus yazarlardan övgüyle söz ediyor, Rusya’da gelişen yeni devrimci hareketlerle yakın temas kuruyordu. Son yıllarında yazdığı bazı yazılarda, bir Avrupa Devrimini harekete geçirecek öncü Rus Devrimi düşüncesine ulaşmıştı.

Avrupa’da Marks-Engels sonrası Sosyal-Demokrasinin önemli figürleri sadece onların değişen yaklaşımlarına mesafeli durmakla kalmadı, daha geriye gitti. Alman Sosyal Demokratlar tarafından yayınlanan Aylık Sosyalist Derginin editörü Leuthner’in en fazla gündeme getirdiği konulardan biri, “Slav barbarlığına” karşı Avrupa’nın kültür misyonunu temsil eden Alman gücünün önemiydi ve ona göre, Alman gücü kaynağını Alman kültürünün üstünlüğünden almaktaydı. Leuthner esas olarak, sömürge talanında geç kalmış Alman burjuvazisinin sömürgeci yayılma arzusunun sözcülüğünü Sosyalist bir kılık altında seslendiriyordu. Avrupalı Sosyal Demokratlar Avrupa ve Rusya’daki sosyal mücadeleler arasında kategorik bir farklılık olduğunu sürekli vurguluyordu. Roza Lüksemburg 1905 Rus Devrimi üzerine Avrupa’da yürütülen tartışmalarda, “Rus devrimini görülmeye değer güzel bir manzara olarak, Rusya’ya özgü bir şey olarak anlamak bütünüyle yanılgı olur. Alman işçilerinin Rus devrimini sadece Rus proletaryasıyla uluslararası sınıf dayanışması anlamında değil, ayrıca kendi toplumsal ve siyasal tarihlerinin bir bölümü olarak da kendi işleri gibi görmeleri yaşamsal önemdedir.” dediğinde; mesela Karl Kautsky ona, “Yoldaş Luxemburg’un burada ileri sürdüğü bu anlayış Rus devriminin koşullarına, devirme taktiğinin yerinde olduğu o koşullara pekâlâ uygundu. Ancak, partimizin yıpratma stratejisinin dayandığı deneyimlerle tam olarak çelişmektedir.” yanıtını vermekteydi. Bu yanıtı vermekteydi çünkü ona göre, Rusya’da despotizm, Avrupa’da demokrasi egemendi. Rus proletaryası Ekim Devrimi ile yeni bir çağ açtı. Ekim Devriminin üzerinden çok geçmeden, Avrupa demokrasisinin topları ve tüfekleri Sovyetler iktidarı için sokaklara çıkan Alman proletaryasının üzerine çevrildi. Yüksek Alman kültürü kapitalist düzenle uzlaşan Sosyalistleri ödüllendiriyor, makam sahibi yapıyor ve Roza Lüksemburg ve Karl Liebnecht gibi uzlaşmayıp emekçi iktidarında ısrar edenlerin başını dipçiklerle eziyordu.

Almanya’yı emperyalist savaşa sokan Şansölye Bethmann Holweg, Almanya’nın Rusya’ya savaş ilanından hemen sonra, kendisine Rusya’ya savaş ilan etmek için neden erken davrandığı sorusunu soran eski Şansölye’ye, bunu yapmadan sosyalistlerin savaşmasını sağlayamayacağı yanıtını vermiş. Bu yanıt Russofobi’nin Alman Sosyalist hareketi içindeki yaygınlığını ve gücünü gösterir. Alman Sosyal Demokratlarının savaş ilanından sonra yayınladığı savaşta Alman devletine destek bildirisinde vurgulanan ögeler sanırım meselenin daha iyi görülmesine olanak sağlayacaktır: “Rus despotizminin zafere ulaşması, halkımız ve ulusumuzun barışçıl gelişimi açısından her şeyi tehlikeye düşürecektir.  Şu anda hepimiz, her şeyden önce Rus boyunduruğuna karşı savaşmayı görev biliyoruz. Almanya’nın kadınları ve çocukları Rus canavarlıklarının kurbanı olmamalıdır. Alman ülkesi Kazakların ganimeti olmamalı. Çünkü Üçlü İttifak kazanırsa, bir İngiliz vali ya da Fransız cumhuriyetçi değil, Rus Çarı Almanya’ya hükmedecek. Bu yüzden şu anda Alman kültürü ve Alman özgürlüğü adına ne varsa, hepsini acımasız ve barbar bir düşmana karşı savunuyoruz.”

Avrupa’da Russofobi’nin boyutlarını en iyi dönemin sosyalistleri arasındaki yaygınlığından kavramak mümkündür. Ekim Devrimi ve Bolşevik iktidarına karşı keskin bir muhalefet geliştiren Karl Kautsky, eleştirisinin temelini demokrasi ve despotizm karşıtlığı üzerine kurmuş; tarihsel süreklilik gereği Bolşevik iktidara sadece Çarlık despotizmini yeniden üretme rolü yüklemişti. 20. Yüzyılda Batı’da Sovyetler ülkesine yönelik ideolojik saldırıların merkezinde Sosyal Demokratların ürettiği bu model önemli bir yer tutuyordu. Doğu ile Batı arasında varsayılan kategorik karşıtlık bu sofistike ideolojik üretimlerle yeni boyutlar kazanmıştı. Burjuva batı kültürünün derinlerine yerleşmiş bir Russofobi vardı ve Rusya Federasyonu istenen rotaya girmediğinde Russofobi’yi canlandıracak kampanyaların gündeme gelmesi mümkündü. 2014 Maydan Darbesi sonrası Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Donbas’ta direnen Rusça konuşan nüfusa destek sağlaması yeni bir Russofobi dalgasının örgütlenmesindeki belirleyici momenttir. O günlerde Avrupa ve Amerika ana medyası tek ses olmuş, Otokratik Putin iktidarına karşı Batı demokrasisini koruma kampanyaları düzenliyordu. Batı demokrasilerini koruma savaşının öncephe savaşçıları Neo-Nazi unsurlardan oluşuyordu.

Emperyalist savaşta kendi devletlerini destekleyen Alman Sosyal Demokratlar “Alman ülkesi Kazakların ganimeti olmamalı” diyordu. Ukrayna savaşının başlamasından sonra Wall Street Journal gazetesinin manşetinde, otantik bir Kazak askeri elbisesi giydirilmiş Putin at üstünde savaşa gidiyordu. Kritik momentlerde toplumların kolektif hafızasının canlanması ve (ya) canlandırılması yeni bir şey değil. Batı’da bu süreçte çılgınlık boyutlarına ulaşmış bir propaganda kampanyasıyla karşı karşıyayız, bu nedenle böyle manzaralarla karşılaşmak şaşırtmıyor. Yeşil bir kılık altındaki Alman Dışişleri Bakanının, ya da Sosyal Demokrat etiketi altındaki Alman Şansölyesinin Leuthner ya da Kautsky’nin yeniden doğuşu olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Gelenek hızla canlanmıştır. 

Merriam Webster sözlüğünde İngilizce bir sözcük olan jingoizmin anlamı, “Özellikle savaşçı bir dış politikayla belirlenen aşırı şovenizm ve milliyetçilik” olarak açıklanıyor. Bu sözcüğün bir tarihi var ancak sözlükte belirtilen anlamını esas olarak 1853-1856 Kırım savaşı esnasında İngiltere’nin Rusya’ya karşı savaşa girmesinden önce ve savaşa girdikten sonra yürütülen büyük Rus karşıtı propaganda kampanyası aracılığıyla kazandığını biliyoruz. Russofobi’nin derin kökleri üzerine düşünürken bu tarihsel gerçekleri hiç unutmamak gerekiyor. Kırım savaşında yüksel

2016 yılında Avrupa’nın “göçmen krizi” ana gündem olduğu günlerde Roma’daydım. Avrupa Birliğinin ilgili kurumu o günlerde bu sorun için toplantılar yapıyordu. Bir sabah İtalya’nın “ciddi” gazetelerinden birinde dönemin İtalya Başbakanı Matteo Renzi’nin bir haçlı askeri üniforması giymiş at üstünde bir çizimini gördüm. Arkadaşıma bu çizimin hangi haber için kullanıldığını sordum. Arkadaşım o günlerde Avrupa Birliğinde “göçmen krizine” çözüm olarak Libya’da “ara istasyon” kurulması ve Avrupa Birliği askerlerinin bu noktayı kontrol etmesi tartışmalarına dair bir habere ait olduğunu söyledi. Haberde Haçlı seferlerine dair bir sembol kullanılmıştı ancak İtalyan Ordusunun Libya’yı işgali daha yakın tarihliydi. Libya 100 yıl önce İtalyan Ordusu tarafından işgal edilmişti. Çok büyük katliamlar gerçekleştirilmişti. İtalyanlar “vahşi”, “barbar” Libyalılara uygarlık getirmişti ancak nankörler “inatçı kültürleri” nedeniyle savaşmayı seçmişti. Emperyalizmin Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik yakın tarihteki saldırganlığında, geçmişte kaldığı sanılan sembollerin yeni biçimler kazanarak döndüğüne şahit olduk. Şu an Batı’da esmekte olan Russofobi fırtınasını bu noktadan kavramak yararlıdır. İşçi Partisi İngiltere’de emperyalist burjuvaziye hizmet eden ana siyasi oluşumlardandır. Rus karşıtı ve NATO yanlısı propaganda öylesi boyutlar kazanmıştır ki; İşçi Partisinin yıllık konferansında konuşan delege Angelo Sanchez’in sarf ettiği, “NATO’yu savunduğunuzda Ukrayna’yı savunmuş olmuyorsunuz, ABD hegemonyasını savunmuş oluyorsunuz” sözleri nedeniyle delegeliği askıya alındı.

Russofobi esas olarak, emperyalizmin Doğu’ya açılma sürecinin bir gereği olarak gelişmiştir. Avrupamerkezci ideolojinin bir çeperi itibariyle aynı emperyal ihtiyaç ve onun bir başka ve benzer ideolojik terennümü İran karşıtlığı bağlamında, İslamofobi düzeyinde öne sürülmektedir. Çünkü 20. Yüzyıl başında modern kolektif aksiyon üretici gücü olarak Rus proletaryası ve 20. Yüzyıl sonlarına doğru kadim tarihsel kolektif aksiyon üretici gücü olarak İran devrimi emperyalizmin doğuya açılma hayalini yıkmıştır. Avrupamerkezcilik emperyal yayılma ihtiyacının ideolojik ifadesidir. Ülkemizde Kemalist modernleşmenin kuyrukçusu küçük-burjuva solun, emperyalizmin iki direnç noktasına karşı saldırılarında onunla farklı ama aynı tonda ideolojik ve siyasi zeminde buluşmaları kolay ve mümkün olabilmektedir. Devrimin Ortadoğu merkezli inisiyatifi bu ideolojik kalıpları yıkarak Leninist temellerde kavranmayı ve pratikleşmeyi Türkiye ve bölge devrimcilerine dayatmaktadır.

S.o.: Ukrayna-Rusya meselesini mutlaka tutmamız gereken bir tarafı ile daha temasa geçmeliyiz diye düşünüyorum. O da mevcut “enerji krizi”. Yeşil kimi alternatiflerin propagandaları özellikle akademik sol çevrelerde anaakım haline gelmişken, son gelişmeler ışığında bu enerji meselesinin ahvali nereye gidecek?

C.A.: Enerji krizinin yanına gıda krizini eklemek gerekir. Aylardır gündemden düşmeyen iki konu. Bunlara Ukrayna savaşının yol açtığı sürekli tekrarlanıyor. Avrupa’da enerji faturaları rekor seviyelere yükseldi. Faturaları sürekli şişen emekçiler ve küçük işletmeler bu süreçte ağır darbeler alıyor. Bu tablonun bir tarafı ancak birde tablonun diğer tarafı var. Onu Amerikan Finans-Kapitalinin sözcülerinden Wall Street Journal’ın 22 Eylül tarihli şu haber başlığı özetliyor: “Avrupa’da Enerji Krizinin Kazananı ABD”. Sadece kaybedenler yok, kazananlar da var, hep olduğu gibi. Rusya’ya yönelik yaptırımlar nedeniyle ABD Avrupa’ya çok yüksek fiyattan LNG satıyor, ama sadece bu kadar değil. ABD’de enerji fiyatlarının Avrupa’ya göre daha istikrarlı bir seyir izlemesi ve ABD hükümetinin uygulamaya başladığı mali teşvik ve özendiriciler, Alman ve Avrupa şirketlerinin ABD’ye yönelmesini sağladı. Haberde, bu gelişmelerin ayrıntıları üzerine önemli bilgiler var. ABD egemenleri şimdilik keyifli…

Enerji krizi esas olarak, Avrupa ile Rusya arasındaki enerji ticaretinin engellenmesi, aralarındaki bağların koparılması hedefiyle yürütülen faaliyetlerin ürünü. Ukrayna savaşından çok önce başlamıştı bu faaliyetler. Hafızalar zayıf ama 2018 yılında Trump’ın Merkel’i Rusya’yla enerji ticaretinin artması nedeniyle basın önünde azarlamasına dair haber manşetlerini anımsamak gerekiyor. Başlangıcından itibaren Kuzey Akım 2 Projesine yönelik ABD muhalefetini ve projeye katılan şirketlere yönelik ABD yaptırımlarını anımsatmak gerekir. 2018 yılında Trump’ın Kuzey Akım 2 Projesinin durdurulması için yaptığı çağrılar dönemin Alman yöneticilerini öfkelendirmişti. Alman milletvekili Rolf Mützenich bu tür taleplerin “Alman ve Avrupalı şirketleri etkilediğini ve içişlerimize müdahale anlamına geldiğini” söylüyor ve devam ediyordu: “Görünüşe göre AB ve Almanya, Trump için müttefik ortaklar değil, haraç veren vasallar.” Biden seçilmesinin hemen ardından “ABD geri döndü” demişti. Trump’ın hedefini o gerçekleştirdi ve Avrupa’yı “haraç veren vasallar” konumuna getirdi. Rus gazından çok daha yüksek fiyata LNG almak haraç vermek değilse nedir? Alman sanayinin enerji fiyatlarındaki yükseliş nedeniyle çok ciddi sıkıntılar yaşadığını bizzat Alman sanayi kurumlarının temsilcileri yüksek sesle ifade ediyor. Alman çiftçiler üretim kapasitelerine vurulan ağır darbeler nedeniyle büyük eylemler düzenliyor. Bunlar vasal konumuna düşmekten başka ne anlama gelir? Der Spiegel dergisinin Alman Perakendeciler Birliği’ne dayanarak verdiği bilgiye göre, 15.000 mağaza, artan enerji fiyatları nedeniyle kapanma tehlikesiyle karşı karşıya. Henüz acılı geçeceği kesin olan kış gelmeden önemli sonuçlar ortaya çıkmaya başladı.  

ABD enerji tekellerinin bu süreçte çok yüksek karlılık düzeylerine ulaştığı artık sıradanlaşan haberlerden. Bugün enerji krizi olarak kodlanan olayın özü budur. Amerikan emperyalizminin Rusya’yı zayıflatma ve izole etme hedefiyle ürettiği politikaların bedelini Avrupa’nın ve dünyanın emekçileri şişen faturalarla ödüyor. Kuzey Akım 1 ve 2 boru hatlarına yönelik saldırı, meselenin önemini ve savaşın boyutlarını bir kez daha gözler önüne serdi. Baltık Denizi’nin altından Almanya’ya Rus doğalgazını taşıyan boru hattı, Avrupa ile Rusya arasında olası bir yumuşama sonrasında gaz akışının yeniden sağlanması noktasında stratejik bir önem taşıyordu. Bu saldırılarla birlikte, en az 6 ay kullanılamayacak. Bazı açıklamalara göre, hiç kullanılamayacak bir durumda. Bunun anlamı nedir? Birileri Avrupa enerji krizinin uzaması ve derinleşmesi için elinden geleni yapıyor. Bu çapta büyük saldırılar düzenliyor. Bu saldırıyla birlikte, en azından bu kışın Avrupa’da çok istisnai koşullar altında yaşanacağı kesinleşti. Öyle zamanlarda yaşanıyor ki, boru hattı saldırısının duyulmasının ardından, bu saldırıyı Rusya’nın düzenlediği yönünde haber ve yorumlar ortalığı kapladı. İddialara göre, Rusya elindeki en güçlü pazarlık aracını ve bir anlaşmaya ulaşıldığında en önemli gelir kaynağına dönüşecek boru hattını bombalamıştı. Oysa 7 Şubat 2022’de yani Rusya’nın askeri operasyonu başlamazdan önce ABD ziyaretinde bulunan Almanya Şansölyesi Scholz ABD Başkanı Biden’la birlikte basın karşısına çıkmıştı. Biden, “Eğer Rusya istila ederse, artık o zaman Kuzey Akım 2 olmayacak, onu sona erdireceğiz.” demişti. Bir gazeteci, Biden’a bunun Almanya ve diğer Avrupalı müttefiklerin bir projesi olduğunu anımsatmış ve “bunu nasıl yapacaksınız” sorusunu sormuştu. Biden’ın yanıtı: “Size söz veriyorum. Bunu yapabilecek durumdayız” olmuştu. Projenin sahibiyse Biden’ın yanında sus pus duruyordu.

Çeşitli kaynaklarda yer alan bir iddiaya göre, boru hatlarına yönelik saldırıların düzenlendiği günlerde, Almanya ve Rusya arasında enerji ticaretinin yeniden başlamasının koşullarının müzakere edildiği gizli görüşmeler başlamıştı. Kış yaklaşırken Alman halkının artan hoşnutsuzluğu sokak eylemlerinde ifadesini buluyordu ve bunun Alman hükümeti üzerinde yarattığı baskının gizli görüşmelerin kapısını açmış olması muhtemel. Aynı zaman diliminde, Almanya’nın Ukrayna’ya silah göndermekte yavaş ve isteksiz davrandığı bizzat Zelensky tarafından dile getirilmişti. Boru hattı saldırısının ardından, konuya ilişkin bir açıklama ABD Dışişleri Bakanı Blinken’dan geldi. Blinken, boru hatlarına yönelik saldırının “Rus enerjisine olan bağımlılığı kesin olarak ortadan kaldırmak ve böylece Vladimir Putin'in emperyal tasarımlarını ilerletme aracı olarak enerjiyi silah olarak kullanmasını elinden almak için muazzam bir fırsat” yarattığını söyledi. ABD’nin Avrupa’nın en büyük LNG tedarikçisi konumuna geldiğini belirten Blinken, Avrupalı müttefikleriyle enerji krizinin çözümü için sıkı bir çalışma yürüttüklerini sözlerine ekledi.

Emekçiler ve küçük işletme sahipleri şişen enerji faturalarıyla boğuşurken, enerji şirketleri kasalarını doldurmaya devam ediyor. Enerji şirketleri bu krizi fırsata çevirmiş durumda ve Bileşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres dahi, “sıradan insanların yaşadığı sıkıntılar dikkate alınmalı, bu dönemde çok yüksek karlar elde eden enerji şirketlerine ek vergiler getirilmeli” çağrısı yapmak zorunda kalıyor. Enerji krizinin gerisinde ABD’nin jeo-stratejik öncelikleri doğrultusunda yaptığı hamleler bulunuyor ve enerji kaynakları ve gıda maddeleri bağımlı ülkelerin kontrol altında tutulmasında önemli işlevlere sahip. 

Bu süreçte, gıda maddeleri fiyatlarındaki yükseliş, enerji fiyatlarındaki yükselişle birlikte emekçilerin bütçesine yönelik saldırının bir başka ayağını oluşturdu. Konuyla ilişkili büyük dezenformasyon fırtınasının ardında yalın bir gerçek bulunuyordu ve bu gerçeği Sürdürülebilir Gıda Sistemleri Uluslararası Uzmanlar Paneli bir raporla açıkladı. Dünyada gıda maddeleri arzında herhangi bir sıkıntı yoktu ancak buna rağmen fiyatlar artmaya devam ediyordu. Sorun gıda maddeleri kıtlığı değil, gıda maddeleri üzerinde ciddi piyasa spekülasyonları yapılmasıydı. Yakınlarda yapılan kapsamlı bir araştırmaya göre, sorunun özü, “insanların ihtiyaçları ve gerçek gıda güvenliği pahasına kurumsal tarım tüccarlarının ve girdi tedarikçilerinin çıkarlarına hizmet eden, doğası gereği kusurlu bir küresel gıda sisteminin” varlığında yatmaktadır. Önemli gıda maddeleri üreticileri olarak Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş kuşkusuz ki belirli bir etkide bulunmuştur ancak dünya çapında faaliyet gösteren büyük gıda tekellerinin şekillendirdiği kapitalist gıda maddeleri üretim ve ticaretinin doğası ortaya konulmadan konunun anlaşılması mümkün değildir. Dünya tahıl ticaretinin yaklaşık yüzde 80’i Batılı ADM, Bunge, Cargill ve (Louis) Dreyfus tekelleri tarafından kontrol ediliyor. Bu oranın yüzde 90 olabileceği de kabul ediliyor, bu tekellerin bazı bilgileri paylaşmamaları nedeniyle kesin bir rakam verilemiyor. Dünya tahılının yüzde 80’i üzerindeki hakimiyetin kendisi dahi gıda maddeleri üretiminin ve ticaretinin nasıl ve kimler tarafından domine edildiğinin çarpıcı bir göstergesidir.

Cargill, ADM ve Bunge sektörde pek çok ortaklıklara da sahip olan rakipler. Gıda maddeleri üretiminin önemli bir parçası olarak dünya tohum piyasasının yüzde 50’si Batılı Monsanto, Dupont, Syngenta ve Limagrain tarafından kontrol ediliyor. Tarım kimyasalları piyasasının yüzde 75’ini Batılı Dupont, Monsanto, Syngenta, DOW, Bayer ve BASF kontrol ediyor. Üretim ve ticaret ağlarıyla dünyayı sarmış bu tekeller uzun yıllardır piyasaları kendi çıkarları doğrultusunda şekillendiriyor. Gıda maddeleri üretimi ve ticareti insan ihtiyaçları odaklı değil bu tekellerin daha fazla kar arayışı odaklı işliyor. Böyle olduğu için, mesela Irak işgalinden sonra ABD yönetimi Irak’ta tarımsal üretimi yeniden yapılandırmak için özel bir birim kurduğunda, birimin başına Cargill’in CEO’su Dan Amstutz’u geçiriyor. 1988’de Uruguay’da gerçekleştirilen toplantılarla tarım ticareti de içinde olmak üzere dünya ticaretinin kuralları neo-liberal bir çerçeve doğrultusunda yeniden belirlendi. Uruguay’da ABD heyetinin baş müzakerecisi yine Amstutz idi. Amstutz sadece Cargill CEO’su olarak görev yapmamıştı, bir dönem ABD finans tekeli Goldmann Sachs’ın da yönetimindeydi. Emperyalizm, şirket ve devlet bütünleşmesinin en net görüntülerini gıda ve enerji tekellerinin ABD emperyalizmiyle organik ilişkisinde görmek mümkündür. Gıda ve enerji tekellerinin faaliyetleri ve çıkarları ile ABD emperyalizminin jeo-stratejik tasarımları sadece içi içe geçmekle kalmamıştır, ABD’nin askeri, siyasi faaliyetleri şirketlerin ekonomik faaliyetlerinin bütünleyici parçası olmuştur.

Dünyanın en büyük Varlık Yönetimi firmaları ABD merkezli BlackRock, Vanguard ve State Street tahıl piyasası devleri ADM, Bunge ve Cargill’in büyük hissedarlarıdır. Dünyada et üretimi ve ticaretinin en büyükleri JBS, Mafrig ve Minerva’nın büyük hissedarları yine bu Varlık Yönetimi firmalarıdır. Coca Cola ve Pepsi Cola’nın da hissedarları olan bu firmalar ilaç tekelleri Pfizer ve Moderna’nın da büyük hissedarlarıdır. Dünya gıda maddeleri üretim ve ticaretini kontrol eden büyük tekeller ve onların hissedarları tekelci bir kompleks oluşturmuştur. Bu tekelci kompleks tam olarak Leninist Finans-Kapital kavramına denk düşer. ADM, Bunge ve Cargill’in faaliyetlerinin en büyük finansörü JP Morgan adlı Amerikan finans tekelidir. JP Morgan’ın en büyük hissedarları yine BlackRock ve Vanguard’dır. Gıda maddeleri fiyat artışlarından doğan ekstra karlardan en fazla yararlananlar bu gruplar olmuştur. Tekellerin dünya çapındaki faaliyetleri, birçok ülkede tarımda yaşanan yıkımın asli nedenidir. Son 40 yılda birçok ülkede gıda-tarım dengesinin bozulması gıda tekellerinin kar odaklı müdahalelerinin ürünüdür. Bu gerçekliği tarihsel bir dizi örnekle daha açıklayıcı kılmak mümkündür. İspanyol işgali sonrası İnka halkının büyük bir kıyıma uğramasında askeri şiddet ve bağışık olunmayan hastalıklarla birlikte önemli bir başka faktör, işgalcilerin İnka tarım sistemini yıkması olmuştur.

Uzun bir zaman diliminin deneyimine dayanarak oluşmuş İnka tarım sisteminin yerine kendi ihtiyaçları doğrultusunda, ağırlıklı olarak kendi ihtiyaç duydukları ihraç ürünlerine dayalı bir sistemi dayatan işgalciler İnka gıda-tarım dengesini bozarak temel gıda maddeleri kıtlığının yaşanmasına yol açmıştır. Bu kıtlıklar İnka halkının büyük kayıplar vermesine neden olmuştur. Benzer bir biçimde, 19. Yüzyılda Hindistan halkı temel gıda maddeleri kıtlığı nedeniyle milyonlarca insanını kaybederken, Hindistan’dan tahıl yükleyen gemiler İngiltere’ye doğru yola çıkıyordu. Günümüzde koşullar farklı ancak hakimiyet, sömürü ve bağımlılık ilişkileri açısından çok benzer mekanizmalar işlemeye devam ediyor. Ukrayna tahılının dünyayı büyük bir açlık tehlikesinden kurtarması miti, savaş sırasında yaratılan benzeri birçok mit gibi bir Halkla ilişkiler operasyonuydu. Tekellerin ticari spekülasyonlarının görünmez kılınmasını, Ukrayna’nın bir kurtarıcı olarak parlatılmasını sağlıyordu. Gıda krizi ile ilgili önemli bir araştırma Navdanya International tarafından temmuz ayında yayınlandı. Araştırmanın başlığı meselenin özünü son derece başarılı bir biçimde yansıtıyordu: “Açlık Ekmek, Kâr Biçmek – Tasarımdan Kaynaklanan Bir Gıda Krizi”.  

 

-devam edecek-

22 Ekim 2022

Cenk Ağcabay ile Söyleşi: Büyük Sıfırlama, Salgın ve Finans-Kapitalin Gelecek Tasarımı -I-