Loading...

Cenk Ağcabay ile Söyleşi: Büyük Sıfırlama, Salgın ve Finans-Kapitalin Gelecek Tasarımı -III-


Korku Salgını: Gerçek ve algı arasındaki kopuş

Sosyalizm.org: Enerji krizine “alternatif” olarak yutturulmak istenen projelerden biri de topyekûn bir yeşil dönüşüm. Hâkim sınıflar son yıllarda buna benzer pek çok program daha açıkladılar, hepsi adeta bir bam telinde bir araya geliyor: Great reset. Pandemi sürecinden bugüne kadar sabit bir hat üzerinde, bir program çerçevesinde tuşlara basıldığını tahayyül edersek eğer, bu durum karşısında hangi sözü üretmeliyiz?

Cenk Ağcabay: Salgın süreci gerçek boyutlarıyla neredeyse hiç tartışılamadı. Salgın sürecinde egemen sınıfın ürettiği ve yaydığı covid anlatısını sorgulamak fiilen yasaklandı. Bu süreçte halklara karşı, tarihin gördüğü en büyük psikolojik savaş yürütüldü. Bu benzersizdi. Korkuyu yayarak kitleleri itaatkâr kılmak egemen sınıfların hep başvurduğu bir enstrümandı ancak hiçbir zaman salgın sürecinde kazandığı boyuta ulaşmamıştı. Bu boyutlara ulaşılmasında, gelişen bilişim teknolojisinin olanakları belirleyici oldu. Anlatılan öz olarak şuydu: Doğadan bir virüs gelmişti, çok tehlikeliydi, hakkında çok az şey biliniyordu. Bu bir savaştı. Bilmediğimiz bir düşmana karşı savaşmak için hemen her şeyi bilgili sağlık uzmanlarına ve hükümet direktiflerine bırakmalı ve evlerde saklanmalıydık. Bunu sorgulayanlara sosyal sorumluluklarını bilmeyen bireyciler, bazı ülkelerde «dede, nine katilleri» denilecek kadar pervasızlaşılmıştı. Dikkat edilecek olursa, egemen sınıf argümanlarını son derece bilinçli seçmişti. «Dede, nine katilleri» sözü aslında gerçeğin bir yönünü oluşturuyordu, hastalık esas olarak yaşlı ve başka belirli hastalıklarla mücadele eden insanlar üzerinde ölümcül sonuçlar yaratıyordu.

Sol, bu süreçte ağırlıklı olarak «bilimin rehberliğine» duyduğu inançla, egemen sınıfın anlatısını sorgulamadan benimsedi. Oysa psikolojik savaş aparatları aracılığıyla bilinçli yaratılan korku salgını son derece açıklayıcıydı. Ciddi bir halk sağlığı tehlikesi var olduğunda ilk yapılması gereken korku ve paniği engellemeye çalışmaktır, onu bilinçli olarak üretmek ve dalga dalga yaymak değil. Çok iyi bilinir ki korku ve panik insanı felç eder, zayıf düşürür. Yapılan ise benzeri görülmemiş bir korku dalgasının yayılmasıydı. İngiltere’de salgın sürecinde hükümete danışmanlık yapan Davranış ve İletişim Üzerine Bilimsel Pandemi Grubu, insanların kendilerini yeterince tehdit altında hissetmediklerini tespit etmiş ve bu nedenle tehlike hissinin seviyesini yükseltecek adımlar atılmasını önermişti. Hükümet, bu öneriyi hayata geçirmek için bir halkla ilişkiler şirketiyle, çok yüksek miktarda ödemeler yaptığı bir anlaşma imzaladı. Tehlike hissinin seviyesi yükseltilmeliydi. Hükümetler tehlike hissinin seviyesini yükseltmek için özel şirketlere para yağdırıyordu. İngiliz hükümetine «sert, yoğun ve duygusal mesajlar verilmesi» tavsiye edilmişti. Öyle de oldu. Kamuoyuna sızan Alman İçişleri Bakanlığı belgelerinde, bakanlık ve üniversiteler arasında yapılan toplantıların ana konusunun «korku ve itaatin nasıl sağlanacağı» olduğu açık biçimde görülüyor. Sözünü ettiğimiz belgelere Profesör Van Der Pijl’in Korku Salgını (Totaliter bir topluma giden basamak) başlıklı kitabından ulaşılabilir.

Hükümetin tavsiyeleri almasından ve harekete geçilmesinden kısa bir süre sonra İngiltere’de yerden, gökten «Evde Kal. Ulusal Sağlık Sistemini Koru. Yaşamları Koru.» talimatları yağmaya başladı. Talimatlar yağıyor, insanlar korku içinde evlere kapanıyordu. İnsanların korkuyla evlere kapandığı günlerde, İngiltere’de başbakanlık konutunda kalabalık partiler düzenleniyor, maskesiz, mesafesiz keyifle eğleniliyordu. Daha sonra ortaya çıkan çeşitli fotoğraf ve video kayıtlarında bu partilere ait görüntüler ifşa oldu. Başbakan Johnson istifa etmek zorunda kaldı. İngiltere’de, kapanma döneminde Başbakanlık Konutu’nda bol alkollü 20 parti düzenlenmiş, kural koyucular kendi koydukları kurallara uymamıştı. Başbakan Johnson’ın covid konusundaki başdanışmanı Dominic Cummings de covid kurallarına uymadığı ortaya çıktığı için, başbakanlıktaki partilerin soruşturulmaya başlamasından çok önce istifa etmek zorunda kalmıştı. Kimi eleştirmenler, İngiltere’nin üst düzey yöneticilerinin koydukları kuralları anlamadıklarını ya da imzaladıkları metinleri okumadıklarını düşünüyordu. İngiltere’yi yönetenlerin koydukları kuralları anlamadıklarını ya da kendi metinlerini okumadıklarını düşünmek oldukça naif bir yaklaşım. Çok muhtemel ki sağlıklı bedenlerinin bu hastalığı kolayca atlatacağına duydukları güvenle bu partileri düzenlediler. Hastalıkla ilgili en sağlam bilgilerin ellerinin altında olduğu iyi biliniyor. “Cesaretlerini” sahip oldukları bilgi kaynaklarından almış olmaları kuvvetle muhtemel.

Amerika’da yayınlanan bilimsel bir araştırma sonucuna göre, salgın sürecinde nüfusun 18-34 yaş arası grubu, covide yakalanmaktan 65 üstü yaş grubundan daha fazla korkmuş. Bu araştırma sonuçlarını yorumlayan New York Times gazetesi, hastalıktan kaynaklanan risklerin yaş gruplarına göre dağılımı dikkate alındığında bu sonucun “çok ilginç” olduğunu belirtiyordu. Sözü edilen araştırmaya göre, destek aşılarını olmuş insanların hastalığa yakalanma korkusu aşısızlardan daha fazla. Bu sonuçları yorumlayan gazeteye göre, “gerçeklik ve algı arasındaki bu kopuş çok şaşırtıcı” çünkü destek aşısını olmuş birinin hastalıktan zarar görme olasılığı çok düşük. Haber ve yorumlarıyla korku ve dehşeti yayanlar, yarattıkları sosyal-psikolojinin sonuçlarını “ilginç”, “şaşırtıcı” hatta “irrasyonel” buluyordu. Gerçeklik ve algı arasındaki kopuşu şaşırtıcı buluyorlardı; sanki bunun birinci dereceden sorumluları arasında bulunmuyorlarmış gibi…

Amerika’da üç tıp grubu – çocuk doktorları, çocuk psikiyatristleri ve çocuk hastaneleri temsilcileri- 2021 sonunda “Çocuk ve Ergenlik Zihinsel Sağlığında Ulusal Acil Durum” ilan etti. Son iki yılda covid önlemleri adı altında çocuklara yaşatılanların sonucu olan bu durumdan en fazla etkilenenlerin “düşük gelirli ailelerin” çocukları olduğu vurgulanan önemli bir noktaydı. Araştırmaları yorumlayan New York Times’a göre, artık uzaktan eğitimin başarısızlığı ve okulların kapatılmasının vakaları azaltmadığı açık bir gerçekti. İki yıl boyunca “saf” bilimin bunları emrettiğini sürekli tekrarlayanlar “saf” bilim yanıldı diyorlardı. Salgının ilk günlerinde bu önlemlerin yarardan çok zarar getireceğini söyleyen, bunu güçlü argümanlarla açıklayan bilim insanları yok sayılmıştı. Hâkim anlatıyı sorgulayan bilim insanları «komplo teorisi» üretmekle suçlanmıştı. Bunun tetikçiliğini yapanlar sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi dönüyor, «Bilim yanıldı.» diyordu.

Oysa ki henüz 9 Mart 2020’de abcnews’e konuşan, Nashville'deki Vanderbilt Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde önleyici tıp ve bulaşıcı hastalıklar profesörü Dr. William Schaffner, «Büyük bir koronavirüs korkusu salgını var.» demiş, bu durumun yarattığı tehlikelere dikkat çekmiş ve insanları sükunete davet etmişti. Bir grup bilim insanı ortak bir metinde sormuştu: «Covid-19: Kitlesel paniğin kurbanları mıyız?» Bu sesler ve sorular o günlerde duyulmuyordu çünkü kitlesel korku ve panik yaymak için düğmeye basılmıştı. 26 Mart 2020’de Nature dergisine yazan Londra Hijyen ve Tropikal Tıp Okulu'ndan matematiksel epidemiyolog Timothy Russell, Dünya Sağlık Örgütünün Çin'deki toplam ölüm sayısını teyit edilen toplam enfeksiyon sayısına böldüğünü, bu yöntemin enfekte kişilerin sadece bir kısmının gerçekten test edildiğini hesaba katmadığını ve bu nedenle hastalığın olduğundan çok daha ölümcül görünmesine neden olduğunu belirtiyordu. Korkuyu ve paniği yaymak için buna ihtiyaçları vardı.

Bu noktada, salgının başlangıcında hâkim anlatının nasıl tek yanlı inşa edildiğine ve nasıl bir fonksiyona sahip olduğuna da daha yakından bakmak gerekiyor. Bu bağlamda salgın ve virüse dair yeni bir haberle konuya girmek uygun olacaktır çünkü bu haber solun, salgın sürecinde egemen sınıfın covid anlatısını ve covid önlemlerini ciddi bir sorgulamaya tabi tutmadan, tek yanlı benimsemesi üzerine düşünürken bize yardımcı olacaktır. Bir bilim dergisi olan Nature’da, 22 Ekim 2022’de bir yazı yayımlandı. Yazının başlığı: “Which COVID studies pose a biohazard? Lack of clarity hampers research”. Hangi COVID çalışmaları biyo tehlike oluşturuyor? Netlik eksikliği araştırmaları engelliyor, şeklinde çevrilebilir. Bu yazıda, Amerika’da bilim insanları arasında SARS-CoV-2 virüsünün modifiye edilmesini içeren bir laboratuvar çalışması üzerine gelişen tartışmalar ele alınmıştı.

Boston Üniversitesi araştırmacıları, laboratuvarda SARS-CoV-2'nin Omicron varyantından bir geni pandeminin başlangıcındaki bir virüs türüne eklemişler. Araştırmacılar, bu çalışmayı Omicron varyantının neden hafif bir hastalığa yol açtığını anlamak için gerçekleştirmiş. Bilim insanları arasında bu çalışma üzerine başlayan tartışma ve saflaşmalar yazıda kapsamlı bir biçimde ortaya konuluyor. Washington'daki Fred Hutchinson Kanser Merkezi'nde evrimsel virolog olarak çalışan Prof. Jesse Bloom dergiye yaptığı açıklamada, bu çalışmanın yol açtığı tartışmanın esas olarak “insanların tam olarak hangi tür deneylerin risklerden daha ağır basan faydaları olduğu ve bunların nasıl gözden geçirileceğine kimin karar vereceği konusundaki netlik eksikliği” nedeniyle geliştiğine dikkat çekiyor.

Bu noktada, yazıda gündeme getirilen birkaç önemli unsur vurgulanmalıdır. Bazı covid çalışmaları biyo tehlike oluşturmaktadır. SARS-COV-2 modifiye edilmektedir. Bu tip çalışmaların önemli tehlikeler yaratabileceği ve “bu tip çalışmalara kimin karar vereceği konusunda netlik eksikliği” bulunmaktadır. Verilen bilgilere göre, SARS-COV-2‘nin modifiye edilmesiyle oluşturulan bu yeni melez türün öldürücülük oranı Omicron’dan 5 kat daha fazladır. Hatırlanacağı gibi, salgının başlangıç döneminde bu tip laboratuvar çalışmaları olasılığını dile getirenler, bilim tanrısının otoritesine sığınılarak “komplo teorisyeni” ilan ediliyor, itibarsızlaştırılıyordu. Oysa Boston Üniversitesi’nin gerçekleştirdiği bu sivil araştırma bile bilim insanları tarafından tehlikeli bulunurken, doğrudan Pentagon (ABD Savunma Bakanlığı) girişimi olarak, dünyanın değişik ülkelerinde ve ABD’de kurulan askeri biyolojik laboratuvarlarda yapılan çalışmalara “kimin karar verdiği” ve bu kararların temel motivasyonunun ne olduğu üzerinde dikkatle durulmalıydı.

Bu yapılmalıydı çünkü ABD emperyalizmi, sadece Japon halkını atom bombalarıyla kitlesel olarak katletmemiş, aynı zamanda Kore’de, Vietnam’da, Irak’ta, Afganistan’da kullandığı kitle imha silahlarıyla milyonlarca insanı öldürmüştü. Tüm bu katliamların altında imzası olanlar sadece emperyalist devlet yöneticileri ve ordu mensupları değildi. “Yüce” bilim ve tıp dünyası mensupları da bu katliamların planlayıcısı, yöneticisi ve yürütücüleri arasındaydı çünkü onlar da emperyalist-kapitalist egemenlik sisteminin dişlilerinin temel parçalarını oluşturuyordu. Ürettikleri bilim, emperyalizmin dünya egemenliği hedefiyle yürüttüğü çok cepheli savaşta kullandığı çeşitli aygıtların oluşumuna hizmet ediyordu. Sınıfsal ve siyasal çıkarlardan arınmış, bağımsız bir bilim gerçek hayatta değil, ancak idealist küçük-burjuvanın ideolojik dünyasında var olabilirdi.

Salgın öncesi Amerika’da sosyal medya platformları aracılığıyla bir araya gelen diyabet hastaları büyük kentlerde eylemler yapıyordu. Amerika’da son on yılda dört kattan fazla artan insülin fiyatları nedeniyle, diyabetten ölümlerde büyük bir artış olduğunu anlatmaya çalışıyor, yeterli insülini alamadıkları için yaşadıkları ciddi sağlık sorunlarını dile getiriyorlardı. Yoksullar yükselen insülin fiyatları nedeniyle sakat kalıyor, ölüyor, ilaç tekellerinin kasaları tıka basa doluyordu. Bu eylemlerin üzerinden çok zaman geçmeden başlayan salgınla birlikte, diyabet hastası yoksulları fiyat artışlarıyla yıllardır yavaş yavaş öldüren aynı ilaç tekelleri bu kez insanlığın kurtarıcısı rolünde sahne aldı ve solcuların çoğunluğu da “bilimin rehberliğine” duyduğu inançla bu katillerin direktiflerini tartışılmaz bilimsel doğrular olarak kabul eden tutumlar sergiledi. Bilim ve uzmanlara güvenilmeliydi…

Önemli tıp dergilerinden Lancet virüsün kökenini araştırmak üzere bir uzmanlar komisyonu oluşturdu. Komisyonun başına Columbia Üniversitesi Sürdürülebilir Kalkınma Merkezi Direktörü ve BM Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı Başkanı Prof. Jeffrey Sachs’ı getirdi. Komisyon 2 yıllık çalışmasının ardından ulaştığı sonuçları Temmuz 2022’de 58 sayfalık bir raporla kamuoyuyla paylaştı. Araştırmanın sonuçları, bilimin ve uzmanlarının oluşturduğu hâkim covid anlatısının zayıflıklarını gösteriyordu ve bu nedenle hâkim anlatıyı savunan bazı bilim insanlarından sert tepkiler aldı.

Raporda, virüsün doğal bir yayılma ya da bir laboratuvar kazası yoluyla çıkmış olabileceği söylenmişti; tepki toplayan asıl unsursa raporda, virüsten Amerikan laboratuvarlarının da sorumlu olabileceğinin belirtilmesi ve Wuhan'daki tesislerin yanı sıra, "bağımsız araştırmacıların henüz ABD laboratuvarlarını araştırmadığını" ve ABD Ulusal Sağlık Enstitülerinin çalışmalarının "ayrıntılarını açıklamaya direndiğini" ifade etmesiydi. Sachs, raporun açıklanmasından kısa bir süre önce bir konferansta, COVID-19 komisyonu başkanı olarak yaptığı araştırmalar sonucunda, son derece tehlikeli biyoteknoloji araştırmalarının kamuoyundan saklandığı, ABD’nin bu araştırmaların çoğunu desteklediği ve COVID-19’dan sorumlu virüs olan SARS-CoV-2’nin yanlış giden tehlikeli virüs araştırmalarından kaynaklanmasının çok muhtemel olduğu sonucuna vardığını söylemişti. Sachs’ın başkanlığındaki komisyon uzman bilim insanlarından oluşuyordu.

Görüldü ki hâkim anlatıyı desteklemeyen her tür yaklaşım ağır saldırı altındaydı, yani “bilimi rehber” edinmiş solcuların hayal dünyalarında yaşayan türden “saf bilim” yoktu. Yıllardır alanlarında önem taşıyan isimler olarak bilinen insanlar hâkim anlatıyı sorguladıklarında, bir anda komplo teorisi üreten cahiller olarak tanımlanmaya başlıyordu. Sachs, bu tartışmalar sırasında yazdığı bir yazıda, “İki yıl süren yoğun bir çalışmadan sonra bunun doğadan değil, ABD laboratuar biyoteknolojisinden çıktığına eminim.” dedi. Gelen tepkiler üzerine bu yazıyı konu edinen bir televizyon programına konuk oldu. Sunucu programda “Bir grup virolog, son çalışmaları gözden geçirerek ve diğer salgınlarla karşılaştırarak, hayvanlardan insanlara doğal bir yayılmayı destekleyen daha fazla kanıt olduğunu iddia ediyor. Bilim insanları, hafta sonu koronavirüs pandemisinin kaynağı olarak Çin’in Wuhan kentindeki büyük bir gıda ve canlı hayvan pazarını işaret eden bir çift kapsamlı çalışma yayımladı. Bu nedenle sizden, parçası olduğunuz soruşturma hakkında biraz bilgi vermenizi ve az önce alıntıladığım ifadenin kanıtların durumuna ilişkin yanıltıcı bir ifade olduğunu düşünmenize neyin yol açtığını sorarak başlamak istiyorum.” dedi.

Sachs bu soruyu şöyle yanıtladı: “İşin komik tarafı, bunu söyleyen bilim insanları aynı şeyi 4 Şubat 2020’de, elde henüz hiçbir araştırma yokken söylemişlerdi. Ve aynı açıklamayı Mart 2020’de, ellerinde hiçbir veri yokken yayımladılar. Yani bir anlatı yaratıyorlar ve alternatif hipotezi yakından incelemeden reddediyorlar. Temel nokta bu. Şimdi, alternatif hipotez nedir? Alternatif hipotez oldukça basittir. Bu da Amerika Birleşik Devletleri ve Çin’de SARS benzeri virüslerin alınması, laboratuvarda manipüle edilmesi ve potansiyel olarak çok daha tehlikeli virüslerin yaratılması konusunda çok sayıda araştırma yapıldığıdır. Bakmıyorlar. Bize sadece ‘Pazara bakın, pazara bakın, pazara bakın!’ deyip duruyorlar. Ama bu alternatife değinmiyorlar. Verilere bile bakmıyorlar. Soru bile sormuyorlar. Ve gerçek şu ki başından beri gerçek soruları sormadılar.”

Sachs’ın sözünü ettiği ve hâkim anlatıyı oluşturan bilim insanlarının hiç sorgulamadıkları araştırmalar, virüslerin manipüle edilerek daha tehlikeli olmasını sağlıyordu ve Sachs’a göre bu çalışmalar şirketlerin “ilaçlarını, aşılarını ve teorilerini tehlikeli virüslere karşı test etme” arzusuyla yapılıyordu. Sanırım biraz daha açıklık kazanmıştır. Solun sorgulamaksızın kabul ettiği bilim, esas olarak Sachs’ın atıf yaptığı Şubat 2020’de Lancet’te yayınlanan makaleye dayanıyordu. Bu makalenin yazarları, laboratuvar araştırmalarını yürüten bilim insanlarıydı. Sachs bu araştırmaların temel motivasyon kaynağının, şirketlerin ürünlerini test etme arzusu olduğunu söylemişti ama peki ya Pentagon’un laboratuvarları? Pentagon’un temel motivasyon kaynağı dünya hâkimiyeti ve bunun için verilecek savaşlardır. Yürütülecek savaşın türü ve araçları çeşitlidir. Biyolojik savaş bunlardan biridir.

Profesör Bloom, laboratuvar kazaları ve biyolojik savaş seçenekleriyle ilgili olarak bazı açıklamalarda bulundu ve şunları söyledi: “Bazı bilim insanları işi daha da ileri götürerek potansiyel pandemi virüslerini daha bulaşıcı hâle getiren ‘işlev kazanımı’ mutasyonlarını eklediler. Ulusal Sağlık Enstitüleri, yüzlerce insanı öldüren ancak insandan insana etkili bir şekilde yayılamayan, eski bir kuş gribi türünün bulaşıcılığını artırmak için iki araştırma grubunu finanse etti. Her iki grup da gelinciklerde bulaşabilen viral mutantlar yarattı. Obama yönetimi o kadar telaşlandı ki 2014 yılında potansiyel pandemik influenza virüsleri üzerindeki işlev kazanma çalışmalarını durdurdu ancak N.I.H. 2019 yılına kadar yeniden başlamasına izin verdi.»

Bloom devam ediyor: «Sıralama, hesaplama ve güvenli deneylerdeki ilerlemeler, viral mutasyonların etkilerinin giderek daha iyi tahmin edilmesini sağlamaktadır. Bu bilgiler evrimin izlenmesine, aşıların güncellenmesine ve ilaçların tasarlanmasına yardımcı oluyor. Ancak bilgiyi gerçek virüslere dönüştürmek kolay hâle geldi. Ya birisi bilgiyi iyi niyetli ama riskli bir deney ya da daha da kötüsü bir biyolojik silah tasarlamak için kullanırsa? İyi niyetli kazalar, riskli deneylerin düzenlenmesi yoluyla ele alınabilir ancak kötü niyetli aktörler düzenlenemez.»

Hâkim anlatıyı hiç tereddüt etmeden kabullenen sol, nasıl oldu da emperyalist devletlere ve uluslararası tekellere böylesine güven duydu, onlara kefil oldu? Bu durum solun ehlîlleştirilmesiyle yakından bağlantılıdır. Sosyalist sistemim dağılmasından sonra, sosyalist ülkelerin yarattığı basınç ve halkların mücadelesiyle kazanılmış tüm sağlık haklarına saldıran, kamusal sağlık hizmetlerini dağıtan, özelleştirmelerle sağlık hizmetlerini tekellerin sermaye birikimi kaynaklarına dönüştürenler bir sabah uyandı ve “Eyvah doğadan çok tehlikeli bir virüs geldi, şimdi halkımızı virüsten korumak için hemen harekete geçmeliyiz.” dedi ve ehlilleşmiş sol sorgulamadan bu söylemin peşine takıldı.  

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1970 yazında, Batı’da biyolojik ve kimyasal silah geliştirme faaliyetlerine dair bir Fransız yayın organına sızdırılan gizli Amerikan ve Japon resmî belgelerine dayanarak şöyle yazmıştı:

“Kapitalizm olup da zor, kriz, savaş, ölüm getirmeyecek düzen görülmüş, işitilmiş değildir. Ancak 1969 yılının kapitalizmi yanında, 1869 yılı kapitalizminin öldürücülüğü çocuk oyuncağı kalır. Günümüzün öldürücü kapitalizmi hangi silahlara dayanıyor? Alfabenin ilk harfleriyle süslenip gizlenen (A,B,C) yani atom-bakteri (mikrop)-chimic (kimya) silahlarına…”

Solun hâkim anlatıyı tereddütsüz benimsemesinin gerisinde yatan temel unsur; “zor, kriz, savaş, ölüm” dışında bir şey getirmeyecek emperyalist-kapitalizmden ve onun tekelci sermayesinden halk sağlığının korunmasını beklemesiydi ya da kimi örneklerde aslında bunun beklenemeyeceğini söyledikten sonra, harfiyen onun anlatısını kabullenmesi ve buna uygun bir konumlanmayı seçmesiydi.

Kıvılcımlı gerçek bir devrimci olduğu için düşmanını çok iyi tanıyordu ve şunları yazmıştı: “Uluslararası finans-kapitalin kiralık katili Alman emperyalizmi, Amerikan emperyalizmiyle sözbirliği ederek, her gün biraz daha artan cinayet silahlarını maskelemeye uğraşadursun, Uzakdoğu’da, Yakındoğu’da yapılan bütün silah talimleri, napalm bombardımanları, hep Vietnam ve Arap halkları üzerinde B.C silahlarını, kobaylar üzerinde mikrop dener gibi yapılan denemelerdir.”

Kıvılcımlı, o günlerde erişme olanağı bulduğu Amerikan ve Japon belgelerine dayanmıştı. Kuşkusuz konuyla ilgili çok daha detaylı bilgilere sahipti. Emperyalizmin sözcülerinin senelerce “komplo teorisi” olarak nitelediği tezler gerçeğin ta kendisine işaret ediyordu. Cambridge Üniversitesi tarihçilerinden Prof. Richard Drayton, “1945’te savaş bittiğinde” demişti, “Nürnberg’de sadece bir avuç Nazi savaş suçlusu yargılandı, savaş suçluların birçoğu bizim yardımımızla serbest kaldı.” Savaş suçlusu Naziler sadece serbest kalmamıştı, aynı zamanda, bu Batılı tarihçinin ifadesiyle, “1000 Nazi bilim adamı Paperclip projesi için” gizli bir operasyonla ABD’ye kaçırılmıştı. ABD’ye kaçırılan bu bilim insanları arasında, Auschwitz konsantrasyon kampında Yahudi halkı üzerinde sinir gazı deneyleri yapan Kurt Blome ve benzer deneyleri Dachau konsantrasyon kampında gerçekleştiren Konrad Schaeffer de bulunuyordu. (An ethical blank cheque, Guardian, 10 May 2005)

Bu “bilim insanları” gizli bir operasyonla ABD’ye kaçırılmıştı çünkü eğer kaçırılmasalar faşizmi ezen Kızıl Ordu’nun eline geçecek ve halklara karşı işledikleri suçlardan ötürü yargılanacaklardı. Japon bilim insanı Shiro Ishii’de kaçırılarak ABD’ye yerleştirilenlerdendi ve o da ABD’nin yeni biyolojik silah programlarında kullanılmak için kurtarılmıştı. O daha önce Mançurya’da, faşist Japon iktidarının hizmetinde, savaş tutsakları üzerinde önemli “bilimsel” çalışmalar yapmıştı ve bu birikimiyle Maryland’de ABD’nin yeni biyolojik silah geliştirme programının danışmanı olmuştu. Drayton, bu bilgileri verdikten sonra, “biz” demişti, “Nazi savaş yöntemlerinden çok şey ödünç aldık”.

“Nazi savaş yöntemlerinden çok şey ödünç almışlardı” ve Amerikalı gazeteci Jeffry Kaye’ın gizliliği sona eren CIA belgelerini inceleyerek ulaştığı sonuca göre, Japonya’nın “Birim 731” adlı biyolojik silah üreten ekibinin sağladığı silahlarla ABD, Kore halkına ölüm yağdırmıştı. (Jeffrey Kaye: Proof of American Biological Warfare in Kore, Libertarian Institute) Kaye CİA’nın gizliliği kaldırılmış raporlarını yazısına ek olarak veriyor. Shiro Ishii “Birim 731” adlı ekibin başındaydı. Kore Savaşı döneminde Kore, Çin ve Sovyetler Birliği sürekli olarak Japon faşizminin geliştirdiği biyolojik silahların ABD tarafından Kore’de kullanılmakta olduğunu açıklamış, bu konuda uluslararası araştırma talep etmişti. Batı’da bunlar komünistlerin uydurduğu komplo teorileri olarak kabul ediliyordu.

Jeffry Kaye titiz çalışmasında, CIA belgeleri üzerinden bu iddiaların doğruluğunu gösteriyor. (Jeffry Kaye, “A real flood of bacteria and germs” — Communications Intelligence and Charges of U.S. Germ Warfare during the Korean War, September 2020) Kaye çalışmasında sadece gizliliği kaldırılmış 28 belgeden yararlanabiliyor. Henüz gizliliği kaldırılmamış pek çok belgenin bulunduğu bilgisini veriyor ve bunların açılması çağrısını yapıyor. Kaye, ABD’nin o yıllarda Shiro Ishii’nin daha önce Çin’de işlediği insanlığa karşı suçlar konusunda da koruyucu bir tutum aldığını ve bunları da komünist komplo teorileri olarak sunduğunu belirtiyor.

Kore savaşından sonra ABD’nin kimyasal ve biyolojik silah programlarının sonlandırılması şöyle dursun, geçen zaman içinde bunlar çok daha gelişkin biçimler kazandı. Bu programları geliştirenler ve daha güçlü kılınan mekanizmalar hiçbir niteliksel değişim yaşamadı, sadece daha da azgınlaştı. Vietnam’da, Kenya’da, Irak’ta, Libya’da her tür silah ve savaş yöntemleriyle tüm hünerlerini gösterdiler. Kullanılan özel savaş yöntemleri hiç değişmedi.

İsrail’in kurucu devlet başkanı David Ben-Gurion, 1 Nisan 1948 tarihli günlüğüne, “bilimin geliştirilmesi ve savaşta uygulanmasının hızlandırılması” notunu düşmüştü. Bir buçuk ay sonra ise “satın alınan biyolojik malzemelerden” söz etmişti. Bir buçuk ay arayla yazılanlar arasında bağlantının kurulabilmesi için tam 74 yıl beklenecekti. İsrailli tarihçiler Benny Morris ve Benjamin Z. Keddar’ın arşiv çalışmaları, Ben-Gurion’un yazdıklarının, 1948 yılında Arap bölgelerindeki su kuyularını zehirlemek amacıyla düzenlenen gizli operasyonlara ilişkin olduğunu ortaya koydu. İsrailli gazeteci Ofer Adaret konuyla ilgili geniş yazısında, “On yıllar boyunca, Arap köylerindeki kuyuları zehirlemek üzere gönderilen Yahudi birlikleri hakkında söylentiler ve tanıklıklar dolaştı durdu. Şimdi araştırmacılar bu operasyonun resmî belgelerine ulaştılar.” demişti. Onlarca yıl, İsrail’in Arap halkına karşı kimyasal ve biyolojik silah kullandığı yolundaki iddialar komplo teorileri olarak nitelendirilmişti.

Daha önce belirttiğim gibi, korku ve dehşet öyle yayıldı ki salgın süreci hakkında anlamlı bir tartışma yapabilmek mümkün olmadı. Oysa başlangıçtan itibaren sadece hâkim anlatıyı eleştiren değil, farklı yaklaşımları benimseyen ülkeler de vardı. Belarus bunlardan biriydi. Belarus diğer ülkelerin uyguladığı covid önlemlerini uygulamayı reddetti. Kuşkusuz Belarus’un da bilim insanları ve tıp kurumları vardı. Yönetim kararlarını onlarla işbirliği içinde almıştı. Sürecin sonunda görüldü ki Belarus’ta kitlesel covid ölümleri olmadı. Tersine, bazı örneklere bakıldığında katı covid önlemleri uygulayan ülkelerden daha az hastalık ve ölüm gerçekleşti. Dünya Bankası salgın sürecinde covid önlemlerini uygulaması ve sokağa çıkma yasağı ilan etmesi için Belarus yönetimine rüşvet babından 940 milyon dolar para teklif etti. Dünya Bankası’nın emperyalist finans mimarisi içindeki yeri ve kredilendirdiği ülkelere dayattığı neo-liberal yıkım politikaları solun iyi bildiği konulardır. Bu halk ve emekçi düşmanlığı tescilli kurum, Belarus halkını covidden korumak için milyonlarca doları gözden çıkarmıştı ancak hâkim anlatıya göre, “cahil” Belarus yönetimi bu iyi niyeti anlama kapasitesinden yoksundu…

Ona “halk düşmanı”, “katil” dediler. İtibarsızlaştırmak için kampanyalar düzenlediler. Anders Tegnell’den söz ediyorum. Salgının başlangıç döneminde en ağır saldırılara maruz kaldı. İsveç Sağlık Bakanlığı’nın covide karşı politikasını uzun yıllardır konu üzerine çalışan Anders Tegnell şekillendirdi. Kapatmalar, okulların kapatılması, maske zorunluluğu İsveç’te uygulanmadı. Normal hayat devam etti. En savunmasız grupların korunması üzerine odaklanıldı. Unherd dergisi 2020 Temmuz’unda onunla bir söyleşi yaptı. Söyleşide covid önlemlerinin yarardan çok zarar getireceğini bu nedenle uygulamadıklarını anlatan Tegnell’in son sözleri bir yıl sonra tekrar görüşelim olmuştu. Unherd bir yıl sonra Tegnell’le tekrar buluştu

Bir yılın ardından, Tegnell kendi yaklaşımlarının büyük ölçüde başarılı olduğunu düşünüyordu ve “İsveç tartışmayı kazandı. Toplumda belli bir düzeyde yayılmayı kabul etmek zorundayız. Muhtemelen öngörülebilir gelecekte, Covid-19’la birlikte hastanelerimizde birkaç vaka olacağını kabul etmek zorundayız, tıpkı birkaç grip vakasını veya tamamen kontrol edemediğimiz birçok hastalığın birkaç vakasını kabul ettiğimiz gibi.” demişti. Rakamlara göre Tegnell haklıydı ve söyleşinin devamında İskandinav ülkelerinin pek çoğunun İsveç’ten daha kötü etkilendiğini ifade etti ve “aşırı ölüm oranlarına bakarsanız İsveç'in durumunun hiç fena olmadığı, Avrupa Birliği'nde sondan dört ya da beşinci sırada” olduğu bilgisini paylaştı. Görüldüğü gibi, covid önlemlerini uygulamayan İsveç Avrupa Birliği içinde aşırı ölüm oranlarının en düşük olduğu ülkelerden biriydi. Tegnell okulları kapatmamalarının önemini vurguladı ve “Küresel düzeye bakacak olursak, Birleşmiş Milletler ve diğer pek çok kuruluş, çocukların okul dışında kalmasının bu salgının yarattığı başlıca felaketlerden biri olduğuna işaret ediyor.” dedi. Salgın sürecinde uygulanan önlemlerin çocuklar için yarattığı sonuç, Tegnell’in de vurguladığı gibi gerçekten bir felaket olmuştu. Tabii ki felaket halk sınıflarından çocuklar içindi. Burada önemli olan asıl unsur, salgının başlangıç döneminde onca saldırılan Tegnell ve İsveç’in tercihinin, ortaya çıkan sonuçlar bağlamında neredeyse hiçbir tartışmaya konu olmamasıydı.

Bu noktada Prof. Pijl’in değerli çalışmasından konuya dair bir aktarma yapmak uygun olacaktır. Pijl şu bilgileri verdi: “BM eski Genel Sekreter Yardımcısı Ramesh Thakur'un titiz bir çalışmayla belgelediği üzere, sokağa çıkma yasaklarının yol açacağı zararlar, 2020'nin başlarında ilk kez bir politika olarak benimsendiğinde çok iyi biliniyor ve rapor ediliyordu. Bunlar arasında tıbbi operasyonların gecikmesi, ruh sağlığı krizi, aşırı dozda uyuşturucu kullanımı, ekonomik durgunluk, küresel yoksulluk ve açlık nedeniyle meydana gelecek ölümlere ilişkin doğru tahminler de yer alıyordu. Mart 2020'de Hollanda hükümeti, ekonomik zarar bir yana, sokağa çıkma yasaklarının sağlığa vereceği zararın faydadan altı kat daha fazla olacağı sonucuna varan bir fayda-maliyet analizi yaptırdı. Yine de, henüz yeni yeni anlamaya başladığımız nedenlerle; kilit yetkililer, medya kuruluşları, milyarderler ve uluslararası kuruluşlar, mümkün olan en erken tarihten itibaren bu benzeri görülmemiş, yıkıcı politikaların geniş çapta uygulanmasını savundu. Ortaya çıkan manzaralar korkunç ve distopikti.»

Covid hakkındaki gerici komplo teorileri esas olarak uluslararası finans-kapitalin herhangi bir denetime tabi olmayan ve halkların hayatını kontrol etmeye yönelik küresel düzeydeki faaliyetlerinden besleniyor. Finans-kapitalin küresel düzeyde oluşturduğu kurum ve ilişkiler ağı gerici komplo teorileri için çok verimli bir zemin sunuyor. Gerici komplo teorilerinden kaçan sol ise bilim adına gerçeklikle bağını yitiriyor, egemenlerin anlatısına teslim oluyor. Demokrat Parti yanlısı, Trump düşmanı New York Times gazetesinde 19 Mart 2020 tarihinde yayınlanan geniş bir haberde, Trump’ın “gelmekte olan salgına” karşı gerekli hazırlıkları yapmadığı kanıtlanmaya çalışılmıştı. Trump’ı suçlamak için yapılan haber ve verilen bilgiler, iddia edilenin aksine, aslında virüs ve salgının ABD devlet aygıtının yoğun olarak ilgilendiği bir konu olduğunun çarpıcı bir tablosunu sunuyordu. Haberde üst düzey ABD devlet yetkililerine dayanılarak, “Kod adı "Crimson Contagion" olan ve büyük bir grip salgınını içeren senaryonun, Trump yönetiminin Sağlık ve İnsan Hizmetleri Bakanlığı tarafından 2019 ocak ayından ağustosa kadar süren bir dizi tatbikatla simüle” edildiği bilgisi verilmişti. (Coronavirus Outbreak: A Cascade of Warnings, Heard but Unheeded, New York Times)

Bu çalışmayı yürüten sağlık kurumları, ekim ayında ABD yönetimine konuyla ilgili “çarpıcı sonuçlar” içeren geniş kapsamlı bir taslak rapor sunmuştu.  Sunulan taslak raporda, yürütülen çalışmada olduğu türden bir salgının gerçekleşmesi durumunda “hızlı ve geniş testler yapılması”, “okulların kapatılması” ve “sosyal mesafe” tedbirlerinin hızla devreye sokulması gibi önlemlerin alınması önerilmişti.

2019 ocak ve ağustos ayları arasında ABD’de üzerinde çalışılan “hayali salgın” senaryosu dört aşamadan oluşuyordu ve salgının ilk aşaması Çin’de başlıyordu. 4 aşamalı senaryonun başlangıç noktasında Çin’i ziyaret eden 35 turistin, ziyaret sırasında kaptıkları virüsü kendi ülkelerine taşımaları bulunuyordu. Avustralya, Kuveyt, Malezya, Tayland, İngiltere, İspanya ve ABD’den turistler ülkelerine döndüklerinde solunum sıkıntıları ve yüksek ateş semptomları göstermeye başlıyordu.

ABD yönetimine “hayali salgın” senaryosu çerçevesinde sunulan taslak raporla aynı zaman dilimi içinde -Ekim 2019- ABD’de 5 eyalette Event 201 olarak adlandırılan “Küresel Pandemi Tatbikatı” gerçekleştirildi. Yani ABD yönetim aygıtı sözü edilen geniş zaman dilimi içinde konuyla son derece ilgiliydi; ülkenin ilgili kurumları “hayali salgın” senaryosu hakkında çalışmalar yürütüyor, konunun uzmanları yönetime raporlar sunuyordu. Event 201 çalışmasında “beklenen salgının” ölümcüllük derecesi çok şişirilmişti, dehşet uyandıracak rakamlar verilmişti.

Event 201'in planlama aşamaları, Dünya Ekonomik Forumu'nun (WEF), İsviçre'nin Davos kentinde her yıl düzenlediği toplantılar kapsamında Ocak 2019’da gerçekleşti. Event 201 hakkında açıklama, WEF’in toplantılarının ardından 23 Ocak 2019'da Johns Hopkins Sağlık Güvenliği Merkezi Direktörü Tom Inglesby tarafından yapıldı. Inglesby sosyal medya hesabından, “küresel iş dünyasından, ulusal hükümetlerden ve uluslararası kuruluşlardan liderlerin yeni pandemiye yanıt olarak katılacağı ‘Event 201’in Ekim 2019’da gerçekleştirileceği” bilgisini paylaştı.

Inglesby sosyal medya hesabından paylaştığı mesajda, “Event 201, yeni pandeminin zorluklarını aşmak için halk sağlığı, küresel iş dünyası, bilim, finans, güvenlik ve siyasi liderliğin tam anlamıyla angaje olması + ortak amaçlar için çalışması ihtiyacına ışık tutacak. İş dünyasının hükümete, hükümetin de iş dünyasına ihtiyacı olacak.” demişti. Gates Vakfı, Dünya Ekonomik Forumu, John Hopkins Sağlık Merkezi tatbikatın ana düzenleyicileriydi. O yıl Davos’ta düzenlenen toplantıların ana teması: “Küreselleşme 4.0, Dördüncü Sanayi Devrimi Çağında Küresel Bir Mimarinin Şekillendirilmesi" idi. WEF toplantılarının ardından Event 201’i duyuranlardan biri olan Ronald Klain, Biden’ın başkan seçilmesinden sonra onun özel kalem müdürü olacaktı. Inglesby ise John Hopkins’teki görevinin yanı sıra, Biden tarafından ABD İnsan ve Sağlık Hizmetleri Merkezinin danışmanlığına getirilecekti.

Salgınının Amerika’da, borsada ciddi sarsıntılar yaratmasından haftalar önce, Amerikan istihbarat örgütlerinin temsilcileri, Amerikan Senatosu İstihbarat Komitesi üyeleriyle bir dizi toplantı gerçekleştirdi. Yetkililer toplantılarda, salgının yayılmasının yaratabileceği ekonomik, sosyal ve politik sonuçlara ilişkin görüşlerini aktardılar. Bir süre sonra, o toplantılara katılan Senato İstihbarat Komitesi Başkanı ve Cumhuriyetçi Parti Senatörü Richard Burr’un, kendine ve eşine ait bazı hisse senetlerini toplantılardan kısa bir süre sonra elden çıkardığı haberi Demokrat Parti’ye yakın gazetelerin manşetlerine taşındı. Burr sadece kendisinin ve eşinin hisselerini elden çıkarmamış, seçimde kendi kampanyasına bağışlarda bulunan bazı “iş insanlarını” da haberdar etmişti. Elden çıkarılan hisse senetleri salgın sürecinden en fazla etkilenmesi öngörülen sanayi dallarında faaliyet gösteren şirketlere aitti. (It’s morally repulsive how corporations are exploiting this crisis. Workers will suffer, Guardian, 22 March)

Burr konuyla ilgili açıklamasında, hisseleri elden çıkardığını kabul etti ve eğer elden çıkarma işlemi “etik” bir sıkıntı yaratıyorsa istifa edebileceğini söyledi. Tabii istifa etmesine gerek yoktu. Haberdeki ilginç detaylardan biri, Amerikan silah tekellerinden Boeing’e ilişkindi. Haberde, Boeing temsilcilerinin Amerikan hükümet yetkilileriyle 60 milyar dolar tutarında bir covid yardımı almak için sıkı bir pazarlık yürütmekte olduğu bilgisi verilmiş, laf arasında Boeing’in yardım isteğinin bir yıl önceye dayandığı çıtlatılmış ve Amerikan “iş dünyası”nın hükümetten yardım taleplerinde ısrarcı olmak için içinden geçilen dönemin “çok uygun bir zaman” olduğunu düşündüğü belirtilmişti.

Solun da peşine takıldığı hâkim covid anlatısı Biden yönetimiyle birlikte revizyonlara uğramaya başladı. Başkan Biden Mayıs 2021’de ABD istibarat örgütlerine covidin kaynaklarına ilişkin yeni bir araştırma başlatılması talimatını verdi. Biden’ın bu talimatıyla birlikte ana akım Batı basınında covid anlatısına ilişkin bir söylem değişikliği gözlenmeye başladı. O günlerde bir açıklama yapan Facebook sözcüsü, “covid-19’un kaynağına ilişkin süregelen bilimsel araştırmalar ve halk sağlığı uzmanlarıyla yapılan görüşmelerin ışığında artık covid-19’un insan yapımı ya da üretilmiş olduğu şeklindeki iddiaları uygulamalarımızdan kaldırmayacağız.” dedi. Virüs aynıydı, bilim aynıydı ama “anlatı” değişiyordu.

1984’ten beri ABD Ulusal Alerji ve Enfeksiyon Hastalıkları Enstitüsü’nü yöneten, Trump’la anlaşmazlıklar yaşayan Anthony Fauci, o günlerde Biden yönetiminde de görevini sürdürüyordu. Salgının başından beri, virüsün “doğal yollarla ortaya çıktığını” savunan bilim “otoritesi” Fauci, yaptığı açıklamada, virüsün “doğal yollarla ortaya çıktığına ikna olmadığını” söyledi ve Biden’la uyumlu olarak yeni araştırmalar yapılması gerektiğini belirtti.

Fauci’nin bu açıklamalarına konuyla ilgili haberinde yer veren Financial Times, dünyayı kasıp kavuran virüsün “Çin’de bir laboratuvardan çıkması inancı artık bir Trump provokasyonu olarak reddedilmiyor.” diyerek virüsün kaynağına ilişkin yaşanan “paradigma” değişimini özetlemişti. Gazete, ABD Başkanı Biden’ın, istihbarat örgütlerine virüsün kaynağının aydınlatılmasına yönelik yeni bir çalışma başlatılması talimatını vermesiyle, daha önce “komplo teorisi” olarak reddedilen, virüsün kaynağının bir laboratuvar olması olasılığının daha fazla değer kazanmaya başladığını belirtmişti.

New York Times gazetesinin liberal yıldızlarından Bret Stephens, konuyu ele aldığı yazısında, bir buçuk yılın ardından bazı bilim insanlarının virüsün laboratuvar kaynaklı olma hipotezini içeren çalışmalarına atıflar yapmıştı ve bunların göz ardı edilemeyeceğini söylemişti. Atıf yaptığı çalışmaların hiçbiri yeni değildi ve kendisi de bunları bir buçuk yıl boyunca göz ardı etmişti. Biden’ın yeni araştırma talimatından sonra bu çalışmaları dikkate almaya başlamıştı. Bu çalışmaları neden dikkate almaya başladığını açıklarken, “laboratuvar teorisinin doğru başkan Biden ve doğru bilim insanı Fauci tarafından öne sürülmesine” işaret ediyordu. Solun da takipçisi olduğu “saf” bilim işte tam da böyle bir şeydi. Sol “bilimin rehberliği” inancıyla işte bu yaklaşımların peşine düşmüştü.  

S.o.: Salgın sürecinde uygulanan önlemlerin yarattığı sonuçların da çok fazla tartışılması mümkün olmadı. Önlemlerin gerek toplum sağlığı gerekse işçi sınıfı ve yoksullar üzerinde yarattığı olumsuz etkiler hakkında pek çok araştırma ve gözlem olmasına rağmen bu konudaki suskunluk büyük ölçüde devam ediyor. Bu konuda neler söylersiniz?

C.A.: Bu sorunun yanıtına giriş yaparken yine bir haberle başlamak faydalı olabilir. 13 Temmuz 2020’de yayınlanan “Long-term care facilities as a risk factor in death from COVID-19» başlıklı yazı, o günlerde yayınlanan bir araştırmayı konu edinmişti. Araştırma sonuçları, Avrupa ve Amerika’da salgından ölümlerde, bakım evlerinde kalan yaşlıların çok yüksek bir orana sahip olduğunu gösteriyordu. Araştırmayı yapan akademisyenler, ulaştıkları sonuçlar nedeniyle olası bir ikinci dalgada hükümetlere “yaşlılarını koruyucu politikalar benimsemelerini” öneriyorlardı. Şaka gibiydi, büyük kapatılma zaten esas olarak yaşlıları koruma bahanesiyle gerçekleşmemiş miydi?

Salgın sürecinde ABD’nin parlayan yıldızı Demokrat Partili New York Valisi Andrew Cuomo idi. Cuomo her akşam ekranda arkasına dizilen bilim ve sağlık yetkilileri eşliğinde salgının gidişatına ilişkin bilgiler veriyor ve uygulanan önlemlerin başarısını anlatıyordu. Amerikan basını haber ve yorumlarıyla Cuomo’dan yeni bir büyük başarı öyküsü ve lider yaratmıştı. Yaklaşan seçimde Demokrat Parti’nin başkan adayı olabileceği konuşulmaya başlanmıştı. Cuomo başkan adaylığına hazırlanırken, Amerika’daki yaşlı bakım evlerinde kalan ve buralarda çalışanların haklarını koruma amacıyla faaliyet gösteren derneklerin Cuomo karşıtı kampanyası başladı. Cuomo’nun hedef alınmasının nedeni, New York’taki yaşlı bakım evlerinde ölen insanlar hakkındaki bilgileri “kasıtlı olarak” gizlemesi ve “tartışmalı” olduğu iddia edilen bir kararı uygulamasıydı.

New York Post gazetesinin ulaştığı ve yayınladığı bir kayıt Cuomo’nun yardımcısı Melissa DeRosa’nın Demokrat Partili parlamenterlerle bir toplantıda yaptığı konuşmaları içeriyordu. Demokrat Partili parlamenterlerin geçen bahar aylarında bakım evlerinde ölen insanların sayılarını neden düşük gösterdikleri sorusunu yanıtlayan DeRosa, eğer sayıları tam olarak verselerdi, bunun Donald Trump tarafından “dev bir politik fırsat” olarak kullanılacağını söylüyordu. DeRosa’ya göre, eğer gerçek sayılar verilseydi, Trump “bakım evlerinde herkesi öldürdünüz tweetleri atmaya” başlayacaktı.

Derosa bilgileri neden gizlediklerini böyle izah ediyordu ancak yakınlarını bakım evlerinde kaybedenlerin inisiyatifiyle hareket eden oluşumlar, Cuomo’nun 25 Mart tarihli bir kararına dikkat çekiyorlardı. Cuomo 25 Mart 2020 tarihinde hastanelerde tedavi gören 9056 kişinin bakım evlerine yeniden gönderilmesi kararını almış ve uygulamıştı. 9056 sayısı, Cuomo’nun yetki alanındaki kurumların kısa bir süre önce yayınladığı resmi kayıtlardan yüzde kırk daha fazlaydı ve bu durum “hastalığın ve ölümlerin gizlenmesi” konusunda kuşkuların daha da fazla artmasına neden olmuştu. Hastanelerden bakım evlerine gönderilen hastaların bir bölümü covid hastasıydı.

Bakım evlerinde yaşayan ve çalışanların haklarını koruma amacıyla faaliyet gösteren oluşumların kurduğu birliğin yöneticisi Richard Mollot, “açıklığın ve bilgilerin eksikliğinde, gerçekte ne olup bittiğini kavramakta” yaşadıkları büyük sıkıntılardan söz ediyordu. Bu hak grupları birliği, Cuomo’nun 25 Mart kararının bakım evlerinde hastalığın hızla yayılmasında ve çok sayıda ölümün gerçekleşmesinde “potansiyel etken” olduğunu savunuyordu. Kaynakları ve personeli ihtiyacın çok altında olduğu bilinen bu kurumlara hastalığı sokmanın “cinayetle” aynı anlama geldiğini dile getiriyorlardı.

Cuomo, aynı mart ayında konuyla ilgili başka bir adım atmış, New York’ta faaliyet gösteren bakım evi sahipleri ve yöneticilerini yaşanan ölümlerin sorumluluğundan kurtaracak bir yasal düzenlemeyi hazırlamış ve yasalaşmasını sağlamıştı. “Sorumluluk Kalkanı Yasası” ile koruma sağlanan şirketleri temsil eden bir lobi grubunun Cuomo’nun politik mekanizmasına 1 milyon dolar bağış yaptığı bildirilmişti. (Tucked into the Covid-19 stimulus package? Protection for corporations, 5 Dec)

Demokrat Cuomo’nun, “Sorumluluk Kalkanı Yasası” adını taşıyan yasal düzenlemesini inceleyen Cumhuriyetçi siyasi liderler, yasayı oldukça yararlı bulmuş ve patronları Covid-19 sürecindeki işçi ölümlerinin sorumluluğundan kurtaracak bir yasal düzenleme için bu yasayı temel almış, hatta kendi yeni tasarılarında Cuomo’nun yasasını sözcük sözcük tekrar etmişlerdi. Aynı lobi grubu, bu kez Demokrat Partili politikacıların politik mekanizmalarına 11 milyon dolar bağışta bulunmuştu.

Cuomo 25 Mart tarihli kararını “hastaneleri rahatlatma ihtiyacı” gerekçesiyle savunuyordu. Salgının başlangıcından beri, en yüksek risk altında yaşlıların, özellikle kronik hastalıklara sahip olan yaşlıların olduğu biliniyordu. Hastaneleri “rahatlatmak” için covid tedavisi görmüş yaşlıları bakım evlerine yeniden göndermek, aynı zamanda sağlıklı insanları aylarca evlere kapatmak tam da bu yalan haber kaynaklarının yıldızlaştırdığı isme özgü “parlak” bir karar olsa gerekti. Yaşlıların bulunduğu bakım evlerindeki ölümlerin rekor seviyede olması ve bunun gizlenmeye çalışılması bu kararın sonuçlarına dair çok şey anlatmaktaydı. Cuomo’nun ekibi, sadece bakım evlerinde ölen hastaları kayıt altına alarak, bakım evinden hastaneye taşınan ve hastanede ölenleri kayıt altına almayarak ölümlerin sayısını düşük göstermişti.

Sadece bu kadar değildi… New York Times editoryası 29 Aralık 2020 tarihinde bir yazı yayımladı. Editorya, ABD yetkililerinden, yaşlı bakım evlerinde bulunan yaşlılara yönelik, salgının başlangıcından itibaren uygulanan kapatma ve yakınlarıyla görüşme kısıtlamalarının sınırlandırılmasını istiyordu. Neden mi? Yanıt yazının başlığında özetlenmiş ve yazıda detaylarıyla ele alınmıştı. Kısıtlamalar sınırlandırılmalıydı çünkü editoryaya göre: “Yaşlı bakım evlerinde bulunan hastalar yalnızlıktan ölüyor” idi. Bu gerçeği aylardır dile getirenlere “komplo teoricileri” diyerek saldıran “kapatma şampiyonları” şimdi yaşlıların yalnızlıktan öldüğü gerçeğini keşfetmişti. Ne zaman? Katliam büyük ölçüde gerçekleştikten sonra…

Editoryaya göre, yaşlı bakım evlerinde bulunanların kapatma ve kısıtlamalar nedeniyle yaşadıkları “sosyal izolasyon” sonucunda “ölüm oranları çok artıyor”du ve editoryaya bir e-mail yazan konunun Amerika’daki uzmanlarından Dr. Sheryl Zimmerman, bu gerçeği “40 yıldan beri çok iyi bildiklerini” ifade etmişti. Bilinen sadece bu gerçek değildi, mart ve nisan aylarında medya ve hükümetler eliyle yaratılan dehşet ve korku atmosferinin en fazla yaşlı hastaları etkileyeceği ve onların direncini kıracağı da çok iyi biliniyordu. Peki tüm bunlar “çok iyi bilinmesine rağmen” neden yaşlı hastaların ölümünü arttıracak kararlar uygulanmıştı?

İsviçre Sağlık Bakanlığının eski bulaşıcı hastalıklar bölümü başkanı Daniel Koch, emekli olduktan sonra İsviçre’nin Fransızca yayın yapan devlet televizyonu RTS’ye yaptığı açıklamalarda, salgın sürecinde «huzurevlerinde kalan insanlara «çok katı» davrandıklarını ve onları yalnız bırakarak ölüme terk ettiklerini itiraf etti. Koch konuşmasında, «Onları kilitledik. İnsanlar kendi başlarına öldü.» dedi. Salgın sürecinde, İsviçre’de yaşlı bakım evlerindeki izolasyona karşı çıkanlar, bunun sonucunun çok ağır olacağını belirten tıp ve bilim insanları vardı ancak sesleri bastırıldı, önlemlere eleştirel yaklaşan herkes komplo teorisi üreten gericiler olarak damgalandı. Koch bu açıklamaları yaptı ancak bu kararları alan ve uygulayan hiç himse hakkında işlem yapılmadı. Gerçek «dede, nine katillerinin» kim olduğu son derece açıktır. Bu durum manipülasyonun boyutlarını gözler önüne sermektedir. 

Cuomo, henüz pandemi sona ermeden, yetkili bir yöneticinin başarılı çalışma tarzını göstermek için, pandemi günlerindeki çalışmalarını “Liderlik Dersleri” adı altında bir kitap olarak yayınladı. Bu kitap için yayıneviyle imzaladığı sözleşmeyle 7 milyon dolar ödeme aldı. Yakınlarını yitirenlerin inisiyatifiyle faaliyet gösteren hak gruplarının “hakikati” ortaya çıkarma çabaları olmasaydı, Cuomo ABD basını tarafından parlatılmaya devam edecek, “Liderlik Dersleri” satacaktı. Hakim covid anlatısını yaygınlaştıran ve Cuomo’yu yeni lider olarak parlatan tekelci sermayenin aynı medya aygıtlarıydı.

Tekelci sermayenin medya aygıtları uzun zamandır, Bill Gates’i sürekli olarak hayatını insan sağlığına ve çevre felaketinin engellenmesine adayan müstesna bir iş insanı olarak tanıtıyor. Bill Gates’in 2018 ile 2021 arasında sadece Guardian gazetesine 6,5 milyon dolar bağış yaptığı ve neredeyse Batı’nın tüm etkili yayın organlarına milyonlarca dolar dağıttığı biliniyor. Gates’in medyaya yaptığı bağışları araştıran Tim Schvab, Gates’in medyaya bağışladığı paranın 250 milyon doları aştığı bilgisini veriyor. Gates, şu medya kuruluşlarına dağıtmış bu parayı: BBC, NBC, Al Jazeera, ProPublica, National Journal, The Guardian, Univision, Medium, the Financial Times, New York Times, The Atlantic, the Texas Tribune, Gannett, Washington Monthly, Le Monde, Der Spiegel. Salgın sürecinde en fazla danışılan aktör konumuna gelen Bill Gates, Trump döneminde ABD’nin ilişkilerini dondurmasının ardından, Dünya Sağlık Örgütünün en büyük fon sağlayıcısı konumuna geldi. Dünya Sağlık Örgütüne 400 milyon dolar bağış yapan Gates, küresel aşı projelerinin de ortakları arasındaydı. Bill Gates aşı alanındaki faaliyetlerini ve Dünya Sağlık Örgütü ile ilişkisini insanlığa duyduğu sorumlulukla açıklıyordu. Onun bilişim sektöründe zirveye tırmanış öyküsü hakkında epeyce yazıldı, çizildi. Dünyanın en büyük finans-kapitalistlerinden biri olan Gates’in insanlığa karşı ne tür sorumluluklar duyduğu bilişim sektöründeki pratiklerinden çok iyi biliniyor; İngiltere’nin Telegraph gazetesi, “Açığa çıkarmış”tı…

İngiliz hükümetine koronavirüs konusunda danışmanlık yapan bilim heyetinin başındaki Sir Patrick Vallance, GlaxoSmithKline adlı sağlık tekelinin hissedarıymış. 2012 ile 2018 yılları arasında şirketin araştırma bölümünün başkanlığını yapmış. İngiliz hükümeti salgın sürecinde koronavirüse karşı aşı geliştirme projesi için bu şirketle sözleşme yapmış. Bu durumun “açığa çıkması” üzerine İngiliz kamuoyunda sorular sorulmaya başlamış. “Bu çıkarların çatışması” değil miymiş? Hükümet ise yaptığı açıklamada, ortada “bir çıkar çatışması” bulunmadığını, Sir Patrick Vallance’ın hükümete virüsle ilgili tavsiyelerde bulunan bilimsel danışma heyetinin başında olduğunu, koronavirüs aşısıyla ilgili ticari karar alma süreçlerine dâhil olmadığını belirtmiş. Yani Vallance insanlığa ve ülkesine duyduğu sorumlulukla, sadece “saf bilimle” uğraşıyor, meselenin ticari boyutlarıyla ilgilenmiyormuş. Tabii “saf bilimle” uğraşırken, hissedarı olduğu şirketin yeni sözleşmeyle elde ettiği aşı ödemesinden payına düşeni aldı.

Salgın sürecinde hükümetlere “bilimsel” olarak yol gösteren “bilim heyetleri” son derece görünür hâle geldi. Bu “bilim heyetlerinin” esas olarak tekelci sağlık şirketlerinin hissedar ya da yöneticilerinden oluşması istisna değil, bir kuraldı. Finans-kapitalizmin dünyasında başka türlüsü şaşırtıcı olurdu. Trump mayıs ayında, ABD’de koronavirüs aşısı geliştirme projelerinden sorumlu hükümet kurumunun başına GlaxoSmithKline’ın eski yöneticisi Moncef Slaoui’yi getirdi. Slaoui’nin bu göreve gelebilmesi için yasal mevzuat gereği, elindeki 12 Milyon dolar tutarındaki GlaxoSmithKline hisselerini satması gerekiyordu. Slaoui’nin “bu hisselerin emekliliği olduğunu” açıklayıp hisselerini satmayı reddetmesi üzerine Beyaz Saray ona “özel bir statü” tanıdı ve göreve başladı. Amerikan hükümeti aşı sözleşmelerinden birini GlaxoSmithKline ile imzaladı ve aşı geliştirme çalışmaları için şirkete 2,1 milyar dolar ön ödeme yaptı. (Trump’s vaccine czar refuses to give up stock in drug company that benefits from his government role, Alternet, September 25) Amerikan basını da İngiliz basını gibi, burada bir “çıkar çatışması” olup olmadığını soruyordu.

Finans-kapitalizmin dünyasında “çıkar çatışması” ancak tekelci şirketlerin “çıkarları” tehlike altına girdiğinde söz konusu olabilir ve zaten tüm “bilim heyetlerinin” onun hissedar ya da temsilcilerinden oluşması çıkarlarının güçlü kontrol mekanizmaları aracılığıyla garanti altına alınma çabasının ürünüdür. Bir kez daha belirtmek gerekir: Finans-kapitalizmin dünyasında başka türlü olması mümkün değildir, bu dünyada “saf bilim”, “halktan yana bilim” aramak abesle iştigaldir. Tıp bilimi bütünüyle tekelci sermayenin kontrolü altındadır. Tıp bilimi halk sağlığı için değil, tekelci sermayenin çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi için vardır.

Salgının ve eve kapatmaların tepe noktasını gördüğü günlerde 2020 nisanında konuşan New York Valisi Andrew Cuomo, Gates Vakfı’yla “Eğitimi Yeniden Keşfetmek” başlığında bir ortaklık kurduklarını duyurmuştu. Bill Gates’in “vizyoner” olduğunu vurgulayan ve konuşmasında, Gates’in geçmişte sarf ettiği “sahip olduğunuz tüm bu teknolojiye rağmen neden bu fiziksel sınıflar, bu binalar” sözünü aktaran Cuomo, “Pandemi Gates’in düşüncelerine katılmak ve bu düşünceleri geliştirmek için tarihsel bir moment yarattı.” demişti. “Tarihsel moment” yaratan pandemi, Gates’in insanlığa duyduğu büyük sorumlulukla, yeni alanlara açılmasına olanak sundu. Son yıllarda yoğunlaşan emperyalist müdahalecilik yeni bir kavramın sıkça kullanılmasına neden olmuştu: Hibrid Savaş. Hibrid Savaş kavramı, emperyalist müdahaleciliğin yeni savaş yöntemleri ve yeni enstrümanlarla geliştirilmesi nedeniyle üretilmiş ve yaygın kullanılmaya başlamıştı.

Salgının yarattığı “tarihsel momentle” yaygın kullanılmaya başlayan yeni kavramlardan biri son zamanlarda sıkça duyduğumuz “Hibrid Eğitim” oldu. Bill Gates’in hayali, uygulanmaya başlayan “Hibrid Eğitim” modeli ile salgın sürecinde büyük ölçüde gerçeğe dönüştü. Sınırlı sayıda öğrencinin belirli günlerde sınıfa gelmesi, diğer günlerde eğitimi evden sürdürmesi “Hibrid Eğitim” modeli olarak kavramlaştırıldı. Sadece anaokulları ve engelli çocukları kapsayan okulların sınıflarda eğitime devam ettiği; ilkokul, ortaokul ve liselerin “uzaktan eğitim” modelini sürdürdüğü New York örneği salgın sürecinde Amerika’da “Hibrid Eğitim” modelinin test edildiği en büyük birim olarak belirlenmişti. Bill Gates, aşı geliştirme alanındaki küresel nüfuzuna, Amerika’da eğitim sisteminin yeniden yapılandırılmasına sunduğu katkılarla yeni nüfuz alanları ekliyordu. Hiç kuşkusuz, bunlar pandeminin yarattığı “tarihsel moment” sayesinde realize oluyordu.

Eğitimin ve sağlığın piyasaya tabi kılınma süreci bu “tarihsel moment” sayesinde yeni boyutlar kazanarak derinleşiyordu. Bill Gates’in küresel aşı projeleri de “kamu-özel sektör işbirliği” çerçevesinde gelişmişti, New York’un “Hibrid Eğitim” örneği, bu modelin yeni uygulama alanlarına uzandığına işaret ediyordu. «Kamu-özel sektör işbirliği» esas olarak sermayeye kamudan kaynak transferi işlevi görür. Hükümetlerin şirketlere aktardığı büyük miktarlarda para aşı geliştiren şirketleri finanse etme anlamı taşıyordu. Benzer bir uygulama bu yeni projeler aracılığıyla eğitimin yeniden yapılandırılmasında da kullanılmaya başlamıştı.

Yeni çalışma biçimleri de büyük ölçüde bu “tarihsel momentte” hayata geçti. Yaygın kullanılan yeni kavramlardan biri “uzaktan çalışma”. “Uzaktan çalışma” daha önce “evden çalışma” olarak adlandırılıyordu ve yeni bir çalışma biçimi olarak, salgından önce varlık kazanmıştı ancak bu “tarihsel moment” sayesinde kapsamını çok genişletti. Konuyla ilgili çalışmalar yapan Stanford Üniversitesi’nden Nicholas Bloom’un sunduğu verilere göre, salgın sürecinde Amerika’daki çalışanların % 42’si işi evinden yürüttü, yani “uzaktan çalıştı”. Bloom “uzaktan çalışmanın” salgın bittikten sonra da devam edeceğini düşünüyordu çünkü ona göre artık bir “enformasyon ve esnek ekonomi” döneminde yaşıyorduk.

Uzaktan çalışmanın salgın sürecinde kapsamını hızla genişletmesi “enformasyon ve esnek ekonomi” döneminin yerleşikliğine işaret ederken, Steven Hill, şirket yöneticilerinin “uzaktan çalışan” personelini gözetim altında tutmak ve denetlemek için kullandıkları dijital izleme teknolojileri hakkında bilgiler verdiği yazısında, yaşanan gelişmelerin uzaktan çalışanlar için “alarm çanları çaldırması” gerektiğini belirtiyordu. Hill, bazı şirket yönetimlerinin uzaktan çalışan personelinden bilgisayar ve akıllı telefonlarına bazı yazılımlar indirmesini talep ettiklerini ve bunlar aracılığıyla personelleri üzerinde etkili bir denetim kurma olanağı bulduklarını yazmıştı.

Şirketlerin “uzaktan çalışan” personelini daha sıkı denetlemek için kullandıkları teknolojilerdeki gelişme, bu “tarihsel momentte” oldukça hız kazandı. Şirket yönetimleri, Hubstaff olarak adlandırılan bir yazılım aracılığıyla, çalışanların mouse hareketlerini, ziyaret ettiği siteleri, elektronik postalarını, dosya transferlerini ve kullandığı aplikasyonları kontrol edebiliyor. TSheets adlı bir başkasının akıllı telefonlara yüklenmesiyle çalışanların lokasyonları izlenebiliyor. Time Doctor adlı bir yazılım bilgisayar karşısındaki çalışanın her on dakikada bir fotoğrafını çekip yönetime iletebilirken, Washington Post’un haberleştirdiğine göre, InterGuard adlı bir başkası, “kullanılan her app ve web sitesini dakika dakika izleyip bunları ‘üretken’ ya da ‘üretken olmayan’ şeklinde tasnif edip, çalışanların üretkenlik skorunu” patrona rapor edebiliyor. Salgın sürecinde, sözü edilen yazılımları satan şirketlerin ürünlerine olan talep üç kat artmış.

“Tarihsel moment” sayesinde, şirketler evleri ofislere dönüştürdü, çalışanlar ofislerinde uyamaya başladı ve bu “yeni normal” oldu. ABD Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu’nun 2020 ağustosunda sunduğu bazı araştırma sonuçları, başlangıçta bir tür “özgürleşme” olarak sunulan ve algılanan uzaktan çalışmanın gerçek doğasına ilişkin önemli açıklıklar sunuyordu. Kurumun Amerika’da 3 milyon uzaktan çalışandan elde ettiği verilere göre, salgından bu yana uzaktan çalışanların katıldığı toplantı miktarı % 12.9 artmış, araştırmacılar bu süreçte “ortalama işgününün önemli ve sürekli bir artış gösterdiğini” saptamışlar ve bu oranın % 8.2 olduğunu belirtiyorlar. (Working from home was the dream but is it turning into a nightmare? Guardian, 15 August) Görüldüğü gibi, uzaktan çalışanların “yeni normali” daha uzun çalışma ve iş dışı zamanın şirketler tarafından daha fazla işgal edilmesi. Bu nedenle, konu hakkında ciddi çalışmalar yapan John Naughton, “evden çalışma bir hayaldi ama şimdi bir kabusa dönüşüyor” diyordu.

Amerika’da büyük bir teknoloji şirketinde üst düzey yöneticilik yapan Jessica Powell, New York Times gazetesinde, bir uzaktan çalışma taraftarı olduğunu belirttiği yazısında, salgının başlangıç döneminde pek çok büyük şirketin uzaktan çalışmada “verimlilik artışı” kaydettiklerini ancak geçen zaman içinde ciddi bir huzursuzluğun ortaya çıktığını belirtiyordu. Çalışanlarda ilk dönemdeki verimlilik artışının esas olarak yaşanan zorunlu kapanma süreci ve işini kaybetme korkusundan kaynaklandığını düşünen Powell, uzaktan çalışmanın bir yöneticiye sunduğu avantajlardan söz ederken, “Bir yönetici olarak ben ne kadar tarafsız düşünebilirim bir önemi yok, benimle çok küçük kişisel teması olan bir çalışanı işten çıkarmayı belki daha kolay bulurdum.” diyor. Zor olan işten çıkarma konuşmasının bir ekran karşısında yapıldığında çok daha kısa tutulabileceğini belirten Powell, daha sonra kahve odasında karşılaşma şansınız bulunmayan birisini ekran aracılığıyla işten çıkarmanın çok daha kolay olduğuna vurgu yapıyordu. “Yeni normalin” uzaktan çalışanlara ve iş ilişkilerine neler getirdiği herhâlde bundan daha doğrudan ve daha isabetli anlatılamazdı. (The Rise of Remote Work Can Be Unexpectedly Liberating, September 25)

Salgın sürecinde «kamu-özel sektör işbirliği» kapsamında New York Valisi Cuomo’nun çağrısıyla oluşturulan bir komitede Bill Gates, Google’un eski CEO’su Eric Schmidt ve Michael Bloomberg yer alıyordu. Komite, New York’ta devlet okulları, hastaneler, polis ve diğer kamu hizmetlerinin özel teknoloji şirketlerine devredilmesi için planlar hazırlayacaktı. Eric Schmidt Mayıs 2020’de bir konferansta yaptığı konuşmada, yeni sosyal modelin yüz yüze faaliyetlerin dijital arayüzlerle değiştirilmesine dayanması gerektiğini söylemişti. Schmidt Pentagon'a savunma sektöründe yapay zekânın uygulanması konusunda, Amerikan Kongresine de aynı konuda danışmanlık yapmıştı. Yapay Zekâ Ulusal Güvenlik Komisyonu (NSCAI) başkanlığını yürütmekteydi.

Salgın sürecinde herkesin kendi gündemi vardı. Mesela, Kanada Ortak Operasyonlar Komutanlığı, salgını Kanadalılar üzerinde propagandayı test etmek için eşsiz bir fırsat olarak gördü. Kampanyayla bilginin "şekillendirilmesi" ve "kullanılması» hedeflenmişti. Kampanya, salgın sırasında Kanadalıların sivil itaatsizliğini önlemek ve hükümetin salgınla ilgili mesajlarını desteklemek amacıyla uygulandı. (Military leaders saw pandemic as unique opportunity to test propaganda on Canadians: report, National Post, 27 September 2021)

“Yeni normal” kavramı kapatmaların uygulanmaya başlamasıyla birlikte tedavüle girdi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı ve insanlar hızla “yeni normal”e adapte olmalıydı. Bunu söyleyenler, “yeni normal”i norm hâline getirmeye çalışanlardı. “Yeni normal”in temel ögelerini belirlemişler ve uygulanan fiili olağanüstü hâl aracılığıyla bunları dikte ediyorlardı. Salgın süreci büyük bir deneydi ve bu Dünya Ekonomik Forumu sözcüleri tarafından ilk elden ifade edilmişti: “Kapatmalar dünyanın en büyük psikolojik deneyidir.» (Lockdown is the world’s biggest psychological experiment – and we will pay the price)

Dünya Ekonomik Forumu başkanı Klaus Schwab’ın, salgını ve “yeni normal”i ele alan kitabı Temmuz 2020’de yayınlandı. Schwab salgının büyük değişimler için “tarihsel bir moment” yarattığı fikrini paylaşıyor ve geniş kapsamlı bir değişimin zorunluluğunu vurguluyordu. Ona göre, “II. Savaş en özlü dönüştürücü savaş (quintessential transformational war) idi. Bundan sonra olacakları tahmin için (bu savaş) en geçerli zihinsel çıpalardan biridir. Sadece küresel düzende ve küresel ekonomide temel değişiklikleri tetiklemekle kalmadı, nihayetinde radikal ölçüde yeni politikalar ve kadınların seçmen olmadan işgücüne katılması gibi toplumsal sözleşmeler için yol açan toplumsal tutum ve inançlarda da radikal kaymaları içerdi. Bir pandemiyle bir savaş arasında elbette temel farklılıklar vardır ama dönüştürücü güçlerinin büyüklüğü kıyaslanabilir. Her ikisi de daha önce hayal edilemeyecek ölçülerde dönüştürücü bir kriz olma potansiyeline sahiptir.»

Salgını bir dünya savaşı çapında etkiler yaratma potansiyeline sahip bir olay olarak karakterize eden Schwab, bir başka söyleşide değişimden neyi kastettiğini şöyle ifade etmiştir: «Neoliberalizm genel olarak düzensiz, dizginlenmemiş bir kapitalizm olarak anlaşılır… Pandemi bu biçimdeki neoliberalizmin artık gününü doldurduğunu gösterdi… Kapitalizmin itici gücü olan bireysel inisiyatifin güçlü bir devlet kontrolü altına alınması gerekmektedir… Bu çerçevede küresel kapitalizmi yeniden tanımlamak gerekiyor. Aksi takdirde değişim şiddetli çatışmalar ve devrimlerle gelecektir.»

Büyük Sıfırlama Schwab’ın tartıştığı temel noktadır. Büyük değişiklikler ancak bir dünya savaşı çapındaki olaylarla gerçekleşebilir. «Yeni normal» gerçek anlamını tam da bu noktada bulmaktadır. «Küresel kapitalizmin yeniden tanımlanması», «güçlü bir devlet kontrolü» Büyük Sıfırlamanın temel yönelimleridir. Schwab laf arasında kapatmaların yarattığı toplumsal ve siyasal sonuçlara ilişkin bir saptama da yapar. Salgın öncesinde dünya çapında yüzün üzerinde büyük siyasi gösteri gerçekleştiği bilgisini verir ve devam eder, «Genel olarak hükümetler salgını kontrol altına almak için toplumu kilitlemeye zorladığında (protestocular) kış uykusuna girdiler.» BlackRock’un başındaki Larry Fink de Schwab ile aynı kanıdadır. Fink bunu salgın «ekonomimizi ve toplumumuzu yeniden tasarlamamız için önemli fırsatlar sunan derin değişimler de yarattı” sözleriyle ifade etmişti.

Kapitalizmin yeniden yapılandırılmasının zorunluluğundan söz eden Schwab, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin sahipleri adına konuşmaktadır. Başkanlığını yaptığı Dünya Ekonomik Forumu küresel düzeyde nüfuz sahibi olan finans-kapitalistlerin, onların teknisyen ve bürokratlarının, her yıl siyasi liderlerle bir araya geldiği bir forumdur. WEF’in «Küresel Genç Liderler» programı bugün ülkelerinde siyasal iktidarı elinde tutan pek çok politikacının yolunun geçtiği bir duraktır. Dünyanın sahipleri (finans-kapital) bu forumda toplanır ve sorunlarını, projelerini tartışır, aldıkları kararları siyasi aktörlere dikte ederler. Bu nedenle, WEF’in toplantılarının düzenlendiği İsviçre’nin Davos kasabası yakınlarında toplantı dönemlerinde siyasi protestolar gerçekleştirilir. Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelen anti-emperyalist ve sosyalist gruplar İsviçre solcularıyla birlikte her yıl WEF’i protesto gösterileri düzenler. Salgın sürecinde alınan tutumlara bakıldığında ortaya çıkan tablo, aslında solun senelerce komplo teorileri peşinde koştuğuna inanılmasını gerektiriyor. Sol WEF toplantılarını neden protesto ediyordu? Temel gerekçe, dünyayı talan eden bir grup finans-kapitalistin bu toplantılarda aldıkları kararların ya da belirledikleri siyasal ve ekonomik önceliklerin yaşama geçirilmesinin dünya halkları ve uluslararası proletaryaya yönelik sınıfsal saldırıların temelini oluşturmasıydı. Bu son derece doğru bir kavrayıştı. Peki salgın sürecinde finans-kapitalin karakteri mi değişti? Dünya Ekonomik Forumu halk sağlığının korunmasını hedefleyen bir kuruma mı dönüştü?

Tabii ki değişmedi. Uluslararası finans-kapitalin sözcülerinden The Economist dergisi, salgının ve kapatmaların dünya ekonomisi üzerinde yarattığı etkiler ve korona sonrasına dair görüşlerini ifade ederken şu karakteristik ögeleri son derece açık biçimde ifade etmişti. Economist Apple şirketi örneğini veriyor, Apple’ın krize 207 milyar dolarlık bir nakit yığını ile girdiğine dikkat çekiyor ve uzun vadede, bu kapsamdaki firmaların “yeni yatırımlarla pazarın daha geniş bir kısmına yayılarak ve zayıflamış rakiplerini satın alarak” salgından avantajlı çıkmasının kuvvetle muhtemel olduğuna işaret ediyordu. (The pandemic shock will make big, powerful firms even mightier, 26 March 2020)

Economist, yaşanan ekonomik sarsıntının sonuçları hakkında konuşurken gerçekçiliği elden hiç bırakmıyordu ve “ekonomik darboğaz dönemleri” diyordu, “kapitalizmin sınıflandırma mekanizmasıdır, zayıf iş modellerini ve gergin bilançoları açığa çıkarır.” Kapitalizmin “sınıflandırma mekanizması” olarak kriz hükmünü yürütecek ve bu süreçte güçlüler zayıfları yutarak daha da güçlü olacaktı. Yani finans-kapitalin açık sözlü temsilcilerine göre, salgın sürecinde kapitalistlerin tümü bile aynı gemide değillerdi, kriz dönemleri büyüklerin küçükleri gemiden denize itmeleri için en uygun koşulları oluşturuyordu. Değil ki halk sınıflarıyla aynı gemide olsunlar. Economist’in bunları yazmasından 2 yıl sonra, Demokrat Partili Kongre üyesi Katie Porter, yükselen enflasyon ve halkın düşen alım gücü hakkında Amerikan Kongresinde yaptığı konuşmada, «Son yıllarda büyük şirketlerin pazar üzerindeki gücü artmıştır. Küçük işletmeler, orta ölçekli işletmeler daha büyük işletmeler tarafından yutuldukça, pandemi tarafından sıkıştırıldıkça, tedarik zinciri sorunlarıyla başa çıkamadıkça, Wall Street tarafından finanse edilen en büyük şirketler daha da güçlendi. Dolayısıyla en büyük fiyat vurgunları bu şirketler tarafından gerçekleştirildi.» diyordu.

Salgının başında sık sık gündeme gelen, «sınıf ve sınır tanımayan virüs» tarzı ifadeler finans-kapitalin düzenlediği büyük sınıf saldırısının ideolojik örtüsü işlevi görüyordu. Aynı gemide olmayanlar derken, meselenin bir başka yönüne de dikkat çekmek lazım. ABD’de yayınlanan bir araştırmaya göre, salgın sürecinde uzaktan çalışma, finans ve sigorta sektörlerinde % 75 düzeyini yakalarken, gıda sektöründe bu oran % 3 düzeyinde kalmıştır. Salgın koşullarında çalışanlar arasındaki statü farklılığı belirgin bir hat kazanmıştır. Gıda sektörünü sadece bir örnek olarak kullanıyoruz. Proletaryanın ağırlıklı bölümünün uzaktan çalışma olanağı yoktu ve eğer toplum diye bir şey varlığını sürdürecekse bu zaten mümkün değildi. IMF Başkanı Kristalina Georgieva, Nisan 2021’de Financial Times’a verdiği söyleşide, covid krizi sonrası dünya ekonomisinde iyileşme işaretlerinin belirdiğini, iyileşmenin nedenlerinin «uzaktan daha verimli çalışmanın öğrenilmesi, online alışverişin hızla benimsenmesi ve eğlencede dijital arayışların güç kazanması» olduğunu söylemişti. İyileşme işaretleri belirmişti ancak ona göre, «fakir ülkelerin ve zengin ülkelerdeki bazı insanların» bu iyileşmeden yararlanma şansı olmayacaktı. Georgieva salgının «iş kayıpları, eğitim kayıpları, iflaslar, ekstrem yoksulluk ve açlık” getirdiğini vurgularken, çalışanların belirli bir bölümünün salgından sonra daha önce çalıştıkları işleri bir daha hiç bulamayacakları öngörüsünü dile getirmişti. Bunun nedeni, «yeni iş ve çalışma modelleri» ve bunlara adapte olmakta yaşanacak yetersizliklerdi.

Dünya Ekonomik Forumu araştırmacılarının yaptığı bir çalışmada IMF Başkanı’nın öngörüsü paylaşılmıştı. WEF araştırmacıları 2030’da eğitim ve öğretimin yüzde 40'ının dijitalleşeceğini, böylece uzaktan organize edilebileceğini tahmin ediyordu. Araştırmacılara göre, dünya nüfusunun yüzde 13 ila 28'i arası geçici ya da kalıcı olarak iş piyasasının dışına düşecekti. Bunun anlamı, 1 ile 2 milyar arasında insanın sosyal ve ekonomik yeniden üretim süreçlerinin dışına düşmesiydi.

«Yeni Yeşil Gündem» başlığı, «yeni normal» olarak ifade edilen programın önemli parçalarından birisi. Dünyayı en fazla kirletenler, tıpkı salgında olduğu gibi, bu kez çevre tahribatı meselesinde kurtarıcı rolünde sahne alıyorlar. Mısır’da düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’ne 196 ülkeden 45.000 kişi katıldı. Kirletenlerin kurtarıcı kılığına girdiği bu tip zirvelerde hep olduğu gibi, özel jetleriyle Mısır’a gelenler kürsüde çevre felaketi hakkında konuşmalar yapıyordu. Zirvenin ana sponsoru en fazla kirlilik yaratan şirketlerden Coca Cola idi. Yılda 120 milyar plastik şişe üreten Coca-Cola’nın sponsorluğu, zirvenin ve finans-kapitalin çevre duyarlılığının niteliği hakkında çok şey anlatıyordu. Eski ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Biden’ın Çevre Özel Temsilcisi olarak görev yapıyor. Kerry ABD’nin büyük petrol tekellerinin hissedarlarından. Yani en fazla kirletenlerin hissedarı, kurtarıcıların en tepesinde. Böyle olduğu için, zirvede yaptığı konuşmada, gelişmekte olan ülkelerin enerji dönüşümü süreçlerine destek olmak istediklerini, bu konuda Rockefeller Vakfı ve Bezos ile yeni yatırım projeleri hazırlamakta oldukları bilgisini paylaştı. Enerji dönüşümü projeleri finans-kapitale yeni yatırım alanları açıyordu.

Zirveye katılan Venezüela Devlet Başkanı Maduro yaptığı konuşmada, kapitalizmin ve onun aşırı üretim ve sömürü mantığının çevre krizinin arkasındaki temel neden olduğunun kabul edilmesinin önemini vurguladı. Maduro’nun bu konuşmasıyla, zirvede ortaya iki karşıt yaklaşım çıkmış oldu. Kapitalizmin ve onun aşırı üretim ve sömürü mantığını merkeze almayan çevresel duyarlılıklar ancak finans-kapitalin masasında meze olabilir. Finan-kapitalin yeni yatırım alanlarının desteçisi konumuna düşer. Maduro konuşmasında meselenin özünü şu sözlerle açık biçimde ortaya koydu:

«Gezegenin bugün yaşadığı ciddi sonuçlardan, hiç şüphesiz, insan uygarlığı sorumludur. Ancak, bu ifade eksiktir ve bu uygarlığın son derece eşitsiz olduğu detaylandırılmazsa ikiyüzlü olacaktır. Bu uygarlık, iki yüzyıldır gezegenin doğal kaynaklarını ayrım gözetmeksizin sömüren ülkelerden oluşurken, diğerleri ancak kendilerini besleyecek kadarına sahip olmakta ve sanayi öncesi üretim tarzını sürdürmektedir. Venezüella küresel sera gazı emisyonlarının %0.4'ünden daha azından sorumludur. Buna rağmen Venezüella halkı, birkaç kişinin çıkarı için gezegeni kirleten ve kirletmeye devam eden büyük Batı ekonomilerinin neden olduğu dengesizliğin sonuçlarını ödemek zorundadır.»

Gerçeklik bu denli yalındır. Emperyalist-kapitalist sistemi, kapitalist üretim ilişkileri ve tüketim kalıplarını sorgulamayan çevre duyarlılıkları finans-kapitalin değirmenine su taşır. Bu bağlamda konunun finans-kapital tarafından istismarını temsil eden Yeni Yeşil Ajanda türü Finans-kapital önermeleri dikkatle analiz edilip, teşhiri gerçekleştirilmelidir. Lucas Chancel tarafından küresel karbon emisyonu eşitsizliği üzerine hazırlanan yeni bir makalenin sunduğu verilere göre, dünya nüfusunun en düşük gelire sahip %50'lik kesimi 2019 yılında küresel emisyonların sadece %12'sini yayarken, en üstteki %10'luk kesim toplam emisyonların %48'ini yaymıştı.

Şaka gibi ama gerçek. Mısır’daki iklim zirvesi üzerine yapılan haberlerde, petrol ve gaz tekellerinin zirvede 636 lobici tarafından temsil edildiği belirtildi. Çevre örgütleri temsilcileri yaptıkları açıklamalarda, iklim zirvelerinde petrol ve gaz şirketleri için çalışan lobicilerin sayısının sürekli artmakta olduğunu vurguladı. Togo’dan bir çevre örgütü olan Yeryüzünün Dostları temsilcisi Kwami Kvondzo, “Müzakerelere katılan endüstri delegelerinin sayısındaki patlama, iklim adaleti topluluğunun, endüstrinin zirveyi, devam eden ve yaklaşan iklim krizini ele alacak bir alan olarak değil, bir tür karnaval olarak gördüğü yönündeki inancını güçlendiriyor.” diyordu.

Emperyalist-kapitalizm eşitsizlikle birlikte anılabilir, bu nedenle bu eşitsizlikleri somut olarak ortaya koymadan yapılan her genelleme sadece yanılgı yaratacaktır. Avrupa İstatistik Ofisi ekim ayında AB ülkelerinde gıda israfına ilişkin verileri açıkladı. Açıklamaya göre, salgının ilk yılı olan 2020'de Avrupalıların kişi başına gıda israfı 127 kilogram oldu. AB ülkelerinin toplam nüfusu düşünüldüğünde, gıda israfının boyutları daha net görülecektir. Bir tarafta açlık, diğer tarafta bu boyutlarda israf vardır. Şu soru sorulmalıdır: Kim israf edebilir? Sahip olamayan israf edemez. İsrafın temel nedeni, gıda maddeleri üretiminin ve ticaretinin kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri tarafından şekillendirilmesidir. Gıda maddeleri krizi üzerine uluslararası zirveler düzenleyenler, sözde krizi yaratanlardır. Avrupa’da israf edilen gıda maddeleriyle açlık sorununu çözebilirsiniz. Kapitalizm koşullarında mümkün olmayan çözüm ancak sosyalizmin demokratik planlama mekanizmasıyla gerçekleştirilebilir.

Tekelci kapitalizm koşullarında bilim ve teknoloji egemen sınıfın mutlak denetimi altındadır. Bilim ve teknolojinin gelişim yönü tekelci şirketlerin ihtiyaçları tarafından belirlenmektedir. Bunu bir an bile akıldan çıkarmamak gerekir. Bilim ve teknoloji, tekelci kapitalizmdeki mevcut egemenlik ilişkileri içinde geliştiği için, emekçilere yeni kölelik koşulları getirmektedir. Finans-kapitalin emekçiler üzerindeki egemenliğini güvence altına alan sınıf aygıtı devlet, bilim ve teknolojinin gelişiminden yararlanarak yeni kontrol ve denetim mekanizmaları üretmektedir. Bilişim teknolojisinde yaşanan devasa gelişmeleri bu bağlam içinde ele almak gerekir. «‘Yeni normal’ nedir?» diye sorulacak olsa, yanıtım şu olurdu: Salgına dek faturaların tümünü postaneden öderdim. Yaşadığım İsviçre’de pek çok insan aynı yöntemi kullanırdı. Kira, elektrik, sağlık sigortası, vergiler, telefon, internet faturalarının tümünü postaneden ödüyordum. Salgınla birlikte zorunlu hâle gelen dijital ödemeler, geçtiğimiz yıl kurala dönüştü. İsviçre’de çok uzun zamandır bu hizmeti veren postaneler artık bu hizmeti vermiyor. Bu faturaların tümünü telefonunuz aracılığıyla ödemek zorundasınız. Benzer bir biçimde, salgından bu yana İsviçre’deki banka şubeleri kapanıyor. Dijital bir dünya hızla inşa ediliyor. 2020 Ağustos’unda Financial Times’a konuşan Bank Of America CEO’su, 5 yıllık dijitalleşme planı hedeflerine salgının ilk üç ayında ulaştıklarını söylemişti. Benzer bir eğilimin pek çok alanda geliştiği görülüyor.

Bu noktada, Marks’ın 1856 yılında yazarı olduğu bir işçi gazetesinin kuruluş gecesinde yaptığı bir konuşma ifade ettiği kimi düşüncelere bakabiliriz. Marks şunları söylemişti: «Bu 19. yüzyılımıza özgü bir büyük olgu, hiç bir partinin yadsımaya kalkışmadığı bir olgu vardır. Bir yandan, bundan önceki insanlık tarihinin hiçbir evresinin aklına dahi getiremediği sınai ve bilimsel kuvvetler ortaya çıkmaya başlamıştır, öte yandan, Roma İmparatorluğunun son zamanlarında görülen umutsuzluğu kat kat aşan çürüme belirtileri vardır. Günümüzde her şey kendi karşıtına gebe görünüyor. İnsan çalışmasını kısaltma ve bereketlendirme şaheser gücüne sahip makinelere [karşın -ç] kendisinin yoksulluk içinde, gücünün ötesinde çalıştığını görüyoruz. Ortaya yeni çıkmış zenginlik kaynakları, garip bir gizemli büyü ile yokluk kaynakları hâline dönüşüyor. (…)  Bütün keşiflerimizin ve ilerlememizin, maddi güçleri entelektüel bir yaşamla doldurmak ve insan yaşamını maddi bir güçle aptallaştırmak sonucu verdiği görülüyor. Bir yanda modern sanayi ve bilim, öte yanda modern sefalet ve ayrışma arasındaki bu uzlaşmaz çelişki, üretici güçlerle çağımızın toplumsal ilişkileri arasındaki bu uzlaşmaz çelişki; apaçık, karşı konulmaz ve su götürmez bir olgudur.»

Bilim ve teknolojideki gelişmeye, üretici güçlerle mevcut toplumsal ilişkiler arasındaki uzlaşmaz çelişki temelinde bakmak gerekiyor. Tekelci kapitalizminin sağladığı bilimsel ve teknolojik gelişmeler emekçilere sadece yeni kölelik koşulları getiriyor. Emperyalist burjuvazi derin bunalımdan çıkış hamlesi olarak yeniden yapılanma programı için düğmeye bamış durumda. Emekçilerin daha gelişmiş araçlarla denetlenmesi ve kontrol edilmesi hedefleniyor; bir egemenlik ilişkisi olarak sınıf tahakkümü ezilen ve sömürülenlerin itaatkar kılınmasını gerektirir. Bilimsel ve teknolojik olanaklar bu hedef doğrultusunda kullanılıyor.

«Yeni normal» emekçilere yönelik finans-kapital saldırısının kod adıdır. Hiç unutulmaması gereken temel gerçek, emekçilerin öfkesinin kaynağını sömürü ve tahakküm anlamına gelen sınıf egemenliğinden almasıdır. Sınıf egemenliği devam ettikçe emekçiler tekrar tekrar mücadele enerjisiyle dolacaktır. Emekçilerin mücadele enerjisi çok farklı koşullarda, çok farklı biçimlerde açığa çıkabilir. Tarih bunun tanığıdır. Emekçilere günümüzde dayatılan yeni kölelik koşulları, emekçilerin mücadele enerjisini biriktirmektedir. Yeni kölelik biçimleri kabul edilmeyecektir. Emekçilerin mücadele enerjisi dünyayı yeniden sallayacaktır. 21. yüzyıl, sınıfa karşı sınıf, kapitalizme karşı sosyalizm sloganlarıyla alanları dolduracak emekçilerin eseri olacak devrimlere gebedir.

-Söyleşi dizisi sonu-

16 Kasım 2022

Cenk Ağcabay ile Söyleşi: Büyük Sıfırlama, Salgın ve Finans-Kapitalin Gelecek Tasarımı -I-

Cenk Ağcabay ile Söyleşi: Büyük Sıfırlama, Salgın ve Finans-Kapitalin Gelecek Tasarımı -II-