Loading...

Çin Ne Kadar Emperyalist? Kuşak ve Yol’un “Ekstraktivist” Arka Plânı


Çin’i Kim Besleyecek?

Bu soruyu ilk kez tanınmış Amerikalı çevreci Lester R. Brown (1995) sordu. Who Will Feed China? Wake-up Call for a Small Planet başlıklı kitabında, Brown, ekilebilir arazilerin kalkınma ve kentsel yayılma nedeniyle hızla küçüldüğüne dikkat çekiyor; Çin’in küresel gıda ithalatına yönelik artan talebinin sayısız zorluklarını özetliyordu: “Çin’in büyük bir tahıl ithalatçısı olarak ortaya çıkması, bizi uzun süredir ihmal ettiğimiz sorunları ele almaya zorlayacak bir uyandırma çağrısıdır” (1995: 141).

Esasen XX. yüzyılın son on yılında yaşanan bir dizi gelişme, Brown’ın sorusunun meşruiyetini teyit eder türdendi. Bunlardan en önemlisi, Çin halkının beslenme alışkanlıklarında gözlenen değişimdir. Tarihsel olarak “8: 1: 1” (tahıllar: et: sebzeler) oranında istikrar kazanmış olan Çin diyeti, artan ortalama gelir ve hızlı kentleşmeyle birlikte “4: 3: 3” (meyve-sebze: et-balık-yumurta: süt) oranına doğru kaydı. Özellikle orta ve üst sınıflarda belirgin olan diyetteki bu “etlenme”, işçi ve köylüler arasında da yaygınlaşmaktaydı. Ortalama et tüketimi, 1990’da kişi başına sadece 16 kg iken (balık ve deniz ürünleri hariç) 2018’de 49 kg’a yükseldi. Bu nitel değişim, hayvan yemine ve hayvansal ürünlere yönelik küresel talepteki dramatik artışı tetikledi (Schneider, 2014: 621).

Brown’ın kitabını bir hakaret olarak gören Çin hükûmeti, Çin’in kendi kendini besleme yeteneğini öven bir “Beyaz Kitap” (1996) yayımlayarak tepkisini gösterdi. Yine de 1999’da, asgari 129 milyon hektarlık ekilebilir alanı tarım arazisi olarak korumak için bir “Kırmızı Çizgi” ilân etme gereği duyacaktı (Yu, 2022).[1] Ardından, “9: 21 Meydan Okuma” sloganı altında, gıda güvenliğini “tahılda kendi kendine yeterlik” (liangshi anquan) ile eşdeğer tutan bir politikayı yürürlüğe koydu. Çin, dünyadaki ekilebilir arazinin yalnızca %9’u ile dünya nüfusunun %21’ini beslemek zorundaydı (Wesz vd., 2021: 1382). Çin’deki net ekilebilir arazi büyüklüğü, merkezî hükûmetin sıkı kontrolüne tâbidir. Kırmızı Çizgi’nin yönetimi adına yürürlüğe konulan düzenlemeler, “Kalıcı Temel Tarım Alanı” olarak belirlenen ve münhasıran tahıl ekimine ayrılan arazilerin (103 milyon hektar) amaç dışı kullanımına karşı keskin yaptırımlar içermektedir.

Çin, Brown’ın sorusuna başka yanıtlar da verdi: Gıda güvenliğine ilişkin riskleri, kurucu önder Mao Zedung’un (1949-1976) Çin koşullarına uyarladığı Marksist-Leninist kuramın rehberliğinde yönetmek yerine küresel kapitalist sistemle dolaysız etkileşimlere dayalı bir ekonomi-politik çerçeve oluşturuldu. Sosyalizm ve kapitalizm arasındaki yapısal karşıtlığı önemsizleştiren adımlar atıldı. Mao’nun ardından (kısa süreli Hua Guofeng liderliği hariç) işbaşına gelen Deng Xiaoping (1978-1992) için “kedinin siyah ya da beyaz olması değil fare yakalaması” önemliydi. Literatürde “dışarı çıkma” (zou chuqu) olarak bilinen bu strateji, –Mao’nun vaktiyle “Kapitalist Yolcu” olmakla suçladığı– Deng ve halefleri tarafından tedrici adımlarla detaylandırılıp geliştirildi. Bunlardan öne çıkan beşini kısaca görelim.

1) Özel Ekonomik Bölgeler: Deng, ilk kez Dördüncü Modernizasyon Programı’nın yabancı sermaye gereksindiğini öne sürerek Batılı firmaları ve teknolojiyi “içeri alma” ve ihracat ve ardından sermaye ihracıyla “dışarı çıkma” ikiz süreçlerini başlattı. 1992’de, Çin’in, ticaret korumalarını azaltma ve ABD’nin fikri mülkiyet haklarını tanıma taahhüdünde bulunduğu iki ayrı ABD-Çin mutabakat zaptı imzalandı. Ülkenin güney kıyısı boyunca uzanan, esnek düzenlemelere tâbi “Özel Ekonomik Bölgeler” (Special Economic Zones-SEZ) kısa sürede yabancı yatırımcılarla doldu. Net girişler, 1992’den önceki on yılda yıllık yaklaşık 2 milyar dolar iken sonraki on yılda 30 milyar doların üzerine çıktı. Çin’in sanayileşmesi, büyük ölçüde “istisnai neoliberal alanlar” konumundaki SEZ’lerde yabancı yatırımcıların bir araya getirilmesinin sonucuydu (McMichael, 2020: 131). Bugün Çin topraklarında, yedi ayrı türde (Ekonomik ve Teknolojik Kalkınma Bölgeleri, Yüksek Teknoloji Sanayi Geliştirme Bölgeleri, Serbest Ticaret Bölgeleri, Sınır Ekonomik Bölgeleri, İhraç İşleme Bölgeleri, İl Kalkınma Bölgeleri) toplam 330 SEZ bulunmaktadır (Cowaloosur, 2014: 95).

2) Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) Katılım: ABD Başkanı Bill Clinton, 2000 yılında Çin-ABD İlişkileri Yasası’nı çıkartıp, Çin’in DTÖ üyeliğinin yolunu açtığında bunun “ABD için yeni ticaret kapıları ve Çin’de değişim için yeni umutlar açacağını” savundu. Dahası, Çin’in DTÖ’ye katılımı “anakaranın tek parti devletinin ölümünü hızlandırabilecek güçleri” serbest bırakacaktı. Bu sonuncusu hâlen gerçekleşmemiş olsa da Çin Başbakanı Zhu Rongji’nin Ulusal Halk Kongresi’ne (5 Mart 2000) sunduğu raporda, “Çin ekonomisinin yeniden yapılandırılmadan daha fazla gelişemeyeceği noktaya geldiğini” savunması önemliydi. Ona göre, “bu yeniden yapılanma sadece ekonomik olarak verimsiz KİT’lerin satılması meselesi değil, aynı zamanda ekonomi yönetiminin radikal bir şekilde yeniden yapılandırılması meselesidir” (Fewsmith, 2001: 574). Çin, Clinton’ın ekibiyle yürüttüğü bir dizi sıkı müzakerenin ardından 11 Aralık 2001 günü DTÖ’ye katıldı. Katılımın Çin ekonomisine etkisi büyüktü: Toplam ihracat 1978’de 10 milyar dolar iken 2008’de 1.43 trilyon dolara; 2023’te 3.38 trilyon dolara ulaştı. 2009’da Çin dünyanın en büyük ihracatçısı olmuştu. Çin merkezli üretim, özellikle ABD sermayesi için yeni kâr kapıları açarken neoliberal iktidarlar üzerindeki ücret baskısını hafifleten ucuz tüketim malları sağladı. Buna karşılık, Çin için ulusal kalkınmayı artırdı ve katma değeri yüksek üretim çıktılarına doğru ilerlemesini ve Batılı rakiplerle daha başarılı bir yarış çıkarmasını kolaylaştırdı (Budd, 2021).

3) Çin-Afrika İşbirliği Forumu: Kısaca FOCAC (Forum on China-Africa Cooperation) olarak tanınan forum, 2000 yılında 53 Afrika ülkesinin katılımıyla kuruldu. Çin ve herhangi bir Afrika ülkesi arasındaki ikili ortaklıklar ve kıtaya yönelik Çin kalkınma yardımı, büyük ölçüde FOCAC tarafından çerçevelenmiştir. Çin’in Afrika ülkeleriyle ikili münasebetleri, BRICS grubu üzerinden çok taraflı olarak da gelişmektedir. Bu çok taraflılığı daha da destekleyen yapı, Afrika’yı da kapsar biçimde genişletilen Kuşak ve Yol Girişimi’dir (KYG). Başkan Xi Jinping, 9. FOCAC zirvesinde (4-6 Eylül 2024), özellikle KYG altında desteklenen projelerle bağlantılı olarak, Afrika ülkelerine önümüzdeki üç yıl için 50.7 milyar dolarlık yardım müjdesi verdiğinde 53 ülkenin liderleri tarafından ayakta alkışlandı. Çin hükûmetinin, FOCAC’ı, Afrika Birliği’nin 2063 Gündemi’nde benimsenen hedefe (kıtayı 2063 yılına kadar dünyanın üçüncü büyük ekonomik alanına ve üretim üssüne dönüştürmek) ulaşmada bir kaldıraç olarak tanıtması anlamlıdır.


FOCAC 2024 zirvesi açılış töreni (Pekin) (Foto: AP)

4) Kuşak ve Yol Girişimi (KYG): Çin lideri Xi Jinping, 2013 yılında Astana’daki (Kazakistan) konuşmasında yeni ve çok daha büyük bir küresel altyapı oluşturma stratejisini tanıttı. “Kuşak ve Yol Girişimi” (Belt and Road Initiative-BRI) ya da “Bir Kuşak, Bir Yol” (One Belt One Road-OBOR) adıyla ünlenen KYG, Çin’de ve eski İpek Yolları boyunca ilişki kurduğu ülkelerde ekonomik büyümeyi teşvik edecek sınır ötesi, kazan-kazan ilkesine dayalı bir “ekonomik teşvik paketi” olarak tanıtılmıştır (Brautigam, 2020: 5). Çok sayıda projeden oluşan KYG, ticaret ve ulaşım altyapı işlerini, enerji ve güç santrallerini ve dijital ve fiber optik telekomünikasyon kolaylıklarını içeren kapsamlı ve sürekli genişleyen bir program görünümündedir. KYG kapsamında önümüzdeki on yılda 1 trilyon dolar; 2050 yılına kadar –küresel GSYH’nin %30’una ve dünya nüfusunun %45’ine sahip– 65 ülkeyi birbirine bağlamak için 8 trilyon dolar civarında harcama yapılacağı tahmin edilmektedir (Budd, 2021). Bu hâliyle KYG, Çin hükûmetinin Orta Asya’dan Avrupa’ya ve Güney ve Güneydoğu Asya’dan Hint-Pasifik bölgesine uzanan yeni ekonomik koridorlar oluşturarak “altyapıyı finanse etme ve inşa etme” taahhüdünü temsil etmektedir. Bu taahhüt, Çin’in bir “borç veren” olarak –özellikle Afrika’nın gelişen ekonomileri için– artan önemiyle uyumludur.

5) Gelişen Borç Verme Kapasitesi: Çin’in yukarıdaki adımları, onu 2017 itibarıyla –Dünya Bankası ve IMF’yi geride bırakarak– “dünyanın en büyük resmî borç vereni” konumuna taşıdı. Çin kredileri 1998’de nerdeyse sıfır iken 2018’de 1.6 trilyon dolara (dünya GSYH’sinin %1.5’inden fazla) ulaştı. Bugün gelişmekte olan ve yükselen piyasalara sağlanan banka kredilerinin dörtte birinin Çin bankalarından çıktığı tahmin edilmektedir (Horn vd., 2021: 3). Doğrudan kredi akışlarının, rekor düzeyde yüksek portföy borç yatırımlarını da içeren Çin sermaye ihracındaki daha geniş bir artışın yalnızca bir varyantını oluşturduğunu da belirtelim. Borçlular ise genellikle Afrika, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’nın emtia ve altyapı geliştirme ihtiyacı içindeki ülkeleridir. Düşük ve orta gelir grubundaki bu ülkelerin, “kredi notu” kaynaklı kısıtlar nedeniyle –Paris Kulübü altında örgütlenen– küresel tefecilerden borçlanmasındaki zorluklar, Çin kredilerine bağımlılıklarını artırmıştır. Son on yılda, Çin’in sadece Afrika’da 3.500’den fazla proje için yaklaşık 300 milyar dolarlık finansman sağladığı tahmin edilmektedir.[2] Çin, Sahra Altı Afrika’nın toplam borç stokunun %15’ini oluşturmakla, bölgenin en büyük alacaklısı konumundadır (Alfaro & Kanczuk, 2019: 1). Son olarak, diğer büyük ekonomilerin aksine, Çin dış kredilerinin çoğu resmî nitelikte olup; bizzat Çin hükûmeti, devlete ait politika bankaları veya devlete ait ticarî işletmeler ve bankalar tarafından üstlenilmiştir.

Çin ayrıca, 1999’da Japonya ve G. Kore ile birlikte Güneydoğu Asya Ulusları Birliği’ne (ASEAN) katılarak –1967’de komünizmle mücadele için kurulan– bu bölgesel yapıyı “ASEAN Plus Three”ye (APT3) dönüştürdü. 2009’da kurulan BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) grubunda merkezî bir oyuncu oldu. Böylece bölgesel düzeyde daha derin bir ekonomik entegrasyona katkıda bulundu.

İçeride başlatılan yeniden yapılanma girişimleri de bu entegrasyonu pekiştirecekti: (1) Çin halkı, 1995-2005 yılları arasında insanlık tarihinin en büyük “özelleştirme” dalgasına tanıklık etti. “Büyüğü tut, küçüğü bırak” (zhuada fangxiao) sloganı altında (stratejik sektörlerdeki en büyük 300 KİT hariç), 11.4 trilyon Yuan (bugün yaklaşık 1.6 trilyon dolar) değerindeki 100.000’e yakın KİT ve kamu varlığı özelleştirildi (Gan, 2009: 581). Artık ülkedeki KİT’lerin üçte ikisi, çoğu Çin Komünist Partisi (ÇKP) yetkilileriyle akraba olan ve kamuoyunda “Küçük Prensler” diye tanınan özel girişimcilere aitti. (2) 2001’de “Üç Temsil” ilkesini tanıtan ÇKP Genel Sekreteri Jiang Zemin, özel firma sahiplerinin partiye üye olmalarının yolunu açtı. Mart 2004’te yasama organı (Ulusal Halk Kongresi) tarafından anayasaya dâhil edilen Üç Temsil ilkesine göre, sermayedarlar da “dürüst emekleri” sayesinde ÇKP yönetimine katılabilecekti. 2011 yılına gelindiğinde Ulusal Halk Kongresi’ndeki 3.000 delegenin en zengin 70’i, yaklaşık 90 milyar dolarlık servete sahiptir (Taylor, 2017: 179-182). ÇKP artık işçi ve köylüler kadar burjuvaziyi de temsil(!) etmektedir.

Küresel Kaynak Çekimi: Ekstraktivizm

Çin’in yukarıda özetlediğimiz adımları, sokaktan akademiye kadar hemen her kesimde zihinlerde aynı soruyu üretmiş görünüyor: Çin neyi amaçlamakta, nereye varmak istemektedir?

Çok sayıda spekülasyon havada uçuşsa da analizler, Çin’in KYG ve FOCAC gibi “barışçıl” yapılar ardına gizlenmiş bir askerî yayılma stratejisi izlediğine dair tartışılmaz bir kanıt sunmamaktadır. Çin’in hızlı bir şekilde inşa edip silâhlandırdığı yapay adalar üzerinden Güney Çin Denizi’ni militarize ettiği ve nihayet Temmuz 2017’de Cibuti’de ilk denizaşırı askerî üssünü açtığı doğrudur. Yine de bunlar, ABD hegemonyasına ancak bölgesel düzeyde bir tehdit oluşturabilecek hamlelerdir. Askerî harcamaları ABD’ninkinin ancak %37’sine tekabül eden Çin, çoğu Soğuk Savaş döneminde kurulan ABD merkezli askerî ittifaklar ve Pasifik’teki 200’ü aşkın hava/deniz üssüyle kuşatılmış durumdadır. Bu koşullarda, ABD Çin’den çok daha büyük ölçekte güç projeksiyonu yapma kapasitesine sahip olmaya devam ederken (Budd, 2021) Çin de ABD’nin periyodik tacizleri karşısında gözetleme ve savunma yeteneklerini geliştirmeye çalışacaktır. Ekonomik performans, küresel hegemonya için tek başına yeterli değildir.

Bununla birlikte, Çin’in kapitalizmin tipik çatışmalarından kaçınacağı ve Batı yayılmacılığına karşı “pasifist, savunmacı zihniyette ve yayılmacı olmayan” şeklinde özetlenen (Scobell, 2014: 223) kadim stratejik kültüre bağlı kalacağı inancının naifliği açıktır. ABD’nin küresel jandarmalık rolünü öngörülebilir bir gelecekte Çin’e bırakacağına (ya da birlikte devriye gezeceklerine) dair belirtilerin yokluğunda, Çin’in bir ekonomik güç olarak yükselişini, mevcut stratejik dengeye olası etkilerinden ziyade tarihsel emperyalist bloğun bileşimi bağlamında tartışmak daha uygun olacaktır. Dolayısıyla, örneğin Çin’in “dünya barışına ve kalkınmasına yeni pozitif enerji enjekte edecektir” (KYG, 2017) diye tanıttığı KYG-FOCAC ikilisi türünden girişimleri, benzer bir vizyondan yoksun görünen askerî yeteneklerinden daha çok ilgiyi hak etmektedir. Özellikle KYG, Çin’in bölgesel ve uluslararası kaynak tedariki yoluyla gıda güvenliği ihtiyaçlarını yönetme tarzının ötesinde, artan siyasî-ekonomik gücünü yansıtan küresel bir strateji olarak öne çıkmıştır. Bu devasa altyapı geliştirme programı, ilân edilen amacından bağımsız olarak Çin’in küresel ekonomik erişimini artırma potansiyeline sahiptir.

Çin, gıda güvenliğinin sağlanmasında yalnızca neoliberal piyasa kurallarına güvenmek yerine doğrudan yabancı yatırımlar yoluyla küresel gıda, yem ve yakıt tedarik zincirlerine erişimi garantiye almak için devlet müdahalesini giderek daha fazla kullanma eğilimindedir. Belesky ve Lawrence (2018) tarafından “neo-merkantilizm” olarak tanımlanan bu eğilim, ekonomik milliyetçilik ve ulusal güvenlik kaygılarının bir bileşimiyle damgalanmıştır. Hatta bu iki yazara göre, küresel gıda rejimi, Çin’in neo-merkantilist tarım-gıda stratejisini tanımadan yeterince anlaşılamayacak bir geçiş veya fetret dönemindedir.

Çin’in KYG ve FOCAC gibi yapılar üzerinden küresel ölçekte bir “kaynak çekme” (extractivism) mekanizmasını işler kılmaya çalışmasını, dünyanın en kalabalık nüfusunu beslemek için çabalayan sorumlu bir hükûmetin hayırhah girişimleri olarak okumak mümkündür. Ne de olsa Çin’in “dışarı çıkma” stratejisi, Batılı rakiplerinin geçmişte yaptığı gibi askerî operasyonlar ya da kıyımlar eşliğinde ilerlemiyor. Ancak bu girişimleri, kaynak sahibi ülkelerde yol açtıkları sorunlarla birlikte değerlendirdiğimizde karşımıza farklı bir manzara çıkmaktadır. Bu manzaranın tasvirine geçmeden önce “ekstraktivizm” kavramını kısaca tanıtmakta yarar vardır.

“Çekip çıkarmak, sökmek, koparmak” anlamlarındaki “extract” sözcüğünden türetilen ekstraktivizm, bu eylemlerin sömürgen doğasına gönderme yapar. Bu anlamda ekstraktivizm, günlük dildeki “kökünü kurutma, dibini sıyırma, soyup soğana çevirme” ve “emcükleme” (kemiğin iliğini çekme) gibi mecazlarla karşılanabilir. Hepsinde de ortak olan, bir nesnenin geride hiçbir parçasını bırakmamacasına tüketilmesidir. Biz bu çalışmada, telaffuzu zor da olsa yekpare yapısından ve literatürdeki yerleşikliğinden dolayı, ekstraktif, ekstraktivist ve ekstraktivizm terimlerini kullanacağız.

Başlangıçta madencilik faaliyetlerinin sosyo-ekolojik doğasını ifade etmek için kullanılan ekstraktivizm teriminin literatürdeki tanımlarında öne çıkan ortak yönler şöyle özetlenebilir:

Ekstraktivizm, ekonomik kaynaklara (doğal veya insanî) el konulmasını içerir ve bu kaynaklara potansiyel olarak geri dönüşü olmayan şekilde zarar veren veya tüketen bir tür “drenaj” üretir. Bu drenaj, zaman ve mekânda kaynak ve zenginlik akışı olarak analiz edilebilir. Mevcut analizler, ekstraktivizmin sermaye birikimi ve gücün merkezîleşmesi üzerine kurulu olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, ekstraktivizmi, küresel kapitalist gelişmede nerdeyse tüm insanların ve insan dışı canlıların yaşamlarını koşullandıran, kısıtlayan ve baskı altına alan bir sermaye birikim yöntemi olarak tanımlamak mümkündür (Chagnon, vd., 2022: 763). Bu tanım, boyun eğdirme, tüketme ve karşılık vermeden almayı rasyonelleştiren uygulamalar, zihniyetler ve güç farklılıklarını da içermekle; ekstraktivizmin aynı zamanda toplumsal yaşamı düzenlemenin bir yolu olduğunu ima eder.

Ekstraktivizm, kaynak sahibi ülke ve kaynak çeken (ekstraktivist) ülke için karşıt sonuçlar üretir. Latin Amerikalı sosyal ekolojist Eduardo Gudynas (2018: 62), ekstraktivizmi “doğal kaynakların yarısının veya daha fazlasının hammadde olarak, endüstriyel işleme tâbi tutulmadan veya sınırlı işleme tâbi tutularak büyük miktarlarda ve/veya yüksek yoğunlukta tahsis edilmesi” olarak tanımlarken kaynak sahibi ülkenin pozisyonunu da özetlemektedir. Ortada hiçbir üretim yoktur; “doğal mirasın net kaybı” söz konusudur. Dolayısıyla karşıt sonuçlar, basitçe ticaret hadlerinin kaynak sahibi ülke aleyhine bozulmasıyla sınırlı değildir. Hammaddelerin ve doğal kaynakların tükenmesi, arazi yapısının ve toprağın bozulması, türlerin yok olması, biyolojik çeşitlilik kaybı ve ormansızlaşma gibi ekstraktif operasyonlardan kaynaklanan felâketler, sermaye birikimi ve kapitalist ekonominin sürekli üstel büyüme dürtüsüyle ilişkilidir.

Buna karşılık kaynak çeken ülke, kaynak sahibinin zor durumundan yararlanarak –geride nerdeyse hiçbir katma değer bırakmadan– kendi tarımsal ya da endüstriyel gündemini görece düşük bir maliyetle ilerletmiş olur. Kaynak çeken açısından ekstraktivizm, toplumsal kalkınma için sürdürülebilir ve eşitleyici bir yöntem olmaktan ziyade eski sömürgecilik döneminde inşa edilen bağımlılık yollarının tahkimini ve yağmacı bir kapitalizmi ifade eder. Gudynas (2018), kavramın daha geniş küresel kapitalist sistemi tanımlamak için kullanılmaması gerektiğini savunsa da ekstraktivizm uzun zamandır kavramsal olarak kapitalist süreçlerle bağlantılıdır ve son yıllarda özellikle Küresel Güney’in kırsal manzarası üzerindeki dramatik etkileri nedeniyle küresel kapitalizmin güncel bir ifadesidir.

Günümüzde birçok yazar ekstraktivizmi daha geniş küresel süreçler düzeyinde ele almaktadır. Örneğin ekstraktivizmin mevcut dünya sistemi içindeki genişlemesi, Petras ve Veltmeyer (2014) tarafından “ekstraktif kapitalizm” ve “ekstraktif emperyalizm” kavramları ile açıklanırken Klein (2014: 97) ekstraktivizmi, “yeryüzüyle karşılıklı olmayan, tamamen almaya dayalı tahakküm temelli bir ilişkiye” dayanan “kurbanlık bölgeleri” (sacrifice zones) olarak tanımlar. Dunlap ve Jakobsen (2019) ise bir dizi ekstraktivizm(ler) pratiğinin –aynı kaynaklara odaklanmak zorunda olmamakla birlikte– birbirini ittiği, güçlendirdiği ve yoğunlaştırdığı bir süreci ifade etmek üzere “topyekûn ekstraktivizm” kavramını önerir. Onlara göre, ekstraktivizm, küresel tekno-kapitalizmi tüm yaşamı tüketmeye ve kuşatmaya iten doyumsuz, “dünya yiyen” (the world-eater)  bir zorunluluktur.

Çin’in “Ekstraktivist” Kapasitesi

Çin’in ekstraktivizm karşısındaki durumuna baktığımızda, yarattığı küresel sermaye yatırımları dalgası sayesinde Küresel Güney’de yoğunlaşan ekstraktivist faaliyetlerin başat aktörü olarak ortaya çıktığını görürüz. Görece yüksek büyüme rakamları, “kaynak işleme ve üretimin küresel merkezi” olarak etiketlenen yeni rolü ve özellikle kentsel nüfusunun artan tüketiciliği, Çin’i dünyanın dört bir yanından gıda, enerji ve maden kaynaklarını çekmeye yöneltti. Salt KYG ile yetinmeyip, Latin Amerika, Afrika, Orta ve Güneydoğu Asya’daki tarımsal projelere yatırım yaptı. Buralarda, yerel çiftçileri yerinden etme pahasına endüstriyel tarım amaçlı (soya, biyoyakıt gibi) geniş arazi parçaları edinerek küresel “arazi gaspı” (land grabbing) sürecine dâhil oldu. Çin’in dünyanın en büyük pestisit üreticisi ve kullanıcısı konumuna yükselmesi, büyük ölçüde bu yatırımlarla ilgilidir (Chagnon, 2022: 768).

Çin ekstraktivizmi, madencilik ve arazi gaspı dışında başlıca üç alanda yoğunlaşmış görünmektedir: (1) Gıda tedarikini güvenceye almak, (2) kültürel mirası metalaştırmak ve (3) insan yeteneğine ve fikri mülkiyete el koymak. Bu faaliyetler, geleneksel kaynak çekme ekonomisinin “sosyo-ekolojik yıkım modeli” (yaşamsal kaynakların, ev sahibi halkın ve çevrenin aleyhine, kaynak çekenin lehine fayda sağlamak için aktarılması) karşısında, ilk bakışta ekstraktif görünmeyen iyi huylu bir formda algılanır. Sosyolog Yifei Li ve antropolog Judith Shapiro’nun (2021) çalışması, KYG’nin ekstraktivizm bağlamında yeterince analiz edilmemiş üç bileşeni üzerinden bu faaliyetlerin yıkıcı doğasını ortaya koymaktadır: Süt ürünleri, turizm ve eğitim.

1) Gıda tedarikini güvenceye almak (KYG Süt Ürünleri): Çin’in kendini besleme konusundaki endişesi acılı tarihsel deneyimlerle ilişkilidir. İmparatorluk dönemine damgasını vuran kıtlıklar, ülkenin elverişsiz ekilebilir arazi-nüfus oranıyla (ekilebilir arazilerin çoğu ülkenin daha gelişmiş Doğu bölgeleriyle sınırlıdır) açıklanmaktadır. 1959-61 arasındaki “üç zor yıl” bu kıtlıkların sonuncusuydu. Keza, Kültür Devrimi (1966-76) sırasında başlatılan “çorak araziyi ekin tarlalarına dönüştürme” çabasının kökleri, Mao’nun “Yi Liang Wei Gang” [Tahılı Anahtar Bağlantı Olarak Alın] sloganında ifadesini bulan bu tarihsel kıtlık korkusuna uzanmaktadır.

Çin nüfusu 1.4 milyarı aştığında, yukarıda değindiğimiz Kırmızı Çizgi’nin yetersizliği ortaya çıktı. Bununla birlikte, ülkeyi küresel kapitalist sisteme hızla eklemleyen Çin hükûmetleri, birçok doğal kaynağın ve hammaddenin uluslararası piyasadan kolayca satın alınabileceğini de aynı hızla öğrenmişti. Dahası, bu ihtiyaçların karşılanması, Peru’nun zengin açık deniz balık stoklarında olduğu gibi, denizaşırı tarım arazilerinin ve balıkçılık sahalarının yasal olarak satın alınması veya uzun süreli kiralanması yoluyla garanti edilebiliyordu (Li & Shapiro, 2021: 139). Dolayısıyla, gıda maddelerinde, enerjide ve diğer kaynaklarda güvenlik arayışının, Çin’in KYG boyunca uzanan ekstraktivist girişimlerinin ardındaki itici güçlerden biri hâline gelmesi tesadüf değildir.

Bu girişimlerin sıra dışı örneklerinden biri, yeni bir ekstraksiyon şekli olarak süt ürünleri sektörüdür. Başkan Xi Jinping’in “ortak insan geleceğine sahip bir topluluk” inşa etme vizyonu, hisselerinin %31.35’i devlete ait (dünyanın en büyük sekiz üreticisi arasında) bir süt ürünleri holdingi olan Mengniu’nun CEO’su Lu Minfang’a ilham verdi. “Ortak bir süt ürünleri geleceğine sahip küresel bir topluluk” sözü veren Minfang’ın (Mengniu, 2020) “KYG Süt Ürünleri” (yidai yilu naiye lianmeng) projesi, Çin’in siyasî ve ticarî çıkarlarının bir yakınsaması gibidir. Şirketin küresel girişimlerinin Çin devletinin hırslarıyla yakından uyumlu olması doğaldır. Yili ve Bright gibi diğer Çinli süt holdingleri de aynı projenin yürütücüleridir.

Çin pazarının 2000’li yıllarda süt ürünlerine yönelik artan talebi, özellikle 2008-13 yılları arasında küresel süt ürünleri fiyatlarında artışa yol açtı. O kadar ki hükûmet, fiyatları düzenlemek amacıyla 2014 yılının ilk üç ayında yaklaşık bir yıllık süt tozu (930.000 ton) satın alarak müdahale etti (Leightner, 2017: 135). Talepteki artışın ilginç bir nedeni ise yerli süt tozu ve bebek maması üreticilerinin “yüksek protein” seviyesi görünümü vermek için seyreltilmiş süte –toksik bir kimyasal olan– melaminin eklediklerinin ortaya çıkmasıydı. Bu yüksek profilli gıda skandalından dolayı, yerli ürünlere olan tüketici güveni sarsılmakla birlikte, yabancı alternatiflere yönelik talep arttı. Bu arada sağlam bir ulusal stok oluşturan resmî tedarikçiler satın alma seviyelerini keskin bir şekilde düşürdüklerinde küresel süt ürünleri fiyatları düşüşe geçti (Howard, 2016). Sonuç, dünyanın dört bir yanındaki küçük üreticilerin iflas etmesi ve çoğu çiftçinin ayakta kalabilmek için sürülerini mezbahaya göndermek zorunda kalmasıydı.

En yakın süt ürünleri tedarikçisi olan Y. Zelanda’daki çiftçilerin hikâyesi, Çin’in küresel süt ürünlerine olan iştahının bir lütuftan nasıl bir lanete dönüştüğünü göstermektedir. Bu lanet, 2010’ların ortalarından itibaren Çin liderliğindeki süt ürünleri küreselleşmesinin ikinci dalgasını harekete geçirdi. Çinli süt ürünleri firmaları, artık denizaşırı tedarikçilerden ithalat yapmaktansa –zaten çoğu ayakta kalma mücadelesi veren– tüm çiftlikleri ve hatta tedarik zincirlerini satın almaya başladılar. Sadece Y. Zelanda’da, Çinli Yili firması Güney Canterbury’deki Oceania Mandırası’nı 214 milyon Y. Zelanda Doları (YZD) karşılığında satın alırken Şanghay merkezli Pengxin firması, Crafar çiftliklerini 200 milyon YZD ödeyerek devraldı. Mengniu firması, Waikato’daki Pokeno köyündeki bir bebek maması fabrikasına 220 milyon YZD tutarında yatırım yaptı. 400 nüfuslu Pokeno köyündeki kırsal manzara kısa sürede sonsuza dek değişecekti. Çin devlet medyası, tesisin müdürünün “2013’te buraya geldiğimizde her yer meraydı. Sadece altı yıl içinde Pokeno’nun nüfusu iki katına çıktı ve kasabadaki istihdam ve altyapı inşaatı da çok gelişti” şeklindeki sözlerini aktarmıştır (Xu, 2019). Müdürün sözleri, tesisi “mutlak bir iğrençlik” olarak nitelendiren yerel halkın bakış açısıyla tam bir tezat oluşturmaktadır (Browne, 2015).

Bu satın alma dalgasının en rahatsız edici yanı, KYG Süt Ürünleri’ne dâhil firmaların “özel şirketler” olarak sunulmasıdır. Bu şirketlerin hepsi de Çin devlet mülkiyetinden, sübvansiyonlarından ve düzenleyici desteklerden yararlanmaktadır. Dolayısıyla, KYG’ye bağlılıkları siyasî bir formaliteden öte, onları Çin hükûmetinin küresel gündemiyle mükemmel bir şekilde uyumlaştıran bir kalkınma plânının gereğidir.

Madenlerin veya kerestenin aksine, süt ürünleri, “ekstraktif” imajı uyandıran bir meta gibi görünmeyebilir. Burada, şiddet içermeyen incelikli bir kaynak çekme modeli söz konusudur. Madencilik ya da orman ürünlerinde olduğu gibi, açık çukurlar, kimyasal sızıntılar, tozlu yollar, ormansızlaşmış alanlar ve insan sefaleti ile karakterize edilen bir endüstri yoktur. Koruyucu giysiler içindeki işçilerin çalıştığı modern görünümlü, aşırı sterilize edilmiş üretim hatlarına sahip süt işleme tesislerinde, bir ülkenin doğal kazanımları bir başka ülke için alınıp satılabilir metalara dönüştürülmektedir.

Bu farklılığa rağmen ekonomik faaliyetler çarpıcı biçimde benzerdir: Süt çiftlikleri ve işleme tesisleri de değerli bir kaynağın hammaddesini doğadan çekip çıkarır. Ardından kaynağı işlemek veya rafine etmek için süt tesislerine taşırlar ve küresel pazarda alınıp satılabilen belirli çıktılara dönüştürürler. Süt ürünleri tedarik zinciri de insanları, Dünya’yı ve hayvanları ekstraktif bir döngüye tâbi tutar. Dolayısıyla, maddî ve etik sonuçları itibarıyla geleneksel maden çıkarma ekonomisinden daha az felâketli değildir (Li & Shapiro, 2021: 141). KYG Süt Ürünleri yatırımları, bilhassa ev sahibi ülkedeki insanların gözüyle değerlendirildiğinde, Çin süt ürünleri küreselleşmesinin “yavaş şiddeti” (Nixon, 2011) yaşam biçimlerini bozmakta, onları nesiller boyu yurt edindikleri çiftliklerden uzaklaştırmakta ve kırsal kimliklerinin merkezinde yer alan pastoral manzarayı yok etmektedir.

Dahası, süt ürünleri cephesi, sadece yavaş şiddete değil aynı zamanda küresel piyasa riski, fiyat türbülansı ve finansal öngörülemezliğin “hızlı” şiddetine de neden olmaktadır. KYG Süt Ürünleri küresel tedarik zincirini sağlamlaştırmaya devam ederken giderek daha fazla çiftlik küresel pazarın nüfuzu altına giriyor. Waikato’daki (Y. Zelanda) bir mandıra çiftçisinin hayatı, Pekin’deki bir yetkilinin kararlarıyla aniden alt üst olabilir. Sıradan çiftçilerin geleceği, KYG Süt Ürünleri ya da daha doğrusu “ortak bir süt ürünleri geleceğine sahip küresel topluluk” tarafından çerçevelendiğinde küresel finansallaşmanın “hızlı” şiddetinden kaçış yok gibidir.

2) Kültürel mirası metalaştırmak (KYG Turizm): Çin devlet sermayesinin tam anlamıyla yayılmacı hâle geldiği tek sektör gıda değildir. KYG’nin “Kitle Turizmi” bileşeni, devlet mülkiyetindeki iş dünyası, medyası ve bilim kuruluşlarının, dünya tarihini Çin lehine yeniden yorumlamak ve katılımcı ülkelerdeki kültürel mirası Çin’in imajını merkeze alarak yeniden yazmak için güç birliği yapmasını ifade etmektedir.

Çin, revizyonist tarihçiliğe ve kültürün metalaştırılmasına yabancı değildir. Baskın konumdaki Han Çinlileri, uzun zamandır Çin’deki etnik azınlıkları yönetmeye, kategorize etmeye ve klişeleştirmeye çalışmaktadır. Özellikle “yeniden eğitim” kamplarına alınan Uygurlar ve –kendilerini Dalai Lama’nın kültürel soykırım olarak adlandırdığı şeyin hedefi olarak gören– Tibetliler ile Han Çinlileri arasındaki ilişkiler genellikle düşmancadır. Buna karşılık Çin hükûmetinin, ülkedeki çeşitli gruplar arasındaki ilişkileri, birleşik bir ülkede kadim bir tarihi paylaşan mutlu bir ailenin ilişkisi olarak tanımlayan bir tarih yorumunu benimsemiş olması anlamlıdır.

Çin’de azınlık kültürleri, ulusal birlik ve etnik uyum adına pasifize edilirken –kitle turizminden ancak son zamanlarda yararlanma ayrıcalığına sahip olan– bir orta sınıfın tüketimi için metalaştırılmıştır. Tibet’in genç Han Çinlilerinin zihninde romantikleştirilmesi böyledir. Bugün Han turistleri, işler durumdakiler hariç keşişlerden boşaltılan manastırlara akın etmektedir. Güneybatı Çin’in Kunming ilindeki Yunnan Milliyetler Müzesi ve Etnik Köyü’nde, turistler bir tür “insanat” bahçesinde yirmiden fazla bölgesel kültürü deneyimleyebilir (Li & Shapiro, 2021: 142).

Çin tarzı kitle turizmi, bir ekstraktivizm türü olarak değerlendirilmek için olası bir aday gibi görünmeyebilir. Ancak basit bir kültürler arası deneyim ve duyarlılık eksikliğinin ötesine geçen etkileri vardır. KYG’nin başlangıcından bu yana katılımcı ülkeleri ziyaret eden Çinli turist sayısı, 2013’te 15.5 milyon iken 2017’de 27.4 milyona yükseldi ve bu da yıllık ortalama %15.3’lük etkileyici bir büyümeye işaret etmektedir. Çin hükûmeti, KYG altında turizmi teşvik etmek için 76 ikili anlaşma imzalamıştır. Aşağıdaki örnekler, bu anlaşmaların olası sonuçları hakkında fikir verebilir.

Devlet başkanı Xi Jinping, Kazakistan’daki konuşmasıyla KYG’yi resmî olarak başlattıktan üç gün sonra (10 Eylül 2013) Özbekistan’ın Semerkant şehrini ziyaret etti. Burada, tarihi Uluğ Bey Gözlemevi’nden şehir merkezinin panoramik manzarası karşısında KYG’nin kendisine “özel bir his” verdiğini söyleyecekti: “Uzaktayız ama aynı zamanda ruhumuzda da birbirimize çok yakınız. Tıpkı zaman yolculuğu gibi” (Wu, 2013). Bugün Semerkant, Çin destekli sermaye, kalkınma, inşaat, medya ve arkeolojinin tüm unsurlarıyla işgal edilmiş durumdadır.

Çin sermayesinin gelişi, bu kadim Orta Asya kentinin umumî manzarasını sonsuza dek değiştirdi: Devlete ait CSCEC Tasarım Grubu (CSCEC: Çin Devlet İnşaat Mühendisliği Kurumu), Çin’in İpek Yolu Fonu’nun malî desteğiyle Semerkant’ın UNESCO listesindeki tarihî merkezinde “Semerkant Şehri Projesi” olarak bilinen yeni bir turizm kompleksinin yapımını üstlendi. 2022’de tamamlanan turizm kompleksinde, aynı yıl “Şanghay İşbirliği Örgütü” devlet başkanlarının 22. yıllık zirvesi yapıldı. Bu modern görünümlü tesisin, Özbek kültüründen değil de antik İpek Yolu’nun Çin’deki son durağı olan Xi’an (Chang’an) kültüründen türetilen geleneksel tasarım unsurlarıyla süslenmiş olması, Özbek yetkililer için sorun teşkil etmemiş gibidir. Onlar, 2023 yılındaki 42.000 Çinli turist sayısını tedricen 1 milyona çıkarmayı plânlamaktadır. Turizm bölgesinin ana yapısı, Xi’an’ın ikonik çan kulesi şeklinde pagoda benzeri bir üst yapı ile taçlandırılmış; Xi’an şehir duvarından esinlenen hantal gri tuğlalı, sur tarzı bir oteldir. Otelden başlayan alışveriş caddesi, geleneksel Çin taş oymaları ve çift saçaklarla vurgulanan aynı gri tuğla görünümüne sahiptir (Li & Shapiro, 2021: 143).


Çin devlet şirketi CSCEC tarafından tasarlanıp inşa edilen Semerkant Turizm Merkezi (foto: ent-en)

Xi’an kültürü, sadece inşaat ve fiziksel görünüm açısından Semerkant’a aktarılmış değildir. Çin devlet medyası, Semerkant’ın kültürel tarihini tamamen Çinlileştirilmiş bir çerçevede sunmaktadır. Sanatçıların elle çizilmiş resimler yaptığı yerel bir kâğıt türünün, Çin’in Han Hanedanı (M.Ö. 206-M.S. 220) döneminden kalma kâğıt yapım teknikleri kullanılarak üretildiği söylenirken yerel tarih müzesindeki bir duvar resminin Tang hanedanının imparatoriçesi Wu Zetian’a ait olduğu ileri sürülmektedir. Dahası, Semerkant, Kang aile adı üzerinden “Çinlilerin olası atalarının yurdu” olarak tanıtılmıştır (Zhang, 2016). Ülkede konuşlandırılan bir Çinli arkeolog grubu, 2020 yılında Fergana Vadisi’nde yaptığı kazıda, M.Ö. birinci binyılda Çin’in bugünkü Gansu eyaletinde yaşayan göçebe Yuezhi (Yüeçi) halkının göç yoluna dair kanıtları ortaya çıkardığında Xi Jinping’in övgüsüne mazhar oldu. Grubun öncü arkeologlarından Wang Jianxin, –2024 itibarıyla Orta Asya’daki sayısı 70’i aşan– bu gibi kazıların İpek Yolu tarihinin Batı merkezli yorumlarına meydan okuduğu ve Çin’in eski İpek Yolu medeniyetine yaptığı katkılara dair küresel anlayışı geliştirdiği kanısındadır.

Semerkant deneyimi, Çin dış politikasının giderek daha belirgin hâle gelen bir stratejisini simgelemektedir: Jeopolitik ve devlet sermayesinin çıkarları, arkeoloji biliminin ve turizm teşvikinin görünüşte tarafsız anlatılarıyla sarmalanmıştır (Storozum & Li, 2020). Örneğin, Çin ve Suudi Arabistan arasındaki ikili anlaşmanın (Ocak 2016) bir parçası olarak, Çinli arkeologlar Kızıldeniz kıyısındaki Al-Serrian bölgesinde çok sayıda sualtı kazısı yaptılar. Pers çanak çömleklerinden Arap taş âletlerine kadar çok çeşitli kalıntılar ortaya çıkarıldığı hâlde Çin devlet medyası, Çinli amiral Zheng He’nin (M.S. 1371-1433) XV. yüzyılda Hint Okyanusu’nda yaptığı keşif gezilerinin kanıtı olduğu tahmin edilen bir porselen parçasını kazının en önemli buluntusu gibi tanıtmayı tercih etti (Wang, 2018). Esasen çoğu tarih ve kurgu arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran Zheng He rivayetleri, benzer şekilde Endonezya, Malezya ve Singapur’da Çinli turistlere hitap etmek için pazarlanmaktadır. Çinli ziyaretçiler sayesinde artan turizm gelirlerinden etkilenen KYG ülkeleri, Çinlileştirilmiş bir kültür ve tarih söylemini de ithal etmektedir (Li & Shapiro, 2021: 144).

“Ticaret ve barış elçisi Zheng He” anlatısı üzerinden Afrika ile bağlantı kurma girişimleri, Çin’in genişletilmiş KYG stratejisinin bir parçasıdır. Nitekim 300 gemi ve 27.000 mürettebattan oluşan Zheng He deniz filosunun Doğu Afrika kıyılarına (Swahili) dört kez uğradığı rivayeti, KYG Turizm’e “siyahî” bir boyut kazandıracaktı. Antik saray kroniklerine dayandırılan hikâyeler eşliğinde ilerleyen Çin arkeoloji gündemi, 2005 yılında, Çin Devlet Kültürel Miras İdaresi ile Kenya Ulusal Müzesi arasında ortak arkeolojik kazılar yürütülmesini öngören bir anlaşmayla sonuçlandı. Çinli denizcilerin Kenya’daki izlerini ortaya çıkarmayı amaçlayan anlaşma kapsamında Çin hükûmeti üç milyon dolarlık bir fon sağladı.

2010-13 yılları arasında yürütülen ortak kazı çalışması üç bileşenden oluşmaktadır: (1) Kenyalı ve Çinli arkeologlardan oluşan bir ekip, Zheng He’nin filosunun 1418’de ziyaret ettiği tahmin edilen bir limanın bulunduğu Malindi’nin seçilmiş noktalarında kazı yaptı. Antik Malindi sultanlığının başkenti olduğu kabul edilen yerleşim yerinde bulunan üç insan iskeleti üzerinde yapılan incelemeler, bunların ön diş yapıları itibarıyla Doğu Asyalı olmakla; filodaki batan bir gemiden sağ kurtulan Çinli denizciler olduğu değerlendirildi. Yerel anlatılara bakılırsa, kıyıya çıkmayı başaran bazı denizciler yerli kadınlarla evlenmiş; torunları hâlâ Pate adasındaki Siyu köyünde yaşayan bir “Afrikalı Çinli” topluluğu yaratmışlardı. Dahası, amiralin ilk yolculuğunun 600. yıldönümünde (2005) Çinli akademisyenlerce yapılan mülâkatlar ve DNA testleri de köylülerin Çin kökenine dair anlatıları destekliyordu! (2) Ortak ekip, geminin battığı bildirilen köyün açıklarında sualtı arkeoloji araştırması yaptı. Çinli arkeologlar, gemi enkazındaki denizcilerin Zheng He filosunun mürettebatı olduğuna dair somut bir kanıt bulamasalar da köydeki “Çinlilerin” Zheng He’nin mürettebatının torunları olduğuna inanmaları anlamlıdır. (3) Arkeologlar, etnik Müslüman (Hui) Zheng He’nin namaz kıldığı tahmin edilen Malindi’deki tarihi Khatib Camii dâhil olmak üzere Kenya kıyıları boyunca iki düzineden fazla kazı noktasında bulunan 10.612 parça Çin porselenini analiz ettiler. Sonuçlar, Çinli tüccarların M.S. IX. yüzyıldan beri Kenya’daki muadilleriyle temasta olduğunu gösteriyordu.

Swahili halklarının sözde Çinli köklerinin keşfinin ardından başlayan altyapı inşa süreci, Çin’in 2018 ortasında Dünya Bankası’nı da geçerek Kenya’nın en büyük alacaklısı (dış borcun %72’sinin sahibi) konumuna yükselmesini sağladı. Pekin merkezli StarTimes firmasının, Kenya’nın analogdan dijital TV yayınına geçişini –Çin’i olumsuz tasvir etme eğilimindeki uluslararası kanallara erişimi aşırı pahalı kılacak şekilde– sağlaması da bu sürecin ürünüydü (Chan, 2019: 62-63). Bu koşullarda, Kenya tarihinin, antik Malindi sultanlığı ile Çin arasındaki ticarî ve diplomatik ilişkilerin ayrıntılarını da içerecek şekilde yeniden yazılması şaşırtıcı olmayacaktır.

Bazı gelişmekte olan ülkeler için KYG turizminin ekonomik getirilerine direnmek imkânsız gibidir. Örneğin Kamboçya, 2016 yılında Çin hükûmeti, Konfüçyüs Enstitüsü ve devlete ait Çin Uluslararası Seyahat Servisi ile ortaklaşa bir “Çin’e Hazır” (China Ready) politikası başlattı. Turizme bağımlı bu Güneydoğu Asya ülkesi, politika kapsamında, kamusal alanlardaki tabelaları Mandarin (Çince) dilini içerecek şekilde tasarlamayı, Çin para biriminde (Yuan) ödeme kabul eden ticarî kuruluşların sayısını artırmayı ve Mandarin dili konuşan çalışanların konaklama endüstrisindeki payını artırmayı taahhüt etti. Dahası, Kamboçya, yerel bir dans gösterisi olan “Angkor’un Tebessümü” (Smile of Angkor) sayesinde, gösterinin Çin’in kültürel tercihlerini yansıtmasını takdir eden Çin hükûmetinden “Ulusal Kültürel İhracat” ödülü bile aldı. Gösteriyi geliştirip metalaştıran Yunnan Kültür Endüstrisi Yatırım Şirketi’nin Çin devletine ait olması önemsiz bir ayrıntı olarak kaldı. Şirket, –verilerin mevcut olduğu tek yıl olan– 2013’teki gösterilerden yıllık 6.76 milyon dolar gelir elde etmişti (Li, 2015).

Bu ve benzeri “turistik” etkinlikleri, Çin hükûmetinin, küresel bir izleyici kitlesini hedefleyen devlet kontrolündeki medya kuruluşları vasıtasıyla Çin ve KYG katılımcısı ülkeler arasındaki tarihî bağlara dair kültürel bir anlatı inşa etme hevesine bağlayabilir miyiz?

KYG Turizm’in gelişimini, ortak bir geçmişin pembe söylemi ve ortak bir geleceğin umutlu bakış açısıyla sarmalanmış olarak sunan ekstraktif mantık kolayca fark edilmeyebilir. Antik İpek Yolu’nun ulus-ötesi tarihi, Avrasya halkları arasında efsanevî bir huşu, merak ve hatta aidiyet duyguları uyandırmakta; turizm girişimleri yerel halka istihdam fırsatları ve ekonomik faydalar sağlamaktadır. Öte yandan bu tarih, Çin devletinin çıkarlarına hizmet etmek için araçsallaştırılma ve nihayet silâha dönüştürülme potansiyeline sahiptir (Li & Shapiro, 2021: 144). Nitekim artan sayıda ülke KYG Turizm’e bağımlı hâle geldikçe Çin hükûmetinin bu bağımlılığı kendi diplomatik gündemi lehine değerlendirme arzusuna yorulabilecek olaylar da artmaktadır. Örneğin Haziran 2020’de, Avustralya’nın koronavirüs salgınının kökenine ilişkin bağımsız bir soruşturma çağrısında bulunmasının ardından Çin, vatandaşlarını bu ülkeye seyahat etmemeleri konusunda uyararak tepki gösterdi. Keza, Ağustos 2023’te Kanada’nın “grup turları için onaylı destinasyonlar” listesinden çıkarılması, Çin’in KYG üzerinden vaat ettiği ortak refahın koşullu doğasına işaret etmektedir.

KYG Turizm’in arkeolojik kazılar eşliğindeki gelişimi, bu gelişmeden fayda sağlayanların hayatlarını Çin’in kültür ve tarihi etkileme ve yorumlama alanına çekerken anlatı ve kimlik üzerindeki yerel gücü zayıflatma eğilimindedir. KYG bu anlamda, antik İpek Yolu üzerinde ortak bir geçmişin tahayyülünü harekete geçirerek Çin’in jeopolitik hâkimiyet ve ekonomik liderlik tesisi için ikna edici bir kültürel gerekçe sunmuştur. Milliyetçiliğin Çin arkeoloji pratiğinin gelişimindeki merkezî önemini koruması da bu gerekçeyi besleyen bir faktördür. Özbekistan ve Kenya örneklerinin gösterdiği gibi, KYG ülkelerindeki ortak arkeolojik kazılar, bu ülkelerin tarihsel anlatısını, sömürgecilik ve emperyalizm gibi daha sorunlu tarihlere sahip Batılı güçler yerine tedricen Çin yörüngesine kaydırmakla, bir tür “kültürel sermaye” inşa etmek için etkili bir araç işlevi görmektedir (Storozum & Li, 2020: 286).

Öte yandan, turist akını ev sahibi ülkelere ekonomik faydalar sağlasa da Çin devletine ait işletmelerin “Semerkant Şehri” ve “Angkor’un Tebessümü” gibi projelerden elde edilen gelirlerden aslan payını aldığını not etmeliyiz. KYG Turizm’in maddî şiddeti, böylece hem fiziksel hem de parasal olarak kendini göstermekte ve karşılıklı olarak birbirini güçlendirmektedir: (1) Kültürel mirasın kitlesel turizm destinasyonlarına “terfi” ettirilmesi, Çin devletine ait işletmelerin diğer ülkelerin ulusal hazinelerini Çin için kâr kaynaklarına dönüştürmesini sağlar. (2) Ardından bu kâr, KYG boyunca daha fazla “terfiye” (yükseltmeye) yeniden yatırılır. Şiddetin bu daha incelikli ve “light” versiyonu, Çin’in İpek Yolu tarihinin resmî yorumu, arkeoloji ve turizmin gelişimi adına gelişmekte olan ülkelere dayatıldığında ortaya çıkmaktadır. Çin’in sunduğu revizyonist tarihe böylesine bir itaat, KYG’nin bu ülkelerden sistematik olarak bilgi ve yetenek çekmesiyle sıkı bir şekilde bağlantılıdır –ki bu da ekstraktivizmin en uç noktasıdır (Li & Shapiro, 2021: 146).

3) İnsan yeteneğine ve fikri mülkiyete el koymak (KYG Eğitim): Fikirlerin, bilginin ve yeteneğin bir “kaynak” olarak çekilip çıkarılmasının sonuçları, diğer ekstraktivizm örneklerindeki gibi iki yönlüdür: Faydalar kaynak çeken ülkeye doğru akarken zararlara savunmasız durumdaki ev sahibi ülke halkı katlanır. Bilgi söz konusu olduğunda, örneğin tarımsal firmalar gelişmekte olan ülkelere yüksek verimli GDO’lu tohumlar satar (fayda); bu da yoksul çiftçilerin tohum tasarrufu pratiğini sürdürmelerini imkânsız hâle getirmekle, onları ticarî pestisit ve gübre kullanılmasını gerektiren tarımsal döngülere hapseder (zarar).

Çin, küresel bilgi ekstraktivizmi konusunda geç kalmış olsa da “dışarı çıkma” politikasının bir varyantı olarak, ortaklarından bilgi almaya ve onlara bilgi satmaya heveslidir. Bugün Çin, gelişmekte olan ülkelere GDO’lu tohumlar satmasıyla tanınan İsviçre merkezli biyo-teknoloji devi Syngenta firmasında hâkim hissedar konumundadır (Syngenta aynı zamanda küresel pestisit pazarının dörtte birini kontrol etmektedir). Denizaşırı ülkelerden maddî mallar ve entelektüel bilgi çekmenin yanı sıra, kendi teknik standartlarını, üretim uzmanlığını ve ekonomik teorilerini KYG ülkelerine ihraç etmeyi de öncelik hâline getiren Çin, KYG katılımcısı gelişmekte olan ülkelere, kendi kalkınma yörüngesine girmekten başka seçenek bırakmama eğilimindedir.

1980’lerdeki reformu ve dışa açılmayı takip eden ilk beyin göçünün ardından Çin, yurtdışında doktora yapmış ve meslekî deneyim elde etmiş vatandaşlarını ülkeye dönmeye ikna etmede büyük başarı sağladı. Dahası, 2008 yılında başlatılan “Bin Yetenek Programı” (Qiān rén jìhuà), ABD ve –KYG katılımcısı olmayan– diğer ülkelerden gelenler de dâhil olmak üzere önde gelen laboratuvarlardan ve araştırma üniversitelerinden akademisyenleri Çin’e çekti. Program, Çin’in bilimsel rekabet gücü için önemli becerilere sahip uzmanları işe almak, onlara Çin üniversitelerinde ve araştırma kurumlarında hibe ve kısa süreli görevlendirmeler sağlamak için tasarlanmıştı.

İşe alınan akademisyenler, vergi indirimleri, barınma, isteğe bağlı fonlar ve diğer ücretlerle tatmin edilmektedir. Harvard Üniversitesi’nin tanınmış kimyager ve nano-teknoloji uzmanlarından Charles Lieber, Çin’de bir araştırma laboratuvarı kurması için Bin Yetenek Programı kapsamında yapılan cömert ödemeleri (50.000 dolar maaş + kişisel ve yaşam masrafları için yılda yaklaşık 150.000 dolar) beyan etmediği için 28 Ocak 2020 günü ABD yasalarını çiğnemekle suçlanıp tutuklandı. Lieber kefaletle serbest bırakılsa da bu vesileyle gündeme gelen program eleştirilerin hedefi oldu. Tartışmalı Konfüçyüs Enstitüleri’nde olduğu gibi, Bin Yetenek Programı da önümüzdeki yıllarda ABD ve Çin arasında gerilim yaratmaya adaydır.

Yine de KYG genişlemeye devam ettikçe Çin, yetenek kazanımının ötesine geçerek gelişmekte olan dünyadaki “Çin’i seven” yeni nesil işçileri, akademisyenleri ve hatta siyasî liderleri teşvik etmek için yoğun çaba sarf etmektedir. KYG’nin resmî mottosu “Bağlantı”dır (Connectivity). Çin esasen KYG’yi damgalayan beş bağlantıya sahiptir: Politika, altyapı, ticaret, sermaye ve kalp. Kalp (veya minxin), muhtemelen bunlar içinde en ilgi çekici olanıdır. Çin, “kalpten kalbe bağlantı” başlığı altında, bir yandan KYG ortağı ülkelerden öğrencileri Çin’de yaşamak ve okumak için çekme çabalarını hızlandırırken diğer yandan Çin’in eğitim modelini Konfüçyüs Enstitüleri ve Luban Atölyeleri gibi kurumsal platformlar üzerinden dünyaya ihraç etmektedir. Buradaki ekstraktif boyut, yeteneklerin KYG gündemine hizmet etmek üzere Çin’e çekilmesidir. Devlet destekli bu eğitim çabaları, “Çin hakkında bilgili, dost ve Çin’e düşkün küresel bir güç yetiştirme” misyonunun parçasıdır (Li & Shapiro, 2021: 147).

Nitekim Çin üniversitelerindeki uluslararası öğrenci sayısı son on yılda çarpıcı bir büyüme kaydetti. O kadar ki büyümenin hızı Çin’in kendi beklentilerini bile aştı: 2010 yılında millî eğitim bakanlığı, 2020 yılına kadar toplam 150.000 yabancı öğrenci çekme hedefi belirledi. Ancak bu hedef, 164.394 uluslararası öğrencinin Çin üniversitelerine kaydolduğu 2014 yılında, plânlanandan altı yıl önce aşılacaktı. Verilerin mevcut olduğu en son yıl olan 2017’de, 241.543 yabancı öğrenci Çince derecesi aldı –ki bu rakam, kayıt tutmanın başladığı 1999’daki 11.475 öğrenciden 21 kat fazladır. Bu büyümenin yarıdan fazlası, 2017’de toplam sayısı 144.956 olan KYG ortak ülkelerinden gelen öğrencilerdir. Burada da 1999’daki 3.244 sayısına nazaran 45 kat artış söz konusudur (Zong & Li, 2020).

Bu öğrencilerin büyük çoğunluğu Güney veya Güneydoğu Asya’dan gelmiş olsa da hızla büyüyen Afrikalı ve Avrupalı öğrenci grupları, uluslararası öğrenci nüfusunu çeşitlendirmektedir. Özellikle Afrikalıların sayısında dramatik bir atış gözlenmiştir. 2018 yılı itibarıyla Çin’deki Afrikalı öğrenci sayısı 81.000’den fazladır (ülkedeki tüm yabancı öğrencilerin %16,5’i). Bu sayı, 49.792 Afrikalı öğrencinin bulunduğu 2015 yılına göre %61’lik bir artışı temsil etmektedir (Waruru, 2024). Bunun yanında, Pekin’deki Çin Tarım Üniversitesi tarafından 2019’da kurulan üç yıllık “Bilim Teknoloji Arka Bahçesi” (Science Technology Backyard-STB) gibi sadece Afrika’dan öğrenci kabul eden programların varlığı, Çin’in Afrikalı öğrencilere verdiği önem hakkında fikir verebilir. İlk birkaç ayı Pekin’de geçiren STB’deki Afrikalı öğrenciler, uygulamalı eğitimin çoğunu başkente yaklaşık 400 kilometre uzaklıktaki Hebei ilinin kırsal Quzhou ilçesinde almaktadır (Ebel, 2024).

Çin üniversiteleri yabancı öğrenciler için olağanüstü derecede erişilebilir durumdadır. 2017 yılında uluslararası başvuru sahipleri %91.59’luk bir kabul oranına sahipti. KYG ülkelerinden gelen yüksek lisans öğrencilerinin yaklaşık üçte ikisi, sağlık sigortası ve cep harçlığına ek olarak, öğrenim, oda ve pansiyonu kapsayan Çin hükûmet bursları almaktadır. Dahası, KYG öğrencilerini kabul eden üniversiteler, hükûmet tarafından ek malî imkânlarla ödüllendirilir. Bu alandaki devlet desteklerinin cömertliği, bazı Çin üniversitelerini uluslararası öğrencilere etik açıdan sorunlu avantajlar sunmaya bile sevk etmiştir: Her uluslararası erkek öğrenciye üç Çinli kız öğrenciyi “partner” olarak atayan Shandong Üniversitesi ve Çinli öğrencileri yabancı öğrenci yurtlarını temizlemeye zorlayan Shenyang City College böyledir.

Bu tür skandallara karşı bir çözüm olarak, son yıllarda KYG ülkelerinden gelen öğrenciler için ana kampüsten uzakta uydu siteler kurulmaktadır. Renmin Üniversitesi’nin, Jiangsu eyaletinin Suzhou kentindeki Silk Road College (Pekin’deki ana kampüsten yaklaşık 700 mil uzaklıkta) ve Guangdong eyaletinin Zhuhai kentindeki Beijing Normal University bünyesindeki “Kuşak ve Yol Okulu” (ana kampüsten yaklaşık 1.200 mil uzaklıkta) örnek olarak sayılabilir. Yüksek lisans derecesi peşindeki KYG ülkeleri öğrencilerini hedefleyen bu okullar, yararlanıcı ülkelerin gelecekteki yöneticilerini Çin’in siyaseti, ekonomisi, toplumu ve kültürü hakkında resmî tarihler ve teorilerle donatarak eğitmeyi amaçlıyor. Bu okullar, Çin devletinin KYG odaklı genişleme stratejisine hizmet etme misyonunu kabul ettiklerini açıkça ilân etmektedirler. Ne de olsa bu ilân ediş, onlara sürekli devlet desteği kazandırmaktadır.

KYG Eğitim, Çin dışında Hindistan ve Tayland gibi yakın ülkelerde ve Zambiya ve İngiltere’ye kadar uzanan bir “Luban Atölyeleri” ağı (Lu Ban, efsanevî bir Çinli mucit ve zanaatkârdır) üzerinden ilerlemektedir. İlk kez 2016 yılında Tianjin yerel hükûmeti tarafından kurulan ve bugün yirmiyi aşkın KYG ülkesine yayılmış durumdaki bu atölyeler, yerel halkı Çin devletine ait şirketlerin denizaşırı uzantılarında istihdam etmeye hazırlayan teknik eğitim merkezleridir. Luban programları, enerjiden otomasyona kadar birçok alanda Çin ulusal standartlarını takip eden ve böylece Çin’in üretim ve teknik standartlarını küreselleştirmeye yönelik stratejik “Made in China 2025” hedefine hizmet eden yerel dillere çevrilmiş ders kitaplarına sahiptir. Luban programlarına kayıtlı öğrencilerin, Çinli şirketler tarafından istihdam edilmek için kendi branşlarında Çin’in ulusal meslekî sertifikasına sahip olmaları gerekmektedir –ki bu da kendi ülkelerinin meslekî sertifikasyon sisteminden vazgeçmeleri demektir. Dijital üretim ve bilgisayar mühendisliği gibi genişleyen bir dizi alanda eğitim veren Luban Atölyeleri yaygınlaştıkça, yerel eğitim kurumlarını ve bilgi sistemlerini demode hâle getireceğini tahmin edebiliriz.

Yukarıda incelenen örnekler, Çin hükûmetinin resmî bilgi sistemini norm hâline getirmeye yönelik sessiz “endoktrinasyon” kampanyasının bir parçasıdır. Bu örnekler, son tahlilde Çin’in sosyal, ekonomik ve politik gündemini küresel sahnede savunmaya hizmet edecektir. Keza, KYG Eğitim de “güçlü devlet liderliği, basın sansürü, yaygın gözetim ve polislik ve sınırlı sivil toplumla” karakterize edilen Çin Modeli’ne sempati duymakla kalmayıp, aynı zamanda “Çin mucizesini” kendi ülkelerine taşımada aktif rol alacak mezunlar yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Bu anlamda, KYG Eğitim’in devlet öncülüğündeki “her şey dâhil” sunumu, Çin’in yükselişinin ardındaki ekstraktif mantığın bir yansımasıdır. KYG katılımcısı ülkeler, Reilly’in (2003: 160) “China-lite”[3] tabiriyle ima ettiği şekilde Çinlileştiklerinde, Çin ürünlerini, teknolojilerini, ekonomik yaklaşımlarını ve yönetişim araçlarını da topyekûn kabul etmek zorunda kalacaklardır. Bu da herhalde Çin’in “kalpten kalbe bağlantı” silâhının bir getirisidir.

Görünmeyen Çin

Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Mao’nun “sosyalist” bir gündemi vardı. ÇKP içerisinde Marksist-Leninist kanadın azınlıkta olduğu koşullarda, kitlelere önderlik etme yeteneğini kullanarak bu gündemi ilerletmeye çalıştı. Yer yer proletarya dışında burjuvazinin bir kesiminin de iktidara katılımını onaylar görünen “modern revizyonist” eğilimler (Kırım, 2023) sergilese de Mao’nun geride bıraktığı Çin, kapitalizmden çok sosyalizme yakındı.

Buna karşılık, ÇKP’nin bugünkü lideri Xi’nin sosyalist bir gündemi yok. Rosefielde ve Leightner’ın (2018: 28) deyişiyle, onun bir “Çin Rüyası” var: “ÇKP rehberliğinde kolektif çaba yoluyla elde edilen hızlı sosyalist ekonomik kalkınma, refah ve ulusal zafer.” Xi’nin rüyası, “İki 100”ü gerçekleştirmeyi amaçlıyor: 2021 yılına kadar “orta derecede iyi durumda bir toplum” ve Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yıldönümüne (2049) kadar tam ulusal kalkınma. Xi’nin destekçileri, bunu “Çin özelliklerine sahip sosyalizmin özü” (Quishi, 2013) olarak nitelendirse de burada, siyasal ideolojinin eşitlikçilikten ve kolektiviteden bireyci ve ekonomik kalkınmacı bir istikamete saptırıldığı açıktır. Liderlik üretici güçlerin gelişimine odaklanacak; üretim ilişkilerinin emeği merkeze alan bir anlayışla değiştirilmesi acil bir öncelik olarak görülmeyecektir. Acil öncelik, ÇKP’nin 16. Kongresi’nde (Aralık 2002) benimsenen “Çin ulusunun büyük gençleşmesi”dir (weida fuxing). Başkan Xi döneminin ideologlarından Ye Zicheng (2011: 53), gençleşme konseptini şöyle gerekçelendirir: “Çin, büyük iç kargaşadan ve içeride büyük ekonomik başarısızlıklardan kaçınabilirse, 2050 yılı itibarıyla ABD’nin GSYH’sine yaklaşabilir veya onu geçebilir. Bu, onun bir dünya gücü hâline gelmesini ve Çin ulusunun büyük gençleşmesini sağlayacaktır.”

Nitekim Xi’nin rüyasını süsleyen hedeflerle Çin’in gözlerden kaçan maddî gerçeklikleri arasındaki tezat, ÇKP’nin, üretim ilişkileri alanını “komünizmin süresiz olarak ertelenen ikincil hedefleri” olarak algıladığını düşündürmektedir. Tezat, Çin’in son otuz yılda yaşadığı muazzam ekonomik büyümenin ne pahasına başarıldığını gösteriyor. Ekonomist Scott Rozelle ve siyaset bilimci Natalie Hell’in (2020) Invisible China [Görünmeyen Çin] başlıklı çalışması, Çin’in hızlı yükselişinin arkasındaki –henüz belirginleşmeye başlayan– yapısal bir zayıflığa dikkatimizi çekiyor.

Çin’in büyümesi, denenmiş ve gerçek bir kalkınma stratejisiyle sağlandı: Doğrudan yabancı yatırımlara açılmak ve düşük vasıflı, emek-yoğun endüstrilere yönelen büyük ölçekli yatırımları kabul etmek. Bunu, yeni sektörlerdeki yerli yatırımcılar üzerindeki kısıtlamaların istikrarlı bir şekilde kaldırılması ve yatırımları hızlandırmak için yeni teşviklerin yürürlüğe konması izledi. 1980’lerde, Çin’in devasa nüfusu ve görece düşük ücretlerin cazibesine kapılan fabrikalar yaygınlaşırken geçim baskısı altındaki kırsal nüfus, bu fabrikalarda ve inşaat ve madencilik endüstrilerinde çalışmak için kentlere akın etti (Rozelle & Hell, 2020: 3). Artan gelirler, ekonomi genelinde olumlu dalgalanma yaratarak konut yapımı, hizmetler ve mamul mallara olan talebi artırdı. 2011 yılında kent nüfusunun ilk kez kır nüfusunu geçtiği Çin, bugün dünyanın en hızlı kentleşen ülkelerinden biri olmakla; 2050 itibarıyla %77’lik bir kentsel nüfusa ulaşması beklenmektedir (Siciliano, 2013: 335).

Özetlediğimiz büyümenin temeli, esasen Çin’in “vasıfsız işçi” kitlesiydi. Fabrikalarda, şantiyelerde ve madenlerde çalışan bu işçilerin çoğu yoksul kırsal köylerden gelmekte olup, ilkokul veya ortaokul eğitiminden daha fazlasına sahip değildir. Son otuz yıl boyunca etkili olan bu ekonomik strateji, bugün Çin’in büyümesinin önündeki en büyük engeldir. Çin’in vasıfsız ücret oranı hızla artmaktadır. Daha yüksek ücretler kısa vadede işçiler için iyi olsa da uzun vadede Çin’in düşük vasıflı, emek-yoğun üretimdeki mukayeseli üstünlüğüne son verecektir. Ücretlerin arttığı küresel emek piyasasında (ne kadar “piyasa” denebilirse), şirketler başka ülkelerde daha ucuz işgücü veya –giderek artan bir şekilde– otomasyon imkânı bulmaktadır.

Bugün Çin’de olan da budur: Kilit sektörlerde her ay on binlerce işçi işten çıkarılmakta, inşaat işleri gittikçe yavaşlamaktadır. Samsung, çok sayıda tesisi Çin’den Vietnam’a taşırken Nike artık tenis ayakkabılarının çoğunu Çin dışında üretir olmuştur. Bu göç, tekstil ve oyuncaktan, âlet-edevat ve Noel süslerine kadar geniş bir alanı etkilemiştir. On yıl önce, ABD’deki bir Walmart mağazasında satılan neredeyse her ürün Çin’de üretilirken bugün umumî manzara hızla değişmektedir. Keza, yaygınlaşan robot ve otomasyon teknolojileri de Çinli fabrika işçisine olan talebi azaltma eğilimindedir.

Hepsinden kötüsü, bütün bu küresel eğilimler karşısında Çin’in iyi bir B Plânı’nın olmayışıdır. Rakip safta yer alanlar dâhil olmak üzere çoğu gözlemci Çin’in başarı hikâyesinin devam edeceğini varsaymakta; “Çin’in Yükselişi, ABD’nin Düşüşü” ve “Kaçınılmaz Süper Güç” gibi manşetler, Çin’in yükselişinin “göklerden gelen bir karar” olduğu algısını küresel hafızaya kazımaktadır.

Bugünkü Çin’in artık bir “Halk Cumhuriyeti” olmadığına inanmamız için nedenler vardır. Dünyanın bu en büyük ikinci ekonomisi, herhangi bir ülkenin sahip olabileceği türden en düşük eğitim seviyelerinden birine sahiptir. 2015 ulusal nüfus sayımından elde edilen veriler, Afrikalı öğrencilere burs olanakları sağlayan Çin’in kendi işgücünün yalnızca %12.5’inin üniversite mezunu olduğunu göstermektedir. Bu oran, Çin’in gelişmişlik düzeyindeki herhangi bir ülkeden, hatta birçok fakir ülkeden bile daha düşüktür. Çin, üniversite başarısında son sırada yer almakta, lise söz konusu olduğunda da daha iyi bir performans sergilememektedir. 2015 mikro nüfus sayımına göre, Çin’in mevcut işgücünün yaklaşık %30’u lise veya daha fazla eğitime sahiptir. Bu hâliyle Çin, Meksika, Tayland, Türkiye ve hatta Güney Afrika dâhil olmak üzere diğer tüm orta gelirli ülkelerin gerisindedir.

Çin’in yönetici ya da girişimci seçkinleri (ve çocukları), mükemmeliyet basamaklarını emin adımlarla çıkmakta, dünyanın en iyi üniversitelerine devam etmekte ve uluslararası sınavlarda rakiplerini geride bırakmaktadır. Buna karşılık, eğitim kaynakları eşitsiz bir şekilde tahsis edilmiş olmakla, Çin nüfusunun büyük çoğunluğu (özellikle göz ardı edilen kırsal nüfus) eğitim kalitesi anlamında çok geri durumdadır.

Durdurulamaz bir büyüme ve sürekli artan gelirler Çin’e dair anlatıları çerçevelerken “Görünmeyen Çin” (yaygın yoksulluk, yetersiz eğitim, yetersiz beslenme ve yetersiz sağlık hizmetlerinin ülkesi) nerdeyse tamamen teyit edilmemiş bir vaka olarak kalmaktadır. Çin’in görünen (kentsel yaşam) ve görünmeyen (kırsal yaşam) bölgeleri arasındaki uçurum çok keskindir. Şanghay kentindeki ortalama bir vatandaşın yıllık geliri, Gansu kırsalında yaşayan birinin gelirinin on iki katıdır. ABD’de ise örneğin Manhattan ve Batı Virginia arasındaki ortalama gelir farkı dörtte birden daha azdır. Dahası, Çin’deki farklılık gelirle sınırlı olmayıp, kırsal ve kentsel nüfus ayrımı yasalarla güvenceye alınmıştır. “Hukou” (hane halkı kayıt sistemi) kuralına göre, doğum anında tüm Çin vatandaşları “kırsal” ya da “kentsel” olmak üzere iki kategoriye ayrılır ve statüleri kimlik kartlarına işlenir. Açıktır ki bu ayrım, vatandaşların yaşam kalitesini ve “yukarı” doğru hareketlilik şansını doğrudan etkileme gücüne sahiptir. Çin’de kentsel ve kırsal nüfus, büyük ölçüde aşılmaz bir uçurumun zıt taraflarında konumlanmıştır (Rozelle & Hell, 2020: 8). Bu zıtlık, önümüzdeki yıllarda –sorunları kentsel düzeyde çözmeye alışkın– Çin hükûmetinin karşısındaki en ciddi meydan okuma olabilir.

Yukarıda değindiğimiz kırdan kente göçün, yüz milyonlarca insan için –kentleşme, altyapı projeleri ve tarımsal yoğunlaşma nedeniyle– topraktan kopma ve “mülksüzleşme” anlamına geldiğini not etmeliyiz. Harvey’in (2005: 159) “mülksüzleştirme yoluyla birikim” olarak adlandırdığı bu süreç, Çin’in kalkınma sürecindeki en büyük itici güçlerinden biri olsa da kırsal yaşamdan kopan göçmen işçiler için dramatik sonuçlar doğurdu. Sayıları 1992’den 2006’ya kadar 53 milyondan 115 milyona; 2023 itibarıyla 297.5 milyona (toplam işgücünün üçte biri) çıkan bu işçiler, Hukou kuralının sınırlayıcı etkisi nedeniyle herhangi bir sosyal güvenlik ağına dâhil değildir. Bu kapsamdaki nüfusa dair güncel veriler mevcut değilse de Hukou statüsü açısından Çin’in toplam nüfusunun sadece yüzde 36’sı kentsel ve yüzde 64’ü kırsal (yaklaşık 800 ilâ 900 milyon kişi) kategoridedir (Siciliano, 2013: 335). Buna karşılık, aksi yönde bir tablo çizen 2023 verilerine göre, nüfusun yaklaşık %34’ü (477 milyon) kırsalda, %66’sı (932.67 milyon) kentlerde yaşamaktadır. Bunun anlamı, kırsalda yaşayanlara ilâve olarak, fiilen kentlerde yaşayanların da yaklaşık yarısının devlet tarafından “kırsal” muamelesi gördüğüdür.

Dahası, Çin’deki çocukların %70’inden fazlası bugün kırsal Hukou statüsüne sahiptir. Bu demektir ki Çin’in gelecekteki işgücü, hâlihazırda eğitim imkânları anlamında çok geride bulunan kırsal kesimde yetişmektedir (Rozelle & Hell, 2020: 9). Yine bu demektir ki yukarıda özetlediğimiz orantısız büyüme ve onun bir ürünü olan hukuksal ayrım, kırsal kökenli emekçiler aleyhine ve kalıcı sınıfsal karşıtlıklar yaratacak biçimde işleyecektir. Uygulamada bazı esneklikler sağlanmış olsa da arazi dağıtımı, konut sahipliği, kimlik kartlarının düzenlenmesi, okul kaydı, sağlık sigortası ve sosyal güvenlik gibi neredeyse tüm idarî işlemler, bireyin Hukou statüsüne göre farklılaşmaktadır.

Kır-kent eşitsizliği sadece eğitim imkânlarıyla sınırlı değildir. Dünya Bankası (2023) kriterlerine göre artık “üst-orta gelirli” bir ülke konumundaki Çin, 2020’de aşırı yoksulluğu ortadan kaldırmış görünse de 2023 yılı itibarıyla nüfusun tahmini olarak %17.2’si (240 milyon) –bankanın üst-orta gelirli ülkeler için belirlediği yoksulluk sınırı olan– günde 6.85 doların altında bir gelirle yaşamaktadır. Ortalama gelirlerdeki iyileşmeye rağmen özellikle kırsaldaki birçok Çinli, hâlâ dünyanın dört bir yanındaki yoksul insanları etkileyen temel sağlık ve beslenme sorunlarıyla karşı karşıyadır. 2023 yılında Meksika sınırından ABD’ye giren 37.000’i aşkın Çinli düzensiz göçmen (bir önceki yılın on katı), içerideki hoşnutsuzluğun ve sisteme olan düşük güvenin bir yansıması olabilir mi?

ÇKP Merkez Komitesi ve Devlet Konseyi’nin 3 Şubat 2024 günü yayımladığı “1 No.lu Belge”, sorunların –kısmen de olsa– farkına varıldığı şeklinde yorumlanabilir. Kırsal alanlarda kapsamlı bir “yeniden ihya” ihtiyacına vurgu yapan Belge, “kırsal kamu hizmeti sisteminin iyileştirilmesi” tedbiri altında (1) kamu eğitim hizmetlerinin arzını optimize etmeyi, (2) yatılı okulların inşasını güçlendirmeyi ve (3) gerekli küçük ölçekli kırsal okulları işletmeyi öncelik olarak belirlemişse de alınan tedbirlerin beklenen sonuçları vermesi yıllar alacaktır. Dahası, Belge’deki bütün tedbirler, esas olarak kır ve kent arasındaki yapısal uçurumun kaldırılmasına değil “gıda güvenliğinin sağlanması” önceliğine odaklanmıştır. Dolayısıyla, ÇKP’nin kısmi farkındalığı sınıfsal bir odaktan yoksundur. “Dışarı çıkma” adına girişilen reformların, bir taraftan ekonomik büyümeyi artırırken diğer taraftan çevresel bozulmaya, sosyal eşitsizliğe ve nihayet kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden ihyasına yol açtığı (Harvey, 2005: 122) gerçeği ile yüzleşme iradesinin yokluğu, ancak Piyasa’nın ekonomiyi dönüştürme kabiliyetine olan neoliberal güvenle açıklanabilir.

Sonuç ve Değerlendirme

Çin’in görünürdeki baş döndürücü ekonomik performansı karşısında, görünmeyen yüzüne tuttuğumuz cılız bir ışık dahi şunu gösteriyor: Deng’in tezinin aksine, kedinin fare yakalaması tek başına yeterli değildir. Artan ulusal servetin nasıl pay edileceği, belirli koşullarda üretimin kendisinden daha önemlidir. Üretici güçleri geliştirirken “herkesten yeteneğine göre” almasını bilen ama üretim ilişkileri alanında “herkese ihtiyacı kadar” vermeyen bir ekonomi-politik sistem, sosyalizme geçiş adına herhangi bir güvenceden yoksundur. Güvence bir tarafa, böyle bir sistem sosyalizme geçişin önünde bir engeldir. Çin örneğinde bu engelin baş mimarı ÇKP’dir.

Buna karşın ÇKP önderliğinin, bu sistemi “Çin özelliklerine sahip sosyalizmin özü” olarak tanıtması anlamlıdır. Bu tanımlama bile aslında sosyalist toplum hedefine ulaşılamamış olsa da devlet kapitalizminin Çin toplumunu Batı kapitalizminden “özde” farklı kıldığına inanmamızı istemektedir. Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki temel farkı, “özel mülkiyet-devlet mülkiyeti” ayrımına indirgemek (üstelik Çin’de ikisi bir aradadır), geçmişte Doğu Bloku’nda, bugün de Çin’de mevcut sömürü ilişkilerini perdelemeye hizmet eder. Nitekim bugünkü Çin, Marksist ekonomist Samir Amin’in (1993: 54-55) Mao dönemini incelerken övdüğü kır-kent arasındaki ortalama gelir eşitliğinden çok uzaktır. Üretici güçler gelişirken üretim ilişkilerinin ihmale uğraması, Mao’dan ziyade Deng ve haleflerinin politikalarıyla uyumludur. Mao sonrası Çin’in “dışarı çıkma” stratejisinin en belirgin sonucu, Harvey’in (2005: 120) tespitiyle, “otoriter merkezî kontrol ile iç içe geçen neoliberal unsurları giderek daha fazla içeren belirli bir tür piyasa ekonomisinin inşası” olmuştur.

Dolayısıyla, ABD’nin bazı Çin mallarına yönelik son tarife artırımında (13 Eylül 2024) olduğu gibi, Çin’in yükselişinin emperyalizmin kıdemli oyuncularında yer yer strese yol açması bizi yanıltmamalıdır. Bu yükseliş, Çin’in özellikle ABD ile karşı karşıya gelme olasılığını artırmış olsa da mevcut küresel sisteme bir meydan okumadan ziyade bu sistemin sömürgen karakterini meşrulaştırıcı bir işlev görmektedir. İrtifa hâlindeki tüm büyük güçler gibi Çin’in de küresel hâkimiyet araması beklenen bir durumdur. Çin’in zaman zaman Batılı akranlarına diklenmesi, onların bekçiliğini yaptığı sistemi dâhildeki egemen sınıfın çıkarlarına uygun olarak şekillendirme hırsıyla birlikte değerlendirilmelidir. Rekabetin iki tarafı için de başat gündem maddesi, başta Afrika olmak üzere Küresel Güney’in zenginliklerinin, seçilmemiş yetkililer veya bölgesel haydutlarla işbirliği içinde çıkartılıp paylaşılmasıdır.

Yukarıda incelediğimiz ekstraktivizm örnekleri de esasen bu paylaşımın “zamanın ruhuna” uygun bir örüntüsünü temsil etmekle, emperyalizmin işleyiş mantığının başlıca özelliklerini bünyesinde barındırmaktadır. Bu anlamda, Çin ve kaynak sağlayıcı ortaklarının –KYG ve FOCAC gibi yapılar üzerinden– emperyalizmin yeterince analiz edilmemiş bir varyantını birlikte deneyimlediklerini söyleyebiliriz. Yine de bu varyant, emperyalizmi karakterize eden başat bileşenleri (finans kapital, sermaye ihracı, yoğunlaşma ve tekeller) muhafaza etmekle, Lenin (1917) tarafından XX. yüzyıl başında geliştirilen tanımlamayı doğrulamaktadır.

Çağımız, Çin ve Amerikan çıkarlarının birliğine vurgu yapan Nixon’ın (2011) deyimiyle “Chimerican Çağı”dır.[4] Çin’in bu “birlik” yolunda yazdığı başarı hikâyesinin sosyalizm adına tescil edilecek bir yanı yoktur. Xi’nin rüyası Mao’nun kâbusudur.

Muhsin Altun

29 Eylül 2024

Dipnotlar:

[1] Kırmızı Çizgi, 14. Beş Yıllık Plân dönemi (2021-2025) için asgari 120 milyon hektar olarak güncellenmiştir.

[2] Paris Kulübü’nün üyesi olmayan Çin, resmî kredileri hakkında rapor vermediği gibi, ödenmemiş alacakları hakkında herhangi bir veri de yayımlamamaktadır. Dahası, sözleşmelere koyduğu “gizlilik” hükümleriyle borç alanların kredi koşullarını açıklamasını da engellemektedir. Bu veri sınırlamaları, Çin’in genişleyen sınır ötesi finansal işlemlerine dair analizlerin tahmin düzeyinde kalmasının başlıca nedenidir.

[3] Reilly (2013), “Çinlileşmiş” ülkelere örnek olarak Kamboçya, Laos ve Vietnam’ı gösterir. Birbirine komşu bu üç eski Fransız sömürgesi, son on yılda çoğu Çin’den gelen dış yardım ve yatırımların körüklediği hızlı bir ekonomik büyüme yaşadı. Şaşırtıcı olmayan biçimde, üçü de uluslararası forumlarda Çin’i daha büyük (Kamboçya) veya daha az (Vietnam) ölçüde destekleme eğilimindedir.

[4] Nixon, kendi kitabında belirtmese de “Chimerican Çağı” deyimini, N. Ferguson ve M. Schularick tarafından Çin ve ABD arasındaki simbiyotik ilişkiyi anlatmak üzere önerilen “Chimerica” teriminden esinlenmiş olmalıdır.

Kaynakça:

Alfaro, L. & Kanczuk, F. (2019). Undisclosed Debt Sustainability. NBER Working Paper No. 26347.

Amin, S. (1993). Maoizmin Geleceği (Çev. I. Soner). İstanbul: Kaynak Yayınları.

Belesky, P. & Lawrence, G. (2019). Chinese state capitalism and neomercantilism in the contemporary food regime: contradictions, continuity and change. The Journal of Peasant Studies, 46(6): 1119-1141. Doi: 10.1080/03066150.2018.1450242

Brautigam, D. (2019). A critical look at Chinese ‘debt-trap diplomacy’: the rise of a meme. Area, Development and Policy5(1): 1-14. Doi: 10.1080/23792949.2019.1689828

Brown, L. R. (1995). Who Will Feed China? Wake-up Call for a Small Planet. New York, NY: W.W. Norton & Company.

Browne, A. (2015). Milking New Zealand’s Way of Life, The Wall Street Journal (February 18, 2015).

Budd, A. (2021). China and imperialism in the 21st century. International Socialism, Issue 170 (15th April 2021).

Chagnon, C.W., Durante, F., Gills, B.K., Hagolani-Albov, S.E., Hokkanen, S., Kangasluoma, S.M.J., Konttinen, H., Kröger, M., LaFleur, W., Ollinaho, O. & Vuola, M.P.S. (2022). From extractivism to global extractivism: the evolution of an organizing concept. The Journal of Peasant Studies, 49(4): 760-792. Doi: 10.1080/03066150.2022.2069015

Chan, Y. (2019). Zheng He Remains in Africa: China's Belt and Road Initiative as an Anti-Imperialist Discourse. The Copenhagen Journal of Asian Studies, 37(1): 57-73. Doi: 10.22439/cjas.v37i1.5906

Cowaloosur, H. (2014). Land grab in new garb: Chinese special economic zones in Africa, The case of Mauritius. African Identities, 12(1): 94-109. Doi: 10.1080/14725843.2013.868674

Dunlap, A. & Jakobsen, J. (2019). The Violent Technologies of Extraction: Political Ecology, Critical Agrarian Studies and the Capitalist Worldeater. London, UK: Palgrave & McMillan.

Dünya Bankası (2024). The World Bank in China: Overview (April, 2024).

Ebel, P. (2024). How is China’s Global Education Strategy Evolving? The Diplomat (July 15, 2024).

Fewsmith, J. (2001). The Political and Social Implications of China’s Accession to the WTO. The China Quarterly, 167: 573-591. Doi: 10.1017/S0009443901000328

Gan, J. (2009). Privatization in China: Experiences and Lessons. J. Barth, J. Tatom & G. Yago (eds.), China’s Emerging Financial Markets: Challenges and Opportunities (581-592). Boston, MA: Springer.

Gudynas, E. (2018). Extractivisms: Tendencies and Consequences. R. Munck & R. Delgado Wise (eds.), Reframing Latin American Development (61-76). London, UK: Routledge.

Harvey, D. (2005). A Brief History of Neoliberalism. New York, NY: Oxford University Press.

Horn, S., Reinhart, C.M. & Trebesch, C. (2021). China’s overseas lending. Journal of International Economics, 133, 103539. Doi: 10.1016/j.jinteco.2021.103539

Howard, R. (2016). China’s milk stockpile leaves New Zealand dairy farmers struggling, Reuters (March 28, 2016).

Kırım, A.H. (2023). ÇKP Tarihinde Sapmalar, Mao ve Mukadder Son. Sosyalizm.org (26 Kasım 2023).

Klein, N. (2014). This Changes Everything: Capitalism vs. the Climate. New York, NY: Simon & Schuster.

KYG (2017). Vision and actions on jointly building Belt and Road. Belt and Road Forum for International Cooperation (April 10, 2017).

Leightner, J. (2017). Ethics, Efficiency and Macroeconomics in China: From Mao to Xi. Abingdon, UK: Taylor & Francis.

Lenin, V.I. (1979[1917]). Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm (Çev. E. Başar). İstanbul: Aydınlık.

Li, H. (2015). Localization and globalization of the performance industry in Yunnan: Case of Smile of Angkor. Studies in National Art, 28(2): 143-150.

Li, Y. & Shapiro, J. (2021). Rethinking Extractivism on China’s Belt and Road: Food, Tourism, and Talent. J. Shapiro & J-A. McNeish (eds.), Our Extractive Age: Expressions of Violence and Resistance (135-154). New York, NY: Routledge.

McMichael, P. (2020). Does China's ‘going out’ strategy prefigure a new food regime? The Journal of Peasant Studies, 47(1): 116-154. Doi: 10.1080/03066150.2019.1693368

Nixon, R. (2011). Slow Violence and the Environmentalism of the Poor. Cambridge, MA: Harvard University Press.

Petras, J. & Veltmeyer, H. (2014). Extractive Imperialism in the Americas: Capitalism’s New Frontier. Leiden, NL: Brill.

Quishi (2013). The Chinese Dream Infuses Socialism with Chinese Characteristics with New Energy. China Copyright and Media (May 6, 2013).

Reilly, B. (2013). Southeast Asia: In the Shadow of China. Journal of Democracy, 24(1): 156-164.

Rosefielde, S. & Leightner, J. (2018). China’s Market Communism: Challenges, Dilemmas, Solutions. New York, NY: Routledge.

Rozelle, S. & Hell, N. (2020). Invisible China: how the urban-rural divide threatens China’s rise. Chicago, IL: The University of Chicago Press.

Schneider, M. (2014). Developing the Meat Grab. Journal of Peasant Studies, 41(4): 613-633. Doi: 10.1080/03066150.2014.918959

Scobell, A. (2014). China's Real Strategic Culture: A Great Wall of the Imagination. Contemporary Security Policy, 35(2): 211-226. Doi: 10.1080/13523260.2014.927677

Siciliano, G. (2013). Rural-Urban Migration and Domestic Land Grabbing in China. Population, Space and Place, 20(4): 333-351. Doi: 10.1002/psp.1830

Storozum, M.J. & Li, Y. (2020). Chinese Archaeology Goes Abroad. Archaeologies: Journal of the World Archaeological Congress, 16: 282-309. Doi: 10.1007/s11759-020-09400-z

Taylor, I. (2017). Global Governance and Transnationalizing Capitalist Hegemony: The myth of the “Emerging Powers”. London, UK: Routledge.

Wang, K. (2018). Ancient silk road port found in Saudi Arabia. China Daily (March 24, 2018).

Waruru, M. (2024). Numbers of African students in China expected to grow as ties increase. The PIE (March 1, 2024).

Wesz, V. Jr., Escher, F. & Fares, T.M. (2021). Why and how is China reordering the food regime? The Brazil-China soy-meat complex and COFCO’s global strategy in the Southern Cone. The Journal of Peasant Studies50(4): 1376-1404. Doi: 10.1080/03066150.2021.1986012

Wu, J. (2013). Xi ‘travels in time’ along the ancient trade route. China Daily (September 10, 2013).

Xu, X. (2019). Feature: Yashili factory helps reshaping Pokeno, a small town of New Zealand. Xinhua English News (October 14, 2019).

Yu, Y. (2022). Land-Use Regulation and Economic Development: Evidence from the Farmland Red Line Policy in China. Stanford Digital Repository. Doi: 10.25740/sc767jg8470

Zhang, R. (2016). Xinhua Agency “Belt and Road World Tour” Reporting Group Arrives in Samarkand in Uzbekistan. Luoyang Evening (September 5, 2016).

Zicheng, Y. (2011). Inside China’s Grand Strategy: The Perspective from the People’s Republic. Lexington: University Press of Kentucky (e-book).

Zong, X. & Li, T. (2020). Trend and future of international students from Belt and Road countries. Higher Education Exploration, 4: 91-99.