Türkiye toplumu bir çukurun içinde debeleniyor, tırnağını toprağa saplayıp yukarıya doğru tırmanmak istese tırnakları sökülmüş; çığlık atacak olsa ses telleri alınmış. Çıkartılamayan ses, verilemeyen kavganın ikamesi olarak, tahsis edilmiş koltuklarından burjuvazinin izin verdiği kadar ses çıkartabilenlerin insafına kalmış vaziyette tepeye bakıyor. Bütün kamusal alanlar işgal edilmiş, piyasa ilişkilerinin zaptı altında devletin ve sermayenin kurduğu oyunda rolünü icra ediyor. Bu kamusal alanlardan birisi olan tribünler, astronomik tutarlar karşılığında satılan biletlerle işçilere kapatılıyor. Türkiye tarihinin en büyük servet transferi gerçekleştirilirken tribünlerden çıt çıkmıyor. Nasıl olduğunu kimsenin çözemediği(!) biçimde maç biletleri piyasaya sunulduğu an karaborsaya düşüyor, oraya varabilmek, o eğlencenin tadını çıkarabilmek zenginlere, orta sınıflara has bir etikete dönüşüyor; 90 dakikalığına orta sınıf olmak isteyenler de dişinden, tırnağından arttırıp bu iştirake dâhil oluyorlar.[1]
Sermaye sınıfı tribünlerde sahibinin sesini duyurmak, suni kavgalar yaratmak için kulüp taraftarlığını kimlik mücadelesi alanında yeniden üretiyor, derinleşen yoksulluğu gündemden uzak tutmak için taraftar gruplarını tabiri caizse mamalıyor. Bedava biletlerle, yağlı organizasyonlarla onlara alan açıyor. Yoksul mahalle çocuklarını örgütleyip etrafına toplayan bu örgütlenmeler, kendilerini kardeşlik organizasyonu olarak yansıtıyor, siyaset dışı olduklarını, herhangi bir partiyle ilgilerinin olmadığını söylüyorlar. Bu beyanlar pratikte bağlı olunan yerin devlet ve sermaye olduğunu gösteriyor. Üzerlerindeki örtü kalktığında taraftar gruplarının sağ partilerle, sermaye gruplarıyla derin ilişkiler geliştirdiğine dâhil tonlarca iddia ortaya saçılıyor. Elinde avucunda hiçbir şeyi olmayıp, üzerine kayıtlı yegâne varlık olan borçlarıyla birikmiş öfkesini akıtacak kanal arayan yoksul kesimlerin sahip olduğu öfkenin adresi bu şekilde saptırılmış oluyor. Futbol, kitleleri uyuşturan bir araç olarak yeniden inşa ediliyor; kitleler, sınıfının safından uzaklaştıkça paslanıp çürüyor, lümpenleşiyor. Öyle ki fanatikleşen seyirciler kendi tribünlerinde rakip takım forması giyen çocuklara karşı dahi tahammül sınırlarını gevşetmiyor.[2]
Kendisi de banka sahibi olan Ali Koç gibi kulüp başkanlarının önderliğinde kulüpler, bankaların kurduğu konsorsiyumlarla borç yapılandırması anlaşmaları imzaladı. Literatüre “Bankalar Birliği Anlaşması” olarak geçen bu anlaşmalar neticesinde bankalar, kulüplerin gelirlerine temlik koyma ve ne şekilde harcayacaklarına müdahale etme yetkisine sahip oldu. Anlaşmayı imzalayan kulüpler, zaman içerisinde anlaşmaların bir prangaya dönüştüğü ve bu anlaşmalardan çıkılmanın zorunluluk hâline geldiği kanaatinde birleşti. Karşılığı olmayan miktarda paralar harcayan, ödemeler konusunda sıkıntı yaşadığını saklayamayan kulüpler, ellerindeki gayrimenkulleri talana sunmak zorunda kaldı. Kaldıramayacakları düzeyde borç yükleriyle baş başa kalan kulüpler, inşaat sektörüne kan pompalamak üzere araçsallaştırıldılar.[3]
Kendi gelirini üretme, sürdürülebilirlik gibi mavralarla kamuoyu uyutulurken batık hâldeki futbol kulüpleri, nefes almaları için bir saniyeliğine suyun üzerine çıkartılıyor, ardından boğulmak üzere tekrardan suyun içerisine batırılıyorlar. Bu esnada sabık Fenerbahçe Yüksek Divan Kurulu Başkanı’nın duayeni olduğu burjuva muhalefeti bu hengameden münezzeh kalmıyor. Yüksek bir ciddiyet, yoksuldan yana politik düsturla kamuoyuna teşhir edilmesi gereken iddiaları, bir kulübün diğerinin hilafına ayak kaydırma çabasıymış gibi idrak ettiriyor.[4] Gerçekle sahte birbirine karışıyor. Kitleler maddî gerçeklere erişemedikleri için saflarını renklere bakarak belirliyorlar. Soygun ve talan arka plâna itiliyor; renklerin, o renklere sahip olan armaların çarpışmasının altında eziliyor. Derin çürümenin, yoksulluğun, emek sömürüsünün odağa girmemesi için gerekenler yapılıyor.
Türkiye’de profesyonel futbol liglerinin kurulması yaklaşık 70 sene önce gerçekleşti. Sermayenin, sınıf savaşımını genişlettiği bir cephe olarak futbolun tarihi 1950’lerin sonları, 60’ların başlarına dayanmaktadır. Bu tarihsellik, Türkiye’de kentleşmenin ve sanayileşmenin ritim bulmasıyla paralellik gösteriyor. Tarımda makineleşmenin de etkisiyle toprakta istihdamın düşmesi gibi gerekçelerle kentlere göç eden yoksul köylülerin, sanayi ve hizmet sektöründe istihdamını içeren dönemden günümüze futbol anlatıları hep o insanların ana rolünde olduğu hikâyelerle renklenmiş, Yeşilçamvari melodramları doğurmuştur.
Günümüzde, bir afyon olarak futbol hatta sınıf savaşımının ikamesi olarak futboldan söz edilebilir. Sömürüden doğan ağır şartların altında ezilen işçi sınıfı, burjuvaziyi futbol alanında soyut biçimde hesaba çekmektedir.[5] Sermaye sahibi futbol kulübü idarecileri, işyerlerindeki korkunç şartlarla, ödedikleri düşük emek ücretlerine karşın akıl almaz zenginleşmeleriyle değil, idaresinde bulundukları futbol kulüplerinin başarısı veyahut başarısızlığıyla işçi sınıfının gündemine girmektedir. Futbol, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki karşıtlığın bir kenara itildiği, soyut iyilik ve kötülük kavramları üzerinden bir kavganın şekillendiği, aslolan çelişkinin işçi sınıfının gerçekliğinden ustaca çıkartıldığı bir alandır ve halkın fakirleşmesinin hilafına bu alan genişlemeye devam edecektir.[6] Buna dur diyebilecek yegâne güç işçi sınıfının örgütlü mücadelesi olacaktır.
Emre Çayırova
12 Ocak 2025
Dipnotlar:
[1] “Fenerbahçe-Galatasaray derbisinin karaborsa fiyatı 120 bin lira”, 19 Eylül 2024, Duvar.
[2] “Kayserispor tribünündeki olaya soruşturma”, 10 Ekim 2015, AA.
[3] “Adnan Polat: ‘Florya, Galatasaray’ın kurtuluş projesi’”, 12 Ekim 2024, Habertürk.
[4] Murat Ağırel, “Tuzlaspor’u araştırırken Eyüpspor Başkanı ve Galatasaray kongre üyesine ulaştım”, 21 Kasım 2023, Cumhuriyet.
[5] “Ali Koç sahadaki arbedede yere düştü”, 18 Ağustos 2024, TRTSpor.
[6] “Dursun Özbek: Biz şampiyon olacağız”, 20 Mayıs 2024, TRTSpor.