Loading...

Cumhuriyet


29 Ekim 1923 tarihinde TBMM, 364 sayılı yasayı kabul etti. Kanunun ilk maddesi, mevcut devletin idare biçiminin Cumhuriyet olduğuna; ikinci maddesi ise dininin İslâm olduğuna açıklık getiriyordu. Kanun, devletin idarî biçimi, devlet başkanının konumu ve geçmişle ilişkisi bağlamında muğlak kalan bazı konuları aydınlatmak üzere çıkarılmıştı; adından Anayasa’nın bazı maddelerinin “tavzihan tadil” edildiği anlaşılıyordu. Sözünü ettiğimiz muğlaklığı anlatabilmek için, önce Ekim 1923’ten tam bir yıl geriye gideceğiz, burada durakladıktan sonra biraz daha geriye göz atacağız.

TBMM’de, 1922’nin ekim ayı sonundan kasım ayı başına kadar yaşanan birkaç günlük müzakerenin ardından, “Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, onun mirasçısı olarak Türkiye Hükümeti’nin” kurulduğu, İstanbul’da meşru bir hükümet olmadığı, padişahlığın yok olduğu ve tarihe karıştığına dair peş peşe kararlar alınmıştı. Kararların alındığı son iki gün (1-2 Kasım) Mevlid Kandili’ne de denk geldiğinden, 1-2 Kasım gecesi ve sonraki gün bayram ilân edilmişti. Kararların içeriğinde ve dilinde meşruiyet ispatı ve yakın tarihi açıklama gayreti göze çarpar. Lozan görüşmeleri yaklaşmaktaydı (307, 308, 309 sayılı kararlar).

TBMM, 308 sayılı kararda hukuku iki yıl geriye işleterek, İstanbul’un resmen işgal edildiği 16 Mart 1920 tarihinden itibaren buradaki hükümetin tarih olduğunu kabul ediyordu. İstanbul’un fiilen işgal edildiği 13 Kasım 1918’den itibaren İstanbul Hükümeti’nin tarih olduğunu da kabul etmek mümkündü ancak bu hâlde, Ankara’daki Meclis’in açıldığı 23 Nisan 1920 tarihine kadar fazla boşluk doğacaktı; belki daha da önemlisi, Mustafa Kemal’e İstanbul’da, Mayıs 1919’da verilen olağanüstü hâl yetkilerinin meşruiyeti tartışılır hâle gelecekti. Ayarlama yapılmıştır.

30 Ekim ve 1-2 Kasım 1922 kararlarını takip eden birkaç hafta içinde, İstanbul’a giren Ankara kuvvetleri İstanbul hükümet dairelerini kapatacak ve bu gelişmeleri padişahın Türkiye’den ayrılışı takip edecektir. Bu işler basit idarî tedbirlerle mümkün olmuştur, zira Abdülhamid’in devrildiği 1909 yılından itibaren padişahlık zaten olabildiğince sembolik bir kurumdu. Devirmek için devrime değil, “karara” ihtiyaç kalmıştı. 1922 Kasım’ının ikinci haftasından itibaren Türkiye’de devlet başkanının kim olduğu ve olacağı ihtimallere açık bir konudur. Hükümeti de idare eden bir meclis başkanı vardır; hilafet saltanattan ayrılarak Osmanoğlu hanedanı elinde bırakılmıştır ancak ayrı bir devlet başkanı yoktur. Bu noktada durup bir adım daha geriye bakalım.

Teknik Bir Sorun

1922 Kasım ayına kadar Çerkes Ethem kuvvetleri ve Suphi TKP’si Anadolu’da ezilerek önemli ağırlık merkezleri ortadan kaldırılmış, bu tasfiyelerin son günlerine yaklaşırken 1876 Anayasa’nın yerine 1921 Anayasa’sı yürürlüğe konmuştur. Bu gelişmeleri takip eden aylarda 16 Mart 1921’de Ankara hükümeti ve Sovyetler arasında varılan anlaşma, karşılıklı olarak muhalif akımları desteklememe temelinde statüko temin etmiştir. İnişli çıkışlı bir sürecin takip edildiği Ankara’da etkin Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, nihayet 1923 Ekim’inden kısa süre önce fiilen ortadan kaldırılmış, üyeleri Sovyetler’in gözetiminde verildiğini düşündüren nispeten düşük cezalarla siyaset sahnesinden tasfiye edilmişlerdir. Koçgiri İsyanı bastırılmıştır. İçeride, dağınıklık gösteren İttihatçıların dışındaki alternatif odakların tasfiye edildiği söylenebilir.

Dışarıda ise Ekim 1923’e gelindiğinde, Sovyetler’in yanı sıra diğer komşu ülkelerle de belli bir statüko kurulmuş durumdaydı. Lozan Antlaşması o yılın temmuz ayında imzalanmıştı. Diğer yandan çevre ülkeleri, kendi içlerinde de bir modele yaklaşmışlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın imparatorlukları dağıtan etkisi kırılmamış, hanedan iktidarları birkaç denemeye rağmen tutunamamıştı. 29 Ekim’e en yakın örnek Yunanistan’dadır. 1922 Eylül’ünde yaşanan hezimetin ardından devrilen I. Konstantin’in yerine geçem oğlu II. Georgios, ülke idaresini darbeyle tümüyle ele almaya çalıştıysa da darbe 27 Ekim 1923’te bastırılmıştı. Aynı günlerde TBMM, Mustafa Kemal gözetiminde bilinçli bir hükümet krizine sokulmuş durumdaydı; Meclis’in kendi bünyesinden hükümet seçmesi sisteminin işlemediği gösterilerek, hükümeti devletin başkanının onayıyla kurulmasına dayalı yeni bir sisteme ihtiyaç bulunduğu ispat edilmek isteniyordu. Tabiî öncelikle bir cumhurbaşkanına ihtiyaç vardı.

Türkiye’de cumhuriyetin ilânının hemen öncesini, iç ve dış koşullar açısından özetlemiş oluyoruz. Bu şartlar altında cumhuriyet, bugün yüklenen anlamın aksine seküler bir idarenin temel taşı olarak değil; teknik bir idarî tercih olarak doğmuştur. Şartlar, Osmanlı sonrası başka bir hanedan ile yola devamı mümkün kılmıyor, seçime dayalı bir düzene geçilmesi ise sorun olarak görülmüyordu; zira ortada açık siyaset yapabilen ve halk desteği olan, serbest seçimlerin yapılmasını zorlayabilecek alternatif kalmamıştı. Cumhuriyet, temelde seçimli rejim demektir. Onun bu niteliği, çok değişik zaman ve mekânda vücut bulmasını sağlamıştır. Misal, Roma uzunca bir cumhuriyet devri yaşamıştır, İran 1979’dan beri cumhuriyet idaresindedir. Buralardaki cumhuriyetler, lafzen birbirine benzemekten ibaret değildirler; seçimli rejimin ortak özelliklerini uygulamada da gösterirler.

Kopuş?

Türkiye’de cumhuriyetin, devletin dininin İslâm olduğu ile birlikte ilân edilmesi ise cumhuriyetin teknik içeriğini aşan tarihsel ve dönemsel bir yönelime işaret eder. Bu işaret Türkiye’nin iç dinamikleriyle, sınıflı toplum tarihi ile ilgilidir. Bugünkü genel kabulün aksine 29 Ekim’de bir kopuş olmuşsa bu, cumhuriyet idaresine geçiş ile değil, İslâm’ın devlet dini olarak kabulü bağlamında, Tanzimat’ın son etkilerinden kopuş bağlamında ele alınmalıdır. Gerek yukarıda özetlediğimiz süreç, gerekse de Ankara idaresinin meseleyi ortaya koyuş biçimi, cumhuriyetin temellerini Osmanlı İmparatorluğu bünyesine yerleştirmektedir. 30 Ekim 1922 tarihli Meclis kararlarında kabul edilen bir diğer husus, 1921 Anayasası’nın kabul edildiği anda padişahlığın tarihe karışmış olduğu idi. 16 Mart 1920’de İstanbul Hükümeti’nin ortadan kalktığını tespit eden TBMM, 1921 Eylül’üne de padişahlığın ilgasını yerleştiriyordu. Ankara idaresi, ikinci genel seçimi Haziran 1923’te gerçekleştirmişti. Bu anda henüz cumhuriyet ilân edilmemiş, ancak eski rejimin tasfiye edildiği karar altına alınmıştı. Değindiğimiz üzere, temelde seçimle başa gelmek demek olan cumhuriyet idaresi, böylelikle fiilen icra edilmiş oluyordu. Dolayısıyla cumhuriyet idaresinin ilânında yeni bir olay ve eskiden kopuş bulunmuyor. Peki İslâm’ın devlet dini olarak kabulünü nereye oturtacağız?

Bugünden geriye doğru, yadsıyan veya olumlayan bakış açıları, 1921-1923 yıllarında Ankara idaresi tarafından İslâm’a yapılan vurgunun “taktiksel” olduğu noktasında birleşirler. Savaş yıllarının belirsiz koşulları, yeni iktidarın meşruiyet sorunları, iddia odur ki “Meclis’in dualarla açılmasını, içkinin yasaklanmasını, devletin dininin İslâm olduğunun açıklanmasını zorunlu kılmıştır. Zaten ilk fırsatta Anayasa’dan İslâm ifadesi çıkarılmıştır.” Bu anlatının oturmasında Nutuk belirleyici olmuştur. Nutuk’ta Mustafa Kemal, meşhur İzmit röportajında sorulan sorulara verdiği cevaplarda ve 1923 Anayasa değişikliğinde yer alan “devletin dininin İslâm olduğu” yolundaki ifadelerin taktik icabı; “o gün için sakıncalı görülmeyen tavizler” olduğunu, artık kaldırılması gerektiğini savunur. Hâlbuki aynı ifadeler Lozan Antlaşması bağlandıktan, muhalefet önemli ölçüde sindirildikten, cumhuriyet idaresi memlekete hâkim olduktan sonra yapılan 1924 Anayasası’na da alınmıştır. Diğer yandan Mustafa Kemal, Nutuk’u CHP kurultayında, 1927 yılı ekim ayında okumuştur.

1927 yılına gelindiğinde, İttihatçıların önemli isimleri 1926 yargılamaları ile ya fiziken ya da siyaseten tasfiye edilmiş durumdaydı. Bu grubun Mustafa Kemal’e karşı bir ağırlık merkezi olarak veya içinden çıktıkları için meşru gördükleri meşruti monarşi düzenini geri getirme tehlikesi böylece bertaraf edilmişti. Bu husus 1921-1923 tasfiyeleriyle birlikte meselenin bir boyutunu oluşturur. Diğer yandan 1923-1927 yılları arası Türk devletinin en önemli meselesi nüfus mübadelesidir.

Millet

Hukuken millet sistemi ile idare edilen Osmanlı’da, içerideki adıyla Müslümanlar en kalabalık ve hâkim milleti teşkil ediyorlardı.[1] Müslümanlardan sonra en kalabalık millet Rumlardı; onları Ermeniler takip ediyordu. Bu milletler ve nüfusları bağlamında azalan oranda diğerleri, Tanzimat düzeninin milletler sistemini parçalaması neticesinde Müslümanlarla eşitlenmiş vaziyetteydi. Daha önce ülkeyi idare etme üstünlüğünü elinde tutan Müslümanlar bu imtiyazı yitirmiş, diğer milletler de asker ve idareci olma hakkı kazanmış, İslâmî meşveret usulüne aykırı olarak parlamentoda yer almışlardı. Bu yöntemin imparatorluğu ayakta tutacağı düşünülmüştü. Tanzimat öncesi, tercüme bürosu merkezli olmak üzere devletin çekirdeğinde Müslümanlar lehine birtakım önlemler alınmıştı. Nihayetinde bu sistem, Tanzimat Dönemi’nden sonra, 19.yy’ın son çeyreği ve 20.yy’ın başı itibari ile büyük sarsıntılar arasında fiilen çöktü. Ortada yeni dönemin ulus-devletinde işletilemez bir hukukî eşitlik zorunluluğu ve ülkede hâlâ önemli bir Rum nüfusu bulunmaktaydı. Ciddi bir çelişki gündemdeydi.

1920 yılının eylülünde, seferberlik ilânından sonra Meclis’te bedelli askerlik teklifi görüşülürken Maliye Bakanı Ferit Bey, savunusunu bu çelişkiye oturtur:

“Tasavvur buyurabilir misiniz ki mileli gayrimüslimeyi (gayrimüslim milletleri) alıp cephelere sevkedelim? Tabiî tasavvur edemezsiniz. Efendiler mileli gayrimüslimenin hidematı sairede, geri hidematta kullanılmaları bile –harbi umumi esnasında görülmüş olduğu veçhile– bir takım suiistimalâtı müeddi, birtakım masrafları daidir. Peki efendiler o hâlde biz mileli gayrimüslimeye ne suretle vazife verelim?”

Benzer tartışmalar Meclis’te, 1921 yılında da görülür. Sorun, gayrimüslim milletlerin savaş koşulları altında askere alınmasının sakıncaları ile sınırlı tartışılmaz. Örneğin, Millî Savunma Bakanı Fevzi Paşa, konuyu gayrimüslimlerin ticaret sahasındaki hâkimiyetine getirir ve başka bir vekil şöyle tamamlar bu fikri: “Rica ederim efendim, evvel emirde para alalım, sonra yol yaptıralım bu hainlere.” Bu tarih itibari ile Müslümanların askerî/idarî sahada hâkimiyetlerinin yeniden tesisi en üst perdeden dillendirilmekte, “millet” kavramı basbayağı Osmanlı millet sistemindeki anlamı ile algılanıp kullanılmaktaydı. Bu sözler Meclis’te, 22 Ocak 1921’de sarf edilmiştir. Aynı celsede konuşan başka bir vekilin sözlerine bakalım:

“Bundan sonra bütün Milleti İslâmiye bilâ istisna bu Millet Meclisinden dinin muhafazasını istiyor. Millet bizden bunu istiyor. Millet bizi buraya niçin gönderdi? Bizi buraya gönderirken millet ve bilhassa müntehiplerimiz dediler ki; biz bir kaç defa intihap yaptık, onlar bir iş görmedi. İnşaallâh siz ümit ederiz ki iş görürsünüz, çünkü Anadolu’nun göbeğinde... İslâmiyetin neşrine çalışacaksınız ve İslâmiyetin aleyhine çalışan birtakım insanları, münafıkları ortadan kaldırırsınız... Biz bu fikirle geldiğimiz hâlde maatteessüf Anadolu’nun göbeği olan bu İslâm muhitinde ...”

Bu konuşmalardan iki gün önce Meclis, 1921 Anayasası’nı kabul etmişti. Anayasa, “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir,” cümlesiyle başlıyordu ve bu tarih itibari ile Tanzimat’la açılan parantez kapatılmış oluyordu; kastedilen açıkça İslâm milletidir. Bugün 29 Ekim 1923 tarihine bakarken Osmanlı’dan bir kopuş aranıyorsa, burada ancak onun Tanzimat devriyle olan son bağlarının kopuşu bulunabilir.

1927 yılına gelindiğinde mübadele genel olarak tamamlanmış, hâkimiyeti paylaşmaya aday olabilecek başka bir millet kalmamıştı. Mustafa Kemal Nutuk’u okudu, “Göz yummuştuk, çağdaşlığa aykırı, kaldıralım,” dedi. Birkaç gün sonra Cumhuriyet’in ilk nüfus sayımı yapıldı. Dolayısıyla artık başka bir devlet projeksiyonuna kapı aralanabilirdi. Milât, 1923’ten ziyade 1927’ye yerleştirilmelidir.

Bugün Cumhuriyet’in ilânı ve anlamı tarihsel bağlamından kopuk, mistik bir perdenin gölgesi altında tartışılmaktadır. Bu perde yırtıldığında altından; devlet, toprak, nüfus, toplumsal artığın bölüşümü, sınıf hareketlerinin özneleri ve sınıflı toplum tarihinin süregelen ve dönüşen toplumsal formasyonları çıkacaktır.

Onur Şahinkaya

31 Ekim 2023

Görsel: Göç yolunda mübadiller.

Dipnot:

[1] Batı’da bu millette Türk adı verilmişti; Türk adlandırmasının Osmanlı siyasî lügatinde ise, “kapalılık, sisteme uzaklık, vergi tahsilatında zorlanan gruplar, köylülük” bağlamında, bu özellikleri gösteren gruplar için kullanılıyordu. Şu kaynakta Marx’ın köylülük için kullandığı kavramların analizi bağlamında yapılan çözümleme, Mevlana ve benzerlerinin Türklük için kullandığı, bugünden bakıldığında hakaretamiz görünen tanımlamaların anlaşılması için önemli bir kapı aralamaktadır: M. Burcu Bayrak ve Arif Erençin, “Komünist Manifesto’daki ‘the Idiocy of Rural Life’ İfadesinin Anlamı Üzerine: Kır Hayatının ‘Aptallığı’ mı ‘Yalıtılmışlığı’ mı?”, Mülkiye Dergisi, 44(2), 239-259, Dergipark.