Loading...

Dayanışma bir slogan değildir, bir süreçtir: Vijay Prashad ile Venezüella Üzerine Söyleşi


Bu özel röportajda, tanınmış Hintli entelektüel, emperyalizmin zamanımızda nasıl işlediğini incelerken Venezüella ile özel dayanışma biçimleri öneriyor.

Uluslararası dayanışmanın uzun bir tarihi var, fakat Kuzey-Güney dayanışması anlamında önemli bir işaret, 1961’den itibaren bugün Küresel Güney olarak adlandırdığımız coğrafyadan hükûmetleri bir araya getiren Bağlantısızlar Hareketi’dir. Bu mirasın günümüzde ne anlama geldiği hakkında konuşabilir miyiz?

Bunu neden anlamamız gerektiğine dair iki neden var. Karl Marx ve Friedrich Engels’in, 1848’de Komünist Manifesto’da “Dünyanın bütün işçileri! Birleşin,” diye yazdıklarını görmek önemlidir. Ne var ki, 1848’de dünyanın işçileri birbirleriyle iletişim hâlinde değillerdi. Hindistan ve İngiltere arasında ilk telgraf hattı 1870’de hizmete girdi. Dolayısıyla, bugünden geriye bakıp Londra’da toplanan Birinci Enternasyonal’in hatta ikincisinin gerçekten uluslararası olduğunu söylemek biraz saçma olurdu. Yine de sömürge dünyasında işçi hareketleri gerçekten 19. yüzyılın ikinci yarısı ve sonrasına kadar gitmedi.

Dolayısıyla, Enternasyonalizmin Güney’deki hikâyesinin “antik çağ”daki küçük bağlantılar konusunda çok coşkulu olmaması gerçekten önemlidir. “Antik çağ” derken 18. ve 19. yüzyılları kastediyorum. Bütün bunlar çok saçma olacaktır, çünkü gerçek bağlantı Rus Devrimi’nden hemen sonra başlar. Rus Devrimi ya da Sovyetler Birliği, çarpıcı biçimde çağın oldukça ötesinde bir karar aldı. 1919’da, bundan [Mart] yüzyıl önce, Komünist Enternasyonal’i oluşturmak için dünyanın her yerinden insanları davet etti. Komünist Enternasyonal sadece Avrupalı sendikacılar, radikaller vs. tarafından değil Arjantin ve Porto Riko gibi uzak memleketlerden gelen insanlarca oluşturuldu. Başlangıçta yalnız Batı yarımküresini ve eski Rus İmparatorluğu’nun Türkmenistan gibi sömürgeleştirilmiş bazı parçalarını kapsıyordu.

1920’de, Komintern’in İkinci Dünya Kongresi’ne dünyanın her yerinden pek çok insan katıldı (ve bildiğiniz gibi bu hareketin gerçek mirasçısı, 1960’ların sonunda La Habana’da toplanan Tricontinental Konferansı idi).

1928’de, sömürgecilik karşıtı burjuvazi Brüksel’deki Emperyalizme Karşı Birlik toplantısında bir araya geldi. Bütün bunlardan hareketle, uluslararası mücadelelerin –sömürgeleştirilmiş halkların kendi içlerindeki ve aralarındaki dayanışmanın– tarihinin yaklaşık yüzyıllık bir geçmişe sahip olduğunu söylüyorum. Yüz yıl, şeylerin uzun vadeli doğası karşısında uzun bir zaman değildir. Dolayısıyla, sömürgecilik karşıtı sınır aşırı dayanışmanın değeri ve yararı konusunda yargılanmaya hazır olduğumuzu düşünmüyorum.

Kuşkusuz, 1950’lerden itibaren sömürgecilikten çıkan Hindistan, Mısır, Ekvator Ginesi ve Endonezya gibi yeni devletlerin 1961’de Belgrat’ta –hükûmetler arası bir hareket olması itibarıyla farklı bir süreç olan– Bağlantısızlar Hareketi’ni yarattıklarını belirtmek önemlidir. O zaman devlet gücüne dayanmışlardı ve eski dünyanın kurumlarını ve rutinlerini değiştirmeye çalışıyorlardı. [Bağlantısızlar Hareketi] çok farklı bir tartışma ölçeği idi. Alternatif olarak, 1974’te BM Genel Kurulunda kabul edilen Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen diye adlandırılan akıl almaz bir vizyona sahiptiler.


Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucuları. Soldan sağa: Jawaharlal Nehru (Hindistan), Kwame Nkrumah (Kenya), Cemal Abdunnasır (Mısır), Sukarno (Endonezya), Josip Broz Tito (Yugoslavya). New York, 30 Eylül 1960 (Arşiv)

Emperyalizm ve özellikle Amerikan emperyalizmi bu Kuzey-Güney ittifaklarını mütemadiyen bozmaya çalışır. ABD emperyalizminin Latin Amerika’da nasıl işlediğini ve bugün özellikle Venezüella’ya yönelik saldırgan tutumunu görmekteyiz. Venezüella’nın özel durumuna da bağlayarak emperyalizmin geniş anlamda nasıl işlediğine dair bir şeyler söylemek ister misiniz?

Emperyalizm statik bir fenomen değildir. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında sahip olduklarımız bugünkünden farklıdır. O zamanlarda üretim büyük ölçüde ulusal düzeyde idi. ABD’de yerleşik Ford Motor Company, Almanya’da yerleşik Daimler ile rekabet hâlinde idi ve Daimler’in çoğu arabası Almanya’da imal edilirken Ford arabaları ABD’de üretilirdi. Onlar üçüncü, dördüncü ya da beşinci ülkelerdeki kaynaklar, piyasalar, finans vs. için rekabet ediyorlardı. Bu, kapitalistler arası bir rekabet formu idi ve ülkeleri diğer ülkeler üzerinde avantaj sağlamak için kendi siyasal, askerî ve ekonomik güçlerini kullanmaya itti. Emperyalizmin eski günlerdeki klasik formu buydu.

1960’lardan itibaren eski fabrika düzeni çözülmeye başladı. Fabrikaların parçalandığını ve “global meta zinciri”nin doğuşunu gördünüz. General Motors çoğu arabayı ABD dışında üretmeye başladı. ABD arabaları ne kadar ABD’de üretiliyorsa Alman arabaları da o kadar Almanya’da üretilir oldu. Dünya üretiminin genel yapısı değişti.

Bunun emperyalizm üzerinde bir etkisi oldu, çünkü 1960’ların sonu ve sonrasında bizim Triad [Üçlü] olarak adlandırdığımız ABD, Avrupa ve Japonya ittifakı doğdu. Üçlü ılımlı biçimde bir araya gelmiş değildi –her konuda anlaşmıyorlardı ancak ABD’nin eşitler arasında birinci olduğu, yeni ticarî rejimler yaratılması ve yürürlüğe konulması, Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen gibi Üçüncü Dünya projelerinin yıkılması gerektiği konularında kesin bir anlayış vardı.

Bu dönem emperyalizmin dişlerini keskinleştirdiği bir dönemdi. Şimdi artık hava bombardımanları şart değildi. Her şey ticaret kanunlarını yazarak, finansın nasıl işlemesi ve paranın nasıl hareket etmesi gerektiğini belirleyerek hallediliyordu. Yedi ülkeden oluşan bir grup tarafından 1995’te Dünya Ticaret Örgütü’nü doğuracak olanGümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması kullanılarak kapalı kapılar ardında kapsamlı bir altyapı oluşturuldu. 1980’lerde, bu ülkeler [fikri] mülkiyet hakları ile ilgili yeni düzenlemeler dayattılar.

Bütün bunlar Üçüncü Dünya ülkelerinin gelişme, birbiriyle ticaret yapma ve finansa erişim kabiliyetini kısıtladı. Emperyalizm tarafından yeni bir “kurumsal boğmalar” (asphyxiation) seti oluşturuldu. Bu çok akıllıca idi, çünkü artık silâhınızı göstermek zorunda değildiniz. Silâh oradaydı ancak gizlenmişti, çünkü özellikle 1980’lerin başındaki borç krizinden sonra gücünüzü “Üzgünüz, sizi finanse edemeyeceğiz,” diyerek gösterebiliyordunuz.

Venezüella gibi ülkeler çok savunmasız ve kırılgan durumdadır… 1974’te, Venezüella bütün petrol kaynaklarını millileştirse de fiiliyatta bunu yapamadı. Fiiliyatta olan, şirketlerin hükûmete “Petrolü millileştirebilirsiniz, çünkü biz artık o işle uğraşmak istemiyoruz. Ülkenize yatırım yapmak ya da risk almak istemiyoruz. Yatırımı yapar, riski alırsınız. Biz sadece kâra bakarız,” demiş olmalarıydı. Emperyalizmin yeni yapısı budur.

Bu bizi bugüne getiriyor. Şimdi, Venezüella’nın ekonomisini boğmak ve hükûmeti devirmek (ki sosyalist projeyi öldürmekten başka bir şey değil) için yoğun bir çaba var gibi. Venezüella’ya hem doğrudan bir askeri müdahalenin he de daha az görünürlüğü olan ekonomik yaptırım gibi diğer şiddet formlarının risklerine dair değerlendirmenizi öğrenmek istiyorum.

Sovyetler Birliği çöktüğünde, ABD, Üçlü adına liderlik yapacağı yeni bir tam tahakküm asrının başlayacağını düşündü. Gerçekte, ABD Üçlü’yü oluşturan ortaklara karşı oldukça cömerttir: Her şeyi kendisi için istiyormuş gibi görünmez. İşbirliklerinin büyümesini ister, çünkü bu ABD ve müttefiklerinin menfaatine bir şey olarak görülür. Onlar, yaklaşmakta olan şeyin ABD ve müttefiklerinin başını çektiği yüzyıllık (kim bilir, belki de bin yıllık!) bir kapitalizm olduğunu düşünmüşlerdi…

Ancak Sovyetler’in çöküşünden sonra [bu basit kapitalist başarı hikâyesi yerine] korkunç bir moral bozukluğu vardı… Muazzam bir moral bozukluğu vardı, çünkü daha önce sosyalizmi denemiş ve geçiş yapmış ülkelerin pek çoğu şimdi borç, düzensizlik vs. nedeniyle birbiri ardına çökmeye başlamıştı. Dolayısıyla, ABD “haydut devletler” olarak adlandırdığı devre dışı bırakılması gereken birkaç ülke hakkında konuşmaya başladı. Ondan sonra bin yıl kuralı işlemeye başlayacaktı! Diğerlerinin (bildiğiniz gibi, dışarıda duran ve Dünya Ticaret Örgütü’nün işleri yönetmek için belirlediği ticaret düzenine izin vermeyen herhangi bir ülke) yanı sıra İran ve Kuzey Kore’yi de böyle tanımladılar.

Kuşkusuz belirgin olmaya başlayan şey, çelişkilerin bulunduğudur. Bu çelişkiler, Iraklıların “Bakın, İranlılara karşı sizin adınıza savaştık ve şimdi de ülkemizin yıkımından dolayı ödeme yapmanızı istiyoruz,” demesi gibi rahatsız edicidir –kötü bir tatları vardır! – [Iraklılar] bunun üzerine Kuveyt’i işgal ettiler ve bu da Üçlü’yü rahatsız etti ve ardından Irak’a girdi. [Başka bir örnek] sosyalizmin çimentosu çözülmeye başladığında ulusalcılığın en zehirli formlarının görülmeye başladığını gördüğünüz Yugoslavya’dır. Ardından Yugoslavya yıkım amaçlı bombalandı.

Savaşlar devam etti, hayret verici savaşlar. Bunlar, kalan ülkeleri –sosyalist olduğu düşünülen ülkeler değil ABD liderliğindeki Üçlü’nün iradesine direnen ülkeler– bitirmek için girişilen ilke savaşlarıydı. Bu ülkeleri salt ABD tarafından bombalandıkları için idealize etmek yanlıştır. Bunlardan bazıları (diğer nedenlerle saldırıya uğramış olsalar da) çok distopik iç ilişkilere sahipti.  Bu bir sürprizdi ancak savaşın “Yugoslavya’nın etrafındaki duvarlardan kurtulalım ve onu IMF’ye ve Dünya Ticaret Örgütü’ne açalım. Bu pazarları ve bu çalışanları ele geçirelim...” demenin bir yolu olduğunu anladık.

ABD, 2000’lerin başında yaptığı savaşlarla Irak ve Afganistan’ı karmakarışık etti. Bu arada bakışlarını Güney Amerika’dan uzaklaştırdılar. Arazi görüşünü kaybetmişler, ne olup bittiğini görememişlerdi. Birbiri ardına ülkede, çeşitli toplumsal hareketler, yerli halklar ve halk kitlelerinin seçimlere dönüşü. Ve birbiri ardına ülkede halkların sol kanat liderleri işbaşına getirmesi!

Açıkçası, ABD Irak ve Afganistan’a bu kadar gömülmemiş olsaydı [Latin Amerika’da] durumun bu noktaya kadar gitmesine izin vermeyebilirlerdi. Yine de –son zamanlarda tekrar ortaya çıktığı gibi!– bu bölgenin arka bahçeleri olduğu fikrini taşıyorlar. Ancak, 2002’de bakışlarını [Irak ve Afganistan’dan] çevirip Venezüella’da darbe yapmaya giriştiklerinde artık çok geçti. Venezüella’daki deneyimlerle Brezilya’daki İşçi Partisi [PT] deneyimi arasında (farklı tempolarda çalışmak gibi) farklılıklar olsa da [ikisi de] aynı sayfadaydılar.

Venezuela’da Chavez, bir ülke içinde yeni bir proje inşa edilemeyeceğini fark etti. Proje bölgesel olmalıydı ve yeni ticaret politikalarına ihtiyaç vardı. Venezuela emperyalizmin nasıl çalıştığını anladı: Bu, finans ve ticaretin emperyalizmiydi ve bu nedenle Venezüella bölgedeki hükûmetlerin ve devletlerin dâhil olduğu ALBA [Bolivarian Alliance for the Peoples of Our Americas–Bizim Amerika’nın Hakları için Bolivarcı İttifak] projesini denedi.

ABD bu projeyi birçok kez yıkmaya çalıştı. Bakın, Venezüella’nın ABD’nin ihtiyaç duyduğu ve arzu ettiği türden bir petrolü yoktur. Onlar petrol kaynakları için gelmiyorlar! Bu proje için geliyorlar ve çok iyi bir iş çıkardılar. Dürüst olmak gerekirse, bu sosyal medya döneminde yönettikleri en etkileyici darbe, Honduras’taki [2009] darbeydi. Ayrıca, daha önce, Aristide’yi iki kez kaçırdıkları Haiti’de darbeler vardı. Ve kıtanın geri kalanında [sol dalgayı] azar azar geri ittiler.

Ancak mesele sadece Amerikan emperyalizmi değildi ve bunun farkında olmamak bizim zayıflıklarımızdan biriydi. Solun tam olarak farkına varamadığı yeni toplumsal güçler devreye girmişti. Örneğin, “Pentekostalizm” ve alttan gelen tutkulu isteklerin [diğer] çeşitli formları. İşler yeniden biçimlendiriliyordu ve insanlar yeni Pembe Dalga ve Bolivarcı Proje ideolojisinin dışındaki yönlere doğru ilerliyorlardı.

Bu projeyi zayıflatan iki büyük dinamik olduğunu düşünüyorum. Mesele sadece emperyalizm değildi. Güçlü bir solun dinamiğine ters içsel gelişmeler ve kuşkusuz emtia fiyatlarının çöküşü vardı. Fakat burada vurgulamak istediğim, bu sorunu yaratan şeyin tek başına meta fiyatlarının çöküşü olmadığıdır.

Bu konuda söylemek istediğim birkaç şey daha var. Birincisi, yoksul bir ülkede sosyalizm zaman alır ve burası da yoksul bir ülke. [Venezüella] asla zengin bir ülke olmadı. Tıpkı Nijerya gibi çok fazla petrolü bulunan yoksul bir ülke. Kaynakları bakımından zengin ancak servetin, özlemlerin, umudun vs. dağıtımı bakımından çok yoksul bir ülke. Sosyalizm uzun zaman alır ve esasen on yıl [bu iş için] yeterli değil...

Thomas Sankara, “Sizi besleyen, sizi kontrol eder,” derdi. Ancak bu ülke gıdanın çoğunu ithal ediyor. Henüz bir özgürlük yoktu. Oraya ulaşmak otuz, kırk, elli yıl alacaktı. Kapitalizmin gelişmesi yüzlerce yıl aldı. Sosyalizm ise iki, üç, dört ya da beş yılda bir yalnızca kapitalistler tarafından değil soldaki sabırsız ve öfkeli insanlar tarafından da sürekli saldırıya uğrar, çünkü onların rüyalarını ve ütopyalarını karşılamaz. Bu çok çirkin bir süreç, çünkü umutsuzca yeni formlar yaratmaya çalışıyorsunuz ve bu arada insanların aç olmadığından emin olmalısınız.

Bu birinci nokta; diğeri siyasal bir sorundur: ABD, “Şey, şunu yanlış yaptığınız için size yaptırım uygulayacağız,” derken ülkelerin etrafına yasal sınırlar çekme konusunda çok ustaydı. Obama’nın 2005’teki kararnamesi kapıyı açtı ve ardından başka bir yaptırımı, bir başkasını ve daha da fazlasını o kapıdan geçirirler. Ve parayı, onun hareketini ve kendi malınızı nasıl alıp satacağınızı kontrol ettikleri için gerçekten bir mengeneye kısılmış durumdasınızdır ve kimse sizi kurtarmaya gelemez.

Yarın bu hükûmet düşer ve Amerikan destekli bir hükûmet gelirse, Çinliler ve Ruslar ne diyecek? Bize nakit olarak geri ödeyin. Gerçek şu ki ister Bolivarcı hükûmet [iktidarda] kalsın ister Amerikan kuklası bir hükûmet gelsin, Venezüella iyi durumda değil. Amerikalıların Çinlilere ve Ruslara verecek parası yok. Bu sadece olmayacak! Eğer [yeni kurulan] hükûmet, borçlarımızı yeniden müzakere etmemiz gerekiyor derse, bu Amerikalıların istemeyeceği kötü bir emsal olur. Bazı ciddi ekonomik zorluklar bulunduğu gerçeğiyle yüzleşmelisiniz; oligarşinin ve diğerlerinin bunu görmemesi çok trajiktir. Kendi ülkelerine karşı umursamazdırlar. Bu umursamazlıktan dolayı çok büyük bir tarihi bedel ödeyeceklerini düşünüyorum.


Venezüella, tahıl ve halkın beslenmesinde önemli yer tutan diğer çoğu gıda maddesinde dışa bağımlı olmakla savunmasız ve kırılgan durumdadır

Son olarak, bugünlerde uluslararası dayanışma hakkında sormak istiyorum. Özellikle Venezuela ile ilgili olarak nasıl bir dayanışma içinde olunmalı?

Bolivarcı süreç ile dayanışma, tüm girişimlere (interference) son verilmesini talep ederek başlamalıdır. Bugün girişim, yeni emperyalizm altındaki çetrefilli bir sözcüktür. Askerî müdahale (intervention) yok demektir; bu bir nokta. Fakat bu hiç ambargo olmayacak anlamına gelir mi? Evet, bu başka bir nokta. Hiç ekonomik yaptırım yok mu? Bu da başka bir nokta. Ayrıca, finansman engellenmemeli ve bunun için Venezüella’nın kendi parası mevcut olmalıdır. Tabiî ki, bunların hepsi de önemli.

Ancak diyorum ki bundan daha fazlası var: Dayanışma, ülkelerin gıda güvenliğine, gıda ile ilgili olarak tam bağımsızlığa sahip olmalarına yardımcı olmalıdır. Biliyorsunuz, Küba tahıl üretmesine yardım edecek bir dayanışmaya ihtiyaç duyuyor ve yeterli miktarda patates üretemediği gibi tükettiği buğday veya pirinci karşılayacak yakında bir üretici de bulunmuyor. Bu sorunlar insanî bağlantılar üzerinden çözülür. Gıda güvenliğini sağlamak için gerçekten birlikte çalışmak zorundayız. Açlık, emperyalizm tarafından sıkça kullanılan bir silâhtır. Sizi aç bırakırlar ve ardından size “yardım al” derler. Çok kurnazca; işte üstesinden gelinmesi gereken şey bu.

Şu yeni bir haber değil: Chavez, tüm siyasî kariyeri boyunca gıda sorunu hakkında konuştu. Ülkeyi nasıl besleyeceği hakkında düşünmek onun için çok önemliydi. Mesela, bu ülkeyi yerli tahılla beslemek mümkün müdür? Ayrıca, hayvanları besleme sorunu. Her zaman bu konular hakkında konuştu. Fidel, hayatının sonuna doğru, hayvanların beslenmesi için şu anda Venezüella’da üretilmekte olan organik gıda yaratma hayali kurmuştu. Bu tür seçenekler olmak zorunda. Bu anlamda, dayanışma bir slogan olarak düşünülmemeli; dayanışma bir süreçtir. Açlık sorununu nasıl çözeceğiniz ve toplumu nasıl örgütleyeceğiniz hakkında ilginç yeni düşünceler geliştirerek dayanışmayı inşa etmek zorundasınız.

Söyleşi: Cira Pascual Marquina

16 Mart 2019

Çeviri: Muhsin Altun

Kaynak