Loading...

Deprem ve Devlet


“Devletin depremin altında kalması” metaforu, 17 Ağustos 1999 Kocaeli depreminde de çokça kullanılıyordu. Oysa devlet çöktü, devlet enkaz altında kaldı, devlet bitti denilen bir moment bile müesses nizam tarafından sıçrama tahtası olarak kullanılabilmişti. Bu yanıyla AKP kurgusu sanıldığı gibi 2001 krizinin yarattığı yıkımın üzerine değil, büyük ölçüde 1999 depremi üzerine inşa edilmiştir. 1999 depreminin de yapay tetikleme ve HAARP teknolojisi yoluyla ABD tarafından yapıldığına yönelik bir inanış vardı toplumda. Hâlbuki deprem; gezegen, kıta, magma ve levha hareketleri ve yüksek enerji birikiminin sonucu olarak gerçekleşen bir doğa olayıydı. 2001’de Millî Güvenlik Kurulu toplantısında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Başbakan Bülent Ecevit’e Anayasa kitapçığı fırlatmasıyla başlayan ekonomik kriz ise yapaydı. AKP, Amerika’da o dönem iktidara gelen ve Neo-Conlar ile ifade edilen sanayi kapitalistlerinin ve TSK’nın tasavvurlarının bir yansıması olarak ete kemiğe bürünmüştür. CHP’nin baraj altında kaldığı Nisan 1999 Seçimlerinden sonra Bülent Ecevit ve Devlet Bahçeli’nin önderliğinde kurulan DSP+MHP+ANAP koalisyonu zaten en başından itibaren bir ara geçiş dönemi olarak görülüyordu. Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrıcısı şeklinde anılan karakteri, yönettiği gemiyi doğru limanlara yanaştıran ve bu limanlardan belirlenen kişileri alan bir kaptana denk düşmektedir. Böylece belli şahsiyetler ve belli koşullar kaptan marifetiyle olgunlaştırılmış, başkanlık sistemi için en uygun tarihsel denklem yaratılmıştır.[1]

Müesses nizam ve müesses nizamın uluslararası ortakları tarafından, Türkiye gemisinin orta ve uzun vadede demirleyeceği nihai limanın “başkanlık sistemi” olarak belirlendiği söylenebilir. Türkiye’nin kabaca son 25-30 yılı, bu geminin “başkanlık sistemi” limanına demir atma çabasıyla geçmiştir. Şunu belirtmekte fayda var; başkanlık sistemi devlet için bir heves, tercih yahut basit bir politik yönelim değil, zorunluluktu. “Türkiye büyümezse küçülür” lafı Amerika’da Neo-Conların iktidara yürüyüş sürecinde Türkiye yönetici sınıfının temel kabulü ve mottosu hâline gelmiştir. İlginç bir şeklide bu sözü tedavüle sokan Marksist iktisatçı Yalçın Küçük olmuştur. Daha da ilginç olan, Max Schachtman ve James Burnham gibi eski Troçkist isimler, Troçki’nin “sürekli devrim” tezinin sağcı bir yorumunu yaparak önemli ölçüde Neo-Conların fikrî altyapısını oluşturmuştu. Bunların tezine göre Amerika, müdahaleci ve yayılmacı politikasından vazgeçerse yok olacaktır. “Türkiye büyümezse küçülür” ve “Amerika, müdahaleci ve yayılmacı politikasından vazgeçerse yok olacaktır” sözleri bağlamında bir müttefiklik ilişkisinin geliştiğini söyleyebiliriz.

Türkiye’nin yeniden Osmanlı döneminde sahip olduğu etki alanını ve hâkimiyet bölgelerini geri kazanması ve çevresindeki problemli ilişkilerini kendi lehine olacak şekilde sonuçlandırmasının koşulu “içerideki” ikiliklerin, önemli çelişki ve gerilim noktalarının çözümlenmesinden geçmekteydi.[2] Önce Ergenekon ve devamında Cemaat’in büyük ölçüde tasfiye edilmeleri bu yönelimin bir gereğiydi. Çözüm/Açılım süreci de sıcak iç çatışmaya dair meselelerin belli düzeylerde yumuşatılması ve sistem içi bir kanala akıtılması amacıyla yürütülmüştü. Bütünüyle ülke içi dinamiklerin yeniden tasnifi ve biçimlendirilmesini amaçlayan devlet aklı, tarihsel tecrübelerini realpolitik sahaya yansıtmış, öyle veya böyle büyük ölçüde stratejik hedeflerine ulaşmıştır. Ergenekon, PKK (ilgili dönemde KCK) ve Cemaat operasyonlarının aslında aynı akışın farklı duraklarında yaşanan gelişmeler olduğu bugünden daha iyi anlaşılıyordur. AKP içinde Abdullah Gül, Beşir Atalay, Ali Babacan gibi isimler ile kristalize olan İngiliz siyaseti de yine aynı yönelim ve projeksiyona uygun olarak süreç içinde adım adım tasfiye edilmiştir.[3]

Tasfiyenin ilk adımı, Amerika’nın Irak işgali sürecinde yaşanmıştır. Süreci kısaca özetlersek; Amerika’da iktidarda olan Neo-Conlar, Afganistan’ın işgal edilmesinden sonra, 2003 yılında Irak’ın da işgaline hazırlanıyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için tezkere çıkarılması ve tezkerenin de meclisten geçmesi için 267 salt çoğunluk gerekiyordu. Nihayetinde, tezkeresinin meclisten geçmemesi için muhalefetle birlikte Abdullah Gül kliği de mücadele vermiş, 1 Mart 2003 tarihinde yapılan oylamada tezkere kabul edilmemiştir.[4] Dönemin Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül ve o dönem İşçi Partili olan İngiltere başbakanı Tony Blair, diplomatik evrende oluşturulan işgal karşıtı cephenin uluslararası yürütücüleri durumundadır. Temelde İngiltere, tarihsel olarak etki alanı içinde bulunan Irak’ın Amerika tarafından işgal edilmesini, dolayısıyla Orta Doğu ve Irak petrollerinin Amerika’nın kontrolüne girmesini istemiyor ancak gücü nispetinde işgale açıktan karşı da çıkamıyordu.[5] Dolayısıyla Türkiye’nin hava sahası, limanları ve topraklarının, gerekse de lojistik imkânları ve silahlı güçlerinin bu işgalde kullanılmamasının, giriştiği bu işgal girişiminde Amerika’yı büyük bir zafiyete düşüreceği hesaplanıyordu. Tezkerenin reddi sonrasında dönemin Başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan, AKP içinde büyük çaplı bir tasfiye gerçekleştirmiş, bir ölçüde İngiliz siyasetinin kollarından birini kesmiştir.[6] Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı yapılmasının bahsi edilen kliği zayıflatan ikinci adım olduğunu söylemek lâzım. O dönemin yönetim sisteminde cumhurbaşkanlığı olabildiğince pasif bir yapıdaydı. Abdullah Gül ise cumhurbaşkanlığı öncesinde AKP içinde temsil ettiği klik ile birlikte etkili bir isimdi. Gül’ün cumhurbaşkanı olduğu süreçten sonra hükümet içindeki İngiliz siyaseti beklendiği üzere gittikçe güç kaybetmiş ve ilerleyen zamanlarda büyük ölçüde tasfiye edilmiştir. Kuruluşu itibariyle zaten bir tür konsensus ve koalisyon partisi olan AKP, böylece daha masif ve monolitik bir karaktere bürünmeye başlamıştır. Bahsi edilen bu dönüşüm ve biçimlendirme artık Mîsâk-ı Millî gömleğini yırtmak ve yeniden bölgesel hegemon güç olmak isteyen Türkiye şeklindeki retorik ve Neo Osmanlı tezlerle de süslenmiştir.

Türkiye’nin tarihsel olarak yapısal dinamiklerinde darbe-devrim-deprem triosu önemli yer tutar.[7] Devlet[8], bu olguların dinamik/hareketli ilişkisi nispetinde bir kuruluma kavuşur. Bu unsurların devrede olmadığı süreçlerde eylemsizlik gelişir, değişim-dönüşüm yavaş seyreder. Türkiye özelinde başkanlık sistemine giden yolda darbe ve depremin hızlandırıcı, kolaylaştırıcı etkileri olduğu muhakkaktır. Bu yönüyle 28 Şubat önemli bir eşiktir. 28 Şubat Darbesi AKP’nin kuruluşuna giden yolu açmış, devamında gerçekleşen 1999 depremi, 27 Nisan Muhtırası ve 15 Temmuz Darbe Girişimi[9] geminin yelkenlerini dolduran güçlü rüzgârlar olmuştur. Haziran Direnişinin devrimsel bir anlamı vardı, ancak içerildi, yenildi, bastırıldı ve yine geminin yelkenlerini dolduran bir unsur olarak sürece eklemlendirildi. Haziran direnişinde halkın öfkesinin yanında görünen muhalif-sol yapılar tam bir “kuzu kılığına girmiş kurt hikâyesi” icra ettiler. Çok “başarılı” bir şekilde halkın devrimci yönelimi ve öfkesi bizzat muhalif-sol unsurlar tarafından önce forumlara ve sonra seçim sandıklarına gömüldü. Bu sürecin hemen devamında 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlu ve Bahçeli ortaklığı, Erdoğan’ın ilk turda kolaylıkla seçileceği bir denklemi halkın önüne koymuştu. “Ekmek için Ekmeleddin” sloganıyla Ekmeleddin İhsanoğlu[10] silik ve dalga boyu düşük bir aday olarak Erdoğan’ın karşısına çıkarıldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasî tarihinde ilk kez bir cumhurbaşkanı, doğrudan halk oylaması ile bu seçimde yerini aldı.[11] Bu hamle başkanlık sistemini realize edecek en ciddi somut adımdı ve Kılıçdaroğlu-Bahçeli ortaklığının çabası Erdoğan tipi bir cumhurbaşkanlığını ortaya çıkarmıştır. Geriye sadece pasif, etkisiz (noter eleştirisiyle birlikte düşünülürse) bir yönetimi reddedip, aktif bir cumhurbaşkanlığı pratiği sergileyen Erdoğan’ın fiilî durumuna yasal statü kazandırmak kalmıştı. Bu talepler de bekleneceği üzere, bilinen unsurlarca gecikmeden dillendirilmiş ve başkanlık sistemi çeşitli düzlemlerde konuşulmaya başlanmıştı.

Kaba ve genel hatlarıyla ifade ettiğimiz bu akış içinde devletin başkanlık sistemi kurgusuna yönelik gerçek direnç Gülen Cemaati tarafından gösterildi. Zira Cemaat eski kurgunun ve eski Türkiye’nin uluslararası ortaklarının bir mahsulü/aparatıydı ve doğal olarak dönüşmek ve tasfiye olmak istemiyordu. Aslında, finans sermayesinin mutlak egemenliği sırasında kendisini var eden ve belirlenen strüktürü de buna çok elverişli değildi. Bunun yanında devletin ciddi bir gövdesini elinde tutuyordu ve bu iktidarını da kaybetmek istemiyordu. Ancak 17/25 Aralık 2013’ten sonra FETÖ namıyla kriminalize olmaya başlayan yapının, 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra hükümetin kurulamadığı “kaotik” bir durumun ortaya çıkmasında büyük bir etkisi oldu.[12] Ülke yönetiminde ve siyasetinde kurgu dışı gerçek bir kriz hâli ve kilit durumu bu süreçte yaşandı. Hatırlanacağı üzere, Devlet Bahçeli muhalefet kostümünü çıkarmış ve iktidar ortağı olarak arz-ı endâm edeceği yeni kostümünü bu süreçte giyinmiştir. Bahçeli’nin evrildiği bu yeni rolü ve konumu, TSK’nın kurmay aklının belirlediği şeklinde okumak mümkündür. Öyle ki, Kasım 2015 seçimlerine kadar geçen süreçte TSK’nın birincil belirleyici irade olduğu söylenebilir. Bu ara dönemde Erdoğan-Kılıçdaroğlu-Bahçeli ana hattı, bir hükümet kurulmaması için ortak mücadele vermiştir.[13] Nihayetinde ülkeyi seçime götürecek geçici bir hükümet üzerinde konsensus sağlanmış, yönetimde ortaya çıkan kriz ve kaos durumu muhalif unsurların da kolaylaştırıcı tavırları ve yardımlarıyla engellenmiştir. Bu sürecin devamında çok parçalı siyaset kurgusunun yavaş yavaş başkanlık sisteminin temel özelliklerinden biri olan iki partili/kanatlı bir denkleme evrilmeye başladığını görüyoruz.

Toplumsal alanda mevcut sağ, muhafazakâr, sol, liberal vb. ideolojiler, bütün tonlarıyla Amerikan tipi başkanlık sisteminde olduğu gibi iki kanatta temsil edilmeliydi. Bu mecburiyet bir yandan politik unsurların “masif/katı” ideolojilerinin silikleşmesini de gerektiriyordu. Özellikle radikal sol ve sağ ideolojiler ancak bu işlem sonunda yeni sisteme uyumlu hâle gelebilecekti. İdeolojiler ve değerler düzleminde yaşanacak bu silikleşme/kimliksizleşme yan yana gelmesi hayatın olağan akışında pek mümkün olmayan unsurları bir araya getirecekti. Cumhur ve Millet ittifakları bu çabanın ve Türk Tipi Başkanlık Sisteminin zorunlu unsurları olarak vücut bulabilmiştir. Başlarda ifade ettiğimiz kabaca 25-30 yıllık bir devlet projeksiyonu olan başkanlık sistemi, 24 Haziran 2018 seçiminden itibaren eğri büğrü, kör topal bir biçimde yürütülmektedir. Aslında sistemin bir diğer aslî unsuru olan eyaletlere dayalı sistem, Amerikan seçimleri, uluslararası çalkantılar, pandemi dönemi, Ukrayna-Rusya Savaşı vb. gündemler nedeniyle toplum nezdinde tartıştırılamamış, dolayısıyla realize de edilememiştir. Eyaletlerin otonom yönetimiyle tanımlı olan başkanlık sistemi bu yanıyla Türkiye’de realize edilebileceği toplumsal ve politik ılıman bir iklim bulamamıştır.

Özellikle 2016’da gerçekleşen 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ilân edilen olağanüstü hâl sürecinde Paralel Devlet Yapılanması (PDY) olarak tanımlanan FETÖ, devletin hemen hemen her kademesinden uzaklaştırılmıştır. Devlet özellikle bu momentten sonra dış politikada etkinliğini arttırmış, Doğu Akdeniz, Suriye, Libya, Azerbaycan, Orta Asya coğrafyalarında görece etki alanını genişletmiş ve bu bölgelerde varlığını güçlendirmiştir. Bazı noktalarda jeopolitik mânâda kendisini tehdit eden Bir Kuşak Bir Yol (OBOR) girişimine karşı farklı konumlar aldığı ve yeni stratejiler geliştirdiği de görülmektedir. Üzerinde henüz çalışmaya devam ettiğimiz bir çalışmada daha kapsamlı ele aldığımız OBOR Girişimi özelinde konuyu bir nebze genişletmek son dönemi anlamak noktasında faydalı olacaktır. Bu kapsamda Yunanistan ile özellikle savunma, silahlanma, deniz yetki alanı, adalar gibi konularında yaşanan yakın zamanlı rekabet, sürtüşme ve anlaşmazlıkların merkezinde OBOR Girişimi’nin bulunduğunu söylemek gerekiyor. Zira OBOR’un icracılarının bir tercihi olarak, özellikle Pire Limanı üzerinden gelişen uluslararası ticaret, canlandırılan yeni rota ve tedarik ağları, yönetici sınıf tarafından Türkiye’yi bypass etmeye yönelik bir çaba gibi görülmektedir. Bu alanda gelişen gerilim ve sürtüşme siyasetinin gelecekte hangi noktaya evrileceğini kestirmek kolay değil ancak şunu belirtmek mümkün; verili koşullar aynı kalırsa, hâlihazırda altta yürüyen soğuk savaş orta ve uzun vadede sıcak bir savaşa evrilebilir. Bu ihtimali değiştirebilecek olgu ise iki ülkeden birinin stratejik yöneliminde bir tür eksen kayması yaşanmasıdır.

İtalya’da yapılan seçimlerde İtalya’nın Kardeşleri Partisi’nin (FDI) ve Giorgia Meloni ile temsil olunan faşist-sağ-muhafazakâr bir anlayışın iktidara gelmesi bu yönde bir eksen değişimine tekabül etmektedir. İtalya’nın son yıllarda yükselen Çin etkisine aşırı angaje olmasının bu tür bir tepkiyi ortaya çıkardığı rahatlıkla söylenebilir. Dolayısıyla Türkiye ve Yunanistan özelinde de yaklaşan seçimlerde benzer bir eksen kaymasının ortaya çıkması beklenebilir. Bu ilişkide hegemon güç olarak Türkiye’nin uzun vadede ana projeksiyonunun değişmesi çok mümkün olmayabilir ancak deprem ile ortaya çıkan yeni realpolitik ortam, mecburiyetler dairesinde bir “ara dönem” ile karşılanabilir.

Deprem unsurunun ortada olmadığı koşullarda Millet İttifakı yahut Altılı Masa[14] olarak adlandırılan ittifakın seçimi kazanmak konusunda çok istekli olmadığı zaten görülüyordu. Ancak yaşanan deprem, depremin yıkıcılığı ve mevcut hükümetin bütün kurumlarıyla düştüğü durumun halk nazarında muazzam bir öfke ve hayal kırıklığı yarattığını da belirtmek gerekiyor.[15] Bu öfke ve hayal kırıklığının yaklaşan seçimlerde nasıl bir temsiliyet bulacağını bilmek oldukça zor.[16] Zira hükümet ve muhalefet mengenesi altında ezilen halk, kolektif bilincinde muhalefet ve iktidarın birleşik tek bir parti olarak karşısında olduğunu bilmektedir. Bu sıkışmışlığın halk ve işçi sınıfı nezdinde yeni bir arayışa dönüşmesi verili koşullarda olanaklı görünmemektedir. Ancak AKP’nin 1999 yılında yaşanan Kocaeli depreminin yarattığı yıkımın üzerine inşa olduğunu yazının başında vurgulamıştık, dolayısıyla 6 Şubat’ta yaşanan Kahramanmaraş merkezli ve on ilde büyük yıkıma yol açan şiddetli depremlerin nasıl bir iktisadî-politik-toplumsal değişimlere yol açabileceğini bugünden kestirmek mümkün değil. Kıta, gezegen, magma ve levha hareketlerinin, yüzlerce yıllık enerji ve stres birikimlerinin bir bileşkesi olarak ortaya çıkan bu depremlerin, ülkenin ve toplumun tarihsel akışında/hikâyesinde ve uzun erimli stratejik yönelimlerinde ne tür etkilerinin olacağını zaman gösterecek.

İrfan Özgül

17 Şubat 2023

 

Görsel: 10 Mayıs 1556 tarihli depremin İstanbul’da yarattığı hasarı gösteren bir gravürdür.

Dipnotlar:

[1] Başkanlık sistemine dair Bahçeli’nin ilk açıklaması 2001 yılına uzanmaktadır. Yasemin Asan, “Bahçeli 2001’de başkanlık istemiş”, 16 Şubat 2016, Yeni Şafak. Bu, aynı zamanda AKP’nin yeni kurulduğu ve Bahçeli’nin çağrısıyla ülkenin erken seçime sürüklendiği bir dönemeçtir. Bahçeli’nin başkanlıkla ilgili sözleri elbette devletin projeksiyonuna dair bir ipucu niteliğinde okunmalıdır.

[2] Bir ülkenin ve toplumun geçmişinde imparatorluk veya asr-ı saâdet dönemi varsa sonraki kuşaklar doğal olarak o dönemlere öykünür, çekim yasası ve tarihsel kolektif bilinç sonraki kuşakları oraya doğru iter. Bu durum tarihsel diyalektik bir zorunluluktur. Türkiye’nin, koşullar yeniden elverişli hâle geldiği bir konjonktürde imparatorluk iddialarına geri dönemsi ve emperyal politikalar gütmeye başlamasına bu bağlamdan bakmak gerekiyor.

[3] Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlık için ısındırıldığı zamanlarda yolsuzluk dosyaları oldukça konuşulmuştu. Kılıçdaroğlu bu dosyalar marifetiyle AKP içinde bahsini ettiğimiz İngiliz siyasetine mensup bazı isimlerin tasfiyesini kolaylaştırmıştır. Bu tasfiyeler ilginç bir şekilde AKP’nin bünyeden zaten uzaklaştırmak istediği isimlere yönelikti. Kılıçdaroğlu’nun yolsuzluk dosyaları ile birlikte AKP’li Şaban Dişli ve Dengir Mir Mehmet Fırat genel başkan yardımcılığı görevlerinden istifa etmek zorunda bırakıldılar.

[4] Tezkerenin görüşüldüğü 1 Mart 2003 tarihinde Ankara’da işgale ve tezkereye karşı etki gücü çok büyük bir eylem düzenlendi. Bu kesitte tezkereye karşı ciddi bir toplumsal muhalefetin ortaya çıktığını da vurgulamak gerekiyor.

[5] İngiliz siyaseti işgale engel olamayacağını anladığı noktada, tutum değişikliğine giderek Amerika’nın güdümünde de olsa Irak’ın işgaline katılmıştır. Bu durum garip gelebilir ancak devletler siyasetinde eğer bir oluşun önüne geçemiyorsan, en azından dâhil olup süreci kontrol edebilme ve gidişatta istikamet verebilme imkânına kavuşma mantığı ve stratejisi yürütülür.

[6] Erdoğan konuyla ilgili 2016 yılında; “…ben 1 Mart Tezkeresi’nin yanındaydım, karşı olanlar bunu açıkça söylemediler. Birileri gizli kulisler attı…” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Tahmin edileceği gibi Erdoğan burada Abdullah Gül kliğini işaret etmektedir. “1 Mart Tartışması”, 8 Şubat 2016, Milliyet.

[7] Tarihsel plânda Osmanlı’dan günümüze darbe ve deprem belli sıkışma, zorlama, stres ve gerilim koşullarında ortaya çıkmış, kendilerini ziyadesiyle var edebilmiş olgulardır. Devrim ise hâkim sınıflar tarafından bir şekilde içerilmiş, boğulmuş ve sadece bir ihtimal ve tasavvur olarak kalmıştır.

[8] Devlet sözcüğünün Arapçada ilk anlamı döngü, deveran şeklindedir. Sözcüğün dinamik, döngüsel bir karşılığı vardır. Aynı sözcük batı dillerinde İng. state, İt. stato, Fr. état, Alm.  Staat (bazen status), İsp. estado şeklindedir. Sözcüğün durum ve eylemsizlik anlamları baskındır.

[9] 15 Temmuz aslında yapılmış bir darbenin bir tür karşı darbesi şeklindir. 7 Haziran sürecinde ortaya çıkan tablodan sonra TSK de facto olarak yönetime dolaylı yoldan katılmış ve sürece irade koymuştur. Dönemin mevcut kurgusu içinde bu zaten bir darbeye tekabül ediyordu. Cemaat karşı darbe için harekete geçti ancak ezildi. İrfan Özgül, “Darbe, Devrim, Perspektif”, 18 Temmuz 2016, İştirakî.

[10] İrfan Özgül, “16 Nisan Notları”, 13 Nisan 2017, İştirakî.

[11] 12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren’in tek aday olarak cumhurbaşkanı seçildiği halk oylamasını hariç tutuyoruz.

[12] 7 Haziran Seçimlerinde HDP’nin %10 barajını geçmesi çok kritik önemde olduğu bu süreçte Cemaat bütün etki gücünü HDP’nin barajı geçmesi için kullanmıştır.

[13] Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ı muhafaza siyasetini, yazının yazıldığı günlerde vefat eden eski CHP genel başkanı Deniz Baykal’dan devraldığını söylesek abartmış olmayız. Öyle ki, ‘artık muhtar bile olamaz’ denilen Erdoğan’ın hapisten çıkmasında Deniz Baykal ana aktördü. Zülfü Livaneli, “Beylerbeyi’nde gizli anlaşma”, 24 Temmuz 2007, Hürriyet. Baykal’ın beyin kanaması geçirdikten sonra gördüğü yanlış tedavi sonrasında durumunun iyi olmadığını öğrenen Erdoğan, dünyaca ünlü beyin cerrahı Prof. Dr. Uğur Türe’yi Cumhurbaşkanlığı uçağıyla Ankara’ya getirtti. “Erdoğan devreye girdi! Ünlü cerrah özel uçakla Ankara’ya getirildi”, 18 Ekim 2017, Milliyet.

[14] Millet İttifakı’nın Altılı Masa olarak bizzat ittifakın bileşenleri tarafından adlandırılmaya ve çağırılmaya başlanmasının bu yönde bir amacı ve göndermesi bulunmaktadır. “Altılı masa” adlandırmasının kitleler nazarında travmatik anlamları vardır, özellikle üç-beş ayda bir yıkılıp yeniden kurulan koalisyon hükümetlerini çağrıştırmaktadır. Dolayısıyla bu adlandırmanın tedavüle sokulmuş olması ve benimsenmesi sözünü ettiğimiz iktidar olma isteksizliğine yöneliktir.

[15] Depremin tahribatının ve yıkıcılığının gerek iktidar gerekse de muhalefet belediyelerinde yoğun olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle bir CHP belediyesi olan Hatay’daki tablo yıkım olan şehirlerin en kötüsü durumundadır. Dolayısıyla halkın öfkesi daha çok enkaz kaldırma çalışmaları konusundaki eksikliklere ve koordinasyonsuzluğa yönelmiş durumdadır. Partiler, aralarında ortak bir mutabakat varmışçasına yıkımdan sorumlu aslî unsurlar olan kamu kurumları, belediyeler ve karar alıcılar boyutunu gözlerden ırak tutmaya çalışmakta ve bütün sorumluluğu müteahhitlere yıkmaya çabalamaktalar.

[16] Depremlerin yaşandığı illerde olağanüstü hâl ilân edilmesi, kayıpların ve yıkımın boyutunun oldukça büyük olması, seçimlerin zamanında yapılıp yapılamayacağı yönünde bir belirsizlik ortaya çıkarmıştır. Ertelemenin bir anayasa değişikliği gerektirmesi, anayasa değişikliği için ise muhalefet partilerinin de (400 milletvekili) desteğinin gerekmesi bu ihtimali zorlaştıran unsurlardır.