Sverdlov Üniversitesi’nde Verilmiş Bir Ders
Yoldaşlar, kabul edip bana aktardığınız programa göre bugünkü konuşmanın konusu “devlet”. Bu konuya ne kadar aşina olduğunuzu bilmiyorum. Yanılmıyorsam dersleriniz daha yeni başladı ve bu konuyla ilk kez sistematik olarak uğraşacaksınız. Eğer böyleyse, bu zor konudaki ilk dersimde, anlatımlarımı dinleyicilerimin çoğu için yeterince açık ve anlaşılır kılmayı başaramayabilirim. Eğer böyle bir durum ortaya çıkarsa, bu durumdan rahatsız olmamanızı rica ediyorum, çünkü devlet sorunu, belki de burjuva akademisyenler, yazarlar ve filozoflar tarafından diğerlerinden daha fazla karıştırılmış, en karmaşık ve zor sorunlardan birisidir.
Bu nedenle, bu konunun ilk oturumda yapılacak kısa bir konuşmayla adam akıllı anlaşılması beklenmemelidir. Bu konudaki ilk konuşmadan sonra, anlamadığınız ya da sizin için açık olmayan pasajları not etmeli ve bunlara ikinci, üçüncü ve dördüncü kez dönmelisiniz, böylece anlamadığınız şeyler daha sonra hem okuyarak hem de çeşitli dersler ve konuşmalarla daha fazla tamamlanabilir ve açıklığa kavuşturulabilir. Umarım bir kez daha bir araya gelmeyi başarabiliriz ve o zaman tüm ek sorular üzerinde fikir alışverişinde bulunabilir ve neyin en bulanık kaldığını görebiliriz. Ayrıca, konuşmalara ve derslere ek olarak, Marx ve Engels’in en önemli eserlerinden en azından birkaçını okumak için biraz zaman ayıracağınızı umuyorum. Bu en önemli eserlerin, Sovyet ve Parti okulu kütüphanenizde öğrenciler için bulunan kitap listelerinde ve el kitaplarında bulunacağından hiç şüphem yok; bunula birlikte, bazılarınız ilk başta açıklamanın zorluğu karşısında tedirgin olsa da, bunun sizi endişeye sevk etmesine izin vermemeniz gerektiği konusunda sizi tekrar uyarmalıyım; ilk okumada belirsiz olan şey, ikinci okumada veya daha sonra soruna biraz farklı bir açıdan yaklaştığınızda netleşecektir.
Bir kez daha tekrar ediyorum ki, bu sorun o kadar karmaşıktır ve burjuva akademisyenler ve yazarlar tarafından o kadar karıştırılmıştır ki, onu ciddi bir şekilde incelemek ve ona bağımsız olarak hâkim olmak isteyen herkes, açık ve doğru bir anlayışa ulaşmak için ona birkaç kez girişmeli, ona tekrar tekrar dönmeli ve onu çeşitli açılardan ele almalıdır. Böyle aslî, böyle tüm siyasette çok temel bir sorun olduğu için ve sadece şimdiki gibi fırtınalı ve devrimci zamanlarda değil, en barışçıl zamanlarda bile her gün herhangi bir gazetede herhangi bir ekonomik veya siyasî sorun bağlamında karşınıza çıkacağı için, ona geri dönmek çok daha kolay olacaktır. Her gün, şu ya da bu bağlamda, şu soruya geri döneceksiniz: Devlet nedir, doğası nedir, önemi nedir ve kapitalizmin yıkılması için mücadele eden Komünist Partimizin, tutumu nedir; devlete karşı tutumu nedir? Ve en önemlisi, okumalarınız sonucunda, devlet üzerine dinleyeceğiniz konuşmalar ve dersler sonucunda, bu soruya bağımsız bir şekilde yaklaşma becerisini edinmenizdir, çünkü bu soruyla en farklı durumlarda, en önemsiz sorularla bağlantılı olarak, en beklenmedik bağlamlarda ve karşıtlarınızla tartışmalarda ve anlaşmazlıklarda karşılaşacaksınız. Ancak bu sorunda bağımsız bir şekilde yolunuzu bulmayı öğrendiğinizde, kendinizi yeterince yerleşmiş ve bunları herhangi birine karşı ve herhangi bir zamanda savunmak için yeterli başarıya sahip olarak görebilirsiniz.
Bu kısa açıklamalardan sonra, sorunun kendisini ele almaya devam edeceğim: Devlet nedir, nasıl ortaya çıkmıştır ve temelde kapitalizmin tamamen alaşağı edilmesi için mücadele eden işçi sınıfının partisi, Komünist Parti tarafından devlete karşı nasıl bir tutum ortaya konmalıdır?
Söylemiş olduğum gibi, burjuva biliminin, felsefesinin, hukukunun, ekonomi politiğinin ve gazeteciliğinin temsilcileri tarafından bilerek veya bilmeyerek devlet sorunu kadar çarpıtılmış başka bir sorun bulamazsınız. Bugüne kadar bu sorun sıklıkla dinsel sorunlarla karıştırılmıştır; sadece dinî öğretileri vaaz edenler değil (onlardan bunu beklemek tabiidir) ama kendilerini dinsel önyargılara karşı bağışık sayanlar da devlet sorununu dinsel sorunlarla karıştırır ve devletin kutsal, doğaüstü bir şey olduğunu, yine devletin insanoğlunun sayesinde yaşadığı bir güç, insanoğluna bizatihi ait olmayan ve ona ancak haricen verilebilecek bir şeyi içinde barındıran yahut bunu onlara bahşeden ya da bahşedebilecek durumda olan ilâhî bir güç olduğunu savlayan karmaşık bir öğreti (ki bu öğreti genellikle ideolojik-felsefî bir yaklaşımı ve muhakeme silsilesini haizdir) etmeye girişirler. Ayrıca bu öğretinin her yerde, sömürücü sınıfların, toprak sahipleri ve kapitalistlerin, çıkarlarıyla çok yakından bağlantılı olduğu, onların çıkarlarına hizmet ettiği, burjuvaziyi temsil eden beyefendilerin tüm geleneklerine, görüşlerine ve bilimlerine çok derinden nüfuz ettiği, her ne kadar devlete uyanık gözlerle bakabileceklerine inansalar ve dinî önyargıların tesiri altında oldukları iddiasını öfkeyle reddetseler de Menşeviklerin ve Sosyalist-Devrimcilerin devlet görüşlerinde bile bunun izlerine rastlayacağınız söylenmelidir. Bu sorun, egemen sınıfların çıkarlarını diğer tüm sorunlardan daha fazla etkilediği için bu kadar karışık ve çetrefil hâle gelmiştir (bu bakımdan sadece ekonomi biliminin temellerine kolayca boyun eğecek bir alandır). Devlet doktrini toplumsal ayrıcalığı, sömürünün varlığını, kapitalizmin varlığını meşrulaştırmaya hizmet eder ve bu yüzden bu sorunda tarafsızlık beklemek, bilimsel olduğunu iddia eden kişilerin bu konuda size tamamen bilimsel bir bakış sunabileceği inancıyla yaklaşmak en büyük hata olacaktır. Devlet sorununda, devlet doktrininde, devlet teorisinde, konuya aşina olduğunuzda ve yeterince derinlemesine incelediğinizde, mutlaka farklı sınıflar arasındaki mücadele (devlete dair görüşlerde, devletin rolü ve önemine ilişkin akıl yürütmelerde ifadesini ya da yansımasını bulan bir mücadele) karşımıza çıkar.
Bu soruya olabildiğince bilimsel bir şekilde yaklaşmak için, en azından devletin tarihine, ortaya çıkışına ve gelişimine geriye doğru hızlıca bir bakmalıyız. Bir sosyal bilim sorununda en güvenilir ve bu soruya gerçekten doğru yaklaşım alışkanlığı edinmek ve ayrıntılar yığını ya da çatışmalı görüşlerin uçsuz bucaksız çeşitliliği içinde kaybolmamak için gerçekten en gerekli olan şey, bu soruna bilimsel olarak yaklaşmak için en önemli şey, altta yatan tarihsel bağlantıyı unutmamak, her soruyu verili olgunun tarihte nasıl ortaya çıktığı noktasından ve gelişimindeki temel aşamaların neler olduğu açısından irdelemek ve gelişimi açısından bugün ne hâle geldiğini incelemektir.
Bu devlet sorununu çalışırken Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabına aşina olacağınızı umuyorum. Bu, modern sosyalizmin temel eserlerinden biridir ve güvenle karşılanabilecek her cümlesinin rastgele söylenmediği, üstelik muazzam tarihsel ve politik malzemeye dayandığı farz edilebilir. Kuşkusuz, bu eserin tüm bölümleri eşit derecede herkesçe anlaşılır ve kapsamlı bir şekilde açıklanmamıştır; bazı bölümleri zaten belirli bir tarih ve ekonomi bilgisine sahip bir okuyucuyu varsaymaktadır. Ancak tekrar ediyorum, bu çalışmayı okuduğunuzda tek seferde anlamazsanız kaygılanmamalısınız. Çok az insan anlar. Ancak ona daha sonra döndüğünüzde, ilginiz uyandığında, tümü olmasa bile büyük bir kısmını anlamayı başaracaksınız. Bu kitaba atıfta bulunuyorum çünkü söz ettiğim mânâda soruna doğru bir yaklaşım getiriyor. Devletin kökenine ilişkin tarihsel bir taslakla başlıyor.
Bu soruna, tıpkı diğerlerine olduğu gibi, örneğin kapitalizmin kökeni, insanın insan tarafından sömürülmesi, sosyalizm, sosyalizmin nasıl ortaya çıktığı, hangi koşulların onu meydana getirdiği meselelerine olduğu gibi, ancak bir bütün olarak gelişim tarihine geriye doğru bir göz atarsak adam akıllı ve emin bir şekilde yaklaşabiliriz. Bu sorunla bağlantılı olarak, öncelikle devletin her zaman var olmadığını not etmek gerekir. Devletin olmadığı bir zaman vardı. Devlet, toplumun sınıflara bölünmesinin ortaya çıktığı her yerde ve her zamanda, sömürenler ve sömürülenler ortaya çıktığında arz-ı endam eder.
İnsanın insan tarafından sömürüsünün ilk biçimi, yani –köleler ve sahipleri şeklindeki– ilk sınıfsal bölünme ortaya çıkmadan önce ataerkil aile, ya da bazen dendiği gibi klan ailesi, mevcuttu (klan-kabile; o zamanlar aynı kandan olan insanlar bir arada yaşardı). O ilkel zamanların oldukça belirgin izleri birçok ilkel halkın yaşamlarında varlığını korudu; ilkel toplum üzerine hangi çalışmaya bakarsanız bakın toplumun –ilkel komünizme az çok benzer biçimde– köleler ve sahipleri biçiminde bölünmediği zamanların bulunduğuna ilişkin belirli tanımları, göstergeleri ve (ilgili zamanların –çn.) yansımalarını bulursunuz. O zamanlarda devlet, yani sistemli bir biçimde güç uygulamaya ya da halka zorla boyun eğdirmeye yarayan özel bir aygıt yoktu.
İnsanların küçük aile grupları hâlinde yaşadığı ve gelişmenin en aşağı aşamasında, vahşiliğe yakın bir durumda bulunan –ki bu devirle modern, uygar insan toplumu arasında binlerce yıl vardır– ilkel toplumda henüz bir devletin varlığına dair işaretler belirmemişti. Geleneğin, otoritenin, saygının, klanın yaşlılarının elinde tuttuğu bir iktidarın baskın olduğunu görüyoruz; bu iktidarın bazen kadınların elinde bulunduğunu da görebiliyoruz –kadınların o zamanki konumu bugünkü ezilmiş ve baskılanmış konumları gibi değildi– ama diğerlerini yönetmek üzere onların üzerine yükselmiş ve bugün hepinizin farkında olduğu gibi hepsi devletin özünü oluşturan silahlı askerî birlikler, hapishaneler ve insanlara zorla boyun eğdirmenin diğer yolları ile hâlihazırda kendini ortaya koyan aygıta benzer bir baskı, bir şiddet aygıtını sırf yönetim amacı ile ellerinde sistemli ve kalıcı bir biçimde bulunduran insanlardan müteşekkil özel bir kategoriye hiçbir yerde rastlamıyoruz. Eğer dinî öğreti olarak bilinen şeylerden, belirsizliklerden, felsefî argümanlardan ve burjuva akademisyenlerinin geliştirdiği muhtelif düşüncelerden kendimizi uzak tutabilirsek, bunlardan uzak durup meselenin özünü kavramaya çalışırsak devletin toplumun bütününün dışında duran bir yönetim aygıtından başka bir şey olmadığını anlarız. İşleri sadece yönetmek olan ve bu iş için başkalarının iradesine zorla –hapishanelerle, özel olarak görevlendirilmiş insanlarla, ordularla vs.– hükmetmeye yarayan bir baskı aygıtına ihtiyaç duyan bir topluluk ortaya çıkmışşa, orada devlet ortaya çıkmıştır.
Ama bir zamanlar devlet yoktu; o zamanlar insanlar arasındaki genel bağlar, topluluğun kendisi, disiplin ve iş düzeni geleneğin ve âdetlerin gücüyle, klanın yaşlılarının ya da kadınlarının –o zamanlar kadınlar genellikle erkeklerle eşit bir konumda bulunur, hatta nadir sayılamayacak bir sıklıkta konumları onlarınkinden üstün olurdu– otoritesi ya da onlara duyulan saygı ile işlerliğini korurdu, yine o zamanlar yönetme işinde uzmanlaşmış özel bir küme insan da mevcut değildi. Tarih bize nerede ve ne zaman toplum sınıflara bölünmüşse insanlar üzerinde baskı kurmanın özel bir aygıtı olan devletin orada ortaya çıktığını gösteriyor; sınıflara bölünme sözü ile insanların bir kısmının başkalarının işgücünden sürekli olarak fayda sağlayacağı bir konumda bulunduğu, insanların bir kısmının diğer bir kısmını sömürdüğü bir bölünmeyi kastediyoruz.
Toplumun sınıflara bölünmüşlüğünün tarihsel bir gerçek olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bütün toplumların binlerce yıllık gelişimi, bütün ülkelerde istisnasız bir biçimde bilimsel yasaya uygunluk, kurallılık ve tutarlılık gösteriyor; buna göre önce sınıfsız bir toplum vardı (aristokratların bulunmadığı ataerkil, ilkel toplum), ardından köleliğe dayalı toplum geldi (köleci toplum). Modern, uygar Avrupa’nın tamamı bu aşamadan geçti (iki bin yıl boyunca kölecilik hüküm sürdü). Dünyanın diğer kısımlarındaki halkların kâhir ekseriyeti de bu aşamadan geçti. Az gelişmiş halkların arasında köleciliğin izleri bugün de varlığını sürdürüyor; örneğin Afrika’da günümüzde kölelik kurumu mevcuttur. Köle sahipleri ve köleler biçimindeki bölünme ilk önemli sınıfsal bölünme idi. Bunlardan ilki sadece bütün üretim araçlarının (toprak ve her ne kadar o zamanlar az sayıda ve ilkel de olsalar âlet edevat) sahibi değil, insanların da sahibiydi. Bunlar köle sahipleri olarak biliniyordu, çalışan ve diğerlerinin gereksindiği işgücünü onlara sağlayanlara ise köle deniyordu.
Bu biçimi tarihte bir başka biçim izledi: feodalizm. Ülkelerin büyük bir çoğunluğunda kölelik gelişim seyrinde serfliğe evrildi. Artık toplumun temel bölünmesi feodal lordlarla köylü serfler arasındaydı. İnsanlar arasındaki ilişkiler değişmişti. Köle sahipleri köleleri malı olarak görürdü; yasa bu görüşü tasdik eder ve köleyi sahibinin menkul malı sayardı. Serfe gelince; sınıfsal baskı ve bağımlılık bâkiydi ama feodal lordun köylüye menkul mal olarak sahip olduğu düşünülmüyor, sadece köylünün işgücü üzerinde hak sahibi olduğu ve köylünün belli hizmetleri onun için yerine getirmekle yükümlü olduğu kabul ediliyordu. Bildiğiniz gibi uygulamada serfliğin, bilhassa en uzun süre ve en ham biçimiyle var olduğu Rusya’da, kölelikten hiçbir farkı yoktu.
Bilâhare, ticaretin gelişmesi, dünya pazarının ortaya çıkması ve paranın dolaşımındaki gelişmelerle feodal toplumun içinde yeni bir sınıf, kapitalistler sınıfı, doğdu. Metadan, metaların değişiminden ve paranın gücünün artmasından feodal toplumda sermayenin gücü türedi. 18. yüzyılda, ya da daha doğrusu 18. yüzyılın sonundan itibaren ve 19. yüzyıl boyunca dünyanın her yerinde devrimler gerçekleşti. Feodalizm bütün Batı Avrupa ülkelerinde ortadan kalktı. Rusya bu ülkelerin sonuncusuydu. 1861 yılında Rusya’da da radikal bir değişim yaşandı; bunun sonucunda bir toplum biçiminin yerini bir diğeri aldı. Feodalizmin yerine gelen kapitalizmde sınıfsal bölünme devam ediyor ve serfliğin muhtelif iz ve kalıntıları da varlıklarını koruyorlardı ancak temelde sınıfsal bölünme yeni bir biçim aldı.
Sermaye sahipleri, toprak sahipleri ve fabrika sahipleri hâlihazırda olduğu gibi bütün kapitalist ülkelerde nüfusun sayıca önemsiz bir kısmını oluşturuyordu, ancak bu azınlık bütün insanların işgücünün kontrolünü elinde bulunduruyor ve bunun bir sonucu olarak da büyük çoğunluğu yaşamlarını bizzat kendi işçi ellerini, yani işgüçlerini üretim sürecinde satarak temin eden proleterlerden oluşan bütün bir emekçi kitlesini sömürüyor, eziyor ve onlara hükmediyor. Kapitalizme geçişle feodal zamanlarda birlikten yoksun ve ezilmiş hâlde olan köylülerin bir kısmı (çoğunluğu) proleterleşirken bir kısmı da (azınlığı) emekçileri kiralayan ve kırsal burjuvaziyi teşkil eden zengin köylülere dönüştüler.
Bu temel gerçeği (toplumların ilkel köleci biçimlerden serfliğe ve oradan da en sonunda kapitalizme geçtiğini) her zaman aklınızda tutmalısınız, zira ancak bu temel gerçeği unutmayarak, bu temel bölünmede yerini bulan siyasî öğretilerin tamamını inceleyerek, bu öğretileri hakkıyla değerlendirebilir ve onların neye tekabül ettiğini anlayabilirsiniz; insanlık tarihindeki bu büyük dönemlerin (köleci, feodal ve kapitalist) her biri yüzlerce yıl boyunca sürmüş, birçok siyasî biçime bürünmüş, siyasî öğretileri, fikirleri doğurmuş ve devrimlere sahne olmuştur. Bu büyük çeşitlilik (özellikle burjuva akademisyen ve siyasetçilerin siyasî, felsefî ve diğer öğretileri ile bağlantılı olarak) ancak toplumun sınıfsal bölünmüşlüğüne, sınıf iktidarının biçimlerindeki değişimlere bir ipucuna tutunur gibi sıkı sıkıya tutunmakla ve ekonomik, siyasî, manevî, dinî vs. gibi bütün toplumsal sorunları bu çerçeve içinde incelemekle kavranabilir.
Devleti bu temel bölünme zaviyesinden ele alıp incelerseniz toplum sınıflara bölünmeden önce, daha önce söylediğim gibi, devlet diye bir şeyin var olmadığını görürsünüz. Ancak toplumsal bölünme gerçekleşip de kök saldığında, yani sınıflı toplum ortaya çıktığında, devlet de peyda olup giderek yerini sağlamlaştırdı. İnsanlık tarihinde yüzlerce ülke kölecilik, feodalizm ve kapitalizm aşamalarından geçmiş ve geçmektedir. Muazzam tarihsel değişikliklere, insanlığın kölecilikten feodalizme ve oradan kapitalizme geçiş biçimindeki gelişimine ve bugün dünya sathında kapitalizme karşı sürmekte olan mücadeleye bağlı olarak ortaya çıkmış bütün siyasî çalkantılara ve devrimlere rağmen bu ülkelerin her birinde devletin ortaya çıkışını her daim ayırt edeceksiniz. O her zaman toplumun dışında duran ve sadece, ya da neredeyse sadece, ya da esas itibariyle, yönetme işiyle meşgul bir küme insandan müteşekkil bir aygıt olmuştur. İnsanlar, yönetilenler ve yönetme işinde uzmanlaşmış olanlar, toplumun üzerine yükselip yönetici, devlet adamı diye tesmiye edilenler biçiminde bölünmüştür. Bu aygıt, yani diğer insanlara hükmeden bu insanlar kümesi her zaman elinde baskı ve fiziksel güç araçları bulundurmuştur; bu şiddetin insanlara ilkel sopayla mı, yoksa köleci dönemdeki daha mütekâmil hâle getirilmiş silahlarla mı, yahut da Ortaçağ’da ortaya çıkmış olan ateşli silahlarla mı, ve yine en nihayetinde 20. yüzyılın teknik harikaları olan ve tamamen modern teknolojinin son başarılarına dayalı modern silahlarla mı uygulandığının bir önemi yoktur. Şiddet yöntemleri değişir ancak devletin olduğu her yerde yöneten, yönlendiren, hükmeden ve iktidarını sürdürmek için bir baskı aygıtını, ilgili dönemin teknik seviyesine denk gelen silahlarla iş gören bir şiddet aygıtını elinde bulunduran bir insan topluluğu mevcuttur. İşte bu genel olguyu incelemekle, kendimize sınıflar yokken, sömürenler ve sömürülenler yokken devletin neden var olmadığını ve sınıfların ortaya çıkmasıyla neden devletin de ortaya çıkmış olduğunu sormakla, ancak bu yolla, devletin doğasının ve ehemmiyetinin ne olduğu sorusuna belirli bir cevap bulmamız kâbil olur.
Devlet, bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki egemenliğini sürdürmesinin aygıtıdır. Toplumda sınıfların olmadığı zamanlarda, köleci dönemden önce, insanların daha eşit olan ilkel koşullarda, emeğin üretkenliğinin en düşük seviyede bulunduğu ve ilkel insanın en basit ve ilkel varoluş için gereken geçim araçlarını ancak temin ettiği koşullarda çalıştığı zamanlarda işlevi toplumun geri kalanı üzerinde baskı kurmak ve onlara hükmetmek olan özel bir insan topluluğu henüz ortaya çıkmamıştı, çıkması da mümkün değildi. Ancak toplumun sınıflara bölünüşünün ilk biçimi, yani kölelik ortaya çıktığında, belirli bir sınıf tarımsal emeğin en ham biçimlerine yoğunlaşıp belli bir artık değer üretebildiğinde ve bu artık değer kölenin en aşağı biçimdeki varlığı için mutlak olarak hayatiyet taşımadığından köle sahibinin ellerine geçtiğinde ve bu yolla bu sınıfın (yani köle sahiplerinin) varlığı güvenceye alınmış olduğunda, böylece devletin kök salabileceği koşullar ortaya çıktığında, devletin kendisinin ortaya çıkması bir gereklilik hâline gelmişti.
Böylece, iktidarı köle sahiplerine verip onların kölelere hükmetmelerini sağlayan bir aygıt olan köleci devlet doğdu. Toplum da devlet de şimdikine göre çok daha küçük ölçeklilerdi, karşılaştırılamaz ölçüde kısıtlı iletişim araçları vardı; modern iletişim araçları o zamanlar mevcut değildi. Dağlar, nehirler ve denizler bugün olduğundan çok daha büyük engeller teşkil ediyorlardı, devlet de çok daha dar coğrafî sınırlar içinde vücut bulmuştu. Teknik bakımdan zayıf bir devlet aygıtı görece dar sınırlara sıkışmış ve hareket alanı dar bir devlete hizmet ediyordu. Her şeye karşın köleleri kölelik hâlinde tutan, toplumun bir kesimini diğerinin boyunduruğu ve baskısı altına sokan bir aygıt mevcuttu. Toplumun çoğunluğu oluşturan parçasını diğer parçası için çalışmaya sistemli biçimde zorlamak sürekli bir baskı aygıtı olmadan olanaksızdır. Sınıfların var olmadığı zaman boyunca böyle bir aygıt da yoktu. Sınıfların ortaya çıktığı her yer ve zamanda, bölünme büyüyüp de yerini sağlamlaştırdıkça, özel bir kurum olarak devlet de teşekkül etti. Devletin biçimleri fevkalâde çeşitliydi. Daha köleci dönemde o zamanın standartları bakımından en ileri, en kültürlü ve uygar ülkelerde, örneğin tamamen köle emeğine dayanan Antik Yunan ve Roma’da devletin farklı biçimlerine rastlıyoruz. Daha o zamanlarda monarşi ve cumhuriyet, aristokrasi ve demokrasi arasındaki farklar belirmişti. Monarşi tek bir kişinin iktidarıyken, cumhuriyet seçilmemiş yetkililerin yokluğu anlamına; aristokrasi görece küçük bir azınlığın iktidarıyken demokrasi halkın iktidarı anlamına geliyordu (Yunanca demokrasi sözcüğü tam olarak halk iktidarı demektir). Bütün bu farklar daha köleci dönemde ortaya çıkmıştı. Bu farklara karşın köleci dönemin devleti monarşi ya da cumhuriyet olmasından, aristokratik ya da demokratik olmasından bağımsız olarak köleci devletti.
Antik çağ tarihi üzerine alacağınız her derste monarşik ve cumhuriyetçi devletler arasındaki mücadeleden söz edildiğini duyarsınız. Ancak temel gerçek, bırakın vatandaş olarak görülmeyi, kölelerin insan olarak bile görülmediğidir. Roma hukuku onları menkul mal sayıyordu. Kişiyi korumaya yönelik yasaların hiçbiri onlar için zaten işlemediği gibi öldürme yasağı da onları kapsamıyordu. Bu yasalar ancak tüm hakları teslim edilmiş yegâne vatandaşlar olan köle sahiplerini koruyordu. Söz konusu olan ister monarşi olsun, ister cumhuriyet, bunlar köle sahiplerinin monarşisi, köle sahiplerinin cumhuriyetiydi. Hukuk nezdinde kölenin menkul mal olduğu koşullarda, bütün haklardan sadece köle sahibi istifade ediyordu; köle üzerinde her türlü şiddet uygulanabildiği gibi, kölenin öldürülmesi bile cinayetten sayılmıyordu. Köleci cumhuriyetler iç örgütlenmeleri bakımından birbirlerinden farklıydılar; aristokratik cumhuriyetler de vardı, demokratik cumhuriyetler de. Aristokratik cumhuriyette sadece az sayıdaki ayrıcalıklı kişiler seçimlere katılabiliyordu; demokratik cumhuriyette herkes seçimlere katılıyordu ama herkesten kasıt köle sahipleriydi, yani köleler hariç herkes. Bu temel gerçek akılda tutulmalıdır, çünkü devlet sorununu başka her şeyden daha çok aydınlatır ve devletin doğasını açıkça gösterir.
Devlet bir sınıfın diğer sınıf üzerinde baskı aygıtıdır, bir sınıfın kendine tâbi sınıfları itaatkâr kılmasına yarar. Bu aygıtın muhtelif biçimleri vardır. Köleci devlet monarşi de olabilir, aristokratik bir cumhuriyet de; hatta demokratik cumhuriyet de olabilir. Gerçekten de hükümet biçimleri büyük çeşitlilik göstermiş oldukları hâlde özleri hep aynıydı: kölelerin hakları yoktu ve baskı altında bir sınıf teşkil ediyorlardı; onlara insan muamelesi yapılmıyordu. Bu durumun aynısını feodal devlette de görüyoruz.
Sömürünün biçim değiştirmesiyle köleci devlet feodal devlete dönüştü. Bunun önemi çok büyüktür. Köleci toplumda kölenin hiçbir hakkı mevcut değildi ve insandan sayılmıyordu; feodal toplumda ise köylü toprağa bağımlı hâle gelmişti. Serfliğin başlıca ayırıcı özelliği köylülerin (ki o zamanlar köylüler çoğunluğu teşkil ediyordu, şehirlerde nüfus hâlâ çok azdı) toprağa bağımlı olarak görülmeleriydi; serfliğin temeli buydu. Köylü belirli günlerde toprağın toprak sahibince kendisine tahsis edilmiş olan bölümünde ekip biçer, kalan günlerde ise toprak sahibi için çalışırdı. Sınıflı toplumun özü değişmemişti; toplum hâlâ sınıfsal sömürüye dayanıyordu. Sadece toprak sahiplerinin hakları vardı, köylülerinse hiçbir hakkı yoktu. Uygulamada köylülerin durumu kölelerin köleci devletteki durumlarından pek az farklıydı. Yine de kurtuluş için köylülerin önlerinde daha geniş bir yol açılmıştı, zira köylü serf toprak sahibinin doğrudan malı olarak görülmüyordu. Zamanının bir kısmında topraktaki, bir dereceye kadar sahibi olduğunu söylenebilecek, kendi payında çalışabiliyordu; mübadelenin ve ticarî ilişkilerin gelişimi bakımından daha fazla imkânın ortaya çıkmasıyla feodal sistem tedricen dağılmış ve köylünün kurtuluş imkânı da yine tedricen artmıştır. Feodal toplum her zaman köleci toplumdan daha karmaşık olmuştur. Ticarette ve sanayideki gelişme çok daha büyüktü; ki bu da daha o günlerde kapitalizme giden yolu açmıştır. Orta çağlarda feodalizm baskındı. Bu dönemde de yine devlet muhtelif biçimler alıyordu, bu dönemde de yine monarşiye ve demokrasiye rastlıyoruz, her ne kadar ikincisinin kendini ortaya koyuşu daha zayıf olsa da. Ancak her daim feodal lord yegâne yönetici olarak görülmüştür. Köylü serfler siyasî hakların tümünden mutlak olarak yoksundular.
İster köleci düzende olsun, ister feodal düzende olsun, küçük bir azınlığın baskı olmadan koca bir çoğunluk üzerinde egemenlik kurması mümkün değildir. Tarih ezilen sınıfların baskıdan kurtulmaya yönelik biteviye girişimleriyle doludur. Köleciliğin tarihinde kölelikten kurtulmak için verilmiş ve on yıllarca sürmüş savaşlar kayıtlıdır. Geçerken belirtelim, Alman Komünistleri (ki bunlar kapitalizmin boyunduruğuna karşı gerçekten mücadele eden yegâne partidir) şu an kullandıkları “Spartakist” adını Spartaküs bundan yaklaşık iki bin yıl önce gerçekleşmiş en büyük köle ayaklanmalarından birinin önde gelen kahramanı olduğu için almışlardır. Görünüşte her şeye kadir olan Roma İmparatorluğu, ki tamamen köleliğe dayalı bir imparatorluk idi, Spartaküs’ün liderliği altında geniş bir ordu kurmak üzere silahlanıp birleşmiş kölelerin geniş bir coğrafyaya yayılmış ayaklanmalarının sarsıntı ve darbelerine yıllarca maruz kaldı. Nihayetinde yenildiler, ele geçirildiler ve köle sahiplerinin işkencelerine uğradılar. Böylesi iç savaşlar sınıflı toplumun tarihine damgasını vurmuştur. Bu iç savaşların köleci dönemdeki en büyük örneklerinden birini az önce andım. Feodal dönemin bütünü de yine böyle sürekli köylü ayaklanmalarının izini taşır. Örneğin, Orta Çağ’da, Almanya’da iki sınıf (toprak sahipleri ve serfler) arasındaki mücadele çok büyümüş ve köylülerin toprak sahiplerine karşı verdiği bir iç savaşa dönüşmüştü. Rusya’da köylülerin feodal toprak sahiplerine karşı tekrar tekrar giriştikleri benzer ayaklanmalara aşinasınız.
Egemenliklerini sürdürmek ve iktidarlarını korumak için feodal lordlar geniş bir insan topluluğunu baskı altına alıp onlara belli yasa ve düzenlemeleri dayatmalarını sağlayacak bir aygıta muhtaçtı; bütün bu yasaların ise temelde tek bir işlevi vardı: lordların köylü serfler üzerindeki iktidarının devamının sağlanması. İşte bu aygıt feodal devletti; bu devlet örneğin Rusya’da ya da (feodalizmin bugün dahi hükmünü sürdürdüğü) oldukça geri Asya ülkelerinde farklı biçimlere büründü; ya cumhuriyet oldu ya da monarşi. Devlet monarşik olduğunda tek bir kişinin egemenliği kabul ediliyordu, cumhuriyet olduğundaysa toprak sahipleri topluluğunun seçilmiş temsilcilerinin katılımı şu ya da bu düzeyde kabul görüyordu (buradaki demokrasi betimlemesi feodal toplum için geçerlidir). Feodal toplum geniş bir çoğunluğun (köylü serflerin) çok küçük bir azınlığa (toprak sahiplerine) bütünüyle tâbi olduğu bir sınıfsal bölünme arz ediyordu.
Ticaretin ve mal mübadelesinin gelişmesi yeni bir sınıf olan kapitalistlerin doğmasına yol açtı. Sermaye Orta Çağ’ın sonlarında, Amerika’nın keşfinin ardından dünya ticaretinin devasa ölçeklerde gelişip değerli maden miktarının artması, altın ve gümüşün mübadele aracı hâline gelmesi ve para dolaşımının kişilerin muazzam servetler elde etmelerine olanak tanımasıyla biçimlendi. Gümüş ve altın dünyanın her yerinde servet kaynağı olarak kabul görür oldu. Toprak sahibi sınıf iktisadî iktidarını yitirdi ve yeni bir sınıf, sermaye sahipleri sınıfı, iktidarını tesis etti. Toplumun yeniden inşası uyarınca bütün vatandaşlar görünüşte eşitlenmişti, köle sahibi ve köle biçimindeki eski ayrım ortadan kalkmıştı, insanlar ellerinde bulundurdukları sermayeye bakılmaksızın, toprak sahibi mi, yoksa işgücünden başka hiçbir şeyi olmayan fakir bir adam mı olduklarına bakılmaksızın yasalar önünde eşit olmuşlardı. Hukukun herkesi eşit biçimde korumasından kasıt mülk sahiplerinin mülkünü işgücü dışında hiçbir şeye sahip olmayan, giderek yoksullaşmış ve proleterleşmiş kitlelerin saldırısından korumasıdır. İşte kapitalist toplum böyledir. Burada ayrıntılara inme imkânım yok. Bu konuya Parti Programını tartışırken döneceksiniz, o zaman kapitalist toplumun tanımını işiteceksiniz. Bu toplum serfliğe, eski feodal düzene karşı özgürlük şiarı altında gelişti. Ama bu özgürlük mülk sahiplerinin özgürlüğüydü. Feodalizm 18. yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başında dağıldığında, ki bu hadise Rusya’da diğer ülkelere nazaran daha geç bir tarihte, 1861 yılında gerçekleşmiştir, feodal devletin yerini özgürlük şiarını herkes için benimsediğini iddia eden, bütün bir halkın iradesini temsil ettiğini ilân edip bir sınıf devleti olduğunu inkâr eden kapitalist devlet aldı. İşte bu düzende bütün bir halkın özgürlüğü için savaşım veren sosyalistlerle kapitalist devlet arasındaki mücadele ortaya çıkmıştır; bütün dünyaya yayılmakta olan bu mücadele Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni doğurmuştur.
Dünya çapında sermayeye karşı verilen mücadeleyi ve kapitalist devletin doğasını anlamak için kapitalist devletin sonunda feodal devlete galebe çaldığı kavgaya özgürlük şiarıyla girmiş olduğunu hatırlamamız gerekir. Feodalizmin ortadan kaldırılması kapitalist devletin temsilcileri için özgürlük anlamına geliyor ve onların amacına hizmet ediyordu. Serflik kurumu çözülüyordu ve köylüler tazminat karşılığı yahut kısmen bir tür haraç vererek topraklarının tam mülkiyetine sahip olmuşlardı; bu durum devlet açısından bir fark yaratmıyordu zira kuruluşunun temelinde özel mülkiyet olan devlet, koruduğu mülkiyetin nereden neşet ettiğiyle ilgilenmiyordu. Bütün modern, medenî devletlerde köylüler özel mülk sahibi olmuşlardı. Toprak sahibi toprağının bir bölümünü köylüye hibe ettiğinde bile devlet özel mülkiyete halel getirmiyor, toprağı için para almasına izin vererek toprak sahibini tazminatla ödüllendiriyordu. Devlet özel mülkiyeti tam olarak muhafaza edeceğine ilişkin vaadini ona her türlü destek ve korumayı sağlamakla yerine getiriyordu. Devlet her tüccarın, her sanayicinin, her imalatçının mülkiyet hakkını tanımıştır. İşte sermayenin gücüne, özel mülkiyete, mülksüz işçilerin ve emekçi köylülerin tam tekmil tâbiyetine dayalı bu toplum özgürlük ilkesiyle yönetildiği iddiasındaydı. Feodalizmle mücadelesinde mülkiyete özgürlük talep etmişti ve bilhassa devletin güya bir sınıf devleti olmaktan çıkmış oluşuyla gururlanıyordu.
Bununla beraber devlet kapitalistlerin yoksul köylüleri ve işçi sınıfını boyunduruk altında tutmaya yarayan makinesi olarak işlev görmeye devam ediyordu. Ama dışarıdan bakıldığında özgür bir görünüm arz ediyordu; herkese oy hakkı tanımış, savunucuları olan vaizleri, akademisyenleri, felsefecileri kanalıyla bir sınıf devleti olmadığını ilân etmişti. Bugün Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin devlete karşı mücadele etmeye giriştiği mevcut durumda bile bizi özgürlüğü ihlâl etmekle, zora ve insanların bir kısmının diğer bir kısmınca baskı altına alınmasına dayalı bir devlet inşa etmekle suçluyorlar; hesapta kendileri halk iradesine dayalı, demokratik devletler oluyorlar. Şimdi, dünya sosyalist devrimi başlamışken, bu devrim bazı ülkelerde başarıya ulaşmışken, beynelmilel sermayeye karşı mücadele bilhassa keskinleşmişken devlet sorunu en önemli sorun hâline, hatta denebilir ki bugünün bütün siyasî meselelerinin ve ayrılıklarının odağında bulunan en yakıcı sorun hâline gelmiştir.
Rusya’da veya daha medenî herhangi bir ülkede hangi partiyi ele alırsak alalım, görürüz ki siyasî ayrılıklar, anlaşmazlıklar ve düşüncelerin neredeyse tamamı devlet kavramı etrafında dönmektedir. Kapitalist bir ülkede, bilhassa ABD ya da İsviçre gibi en özgür demokratik cumhuriyetlerde devlet halk iradesinin bir izdüşümü, halkın genel teveccühünün, millî iradenin tezahürü vesaire midir, yoksa devlet bu ülkelerin kapitalistlerinin işçi sınıfı ve köylüler üzerindeki tahakkümünü sürdürmesini sağlayan bir aparat mıdır? İşte dünyadaki bütün siyasî anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığı temel mesele budur. Bolşevizm hakkında neler söylüyorlar? Burjuva basını Bolşeviklere karşı mütecaviz bir tutum içindedir. Bolşeviklerin halkın yönetimi ilkesini ihlâl ettiği yollu beylik suçlamanın tekrar edilmediği bir tane bile gazete bulamazsınız. Eğer bizim Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler saf saf (ki belki de burada söz konusu olan saflık değildir, ya da buradaki saflık “saflık hırsızlıktan beterdir” deyişindeki türdendir) Bolşeviklerin halk yönetimi ilkesini ihlâl ettiği suçlamasını kendilerinin icat ettiğini düşünüyorlarsa çok yanılıyorlar. Bugün en zengin ülkelerin en zengin gazeteleri, on milyonlarca kopya basılıp burjuvazinin emperyalist siyasetini ve yalanlarını yaymak için on milyonlar harcayan bu gazeteler ABD, Britanya ve İsviçre’nin halk yönetimine dayalı ileri ülkeler oldukları, buna karşın Bolşevik cumhuriyetin özgürlük nedir bilmeyen bir haydutlar devleti olduğu, Bolşeviklerin halk yönetimini ihlâl ettiği ve bu işte Kurucu Meclisi bile lağvedecek kadar ileri gittiği türünden Bolşevizme karşı yöneltilmiş basit iddia ve suçlamaları tekrar tekrar yazmaya devam ediyorlar. Bolşeviklere karşı bu korkunç suçlamalar dünyanın her yerinde yineleniyor. Bu suçlamalar bizi doğrudan “Devlet nedir?” sorusuna yöneltiyor. Bu suçlamaları anlamak için, onları incelemek ve onlara karşı zekice bir tutum geliştirebilmek, onları sırf kulaktan dolma bilgilerle değil, kendimize ait sağlam fikirlerle değerlendirebilmek için devletin ne olduğuna dair açık seçik bir fikrimiz olmalı. Karşımızda her türden kapitalist devlet ve onları savunmak üzere hepsi de savaştan önce ortaya konmuş olan teoriler var. Bu soruya hakkıyla cevap verebilmek için bütün bu teori ve görüşleri eleştirel olarak incelemeliyiz.
Size Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabına başvurabileceğinizi söylemiş bulunuyorum. Bu kitap toprağın ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin söz konusu olduğu her devletin, sermayenin egemen olduğu her devletin ne kadar demokratik olursa olsun kapitalist bir devlet olduğunu, kapitalistlerce işçi sınıfını ve köylüleri tahakküm altında tutmaya yarayan bir aygıt olduğunu ve bu aygıt dâhilinde genel oy hakkı, Kurucu Meclis, parlamento vesairenin işlerin asıl mahiyetini hiç değiştirmeyen birer biçimden, bir tür senetten ibaret olduğunu söyler.
Demokratik cumhuriyet ve genel oy hakkı feodalizme kıyasla çok büyük bir ilerlemedir. Bunlar proletaryanın bugünkü birliğini ve dayanışmasını mümkün kılan, sermayeye karşı sistematik bir mücadeleye girişmiş bu sağlam ve disiplinli kıtaların teşekkül etmesini sağlayan unsurlardır. Köylü serflerin arasında buna uzaktan da olsa benzeyen bir durum hiç söz konusu olmamıştır; kölelerin sözünü etmeye bile gerek yok. Bildiğimiz gibi, köleler ayaklandılar, isyan ettiler, iç savaşlar başlattılar ama hiçbir zaman mücadeleyi yürütecek partiler ve sınıf bilinçli bir çoğunluk oluşturamadılar, hedeflerini netlikle belirleyemediler, tarihin en devrimci anlarında bile egemen sınıfların elinde piyon oldular. Burjuva cumhuriyeti, parlamentosu, genel oy hakkı; bunların hepsi dünya toplumunun gelişimi açısından bakıldığında büyük ilerlemelerdir. İnsanoğlu kapitalizme ilerledi ve şehir kültürü sayesinde ezilen proletaryanın sınıf bilincine varmasını ve dünyanın her yerinde kitlelerin mücadelesine bilinçli önderlik eden sosyalist partilerde örgütlenmiş milyonlarca işçinin dünya çapında bir işçi sınıfı hareketi yaratıp kendi sınıf bilincine varmasını sağlayan yalnızca kapitalizm oldu. Parlamentarizm olmasaydı, seçim sistemi olmasaydı işçi sınıfının bu gelişmesi mümkün olmazdı. İşte bu nedenlerle bütün bunlar kitlelerin gözünde bu derece büyük öneme sahip oldular. Kökten bir değişimin bu denli zor görünmesinin nedeni de budur. Devletin özgür olduğu ve görevinin herkesin çıkarını kollamak olduğu biçimindeki burjuva yalanını savunan yalnızca bilinçli sahtekârlar, bilim ve din adamları değildir, eski kapitalist sistemden sosyalizme geçişi kavrayamayan ve eski önyargılara samimiyetle takılıp kalmış çok sayıda insan da aynı yerdedir. Sadece burjuvaziye doğrudan bağlı olanlar, sermayenin boyunduruğu altında yaşayan ya da sermayenin rüşvet verdiği (sermayenin emrinde olan çok sayıda bilim adamı, din adamı, sanatçı vs. vardır) insanlar değil, sadece burjuva özgürlüğü denen önyargının tesiri altında olan insanlar da dünyanın her yerinde Bolşevizme karşı kavgaya giriştiler zira Sovyet Cumhuriyeti kurulduğunda bu burjuva yalanlarını reddetti ve açıkça şunları söyledi: siz devletinizin özgür olduğunu söylüyorsunuz, hâlbuki gerçekte özel mülkiyet olduğu müddetçe devletiniz demokratik cumhuriyet de olsa kapitalistlerin işçileri baskı altında tutmakta kullandığı bir aygıttan ötesi değil ve devlet ne kadar özgürse bu durum kendisi o kadar açıklıkla ortaya koyuyor. Bunun örnekleri Avrupa’da İsviçre, Amerika’da ABD’dir. Hiçbir yerde sermaye egemenliğini bu ülkedekilerden daha arsız ve acımasızca sürdürmemektedir ve bu ülkeler demokratik cumhuriyetler oldukları hâlde ve güzelce boyanmış oluşlarına ve bütün yurttaşların eşitliği ve işçi demokrasisine dair onca söze rağmen hiçbir yerde bu egemenlik bu denli göz önünde değildir. İsviçre ve ABD’de egemenlik sermayededir ve işçilerin durumlarında en ufak bir sahici değişiklik yaratmak yönündeki her girişimi derhal iç savaşla karşılık bulmaktadır. Bu ülkelerde çok az asker bulunur, ellerindeki hazır kuvvet görece küçüktür. İsviçre’nin bir milis gücü vardır ve her İsviçrelinin evinde silah bulunur, Amerika’da ise yakın zamana kadar bir ordu mevcut değildi, bir grev olduğunda burjuvazinin kendisi silahlanır, paralı asker tutar ve grevi bastırırdı, ancak işçi sınıfının üzerindeki baskı hiçbir yerde ABD ve İsviçre’de olduğu kadar kendisini acımasız bir katılıkla ortaya koymaz, hiçbir yerde sermayenin parlamentodaki nüfuzu böyle kuvvetli hissedilmez. Aslolan borsadır, sermayenin iktidarıdır, parlamento ve seçimler kukla gösterisinden ibarettir. Ancak işçilerin gözü giderek daha çok açılmaktadır ve Sovyet hükümeti fikri, hele ki yaşadığımız kanlı kıyımdan sonra gittikçe daha geniş alanlarda etkili olmaktadır. Kapitalistlere karşı verilecek amansız bir savaşın gerekliliği işçi sınıfı üzerinde kendini gittikçe daha açık olarak duyurmaktadır.
Bir cumhuriyet hangi kılığa bürünürse bürünsün, ne kadar demokratik olursa olsun, eğer bir burjuva cumhuriyetiyse, eğer toprak ve fabrikalar özel ellerdeyse, eğer özel sermaye toplumun tamamını ücretli köleliğe mahkûm etmişse, yani bir cumhuriyet Parti programımızda ve Sovyet anayasasında ilân edilmiş olan işlevleri yerine getirmiyorsa o devlet bir kısım insanların başkalarını baskı altında tutmasına yarayan bir aygıttan ibarettir. Biz bu aygıtı sermaye iktidarını yıkacak olan sınıfın ellerine vermeliyiz. Devletin genel eşitlik anlamına geldiği yönündeki o eski önyargıları reddetmeliyiz, zira bu sahtekârlıktan ötesi değildir; sömürü var olduğu müddetçe eşitlikten söz edilemez. Toprak sahibi ile işçi eşit olamaz, aç tokla eşit olamaz. Devlet denen ve insanların onun halk yönetimi demek olduğunu anlatan masallara, proletaryanın birer burjuva yalanı olduğunu ortaya koyduğu o masallara inanıp batıl bir huşu içinde önünde diz çöktükleri bu aygıtı proletarya parçalayacaktır. An itibariyle kapitalistleri bu aygıttan yoksun bırakmış ve onu ele geçirmiş hâldeyiz. Bu aygıtı, devlet denen bu sopayı sömürüyü yok etmek için kullanmalıyız. Artık dünyanın hiçbir yerinde sömürü imkânı bulunmadığı zaman, ortada toprak ya da fabrika sahibi olan insanlar kalmadığı zaman, bazılarının tıka basa yediği diğerlerininse açlıkla mücadele ettiği koşullar ortadan kalktığı zaman, bunların hiçbirinin artık mümkün olmadığı zaman bu aygıtı hurdaya çıkaracağız. İşte o zaman ne devlet olacak, ne sömürü. Komünist Partimizin görüşü budur. Umarım bu konuya daha sonraki derslerde tekrar tekrar dönme imkânı buluruz.
V.I. Lenin
11 Temmuz 1919
[11 Temmuz 1919 tarihli konuşma. Toplu Eserler, Progress Publishers, Moskova, 1972, Cilt 29, s. 470-488.
Tercüme: Deniz Kuzey ve Mehmet Ocakçı.]