Dünya Ruhunun Yolculuğu: Hegel


14 Ekim 1806 yılında Fransa İmparatorluğu ve Prusya arasında gerçekleşen Jena (Yena) savaşından birkaç gün önce Napolyon Bonapart ve orduları Jena şehrine girerler. İmparatorluk muhafızlarının düzenli birlikler halinde şehre girmesini, meydanda çadırlarını kurup ateşler yakmalarını ve çevredeki dükkânlardan erzaklarını toplamalarını büyük bir heyecanla izleyen Prusyalı bir çift göz, şehirden ayrılmadan önce dostuna yazdığı mektupta şöyle diyecektir: “İmparatorun –bu dünya ruhunun- keşif için şehirden çıktığını gördüm. Burada tek başına bir noktada yoğunlaşan, ata binen, dünyaya uzanıp ona hâkim olan böyle bir bireyi görmek gerçekten harika bir duygu.”

Ata binen dünya ruhu. Yazdığı mektupta at üstünde gördüğü Napolyon’u böyle tarif ediyordu Hegel. Çünkü onun için at üstündeki birey yalnızca Napolyon adındaki bir kişi değildi. İnsanlığın tarih denilen sahnede ortaya çıkan ve hareket eden evrensel düşüncesinin tek bir kişide somutlaşmış haliydi. Napolyon tam o anda tarihin ilerlemesinin bir aracıydı. Belki de bunun farkında bile değildi. O hırsları ya da ülküsü adına hareket ettiğini düşünüyor ve İmparatorluğun sınırlarını genişletmekle uğraşıyordu. Oysa Hegel onda tarihin yasasının olması gerektiği gibi akmakta oluşunu görüyordu. Jena savaşı Napolyon Bonapart’ın zaferiyle sonuçlandı ve Prusya Krallığının’nın bir süre ona boyun eğmesine neden oldu. Savaştan bir sene önce Jena Üniversitesinde Profesörlüğe başlayan Hegel şehir işgal edildiği sıra felsefe tarihinin en zor yapıtlarından biri olarak görülen “Tinin Görüngübilimi”nin düzeltmelerini yapıyordu. Ve yapıtını da yanına alarak şehri terk ediyordu.

Hegel’le birlikte felsefenin bittiği söylenegelir. Daha doğrusu Hegel felsefi bir sistem inşa eden son filozof olarak görülür. Ondan sonra bütünsel bir sistemli düşünce aracılığıyla sunulan felsefeler olmayacaktır. Belki de felsefede Hegel ile ortaya çıkan böylesi bir son, onun Fransız Devrimi ve aydınlanma ruhuyla yeni bir zamana açılan dünyanın ilk habercisi olmasından kaynaklanmaktadır. Zira Hegel, içinde bulunduğu çağın yeni bir doğuş ve yeni bir döneme geçiş çağı olduğunu düşünür. Dünyanın ortak ruhu, içinde bulunduğu dünya ile bozuşmuştur ve onu geçmişe gömmek istemektedir. Bu ruh kendi dönüşümü için emek harcamaya başlamıştır. Kurulu düzende yayılan kayıtsızlık ve can sıkıntısı, bir bilinmeyene dönük belirsiz hisler, yaklaşan değişimin müjdeleridir.

Hegel Napolyon’a bakarken onda at kuşanan dünya ruhunu gördü. Bu dünya ruhu Hegel için Tin’dir ve Tin kavramı Hegel felsefesinde çok önemli bir yere sahiptir. Almancası Geist (Gayst) olan bu kavram genel olarak ruh anlamına gelmektedir. Türkçede Tin sözcüğünün daha eski anlamları soluk, can, yeldir. Hegel felsefesindeyse bilincin gelişiminin bireysel ve kolektif düzeyde ortaya çıkışını anlatmaktadır.

Hegel söz konusu olunca onun şu ünlü cümlesi söylenmeden geçilmez: “Akılsal olan her şey gerçek, gerçek olan her şey akılsaldır.” İlk bakışta bu ifade biraz yadırgatıcı görünebilir. Öyle ya akıl dışı görünen bunca olayın yaşandığı bir dünyada her şey nasıl akılla ilgili olabilir. Ya da örneğin toplu katliam olarak bir gerçek, nasıl akılsal olabilir. Elbette cümlenin Hegelci anlamı bunu ifade etmemekte. Buradaki akılsal olan ifadesi Tinle ilgilidir. Tin en basit anlamıyla ‘ben’ dediğimiz şeyin ‘biz’ olması ve ‘biz’ dediğimiz şeyin ben olmasıdır. Yani Tin hem tek tek insanların bilinç evrimini hem de tek tek insanlar arasındaki ilişki, çatışma, savaş, mücadele, emek ve iletişim aracılığıyla kurulan kolektif tarih, kültür ve yaşam biçimlerinin toplamını belirten kavramı ve insansal yaşam dünyasını ifade etmektedir. Yani yaşamımızdaki bir gerçek insanın bireysel ve genel düşüncesinin ortaya çıkışını, oluşmasını anlatır. Diğer yandan insanın özel ve genel olarak sahip olduğu düşünsel güç bir gerçeklik olarak yaşamımızda ve tarihimizde ortaya çıkar. Soyut somutlaşır. Somut olan şeyde mutlaka soyut olanın etkisi vardır. Yaşam dünyamızda ortaya çıkan her şey insanlar arası etkileşimin yarattığı ortak bilincin nedenleri ve sonuçlarıyla ilerlemektedir. Gerçek, akılla ilgilidir çünkü bu dünyadaki herhangi bir gerçek, insanın hem yönettiği hem de onun tarafından yönetildiği düşünce tarafından oluşturulur. İnsan hem çağının içindeki koşulların ve düşüncelerin hem de gerisinde bıraktığı hayaletlerin hem de geleceğe yansıttığı olanakların taşıyıcısı ve kurbanıdır. İnsan bir şeyi ortadan kaldırırken bunu üst bilinciyle yani özbilinciyle yapar ve onu saklayıp koruyarak bir üst aşamaya geçer.  Ancak Hegel’in Tin olarak ifade ettiği bu canlı gerçek bilincin ve yaşamın diyalektik süreci ve gelişimini anlatmaktadır aynı zamanda. Bundan dolayı Hegel felsefesinde Tin insanın ve onun tarihsel evriminin anlamının evrensel ilkesidir. Her şey bu evrensel ilkenin iç ve dış yansımalarıyla gerçekliğe bürünür.

Hegelci diyalektik sırf düşüncenin çelişkileri, zorlukları ya da karşıtlıkları aşa aşa ilerlemesini ifade etmez. Çünkü diyalektik denilince akla ilkin Platon gelir. Platoncu diyalektik soru konusu edilen şeyin kavramsal temeline inmeyi ifade eder. Yani “gerçek nedir?” diye bir soru sorulduğunda ve bu tartışmaya açıldığında, gerçek, kavram olarak mantıksal sınırının sonuna kadar zorlanır ve bu sınırda açığa çıkan bilgiyle anlaşılmaya çalışılır. Hegelci diyalektik bu anlamda sadece düşünsel bir şey değildir. O yaşamın, insanın, bilincin ve tarihin akışını hem de bir nehir gibi akışını anlatır. Düşünce hem kendi iç ilerleyişiyle hem de yaşama yansıyan ve tarih olarak bildiğimiz deneyimin ortaya çıkışıyla yürümeye devam eden somut bir güç, bir maddedir. Bireysel yaşamımızın en küçük ayrıntılarında ve insani yaşamın genel akışında ortaya çıkan süreç bir gelişim, ilerleme olarak diyalektiktir. Hegel yalnızca bu diyalektik hareketi tasvir etmektedir. “Tinin fenomenolojisi” ya da “Tinin Görüngübilimi” demek tam olarak bu betimleme demektir. İnsanın bireysel ve toplumsal bilincinin, benzerlikler ve karşıtlıklar üzerinden oluşan uçlarının karşılıklı ve gerilimli ilişkisinin yarattığı yaşamın resmini çizmektir görüngübilim. 

Diyalektiğin düşünce ve yaşam olarak seyri Hegel felsefesinde bilincin gelişim yolculuğu ve süreci üzerinden anlaşılabilir. Zira Tin yani dünya ruhu bu sürecin vardığı bir sonuç olarak anlaşılabilir. Bilincin tarih içinde ortaya çıkan ve anlaşılabilen yolculuğu onun doğal halinden mutlak bilgiye doğru giden bir yolculuktur ve varacağı son durak ise felsefedir. Bilinç ilk olarak doğal bir aşamada yani doğada açığa çıkar. Bu aşamada henüz insani dünyanın ortak ruhu yoktur. Bu aşama duyusaldır. Tin kendisini doğada ve doğanın karşısında bulur. İnsan bilincin yolculuğunun bu ilk evresinde henüz özne değildir. Çünkü bu aşamada insan henüz kendisini bir ‘ben’ olarak yaşamaz. Karşısındaki nesne doğadır ve yalnızca ona bakar. Onu anlamaya çalışır. Ondaki olayları gözler. Şimşeğin çakmasını izler. Fırtınanın kopmasından korkar. Güneşin doğuşunu, doğadaki olayların akışını çözmeye çalışır. Böylece seyre daldığı nesnede kaybolur. Kendisini unutma hali içindedir. Bir bakıma seyrettiği şey olan doğadan büyülenmiş gibidir. İnsanı kendi içine geri yansıtan bir karşılaşma yoktur. Bundan ötürü doğal aşamada Tin kendisine yabancıdır. İnsanın tarihsel ve biyolojik evrimine bakılınca da bu görülür. İnsan doğayı keşfe dalmıştır. Bir bakıma dalgındır. Kendisini bir özbilinç olarak yani bir ‘Ben’ olarak kuracağı ilişki biçimi içinde değildir. Bu ancak doğadan koparak onu aşması yan insani dünyayı ifade eden kültürü kurmasıyla ortaya çıkabilir. Tinin doğal aşamasında insan kozmosu anlamaya çalışır. Nitekim Sokrates öncesi felsefe de doğal olarak bu biçimde gelişmiştir. Bütün İyonya felsefesi erken bir doğa bilimi olarak ortaya çıkmıştır. Tin, nesnesi olan doğaya gömüldüğünden özüyle bir çelişki içindedir. Çünkü Tin kavramsal aşamaya, mutlak bilgiye, akıl aşamasına doğru ilerlemektedir.

Bilincin bu aşamasını Hegel duyusal kesinlik olarak belirler. Duyusal kesinlikte insan nesnelerle ilişkisinde yalnızca ‘Bu’ der ya da ‘o vardır’ der. Nesne duyusal boyutta gerçek olandır, bilinip bilinmediğinden bağımsız olarak kalıcıdır ama bilgi eğer nesne olmazsa ortada değildir. İnsan ‘Bu’ dediğinde ise ifadenin içinde gizli olarak barınan kodlar ‘Burası’ ya da ‘Şimdi’dir, bu ifadeler duyusal kesinliği sağlar. ‘Bu’, ‘burası’, ‘şimdi’. İlginç olan ise tek tek şeyleri belirttiğimiz bu sözcükler duyusal kesinliğin evrensel açılımlarıdır. Hegel’den örnek verelim: ‘Burası’ ağaç. Arkamı dönerim ve gerçeklik kaybolur. ‘Burası’ şimdi bir ağaç değil bir evdir. Kaybolmayan şey bir ifade olarak ‘Burası’dır. Her ‘Burası’ başka bir ‘Burası’ tarafından yani aslında ‘Burası’ olmayan tarafından olumsuzlanır. ‘Şimdi’ ise gerçekliğinin ifade edildiği anda ‘şimdi’ olmayandır. Duyusal kesinlik yalnızca şeyin, nesnenin varlığını anlatır. Ancak dilsel bildirim ‘Bu’, ‘Burası’, ‘Şimdi’ olarak açığa çıkar. Aslında ‘Bu’ dediğimizde her bir ‘Bu’ tüm ‘Bu’lardır. Tekliğin ifade aracılığıyla anlatımı tüm tekleri barındırmaktadır. Böylece bilinç kendi hareketinin başlangıcında duyular yoluyla aldığı etkilerin bilincidir. Bilinç duyusal kesinlik aşaması, algı aşaması ve anlama gücü aşaması üzerinden özbilince doğru gelişmelidir.

İnsanın özne oluşu bilinçten özbilinç aşamasına geçişle sağlanır. Özbilinç, insanın artık doğayla ve nesnelerle karşılaşması değil bizzat diğer insanlarla karşılaşması aracılığıyla ortaya çıkar. Bu karşılaşma evrensel düşünce ilkesi olarak Tinin kendini yabancı bulduğu ortamdan çıkması, tarih ve kültür oluşumuyla kendi özüne uygun temele yerleşmesini sağlar. Hegel, özbilinç ile gerçeğin doğal ülkesine giriş yaptığımızı söyler. Özbilinç insanın kendisine yabancı olan doğal dünyadan kendi içine geri yansımasıdır. Bilincin dönüm noktası Tinin kavramı olan özbilinçte sağlanır. Tam bu evrede insanın “ben, benim” genellemesiyle özbilincin kapısını araladığı görülür. Ancak bu genelleme halâ yetersizdir. Çünkü benin ben olduğu, başka bir ben aracılığıyla anlaşılabilir. Elbette özbilinç aşamasına geçiş için bilinç aşaması gereklidir. Ancak Hegel için bilinç daha önce de belirtildiği gibi doğa ve dünyayı tanımak ve onun hakkında konuşmaktır. Tin burada kendisinin dışarısındadır. Bundan ötürü Hegel için özbilinç, bilincin bu edilgen haline karşıt şekilde aktif bilinç olarak açığa çıkar. Bilinçten özbilince geçiş insanlığın ortak evrensel düşünce ve yaşam biçimine geçişini, bunun bilincine varışını ifade eder. Peki aktif olan özbilincin bu yapısını sağlayan şey nedir. Hegel’e göre bu istektir. Hegel özbilincin genel olarak istek olduğunu söyler.

İnsana kendisini hatırlatan şey, onu dışarıda olandan kendi içine yansıtan şey istektir. Bu da insanı ‘ben’ demeye götüren temel motivasyon kaynağıdır. Böylece insan kendisini kendi dışında olan şeyden ayırır ve kendisinin farkına varır. Dışındaki şey ‘ben’ dediği değildir, o ‘ben’ olmayandır.  İstek insanı eyleme sürükler ve insan eylemi içinde ve eylemi aracılığıyla şeyleri ve dünyayı değiştirir, dönüştürür. Bu olumsuzlamadır. Bir şeyi istekli eylemimiz aracılığıyla kendi varlığından koparır yani onu olumsuzlarız. Onu doğal varlığının dışında bir şey haline getiririz. Bu değiştirme içinde insan da değişir. Böylece insanın varoluşu bir değişim ve oluşum olarak yaşanır. Bu aynı zamanda tarihtir ve bu tarih insanın isteği temelinde gerçekleşen çalışma ve mücadele tarihidir.

İstek ilk aşamasında biyolojiktir, hayvanidir. Acıkırız, üşürüz, susuzluk yaşarız. Bundan dolayı besin ararız, ateş yakarız. Böylece istek insanın dışındaki bir şeyi ortadan kaldırması, yıkmasıdır, olumsuzlayıcı eylemidir. Ateş yakmak için ağaçları kesmek ve onlardan odun yapmak gerekir. Yani ağacın ve odunun varlığı olumsuzlanır, onlar yıkıcı eylem aracılığıyla ortadan kaldırılır. İstek içimizdeki bir boşluktur. Doldurulması gerekir. İhtiyacımız olan şeyi kendi varlığımız adına elde ederiz. İnsanın bir özbilinç olmaya doğru gidişinin temelinde bu aktif, olumsuzlayıcı davranış vardır. Ben diyen ben, doğal varlığı değiştirir.

Ancak isteğin bu ilk hali ben demeye başlayan, kendinin farkına varan özbilinci doyuma ulaştırmaz. Çünkü hayvani istek giderildikten sonra tekrar ortaya çıkar ve doğal şeylere bağımlıdır. Bundan dolayı özbilinç kendi kesinliğinin farkına varabilmek için başka bir şeye yönelmek ister. Doğal olmayan bir şeye. Tin özbilinçlerin birliğidir. Ancak biyolojik istekte bu birlik oluşmaz. Böylelikle özbilinç kendinin kesinliğine varabilmek için kendisiyle aynı olan ama kendisinden başka da olan öbür özbilince yönelecektir. Hegel, özbilince kendisini bağımsız bir yaşam olarak gösteren şeyin başkası olduğunu belirtir. Başkasına yönelecek ve onun isteğini hedefleyecektir. Çünkü o başkası da biyolojik isteğini gidermiş ama doyuma ulaşamamıştır. O da kendi varlığından emin olmak istemektedir çünkü hayvani isteğin giderilmesinde bir şekilde doğayı yine aşamamaktadır. Doğayı aşması, tanınma ve kabul edilme aracılığıyla olur. Bunu da sağlayacak olan kendisi gibi olan başka bir özbilinçtir. Böylelikle özbilinç aşaması esasta karşılıklı olarak birbirlerine kendilerini kabul ettirme isteğiyle yönelmiş iki özbilincin karşılaşması ve tanınma ilişkisi içine girmeleriyle kurulmaktadır. Bu sefer olumsuzlayacakları şey doğal bir şey değil kendisi gibi bir özbilinç olan başka bir özbilinç yani kendi ötekisi ve onun isteğidir. Böylece aslında kendisiyle aynı olan bir şeyi olumsuzlayarak kendini olumsuzlayacak, kendinin dışına çıkacak ancak dışındaki şey kendisi gibi bir özbilinç olduğu için tekrar kendine dönecek ve bu diyalektik süreç kendinin bilincine varması, kendinin bir özbilinç olmasından emin olmasıyla sonuçlanacaktır.

İnsan ilişkisel bir varlıktır. Kendini tanıması ve öğrenmesi diğer insanlarla kurduğu ilişkiler aracılığıyla sağlanır. Tek başına bir insan tanınma ve kabul edilme durumuna varamaz ve toplumsal yaşam ortaya çıkamaz. İşte özbilinç bu ilişki üzerinden oluşur. Ancak doğal isteğin dışına çıkarak insani isteğe yönelen ve kendisini diğer özbilince bir özbilinç olarak tanıtma durumuna geçen özbilinçler arasında bir ölüm kalım mücadelesi ortaya çıkar. İnsani istek uğruna yani tanınma ve kabul edilme uğruna gerçekleşen ve biyolojik koşulu aşan karşılaşma özbilinçlerin varlıklarını tehlikeye atmasını gerektirmektedir. Hegel ancak yaşamın tehlikeye atılması yoluyla özgürlüğün kazanılacağını söyler. Yaşamını tehlikeye atmamış bir birey kişi olarak görülebilir ama bağımsız bir özbilinç olarak tanınmasının gerçekliğine erişemez. Böylece doğayı aşmak ve varlıklarını kesin bir şekilde kanıtlamak isteyen iki özbilinç kendi doğal varlıklarını yani biyolojik yaşamlarını aşmaya yönelen bir kavga içerisine girerler. Ancak tanınma ilişkisinin sağlanması için mücadele ölümle sonuçlanmamalıdır. Çünkü özbilinçlerden biri yok olursa diğer özbilincin karşısında onu tanıyacak bir taraf kalmayacaktır. Tam da bu evrede biyolojik varlığını tehlikeye atamayıp korumak isteyen özbilinç karşısındaki özbilinci tanır. Bu durum Hegel tarafından tarihin ilerleyişini sağlayan diyalektik süreci yani köle ve efendi arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarır. Varlığını korumak isteyen taraf kendisi için varlık olmaktan vazgeçer ve başkası için yaşamak ya da var olmak olan bağımlı bilinç yani köle olur. Tanınma uğruna ölümü aşan ve mücadeleyi kazanan kendisi için varlık olan efendi olur. Bir taraf bir tarafı ortadan kaldırmıştır. Ama bu ortadan kaldırma bilinç tarafından yapılan bir ortadan kaldırmadır. Karşı taraf yok olmamıştır ama varlığının ilk anlamı ortadan kalkmıştır. Yani bağımsız bir özbilinç olması sona ermiş, varlığı başka bir biçimde korunup saklanmıştır.

Ancak diyalektik süreç hareketine devam eder. Efendi doğa üzerinde hâkimiyet kurar. Bunu da kölenin çalışması sayesinde gerçekleştirir. Hegel’e göre efendi, köleyi, doğayla yani işlenmek üzere duran şeyle kendi arasına koymaktadır. Efendi kendi bağımsız varlığında savaşçı olarak kalır ve çalışmaz. Emekçi köle ise efendinin hizmetinde çalışır. Ve Hegel için tarih özbilinçler arasındaki bu tanınma savaşıyla ve bunun sonucunda efendi ile kölenin ortaya çıkışıyla başlar. Evrensel tarih bu ilişkinin çelişkileri ve bu çelişkilerin başka çelişkilerle aşılması yoluyla kurulmaktadır.

Hayatın diyalektiği işleyişini sürdürür. Efendi olan taraf aslında gerçek doyuma yine ulaşamaz. Çünkü o bağımsız bir özbilinç tarafından tanınmak ve kabul edilmek istemişti. Ancak sürecin sonunda doğal varlığını ölüm korkusuyla aşamayan ve bağımlı bir bilinç haline gelen köle tarafından tanındı. Bu efendinin varoluşsal çıkmazıdır. Hegel mücadelenin sonunda tek yanlı ve eşitsiz bir tanınmanın çıktığını söyler. Efendi tam da bundan ötürü doyuma ulaşamaz. Diğer yandan ilk bakışta bağımlı ve kaybeden taraf olarak görünen köle avantajlı bir duruma geçmeye başlar. O çalışmaktadır. Çalışarak doğayı işlemekte onu değiştirip dönüştürmekte ve böylece karşısında bağımsız bir varlık olarak duran doğayla yaşadığı bu etkileşimli ilişkide kendi bağımsız varlığının da yavaş yavaş farkına varmaktadır. Efendi doğayla böylesi bir ilişkiye sahip değildir. Hakim olduğu tek şey köleyle arasındaki ilişkidir. Köle emek ve çalışma içinde eylemli varlığını da tanımaya başlar. Diğer yandan tüm bu emeğin, tarihi ve insani yaşamı kurduğunu görerek öz gücünü anlamaya başlar. O toplumsal bir idealin ilerleyişinin taşıyıcısı olmuştur. Bu şekilde köle mücadelenin ilk evresinde aşamadığı doğal varlığını aşmaya başlar. Doğayı işleyerek onun üstüne çıkar. Tüm bu süreçte kendisi de değişir ve bir özbilinç olur. Tarihsel süreç efendi sayesinde değil köle sayesinde meydana gelir ve köle özgürlüğün düşüncesine ulaşır. Tarihin tüm bu ilerleyişi kölenin köleliğinden kurtulmasıyla sonuçlanacaktır. Ve köle ortadan kalktığında efendi de ortadan kalkacaktır. Böylece tarihin diyalektik ilerleyişi özgürlükle sonuçlanacak ve tür olarak birbirlerinden farklı olmayan yurttaşlar toplumuna varacaktır.

Hegel’e göre felsefenin işi mutlak bilgiyi ortaya koymaktır. Mutlak bilgi hakikattir. İşte bu hakikat tarihin kavranması ve onun işleyişinin ortaya konulmasıdır. Hakiki olan şey gerçeği özne olarak kavramaktır. Gerçek ise bilincin gelişimi, bireyden topluma doğru yayılması ve onun temelinde yatan kolektif bilinç olarak Tinin ilerleyişidir. Tin bilincin, aklın, düşüncenin hareketi ve ilerleyişidir ve onun bilgisini kavramak tarih içerisinde mümkündür. Çünkü Tin kendisini tarih içinde açar. Tin, kendisinin bilincine öncelikle insan tekinde varmaktadır. Daha sonra tarih denilen mekân içindeki ilerleyişi aile, devlet ve toplumsallık olarak gerçekleşir. Bu daha yüksek bir bilinci ifade eder. Daha sonra Tin kendini ortaya koyma ve kendini bireysel ve toplumsal bağlamda açığa çıkarıp tanıma hareketinin en yüksek biçimine sanat, din ve felsefede varır. İnsan Tinin tarihteki rolünü ancak felsefe aracılığıyla kavrar ve tarihi bütünsel olarak anlamayı ifade eden mutlak bilgiye bu yolla varır.

Felsefe tarihinin kavramsal olarak en yoğun ve soyut düşünce örneklerinden birisi olarak görülen Hegel felsefesi aslında insan yaşamı ve varoluşunun en somut anlatımlarından birisidir. O yaşamın varlığını ve özbilincin varlığını düşünür. Bunu yaparken bütünden parçaları koparmaz. Mutlak kavram, evrensel yaşam ya da dünya ruhundan bahsederken tek tek bilinçlerin karşılıklı ilişki ve etkileşiminin ortaya çıkardığı bütünü resmetmeye çalışır. İnsanın varlığındaki ve yaşamdaki çelişkilerin, karşıtlıkların çarpışmasını ve yeni karşıtlık ve çelişkilerle aşılmasını ortaya koyar. Her karşıtlık birbirlerini kapsayarak aşar ve yeni karşıtlığa doğru yol alır. Hayatın varlığıyla insanın varlığı aynıdır.

İnsanın çabası, mücadelesi, çalışmasının toplamı Hegel’in dünya ruhu dediği Tin ya da evrensel tarihtir. Ve bu ruh ancak bu tarih içinde görünür. İnsan tarihten gelir ve tarihe gider. İnsan doğal yaşam ve dünyadan koparak, bu tarihin içinde kültür dünyaları ve toplumsal dünyalar yaratır. Mutlak bilme insanın yarattığı bu dünyaların tümünü bilmektir. Bundan ötürü mutlak bilgi, tarihi, bütünlüğü içinde bilmektir. Son dönemlerde bazılarınca çok kullanılan moda bir tabirle “büyük resmi görmek” gerekmektedir.

İnsan tarihi yapan güçtür. Ancak tarihin öznesi olduğu için tarihi oluşturan gereçtir aynı zamanda. Diğer yandan tarih insanın kendisi içindir. Tarihe yön verir yani onu tasarlar ve gerçekleştirir. Bundan dolayı insanın ne olduğunu bilmek tarihin ne olduğunu, nasıl işlediğini ve ilerlediğini bilmekle eş anlamlıdır. Hegel gerçeğin bütün olduğunu söyler. Gerçeği bilmek bütünden alınan parçalarla yani bütünü eksilten soyutlamalarla ulaşılacak bir şey değildir. Zaman, mekan ve kavram birlik içindedir ve bu birlik tarihi de içermektedir. İşte bu bütün aslında Hegelci Tin kavramının kendisidir.

Napolyon Jena şehrine girdiği sırada “Tinin Görüngübilimi”ni masasında yazmaya devam eden Hegel bütünün farkındaydı. Tarihin o anki zaman ve mekân noktasında açığa çıkan bu olay, onun diyalektik seyrinin bir aşaması olarak kendini yeniden gerçekleştirmesiydi ve Hegel bunun bilincini taşıyordu. Dünya ruhu, yani iki özbilincin tanınma uğruna girdikleri mücadelenin başladığı andan itibaren oluşan kültürel ve toplumsal gerçeklik top atışlarının sesi olarak odasına geliyordu. İnsani dünyanın tarihsel değişim ve oluşmasının diyalektik hareketi, yani Tin, Napolyon kılığına girmiş olarak çok yakınındaydı.

Bugün Tin yerine zamanın ruhu diyoruz. Zamanın ruhuna uygun olarak ortaya çıkan olaylar ve değişimlerin baş döndürücü hızı karşısında belki de dünya ruhunun yeni bir evreye geçiş sancılarının canlı tanıklarıyız. Tanınma ve bağımsız bir varlık olarak kabul edilme adına ortaya çıkan mücadelenin o ilk anı bireysel ve sosyal dünyamızda halâ süregelmekte. 1990’ların başında tarihin sonunu ilan edenler, tarihin sonuna halâ gelmediğimiz gerçeğiyle baş başalar ve tarihin güncel seyrinin ortaya çıkardığı yeni karşıtlık ve çelişkileri anlamaya çalışıyorlar. Gerçeğin parçalı ya da montajlanmış halinin insanla ilgili hakiki bir bilgi veremediği derinden derine seziliyor. Gerçeğin bütün olduğunu hissediyoruz. Bu bütün, tarihe bütün olarak baktığımızda beliriyor ve tarih bu şekilde oluşmaya devam ediyor. Hegel Napolyon’un ordusunun top atışlarını duyuyor, masasında şarabını içiyor ve “Tinin Görüngübilimi”ni yazmaya devam ediyor.    

Ozan Çılgın

23 Eylül 2022