Dünyanın Aynası: İsteme Arthur Schopenhauer


“Dünya benim tasarımımdır”. Arthur Schopenhauer yaşadığı dönemde pek de önemsenmemiş ancak daha sonra başta Nietzsche olmak üzere birçok filozof ve düşünürü derinden etkilemiş olan “İsteme ve Tasarım Olarak Dünya” başlıklı yapıtına bu cümleyle başlar. Akademiye ve kürsü felsefesine karşıdır. Bu karşı olmanın sembolü onun için Hegel’dir ve ondan nefret eder. Berlin Üniversitesinde derslerini Hegel’in dersleriyle aynı saatlere koyar. Ancak dönemin Almanya’sında son derece popüler olan Hegel’in dersleri öğrencilerle dolup taşarken onun dersleri birkaç öğrenci tarafından takip edilecektir. Yaşamındaki bir diğer gerilim öğesi bir yazar olan ve entelektüel çevreyle özellikle de Goethe’yle olan ilişkisiyle ünlü annesidir. Bir aileden iki dahi çıkmaz diyen annesiyle yaşadığı bir tartışmadan sonra “Bir gün sadece Arthur Schopenhauer’in annesi olarak hatırlanacaksın” demiştir. Batı merkezli düşünme alışkanlığına kapılmış filozofların aksine Schopenhauer, doğu düşüncesini özellikle Hint Vedanta felsefesi ve bilgeliğini takip etmiş ve düşüncesine taşımıştır. 

Schopenhauer kendisini Kant felsefesinin tek ve gerçek varisi olarak görmekte ve felsefesini anlayabilmenin önkoşulu olarak Kant felsefesini incelemek gerektiğini belirtmektedir. O Kant’ın eksik bıraktığı noktayı tamamladığını düşünmektedir. Kant doğayı, nesneleri ve dünyayı algımızın ve düşüncemizin yapısı ve koşulları aracılığıyla kavrayabildiğimizi söyler. Dünya bize yani öznelere yalnızca bizde bulunan zaman, mekân ve kavramlar aracılığıyla belirir. Bundan dolayı biz herhangi bir nesneyi kendi başına, kendi içinde, kendinde neyse o olarak bilemeyiz. Çünkü o nesne zaman, mekân ve kavram arayüzlerinden geçerek bize görünür. Böyle olduğu içinde biz onun zaman, mekân ve kavramların dışında olan varlığını bilemeyiz. Schopenhauer ilk noktayı tamamıyla benimser. Yani öznenin zaman, mekân ve kavramlardan geçerek ona ulaşan bir dünyayı gördüğünü. Ancak ikinci noktayı yani nesneyi kendi içinde neyse o olarak bilemeyeceğimizi kabul etmez. Ona göre dünyanın bize görünme, tezahür etme tarzının altında yatan esas gerçek bilinebilir.

“Dünya benim tasarımımdır.” Bu dünyanın bir fantezi, hayal ürünü olduğu anlamına gelmez. Dünyanın keyfi bir tasarıma göre oluştuğu anlamına da gelmez. Almancası Vorstellung (forştellung) olan kavram Türkçeye genel olarak tasarım ya da tasavvur olarak çevrilmektedir. Tasarım dünyanın yalnızca bir özneye göre ve bu öznenin sahip olduğu zihinsel yapılara göre bir anlam taşıdığını ve bu yapılara uygun bir şekilde belirdiğini, ortaya çıktığını, göründüğünü anlatmaktadır. Yalnızca insan özne olarak bilen ve idrak edendir. Dünya yalnızca bu bilme ve idrak aracılığıyla tasarımlayana bağımlıdır. Schopenhauer güneşle değil sadece güneşi gören gözle, toprakla değil sadece toprağı hisseden elle tanışıklığımız vardır der. Bundan dolayı her şey özne-nesne ayrılığı temelinde gerçekleşir. Bilebildiğimiz, kavrayabildiğimiz her şey bir tasarımdır. Bilen, idrak eden, özne olarak yalnızca biziz. Dünyayı algılayan, algıladığını bilerek algılayan yalnızca öznedir. Bundan ötürü tasarım olarak dünya yalnızca özneye göre ve özne için vardır. Özne her şeyi bilen ama kendisi hiçbir şey tarafından bilinmeyendir. Taşı, suyu, güneşi, hayvanları ve tüm canlılığı idrak eden, bilen özne bunlar tarafından bilinip, idrak edilmez.

Schopenhauer tasarımları soyut ve sezgisel olmak üzere iki gruba ayırır. Soyut tasarımlar kavramlardır. Yalnızca insan kavramlara sahiptir ve kavramlarla düşünmek akıl dediğimiz gücü yaratır. Sezgisel ya da algısal tasarımlar görünen dünyanın tamamını ve deneyimimizi oluşturan tüm tasarımları ifade etmektedir. Ne ki bize görünür, belirir ya da karşımızda açığa çıkar bu yalnızca zaman, mekân ve nedensellik kalıpları içinde gerçekleşir. Özne tarafından bilinen nesnenin bu “bilinme”si, nesnenin bu kalıplar tarafından ele geçirilmesiyle adeta yeniden doğarak özneye görünmesi anlamına gelir.

Zaman, mekân ve nedensellik kalıpları görünen dünyanın ve oluşan deneyimin tümünün evrensel kalıplarıdır. Organik ve inorganik tüm doğa madde olarak etki tepki yasasıyla hareket eder. Özne bu etki ve tepkiyi neden sonuç kalıbı içinde bir ilişki olarak algılar. Canlı ve cansız doğa kendi iç çeşitliliği ve karşılaşmalarında, var olma ve yok olma arasındaki gidip gelen döngüsünde özneye nedensellik kalıbı içinde bilinen, idrak edilen bir nesne olarak belirir. Diğer yandan nedenselliğin içeriği olarak madde, zaman ve mekân kalıpları içinde belirmektedir. Zaman, anların birbirini takip etmesi olarak bir art ardalıktır. Schopenhauer saymamızın ve hesap etmemizin temelinde bu art ardalık olduğunu belirtir. Zaman, doğan ve doğar doğmaz ölen anların sonsuz bir sıralanışı, dizilimidir. Diğer yandan mekân ise konumdur. Yani biz mekânı parçalarının birbirlerine karşı alabileceği olası konumlamalar olarak yaşarız. Zaman akıcıdır, her an sonraki ana gebe olarak ortaya çıkar ve zaman bizde bu ortaya çıkışın ardışıklığı olarak yaşanır. Önceyi ve sonrayı bu ardışıklığa göre yaşar ve deneyimlerimizi buna göre anlarız. Mekânı olası konumların belirlenebilirliği olarak yaşarız. Boş bir odaya eşyalarımızı boşluktaki tüm olası konumların birbirlerine göre olan belirlenebilirlikleriyle yerleştiririz. Her eşya boş mekandaki konumların olasılıklarına göre yerini edinir. Geometri mekânın bu yapısının ayrıntılı ve kavramsal bir değerlendirmesidir.

Etki ve tepki ilişkisi olarak madde, zaman ve mekân kalıplarıyla algılanır. Zaman ve mekânı madde olmadan da algılayabiliriz ancak maddeyi zaman ve mekân olmadan algılayamayız. Maddenin sahip olduğu biçim ya da şekil mekânı gerektirir. Etki ve tepki ilişkisi temelinde yaşanan değişim ve dönüşüm zamanı gerektirir. Çünkü biz değişimi her anın birbirini takip edişi üzerinden algılarız. Şekil mekandaki olası bir konuma yerleşmeyi gerektirir. Böylece algısal tasarımlar bu üç kalıp üzerinden doğar ve özneye belirir. Özne tasarımlarını bu kalıpların onlara verdiği yasalılık aracılığıyla kurar. Nedensellik içindeki madde, değişim ve dönüşümü mekân ve zamanın birliği içinde yaşar. Herhangi bir etki tepki patlaması tam da “burada” ve “şimdi” ve sonra tam da “orada” ve “o zaman” gerçekleşerek değişimin özünü oluşturur ve nedensellik yasasının anlamını ve gerekliliğini sağlar. Bu yasanın bizde yani öznelerdeki karşılığı anlama yetimizdir. Zira Schopenhauer için algılar eğer anlama yetimiz nedensellik kalıbı içinden onları idrak etmezse sadece veriler olarak kalırlar. Dünyayı algılarken onu kaba, birbirine yığılmış ve geçmiş datalar çokluğu olarak görmeyiz. Her algı neden sonuç ilişkisinin bilinmesi aracılığıyla algılanır. Bundan dolayı Schopenhauer her algının aslında zihinsel olduğunu söyler. Ona göre duyularımızın hissettiği yani gözün, kulağın, elin hissettiği şeyler algı değil yalnızca verilerdir. Çünkü zihnimiz yani anlama gücümüz bu verileri, anların birbirini takip edişinin ve mekânın yerleşik konumlarının, neden sonuç zinciri içindeki bütünleşmesi içinde dönüştürerek algıya çevirir.

Böylelikle tasarım olarak dünya manzarası karşımıza çıkmış oluyor. Bir tarafta özne diğer tarafta nesne vardır. Özne bilen, idrak edendir. Nesne bilinen, idrak edilendir. Ve bu bilme bilinme ilişkisinin birbirine bağlı olarak içerisinde ortaya çıktığı bağlam tasarımdır. Nesneler tasarımlar olarak zaman, mekân ve nedensellik kalıpları içinde açığa çıkar, belirirler. Dünyaya bakmak, doğayı incelemek, tecrübelerimiz üzerine düşünmek aslında bir anlamda kendimizi, kendi varlığımızı düşünmektir. Çünkü tüm bu saydıklarımız öznenin tasarımlarıdır ve bunları düşünmek bir anlamda özneyi kendi üzerine dönen bir şekilde düşünmektir. Çünkü onları gören öznenin gözleri, onlara dokunan öznenin elleri, onları düşünen öznenin anlamasıdır.  Bu Kantçı düşüncenin bir bakıma takip edilmesidir.

Schopenhauer ne maddeci felsefe gibi hareket noktasını madde yani nesne olarak belirler ne de idealist felsefe gibi düşünceyi yani özneyi hareket noktası kılar. Schopenhauer hareket noktasının bilincin ilk olgusu olan tasarım olduğunu söyler. Elbette ki bilincin bu ilk olgusu bilince sahip olan özneyi gerektirir. Ancak tasarım, özne ve nesnenin içerisinde oldukları ilişkinin kendisidir. Dünya olmazsa tasarımlar olmaz. Aynı şekilde dünyayı gören gözler olmazsa yine tasarımlar olmaz.

Zaman, mekân ve maddeye doğru gittiğimizde karşımıza nesne, algı ve anlamaya ve bunun sonucunda bilme ve idrak etmeye yani neden sonuç ilişkisi içinde olmaya gittiğimizde karşımıza özne çıkmaktadır. Ancak dünya üzerinde sadece insanda olan başka bir tür bilme daha vardır. Bu düşünmedir. Düşünme algısal bilmeden doğar, kaynağı algılardır ancak algısal bilmeden tamamen farklıdır. İnsan algılardan gelen kavrayışını algısal olmayan kavramlarla soyut düşünceye taşır ve Schopenhauer bunun insana bir nevi vizyon verdiğini belirtir. Kavramların yeri yalnızca zihnimizdir ve algılarımızın tasarımlarından tamamen farklıdır. Kavram algılanmaz sadece düşünülür ve insan kavramlar yoluyla dünyaya etki eder. İnsanın konuştuğu dil, bilim uğraşı, bilinçli ve planlı eylemi kavramsal yolla gerçekleştirdiği etkilerdir. Bu etkiler toplamda deneyim ve dünyadır.

Akıl dişil bir doğadadır der Schopenhauer, doğurması için önce alması gerekir. Bundan dolayı sadece akıl tarafından yaratılan soyut bilme bilgiye karşılık gelir. Kavramlarla oluşan soyut bilinç insanı canlı doğanın diğer üyelerinden ayırır. Hayvanlar algılara ve bu algılarla aşağı düzeyde bir hafıza ve öğrenmeye hatta rüya görmeye sahip olsalar da onların bir şey bildiğini söyleyemeyiz. Soyut bilinç olarak “bilme” işi insanda vardır. Aklımızın kavramları doğada ve dünyada çok farklı biçimlerde görüp öğrendiğimiz şeyleri sabitler ve onlar aklımızda bir yere oturur. Algılardan elde edilen bilgi yani algısal bilme ondan çok farklı olan soyut bilmeye taşınır ve akılda depolanır.

Peki tasarım olarak dünyanın bu yönünün altında yatan hakikat nedir? Tasarımlar özne-nesne ayrımı temelinde nesnelerin ortaya çıkışı, belirişi, bize görünmeleridir. Peki böyleyse eğer biz bu görünüşlerin yani zaman, mekân ve nedensellik kalıplarıyla algıladığımız ve bildiğimiz şeylerin iç özüne, gerçeğine onların altında yatan cevhere ulaşamayacak mıyız? Nesnelerin bu kalıpların dışında olan varlığı erişimimize kapalı mı?

Schopenhauer buna hayır diyecektir. Ve tasarımdan sonra dünyanın öteki yüzüne yani tasarımların dışına çıkacak ve Kant’ın bilinemeyeceğini söylediği kendinde şeyi yani nesnenin zaman, mekân ve nedensellik dışında kalan halini isteme olarak belirleyecektir. İsteme olarak dünya, karşımda benim tasarımım olarak duran dünyanın iç anlamı ve gerçeğidir.

Karşımda bir fantezi ya da keyfime göre anlamlandırdığım değil ama bilen bir insan olarak bu bilme halinin yapılarına uyan bir dünya yani benim tasarımım olarak duran dünya var. Ve bu dünyanın anlamının taşıyıcısı benim. Bu dünyada bir birey, bir tekillik olarak varım. Çünkü bir bedene sahibim. Herkesin ve her şeyin içinde ayrı ve tek başıma olduğumu bedenim aracılığıyla idrak ederim. Ve Schopenhauer’e göre bedenin etkilenimleri algının başlangıç noktasıdır. Başka bir anlamda beden istemenin cisimleşmiş halidir. Bedenimizde beliren her durum istememizin gerçekleşmesidir. İnsan bedeni, yaşamın temelinde bir güç olarak bulunan istemenin, insan türünde mükemmel bir seviyede ortaya çıkmış modelidir. Yalnızca insan türünde değil ama canlılığın bütün formlarında beden, türün yaşamı istemesine göre somutlaşmıştır. Tür mahkûm olduğu koşulları istemenin gücüyle aşar bu aşmayı da koşula adapte olarak yapar. Böylece beden istemenin nesneleşmesi olarak gerçekleşir.

Bedenimizle kurduğumuz özel ilgi yoluyla bireyizdir. İdrak eden özne olarak bireyliğimiz bu yoldan geçer. “Benim bedenim, benim kararım” diye haykıran kadınlar bizzat birey oluşlarını haykırmaktadırlar. Çünkü istemeleri bedenleridir ve birey olmalarıdır. Beden dünyadaki biricik gerçek bireyliktir yani istemenin tek belirişi, açığa çıkışıdır. Öznenin, doğrudan doğruya olan tek nesnesidir.

Bedenimiz bir yandan algıladığımız bir şey olarak tasarım, diğer yandan ise özü bakımından istemedir. İsteme kendisini bedenin bilinçli hareketlerinde açığa çıkarır. Ancak bu güdüler değildir. İsteme güdülerden de derindir. Güdüler istemenin belli durumlarıdır çünkü “neden şunu değil de bunu istiyorum?” sorusunun tam bir cevabı yoktur.

İsteme bilincimizdeki en dolaysız olandır. Yani o doğrudan, aracısız olarak bilincimizdedir. Tasarımda yani bilen olarak özne ve bilinen olarak nesne ayrımında değil özne ve nesnenin birbirlerinden ayrılmadıkları halin içindedir. İsteme, dünyanın, doğanın ve insanın varlığının altında yatan gerçektir. Bedenimizin etkilenimleri ve dışa vurumlarında bulunur. Canlı ve cansız doğanın işleyişinde, ilişkilerinde, açığa çıkan ya da yok olan her tepkimenin altında Schopenhauer’e göre isteme vardır. Yani o sadece idrak eden öznenin bedeninde değil doğanın bütün varlığında da derinlerden yüzeye çıkarak cisimleşir. Kristalleşmedeki kimyasal reaksiyondan yer çekimi ve kütle çekimine oradan bitkilerin ve hayvanların çevresel adaptasyonu yoluyla açığa çıkan tüm biçimlerin ardındaki işleyen şeyi Schopenhauer isteme olarak belirler. İsteme temelde yatan yaratıcı ama kör bir güçtür. Çünkü o tasarımların, bilen bilinen ayrımımın yarattığı boyutun dışındadır.

Bilim bize gözlem ve deney aracılığıyla olguların ortaya çıkışını ve aralarındaki ilişkilerin, koşulların özelliklerini açıklar. Katılık, sıvılık, seçici geçirgenlik, ısı, ışık, elektrik gibi fenomenlerin etki ettiği kuralları ve yasaları öğretir. Yani bu kuvvetlerin zaman ve mekandaki her ortaya çıkışlarında takip ettikleri yasaları ve kuralları öğretir. Fakat bu fenomenlerin kendisinde ne olduğu tanımlanamaz. Nedenlerin açıklanmasına dayalı sonsuz bir nedenler dizisinde ilerler. Her açıklanan nedenden sonra açıklanması gereken başka bir neden doğar. Bundan dolayı bu kuvvetlerin kendileri iç özünde belirsiz nitelikler olarak kalırlar. Kendinde şey olan isteme bu kuvvetlerde ortaya çıkmaktadır. Daha doğrusu zaman ve mekân üstü olan isteme bu kuvvetler şeklinde doğada ve dünyada tecelli eder, baş gösterir. İnsandaki tecellisi ise mükemmel bir cisimleşme, tekleşme olarak bedendir. İstemeyi içimizde, bilincimizin derinliklerine gömülü bir çekirdek, köz gibi hissederiz. Ruhumuzun derinliklerinden onun yankısı gelir. Tasarım olarak dünya ve canlı-cansız doğa istemenin nesnelleşmesi yani tezahürler, belirişler şeklinde açığa çıkmasıdır.

Ancak özneler olarak bizler isteme değiliz. Biz de onun ortaya çıkışlarından bir tanesiyiz. Yani istemenin algıların ve kavramların dışında oluşunun özgürlüğüne sahip değiliz. İsteme zamanın, mekânın ve düşüncenin dışında olan şeydir. Dünyanın, şeylerin ve görünüşlerin esas gerçeği olarak onların ortaya çıkışlarının kaynağıdır. Schopenhauer bu durumu şöyle örneklendirir: Hepimiz kendimizi tüm yaşanmışlıklarımızın öncesinden itibaren özgür varsayarız. Hayatımızı her an istediğimiz gibi değiştirme özgürlüğüne sahip olduğumuzu otomatikman düşünürüz. Ancak diğer yandan yaşam tecrübemiz içinde zorunluluklarla hareket ettiğimizi, değişmeyen bir karaktere sahip olduğumuzu, hayatımızın başından sonuna dek belli bir rolü üstlendiğimizi de görürüz. Özgür olduğumuz duygusu tam da istemenin zaman, mekân ve düşüncenin koşullarının ötesindeki özgür varlığından gelir. Tecrübemizde ise tam tersini görürüz çünkü özgür isteme öznenin ve nesnenin kalıplarına sirayet ederek ortaya çıkmıştır.

Böylece dünya karşımıza tasarım ve isteme olarak iki yönlü bir şekilde çıkmaktadır. Tasarım kısmı zaman, mekân ve nedensellikten imal edilmiş bir ipin bir ucunda öznenin diğer ucunda nesnenin durduğu bir oyundur ve her ikisi de ipi kendilerine doğru çeker durur. İsteme ise öznenin, nesnenin ve ipin içinde olduğu oyunun dışında olan ama oyuna oyunun kuralları olarak sızan gizli bir hakem gibidir. O, oyunun gerçek nedeni ve iç özüdür. Çünkü oyunun bütününün kendisi zaten onun cisimleşmesi, ortaya çıkmasıdır.

Peki istemenin kendisi neyi istemektedir? Hiçbir şeyi. O, tam amaçsızlık ve tam sınırsızlıktır. O sonsuz bir çabalamadır. Bütün şeylerin iç hakikati olan isteme neyi amaçlıyor diye sormak, genişleyen sonsuz evrene genişlemesinin amacını sormak kadar anlamsızdır.

Schopenhauer için tezahürlerin, ortaya çıkışların ilişkilerini aşan, tüm bunlardan bağımsız bir şekilde dünyanın özsel yanıyla yani bu dünyanın görüntülerinin kendisinden çıktığı temelle, kendinde şeyle, istemeyle ilgilenen bir bilinç vardır. Bu bilinç sanattır ve onun yaratıcısı olan dehadır.

Schopenhauer dünyanın tasarım yönünün taşıyıcısından birisi olan öznenin saf bir kavrayış durumuna geçiş yapabileceğini söyler. Ancak bu istisnai bir durumdur. Eğer istemenin boyunduruğundan kurtulursak biz bir birey olmanın üstüne çıkar ve idrakin saf, istemesiz öznesi oluruz. Bilincimiz ya neden-sonuç ilişkisinin ya da geçmişle geleceğin etkisi altındadır. Bu durum bir yandan tasarımlarla bir yandan da istemeyle oluşan yasalı bir dünyada olmamızdan kaynaklanır. Ancak tüm bunları geride bırakır ve yalnızca algımıza odaklanırsak durum değişir. Algımız hep şimdiki andadır ve biz ruhumuzun gücünü algıya yüklersek ne geçmiş ne gelecek ne kavramlar ne de nedenler kalır. Bazen bir manzaranın, bir ağacın, bir denizin karşısında onunla bir olur ve adeta onda kayboluruz. Çünkü o an karşımızdaki nesneyle yalnızca şimdiki an algısındayızdır. Bugün bütün meditasyon biçimleri modern insanda tam da bunu gerçekleştirmeye çalışır. Birey şimdiki ana yani tam o andaki algısına yüklenir ve zihnindeki tüm kaos ve ızdıraptan kurtulur. Schopenhauer bireyselliğimizi ve istememizi unuttuğumuzda artık belli bağlara sahip bireyler değil, nesneyi, onu algılayan olmadan sanki kendi başına var oluyor gibi hisseden, onunla tasarımlar ya da nedenler yüzünden ayrılmayan saf özneler, tekil bir şeyi değil tüm tekil şeyleri içeren sonsuz formu algılayan varoluşlar olacağımızı söyler. Algılanan ile algı arasındaki fark silinir, bilinç sadece algıda yani şimdiki andadır ve tek bir algısal imgeyle doludur. Şeyler arasındaki bütün ilişkiler kopar ve özne de istemesiyle olan ilişkiden kopar. Bu yükselişte birey artık birey değil, algıda kendini kaybeden saf, istemesiz, acısız ve zamansız idrakin öznesidir. En büyük acılar şimdiki anda, algısal tasarımlarda veya dolaysız duygularda değil, akılda, soyut kavramlarda, acı dolu düşüncelerde yatar diyen Schopenhauer hayvanların sadece şimdiki anda olduklarını ve bundan dolayı kaygısız olduklarını söyler.

İşte Schopenhauer için sanatın anlamı ve değeri bu noktada ortaya çıkar. Sanat eseri yaşam ve doğa olarak adlandırdığımız görünüşe gelmeleri bize anlamlı bir çerçevede sunan zaman, mekân ve neden-sonuç kalıplarından bağımsızdır. Deha, sanat eserini yaratırken tam da tüm bu bağlardan kurtulmuş bir şekilde saf algıda yani şimdiki andadır. O anın ve algının içinde eriyerek, kaybolarak yani bu dünyadan tamamıyla uzaklaşarak eserini yaratır. Bundan dolayı herhangi bir estetik etki yaşadığımızda özne-nesne ayrımının ortadan kalktığını, sonsuzluğu ima eden bir formu kavradığımızı, istemenin ve bireyselliğin getirdiği bütün acılardan kurtulmanın huzurunu hissederiz.

Bu deneyimi doğanın güzelliklerini seyre daldığımızda ve onlarda eriyip kaybolduğumuzda da yaşarız. Yüksek bir dağın bizde uyandırdığı yücelik, masmavi bir denizin bizi alıp götürdüğü sonsuzluk, yemyeşil gür ormanların getirdiği sükûnet tam da şimdiki zaman algısında kaybolmamızı, nesnede eriyip gitmemizi yani özne-nesne ayrımının kaybolarak bir birlik oluşmasını ve bunların sonucu olarak zamandan ve kavramlardan ve istememizin yarattığı acılardan kurtularak üst bir bilince çıkmamızı sağlar. Tam o anda saf idrakin kendisi oluruz. Sanat eseri de bunu sağlar. Onda ne tasarım ne de isteme olarak dünya vardır. Sanat eserinde tekil şeyleri yöneten yasa ve kurallar değil o tekil şeylerin sonsuz ideası kavranır. Sanat nesnesinde ihtiyacın, eksikliğin, acının doğurduğu istek yoktur. Sanatçı istemenin nesneleşme oyununun dışına çıkar. Tam da bundan ötürü sanat eseri karşısında içimizde uyanan estetik duygu ve etkilenim bizi bir anlığına da olsa istemenin nesneleşmesi olan dünyadan koparır. Sanat eserini duyumsamanın mucizevi anında bir anlığına özgür olduğumuzu hissederiz. Çünkü eser bizi saf, yüksek algının zamansız, istemesiz, acısız şimdiki anına iletir.

“Dünya benim tasarımımdır” cümlesiyle başlayan bu ufuk açıcı felsefe, dünyanın resmini ve bu resmin ardındaki gerçeği önümüze böyle koyuyor. İsteme, tasarım olarak dünyada aynasını buluyor ve bu aynaya yansıyor ve her bir güç yansıması derece derece ortaya çıkıyor. İstemenin bizzat kendisi idraksiz ve kör olan, bitmek tükenmek bilmez bir basınç, dürtü, baskıdır. Bu bitmek bilmez çabalama dünyayı sayısız ve sınırsız türleşme, şekil, form olarak yani sonsuz çeşitlilikte ve yasalılıkta görünüşler, tezahürler olarak ortaya çıkarmakta. Bundan dolayı dünya istemenin aynası, onun nesnelleşmesidir. İsteme daima yaşamı ister. Bundan ötürü isteme, görünen dünyaya anlam ve gerçeklik veren içeriktir. O kendinde şeydir yani varlığın özne olmaksızın kendi başına halidir, o dünyanın özüdür.

1831’de Berlin’deki kolera salgını sırasında Schopenhauer vakit kaybetmeden şehri terk etti. Felsefesini boş bir safsata olarak gördüğü ve nefret ettiği Hegel ise bu salgında hayatını kaybetti.

Ne dersiniz? Belki de sadece yaşamı isteyen istemenin bilincinin derinliklerinden gelen sezgisini yakalayıp şehri terk etmiş ve yaşamaya devam etmiştir bu büyük filozof.    

Ozan Çılgın

12 Ekim 2022


*Manşet Resmi: 1848 Devriminin barikat savaşlarının yaşandığı günlerde Schopenhauer'un (Frankfurt) Schöne Aussicht'teki apartman dairesinden korku içinde izlediği muhtemel sahnelerden biri.