“Toplumun üstünde yer aldığı iddiasına rağmen bilim, kendinden önceki kilise gibi, her tarihsel devirde, toplumun baskın değerleriyle görüşlerini yansıtan ve perçinleyen bir toplumsal kurumdur.” [1]
“Modern Batı, üç büyük inanç sistemine tanık oldu ve bu üç sistem, hâlen daha birlikte varolmaya devam ediyor: Hristiyanlık, kapitalizm ve bilim. Modernitenin tarihinde bu üç “din” birçok kez iç içe geçti, zaman zaman çatıştı, bazen uzlaştı ama bir biçimde ortak çıkar adına, gerçek bir işbirliği hâlini almasa da, bir tür barış içinde bir arada yaşamayı esas alan bir biçime kavuştu.” [2]
Her şey, “her şeyin başı sağlık” şiarıyla başladı. İlle de bir başlangıç aradığımız için kolay kandık. Suyun başınaysa “sağlığı her şeyin başında” sayan emir erlerini koydular. Sermaye ve devlet, “halk sağlığını” korumak için pandemide bu erleri ön cepheye sürerken, şimdi ise ipliklerinin pazara çıkmasından pek rahatsız değil. Kullanılıp atıldıklarını henüz hissetmiyor olabilirler ama suyun başından alınacakları aşikâr.
“Asker* kimdir? Her şeye uyan, komutanların karşısında esas duruşa geçen, emirlerini yerine getirendir. Rütbesi de en küçük olandır. Fakat asker olmadan emir neye yarar? Böylesi bir rejimde bu, aklın bir fantezisi, salt bir hayâldir. Aynı biçimde askerin hazırlığı kötüyse en iyi emir bile gene yalnızca kâğıtta kalır. Ordunun savaş kudreti, her şeyin öncesinde askerin savaş kuvvetidir. Savaşı sonuçlandıran, komutanı neticeye vardıran askerdir.” [3] Bu satırlar, faşizme karşı savaşan Sovyet askerleri için yazıldı. Ruhları şad olsun. Günümüz dünyasının askerleriyse, kendilerine verilen “halk düşmanlığı” emrini harfiyen yerine getiren beyaz önlüklülerdir ve toplum onları bağrından söküp atacaktır.
Erleriniz yoksa, gelişmiş silah teknolojinize rağmen, bir savaş yürütemez ve kazanamazsınız. Burjuva devleti bu bilgiden mahrum değildir ve sahada onların ajandalarını zorunlu ya da “duygusal” olarak yürütecek erleri her daim olmuştur. G. Agamben’in deyimiyle, “Bana kalırsa salgın şu gerçeği, hiçbir şüpheye mahal vermeyecek bir biçimde ortaya koymuştur: Bugün artık insanlık, ne pahasına olursa olsun korunması gereken çıplak varoluş dışında hiçbir şeye inanmamaktadır.” [4] Başa salt çıplak hayatı ve sağlığı koymamızı isteyerek uygun adım yürüyen beyaz önlüklü erler, saygıdeğer mesleklerinin ekmeğini pek güzel yediler. Ne de olsa son iki senelik dönem onların dönemiydi.
ABD ve Avrupa’daki hizmetkârların, seferberlik emirlerini canhıraş şekilde icra etmeleri kısmen de olsa anlaşılır. Oralar muhasır medeniyetlerin başı olduğu için, bilim atına binmeden yol almaları çok güç. Bir de bu bilim kurulları, saygın kuruluşlardan destek (Fon demiyoruz, komplocu oluruz.) aldıkları için vazifelerini pekâlâ yaparlar. Ama bu günlerde Avrupa Birliği Parlamentosu’nda oldukça ilgi çekici konular tartışılıyor. Kısaca deniyor ki: “Covid aşılarının klinik çalışmaları pandemiden evvel başladı, bu nasıl olabilir?” Pfizer ve Moderna şirketleri bu soruları yanıtlamayı da reddediyorlarmış. Yine AB Parlamentosunda, bir komite toplantısından sonra yapılan basın açıklamasında karantina, kapanma, maske gibi uygulamaların, aşının bulaşı engellediği yalanına dayanılarak yapıldığı anlatılıyor. Neredeyse eş zamanlı olarak Avrupa’nın saygın! TV kuruluşlarının birinde, pandemiden kaynaklı kapanmaların doğum oranlarının düşüşü ile ilişkilendirildiği yazılar çıkıyor (Doğum oranlarının düşürülmesi, nüfusun kodlanarak gözetlenmesi, popülasyon davranışları ve onun yönetilmesi gibi unsurların hepsi birer nüfus kontrol tekniğidir. Nüfus kontrolü, kapitalist işleyiş açısından en önemli unsurların başında gelir.) Bir başka örnek New York Eyalet Mahkemesi’nden (NY State Supreme Court): Pandemi döneminde Pfizer aşısı olmayıp işinden olanların işe iadelerine ve bu süre zarfında ödenmemiş maaşlarının ödenmesine karar veriliyor. Gerekçeli kararda bu aşıların bulaşı önlemediği, bu nedenle de çalışanların işten çıkarılma kararlarının bununla ilişkilendirilmemesi gerektiği yazıyor. Bir başka itiraf, İngiliz Hükümeti Ulusal İstatistik Bürosundan: Aşı olmayan 18-39 yaş arasındaki kişilerdeki ölüm sayısının, aşı olanlara göre daha az olduğunu gösteren tablolar yayımlanıyor. Ölümle sonuçlanmasa da kalp krizi vakalarındaki artışın, basit bir çevre taraması ile gözlenebildiğini söylemeye gerek bile yok. Son olarak, Türkiye’de pandemi döneminde maske takmamaktan ve sokağa çıkma yasağı ihlâllerinden dolayı kesilen cezaların tümünün iptal edilmesi için meclise yasa teklifi sunulmasını örnek verelim. Ceza kesmenin yetersiz olduğunu, halkı genelgelerle haftalarca eve kapamak gerektiğini savunan muhalefet, şimdi ceza affı için yasa teklifi veriyor. Devletin ve sermayenin sopasını iktidarla birlikte tuttuklarını iyi biliyorlar. Kurtla yiyip, çobanla ağlıyorlar. Oysa bu tip geri dönüşlerin (kanun teklifleri, yargı kararları, itiraf niteliğindeki rapor ve grafiklerin yayınlanmasına izin verilmesi) neredeyse tümü, pandemi uygulamalarının bir ajanda faaliyeti olarak halka yedirildiği, bunun için özellikle Avrupa’da (Türkiye dâhil) solun (solcu kurum, parti, dernek vd. kuruluşlar) kullanıldığı ve artık onlara olan ihtiyaç kalmadığı içindir.
İhtiyaç kalmadı çünkü kapitalist dönüşümün bu iki yıllık evresinde bilim insanlarının görüşleri yeteri kadar işlev gördü. Kim bilir, her gün geliştirilen giyilebilir sağlık teknolojileri ve “kişiselleştirilmiş tıp” [5] sayesinde, klasik anlamda hekimliğe de ihtiyaç kalmaz. Akılları ellerinden alınmış gibi davranan [bazı] hekimlerin, ilerleyen yıllarda meslekleri de ellerinden alınacak mı, hep birlikte göreceğiz.
İyi kurgulanmış bir savaşa kötü hazırlanmış erlerle girerek, görünürde iki sene süren bir süreç yaşanırken, sürecin bütününe bakıldığında ise büyük bir iktisadi-sosyal-siyasal dönüşümün kapısının aralandığı görülüyor. Amentüsü halk düşmanlığı olan Hipokrat öğrencilerinin, maske takmayana sağlık hizmeti vermek istememelerine şahitlik edildi. “Aşısızlar Pandemisi” yalanını kasten sürdürdüler. Bilimsel bilgi birikimini, sorgulamayı, mikrobiyolojiyi, bağışıklığı hiçe sayıp, mineral-vitamin-gıdanın önemini ve tüm kara memeli canlıları için elzem olan güneş ışığını halka çok görüp, kapanma faşizmini savundular. Hitler’in doktoru meslektaş Mengele’nin yüreğine su serptiler.
Pandemi ilanı ile hızlandırılan ekonomik dönüşümün anlatıldığı birçok yazı ve yayının bazısı sansüre uğradı, bazısı “teyitten” geçmedi; birçoğu da “komplo teorisi” sayıldı. “Meczupluğu” göze alarak, pandemi uygulamalarının iktisadi dönüşümle ve onun etki alanı olarak nüfus kontrolü, enerji-gıda arzı, servet aktarımı, mülksüzleşme ile bağlarını kurmak ne yazık ki bir avuç kişiye düştü. Sosyalist solun, sendikaların, meslek örgütlerinin devlet ve burjuva medya yayın organları ile ahenkle dans ettiğine şahit olduk. Bu yapıların hükümet sözcülerinden tek farkı daha fazla test, daha fazla kapanma, daha fazla vaka ve daha fazla “corona ölümü” duymak istemeleriydi. Peki ama neden? Çünkü bunların hepsi bilimdi! Ve ortada bir bilim varsa, ondan yalnız bir avuç “uzman” anlardı.
Beyaz önlüklüler ordusu emri almıştı bir kere. (Namusuyla davrananlara selâm olsun!) Dünya Ekonomik Forumu (WEF) toplantılarında ne konuşulmuş, neye karar verilmiş, ne raporlanmış ise doğrudan sağlık bakanlıklarına ve dolayısıyla ilgili ülkelerin tabip meslek odalarına seferberlik emri hâlinde “tavsiyeler” gönderilmişti. Maske-test-vaka-karantina-aşılama-kodlama-yasaklar döngüsü hâlinde iki sene sürdürülen ve kapitalist dönüşümün tam merkezinde yer alan bir savaş yaşandı. Distopik bir geleceğin müjdeleyicileri olan beyaz önlüklüler, ellerine tutuşturulmuş silahların namlularını halka doğrulttular. “Karşı cepheye hizmet ediyorsunuz!” diyenleri bilim düşmanı, düz dünyacı bellediler. “Maske korumaz!” diyenlere cahil, “Aşının yan etkileri olabilir mi?” diye soranlara aşı karşıtı dediler. Demekle de kalmadılar, kendilerinin yapması gerekeni başkası yapınca müdahale ettiler. Bilim ve “halk sağlığı” adına halka alçakça yalan söylediler. Halka kapan derken, kendileri maskesiz mesafesiz toplandılar.
Aşağıdaki satırları yazana (@serkkizgin) kulak vermekte fayda var.
“İlk kriz anında toplumların olağan koşullarını olağanüstü biçimde tabulaştıran bu simalar, hakikatin üzerini örterek, dayatmacı uygulamaları kendi alanında kavrayabilecek bir şeymiş gibi sundular bize.
Krizin kendisini bir fetiş nesnesi gibi sundular. Sıradan hayatımızı sıradanlığından sıyırarak kendi öpidal ilerlemelerine bizleri de dahil ettiler. Ne günlerdi.
Tartışma, bilhassa politik olanın hedefi ya da içeriği değil, öncülüydü. Yani kriz anı, gerçekten hakikat peşinde olan için, olayların özünü açığa çıkarmak isteyen için bulunmaz nimetti.
Politik ve ideolojik olanın büyük suç ortaklığı, bugünlerde hakikatin üstünlüğü altında eziliyor. Öyle ya da böyle patır patır maskeleri düşüyor.”
Diğer ülkelerde ne olur bilemeyiz ama Türkiye’de Türk Tabipler Birliği (TTB) başkanının bir bahane ile tutuklanması ve birliği işlevsiz hâle getirme çabası sürpriz değil. Birlik, iki sene boyunca üzerine düşen görevi yerine getirirken, onlara saha açan devlet yöneticilerinin midelerinin bulandığına ve ellerini ovuşturduklarına şüphe yok. Devlet ve sermayenin yüzlerce yıllık yönetme tecrübesi göstermektedir ki dengeyi, arabuluculuğu yürütmek ve yeri geldiği zaman düşmanı dost, dostu düşman eylemek bir sanattır. Bu sanatın bir enstrümanı gibi davranmayı devrimcilik, solculuk, halkçılık sananları gönül isterdi ki devlet değil, iki yılda ellerinden hemen her şeyleri (sağlıkları dâhil) alınan halk yargılasın. Bu meseleden hâlâ ayıkmayan kişilere bir atasözü paylaşalım ki bilim ve ilerleme atının dizginlerini kimin tuttuğuna bakmaksızın piste çıkanların utanmasına vesile olsun:
“El atına binen tez iner.”
Son olarak, Ernesto Che Guevara’nın devrim saflarına katılmadan evvel, henüz tıp öğrenciliği yıllarında Peru’daki cüzzam hastalarına eldiven ve maske ile müdahale etmeyi reddettiğini ve hastalara ruhen, fiziken (özlediğimiz o eski doktorlar gibi) temas ederek, onların dertleriyle dertlendiğini hatırlatmakta fayda var. Sonrasında o, “halk sağlığı” fetişizmi için değil, halk için savaşacaktı. Ernesto halkın askeri ise bunlar olsa olsa Davos zirvelerinin emir erleridir. O zirveye öyle ya da böyle icazet edenlerin halkla, işçiyle, ezilenle bir bağı olmadığı gibi, savunulacakları bir tarafları da yoktur. Sınıfsal tercihlerini burjuvaziden yana yapan er ve erbaşlara kötü haber şu ki onlar, zorunlu görevlerinden gururla terhis olamadan el çekmek zorunda kalmışlar ya da kalacaklardır.
Burak Şerif
31 Ekim 2022
*Manşet Resmi: Soldan sağa Dr. Josef Mengele, Rudolf Höss, Josef Kramer ve kimliği belirsiz bir Nazi Subayı, Auschwiz.
*Metinde yer verilen çeviride aslına sadık kalınarak "asker" terimi korunmuştur, tam Türkçe karşılığı 'er'dir.
Dipnotlar:
[1] R.C. Lewontin, İdeoloji Olarak Biyoloji – DNA Doktrini, Çev: Cengiz Adanur, Kolektif Kitap, İstanbul, 3. Baskı, 2015, s, 20
[2] Derleme Dizisi, Sayı 3: Hayat Eve Sığar mı? Giorgio Agamben, Bir Din Olarak Tıp, s, 21-24 sosyalizm.org
[3] Aleksandr A. Bek, Moskova Önlerinde, Çev: Celâl Öner, Oda Yay., İstanbul 1. Baskı, 1999, s, 77
[4] Derleme Dizisi, Sayı 3: Hayat Eve Sığar mı? Giorgio Agamben, Çıplak Hayat ve Aşı, s, 42-43 sosyalizm.org
[5] Klaus Schwab, Dördüncü Sanayi Devrimini Şekillendirmek, Çev: Nadir Özata, Optimist Yay., İstanbul, 1. Baskı, 2019, s, 213-214