“Tarih haz almak için değil, eyleme geçmek için okunmalıdır.”
[Machiavelli]
Etimolojik kökenine baktığımızda, birleşme, konsantrasyon anlamına gelen faşizm, askerî otorite ile –gerçek ya da metaforik anlamıyla– dinsel otoritenin, liderin dinsel-mitsel değeri etrafında birleşerek bütünsel bir otorite oluşturması ve bu bütünsel yapının kapitalizmin hizmetine koşulmasıdır. Askerî otoritenin salt zor kullanarak yaratamayacağı bu birliği, dinsel otorite ve/veya din gibi iman edilen propaganda ve dezenformasyon araçlarıyla, rıza üretimi ve hegemonya sağlar. Faşist iktidarın konsantre yapısının ayırt edici özelliğidir bu iki ayak.
Faşizm analizleri gerek Marksistler, antikapitalistler gerekse de liberaller arasında çok çeşitlilik göstermiştir. Faşizmi tarihsel-toplumsal bağlamdan kopararak onu bir sapma, kopukluk olarak görme eğilimindeki liberaller açısından daha ziyade ahlâkî çözülmenin, liberal demokrasiden sapmanın ifadesi olurken, Marksistler ya da Marksizm esinli hareketler, antikapitalistler açısından faşizm, sosyalist devrimi ve işçi hareketini engellemeye yönelik “son çare”, derin ekonomik çöküş ve statükodan yaygın memnuniyetsizlik karşısında finans kapitalin en gerici, en militarist, en şovenist kesiminin iktidarı ya da bir tür Bonapartist iktidar olmaya dek uzanan, kimi zaman ise orta sınıfa ya da lümpen proletaryaya dayalı, paramiliter veya popülist bir kitle hareketi olarak algılanan, kâh Modernite karşıtı, kâh Aydınlanmanın doğal sonucu olarak değerlendirilen bir siyasal harekettir. Birbiriyle çelişen ama her biri de hakikatin bir yanını içeren tahlillerin konusu olmuş faşizm, günümüze geldikçe siyasal alanda hemen hemen herkesin birbirine karşı rahatça kullandığı fakat pek az kişi ya da hareketin açıkça üstlendiği bir niteleme olma özeliğini korumakta, böylelikle de çoğu zaman içeriği boşaltılmaktadır.
Faşizmin bu hâlini Ortega y Gasset, 1920’lerin sonuna doğru şu sözlerle ifade etmiştir:
“Faşizmin şaşırtıcı bir görünümü var; çünkü içinde en çelişik içerikleri görüyoruz: Otoriterliği öne sürüyor ve isyan öğütlüyor. Çağdaş demokrasiye karşı savaşıyor; ama öte yandan da herhangi bir geçmiş yönetimin restorasyonuna inanmıyor. Kendisini güçlü bir devletin kurucusu olarak sunmaya çalışıyor;ancak yıkıcı bir hizip veya gizli bir örgüt gibi devletin çözülmesine sebep olacak araçlar kullanıyor. Faşizme hangi açıdan yaklaşırsak yaklaşalım, onun aynı anda hem bir şey hem onun karşıtı, ‘hem A hem A değil’ olduğunu görürüz.”
Keza, Umberto Eco’nun deyişiyle, “Faşizm tek parçadan oluşmuş bir ideolojiden ziyade, farklı siyasal ve felsefî görüşlerden oluşmuş bir kolaj, çelişkiler yumağı hâlindeki totalitarizmdir.” Bütün bu anlam karışıklığına karşın, bir sistem oluşturmayan, çoğu birbiriyle çelişen ve başka despotluk ya da fanatizm biçimlerinde de görülen özelliklerin tek tek varlığı bile faşizmin gölgesini oluşturmaya yeterlidir.
Faşizmi çok çeşitli açılardan analiz etmeye, sınıfsal yapısını, dayandığı ve seferber ettiği toplumsal kesimleri, ideolojik-kültürel hegemonya araçlarını, lider-parti kültünü vb. saptamaya yönelik geniş bir külliyat gerek dünya dillerinde gerekse de Türkçede mevcuttur. Faşizmi tanımlamaya dair en özlü ifadeyi belki de Max Horkheimer’da bulmak mümkün: “Kapitalizmden söz etmek istemeyen kimse faşizm kelimesini de ağzına almamalıdır.”
Yine Antonio Gramsci’nin, İtalya’da faşizmin iktidara yürüdüğü 1921 yılında “Faşizm nedir?” sorusuna verdiği cevap da yeterince özlü ve kapsayıcıdır: “Üretim ve mübadele sorunlarını makineli tüfeklerle ve tabanca kurşunlarıyla çözme çabası.”
Kronik Virüs: “Mikro-Gündelik Faşizm” ve Çare Ayarışı
“Buradan bakılınca, seyreltilmiş, belki de kana daha az susamış ve değişen koşullara ayak uyduran bir faşizmin suç mahalline geri döndüğünü söyleyebiliriz.”
[Ishay Landa, Faşizm ve Kitleler]
Antifaşist mücadele, bugünden bakıldığında –Michel Foucault’nun deyişiyle– yalnızca “kitlelerin arzusunu seferber etmeyi ve kullanmayı çok iyi bilmiş olan Hitler ile Mussolini’nin tarihsel faşizmine değil, hepimizin içinde bulunan gündelik davranışlarımıza ve ruhlarımıza musallat olan faşizme, bize iktidarı sevdiren, bizi tahakküm altına alan ve sömüren bu iktidarı arzulatan faşizme” karşı da mücadeledir. Dolayısıyla faşizme karşı mücadelenin ana ekseni, her tarihsel dönemde –siyasî bakışa göre de farklılaşan– özgün siyasal mücadele biçimlerine başvurmayı acil bir görev olarak insanların önüne koysa da bu mücadeleden asla ayrılamayacak olan edebiyat, resim, tiyatro ve sinemanın, özetle sanatın önemi kesinlikle göz ardı edilemez. Hatta siyasal mücadele, daha ziyade dönemsel sonuçlarıyla önem ve aciliyet taşırken, demokrasi kültürünün oluşumunda, faşizmin gelecek kuşaklar gözünde teşhirinde, faşist ideolojinin kendine yer bulamamasında, etik ve estetik bir farkındalık yaratarak zihniyet dönüşümü sağlamada sanatın işlevi çok büyüktür. Antifaşist mücadele, faşizmi tarihin çöplüğüne fırlatıp atma mücadelesi ancak antikapitalist bir zihniyet içinde demokrasi kültürünün toplumsal hayatta yer bulmasıyla mümkün gözükmektedir ki bu kültürün yokluğunda faşizm bir zombi hayatı sürdürmeye devam edecektir.
Belleğin Yazgısı
Pablo Picasso dünyaca ünlü La Guernica tablosunu yapmamış olsaydı bu Nazi katliamını kaçımız hatırlardı? Pablo Picasso’yu, Paris’teki evinde ziyaretine gelen Nazi büyükelçisinin, “Bu tabloyu siz mi yaptınız?” sorusuna, “Hayır, siz!” cevabını verdiğini, Franco hayattayken tablosunun İspanya’ya götürülmesine izin vermediğini unutabilir miyiz? Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor?, Andre Malraux’nun Umut, Georges Orwell’ın Selam Olsun Katalonya’ya gibi yapıtlar, İspanya İç Savaşı’nın anlamını bütün zamanlara ve tüm insanlığa armağan etmemiş midir? Bertolt Brecht’in şiirlerini ve tiyatro oyunlarını, Charlie Chaplin’in Büyük Diktatör filmini, Frankfurt Okulu filozoflarının çalışmalarını, Nazizm ve faşizm üzerinde kafa yormuş tüm düşünür ve yazarları, toplama kamplarından sağ çıkıp da yazmayı başaranları, örneğin, Primo Levi’nin eserlerini, “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır!” diyen Adorno’yu ve dünyanın en güzel şiirlerini cellâtlarının dilinde, Almanca yazmış Paul Celan’ı, o unutulmaz Ölüm Fügü’nü, “Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar,” diyen Ingeborg Bachmann’ı, Roberto Rosselini’nin Savaş Üçlemesi filmlerini, Alain Resnais’nin Gece ve Sis’ini, Pier Paolo Pasolini’nin Salo ya da Sodom’un 120 Günü’nü, İlya Ehrenburg’un roman üçlemesini nasıl unutabiliriz faşizmden ve antifaşist mücadeleden söz ederken? Uzun sayılmayacak ömrünün sonuna kadar üzerine “This Machine Kills Fascists” [“Bu Makine Faşistleri Öldürür”] yazdığı gitarıyla yoksulların, işçilerin, göçmenlerin yaşadıklarını şarkılarında dile getiren Woody Guthrie’yi; Allende Şili’sinde bestelenip Pinochet Şili’sinden tüm dünyaya yayılarak antifaşist direnişin ezgisi hâlini alan “El pueblo unido jamâs şerâ vencido”yu [“Örgütlü Halk Asla Yenilmez!”] nasıl unutabiliriz?
Yusuf Ulaş
22 Ocak 2024