Loading...

Geçmiş Trump, Gelecek Trump


Trump’ı geçici sananlar yanıldılar. ABD’nin 47. Dönem Başkanı da 45. dönemki gibi Donald Trump olacak. Trump’ın ilk seçim kampanyası tüm dünyayı saran ve etkileri hâlen hissedilen bir infial doğurmuştu. 2016’daki beklenmedik zaferiyse en saygın uzmanlar ve yayın organları tarafından bir kıyamet alameti sayılmıştı. Dört senelik Trump iktidarının ardından Beyaz Saray’ı Joseph Biden’ın devralmasıyla dünyanın en güçlü ülkesindeki siyaset hatta yaşam normale dönmüş görünüyordu. Donald Trump ile Trumpçılar bir kasırga gibi esmiş olsalar da tüm kasırgalar bir gün dinerler. Yitirdiği seçimden sonra Trump’ın dünya siyasetinin merkezine oturduğu seneler bir kâbusu andırıyorsa, dümeni yeniden ele alan alışıldık ve sıkıcı siyaset de uyanmakta olanları gerçek dünyaya çağırıyordu. Oysa sonraki dört sene ile Donald Trump’ın ikinci zaferi, aslında yakın geçmişin uzun sürmüş bir rüya olduğunu kanıtladı. Bitmiş rüyanın tam aksine Trump ise gerçek ve gelecek.

Trump’ın seçim galibiyetinin önemine dair ilk işaretler tüm sonuçlar kesinleştikten sonra beliren resmin ayrıntılarında gizli. Seçim anketleri bıçak sırtı bir yarışı öngörmelerine rağmen, 6 Kasım gecesi Donald Trump ile partisi her yarıştan önde çıktılar: Trump tüm çekişmeli eyaletlerde rakibini geçerek 538 Seçiciler Meclisi oyundan 312’sini elde ettiği gibi Cumhuriyetçi Parti de hem Senato da hem de Kongre’de çoğunluğu kazandı. Üç ayaklı zaferi Trump hükûmetine ara seçimlere kadar diledikleri her yasayı geçirebilme olanağı sağlayacak. Seçimin en ilginç sonucu, Trump’ın toplam oylarda Demokratik Parti’nin adayı Harris’e 5 milyonluk bir fark atması oldu. Demokratların başkanı Biden, 2020 seçimlerinde Trump’tan 7 milyon fazla oy almıştı; Trump galip bitirdiği 2016 seçimlerinde dahi  ülke  genelinde Clinton’un 3 milyon oy gerisindeydi. Toplam oylarda Demokratların adayını geçmeyi başaran son Cumhuriyetçi başkan, 1988’de ikinci kez seçilen Ronald Reagan’dı.

ABD’de tek dönemlik başkanların hatırası buruk ve siliktir. Donald Trump ise 2020’deki mağlubiyetinin ardından onların arasına karışmaya direndi. Köşesine çekilmediği gibi kendisine dönük çok cepheli ve aşamalı bir saldırıyı göğüsledi ve sonunda Beyaz Saray’a dört senelik bir tatilin ardından yeniden yerleşebilen tarihteki ikinci isim oldu. Bunu yaparken hem siyasetinin içeriğini hem de etrafındaki kişileri değiştirmeye mecbur kaldı. Fırsatçı ve akıllı bir siyasetçi olduğunu çok defa kanıtlamış olan ABD’nin hem eski hem de yeni başkanı, 2016 seçimlerine kıyasla daha temkinli ve tutarlı bir tarz tutturarak kampanya döneminin kasırgalarını; davaları, polis baskınlarını hatta ölüm tehlikelerini atlatarak hedefine ulaştı. Ne süratle ve nasıl adımlarla yürüyeceğine kendisi ile danışmanları karar verdi belki ama duracağı ve varacağı yeri ona gösteren, arkasındaki kitlelerdi. Kitleler onu önce 2016’da Cumhuriyetçi Parti’nin adaylığına sonra da Clinton’un önünde başkanlığa taşımışlardı. Ekran önünde yıldızlaşmış bir emlâk zenginini kendilerine bir simge, araç hatta silâh olarak seçtiler ve ona sarıldıktan sonra da bir daha vazgeçmediler.

2016 Seçimleri


2020 Seçimleri


2024 Seçimleri

İki Partili Düzen

Dünya siyasetinin tepesindeki ve merkezindeki suretin siyasî mazisinin on sene dahi geriye uzanmıyor oluşu bize neyi gösterir? Trump, devletin hiçbir kademesinde görev almadan başkanlık koltuğuna oturan ilk Amerikalı. Kazandığı başkanlık yarışından önce hiçbir seçime katılmamış ve bir partinin kadrosuna kaydolmamış ancak adını ve simasını uzun zamandır herkesin bildiği bir kişi, devletin en tepesine yerleşti. Bu benzersiz olayı olanaklı hatta zorunlu kılan şartlar Donald Trump’tan çok öteye ve önceye uzanıyorlar. ABD’de siyasete yüz seneyi aşan bir zamandır iki parti hükmediyor: Demokratlar ile Cumhuriyetçiler. Demokratik Parti, Bağımsızlık Savaşı’nda ve 1812’deki işgalde İngilizlere karşı savaşarak şöhret kazandıktan sonra ülkenin yedinci başkanı olan Andrew Jackson ile destekçileri tarafından kurulmuştu. O devirdeki isimleriyle Jacksoncılar, ülkeyi ellerine almaya başlayan bankerlere, büyük toprak sahiplerine ve sanayicilere karşı birleşen yoksul beyaz kitlelerin, işçilerin, zanaatkârların ve çiftçilerin menfaatlerini savunuyorlardı. Jackson aynı zamanda azılı bir ırkçıydı, kölelik karşıtı hareketleri bastırmış ve Amerikan Yerlilerini yurtlarından çok defa sürmüştü. Cumhuriyetçi Parti ise kölelik karşıtlarınca kuruldu. Abraham Lincoln’ün 1860’da Cumhuriyetçi Parti’den başkan seçilmesi, kölelik yanlısı güney eyaletlerinin federal hükûmete isyan etmesiyle sonuçlandı. İç Savaş’tan sonra, Konfederasyon’u kurmuş olan güney ile sanayileşmiş doğu eyaletleri Demokratların, kuzey ve batı eyaletleriyse Cumhuriyetçilerin uzun dönemli hâkimiyetine geçti. Kıta büyüklüğündeki bir ülkenin halkını temsil etmekle görevli partiler, çoğunluğu göçmenlerden oluşan toplumdaki sayısız çelişkiyi, eğilimi, çatışmaları ve ortaklaşmaları da içermeye mecburlar. Bu hâlde hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler, iç gerilimleri ve çatışmaları hep yüksek olan çatı organizasyonları sayılabilirler. Partilerin her ikisi de tutarlı ve devamlı siyasî ilkelerden yoksunlardı; onları bir arada tutan en başta coğrafya, sonra da kasabalardan kentlere, eyaletlerden federal hükûmete doğru basamaklarla yükselen siyasette temsil edilen menfaat ağlarıydı. ABD’de savcılar ve yargıçlar dahi seçimle göreve geldiklerinden, devletin her üç organı da iki partinin elindeydi. İki partinin de merkezî idarelerinin görece zayıf oluşu ve içlerine yerleşmiş olmalarına rağmen kendi önceliklerini koruyan grupların amaçlarını partinin iradesine dönüştürme olanakları, bu iki unsurlu düzeni seçmenlerin ve her türlü siyasî hareketin gözünde meşru kılmıştı. İki parti de ilk kuruldukları günden beri önemli konulardaki tutumlarını birçok kez sertçe değiştirmiştir. Ancak zamanla partilerin birbirlerinden ayrıldıkları konular azalırken, üzerinde birleştikleri tutumlar çoğaldılar. Roosevelt Cumhuriyetçilere ve sermayenin bir kanadına karşı yürüttüğü uzun savaştan sonra geniş Keynesçi programını ülkenin bütününe yayabilmişti. 1970’lere gelindiğindeyse her iki partinin liderliği de sonradan neoliberalizm adı verilecek ilkeler üstünde anlaşmışlardı, ayrıca dış siyasette de “Washington Mutabakatı”nın üzerine yemin etmişlerdi. Cumhuriyetçilerin dış siyasette temkinli ya da izolasyoncu, başka ülkelerin işlerine karışmaktan uzak duran tutumları gözden düşmüştü. Demokratlardaysa Amerikan Rüyası’nın temel direği olan ekonomiye devlet desteği, tam istihdam hedefi ve geniş kamu sektörü ilkeleri unutulmuştu. İki parti özel sektörün önceliği, kamu sektörünün daraltılması ve saldırgan bir dış siyaset üstünde birleşmişlerdi. Kuruluşlarından o güne kadar toplumdaki tüm eğilimleri içermeyi, yönlendirmeyi ve eritmeyi başaran iki parti savaş sonrasında tüm dünyaya gözünü diken Amerikan sermayesinin uzantılarına dönüştüler. 1980’lerden itibaren arka arkaya Kongre’den ve Senato’dan geçirilen yasalar özel sektör ile resmî kurumlar arasındaki engelleri ortadan kaldırdılar. Bütünüyle yasallaşan lobicilik mesleği ile faaliyeti, temelde “yolsuzluğun” yani para karşılığı sağlanan resmî imtiyazların suç olmaktan çıkarılması anlamına geliyordu.

Birleşik Devletler’in düzenini tasarlayan kurucu babalar İngiltere’yi örnek almışlardı. Güçler ayrılığı, üzerinde uzlaştıkları ilkelerden biriyken, yürütmenin diğer iki organa üstünlüğü kuruluş devrindeki baskın eğilimi temsil ediyordu. Başkan, yetkileri ve devlet aygıtıyla ilişkisi göz önüne alındığında, halkın oylarıyla seçilen bir kral sayılabilir. Bu sebeple iki partili kuşatmadan çıkmanın en doğrudan yolu başkanlık seçimleri hâline gelir. Partileri aşağıdan yukarıya dönüştürme çabaları 1960’larda Demokratik Parti, 2000’lerdeyse Cumhuriyetçiler için sınırlı başarılar kazanmalarına rağmen zaferlerin ömrü kısa sürmüştü. Yeni eğilimler partilerin bütününe yayılmamış ve devletin bizzat kendisine yani kararların alındığı iradeye kadar ulaşamamıştı. Geçtiğimiz yüzyılın ilk önemli üçüncü parti deneyi İkinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleşti. Demokratik Parti’nin Roosevelt’ten sonra ikinci ismi ve geleceğin müstakbel başkanı Henry Wallace, parti kongresi sırasında kurulan bir kumpasın sonucunda seçimi kaybetmiş ve başkan yardımcılığına Henry Truman seçilmişti. Demokratların sol kanadının önderi olan Wallace, partiden ayrılarak İlerici Parti adına başkanlığa aday olmuştu. Wallace seçimi yitirdi ve geleceği biçimlendirecek bir çok eğilimin, Soğuk Savaş’ın ve CIA’in temelleri Truman’ın başkanlığı sırasında atıldı. Reagan’ın sekiz senelik iktidarının ardından gelen seçimlere katılacak yeni kurulan Reform Partisi, başkan adaylığı için siyaset dışı ancak tanınmış bir simayı arıyordu. Donald Trump başkanlık fikriyle ilk kez bu parti aracılığıyla temas etti ancak bir zaman sonra adaylıktan vazgeçti. Reform Partisi 1996 seçimlerinde bir başka milyoneri, Ross Perot’yu aday gösterdi. İki partili düzeni aşmaya dönük sonraki teşebbüs 2000 seçimlerinde gerçekleşti. Meşhur bir müşteri hakları avukatı olan Ralph Nader, Yeşil Parti’den adaylığını ilân etti, çok etkili bir kampanya yürüttü ve birçok şehirde geniş kalabalıklar topladı. Ancak Gore ile Bush arasındaki seçimin sonucu günler aldıktan ve yeniden sayım istekleri Yüksek Mahkeme tarafından geri çevrildikten sonra Oğul Bush Beyaz Saray’a yerleşti ve Demokratlar mağlubiyetten Nader ile iki partili duvarı soldan delmeye çalışan partisini sorumlu tuttular. Yeşil Parti varlığını hâlen sürdürüyor olsa da 2000 seçimleri bu partinin etkisinin doruk noktasıydı. Demokratlar ile Cumhuriyetçiler dışındaki partilerin canlı yayımlanan açık oturumlara katılımının reddi ile partilerin toplayabilecekleri bağış miktarının önündeki sınırları kaldıran Yüksek Mahkeme kararları, üçüncü partilerin düzene tehdit olmalarını daha en başından engellediler. Geriye iki partinin içerisindeki muhalefet kalıyor. Demokratik Parti içerisinde dönüşüm arzulayan muhalif eğilimler, 1980’lerin sonunda partinin merkezine yerleşen DLC (Demokratik Liderlik Konseyi) tarafından bastırıldılar. DLC kurulduğu günden itibaren partinin malî temelini büyük sendikalar yerine finans ve teknoloji sektöründen toplanan bağışlara kaydırmayı başarmıştı. Malî zeminin dönüşümü, organizasyonun yeniden yapılandırılmasını ve seçmen kitlesinin değişimini de gerekli kıldı. Topladıkları cömert bağışlar partinin seçim kampanyalarını profesyonellere emanet edebilmesini sağlarken, dertlerine çare bulmaktan vazgeçtikleri işçilerin oyları yerine hâli vakti yerinde kentli seçmenlerin oylarını kazanacaklarını umuyorlardı. Bill Clinton’dan Barack Obama’ya kadar partide devam eden dönüşüm; “profesyonelleşme” ve “zenginleşme” aynı zamanda 1970’lerden itibaren yükselişi tespit edilen PMC’nin (profesyonel-yönetici-sınıf) sınıf egemenliğiyle eş zamanlı olarak, Demokratları hâkim sınıfın siyasî organına dönüştürüyordu.[1] Bu zamandan sonra Demokratik Parti’nin vazettiği görüşler  aşamalı  olarak yerleşik kurumların, akademyanın ve medyanın ürettiği ve yaydığı dünya görüşünün temel unsurları hâline geldiler. Cumhuriyetçi Parti, iki partili düzenin çevrelediği Amerikan siyasetinde büyüyecek bir çatlağın keşfedileceği taraftı. Trump da Obama’nın ilk döneminden başlayarak Cumhuriyetçilere yaklaşmış ve 2015’te bu partinin başkanlık önseçimlerine katılmıştı.

Cumhuriyetçi Parti ikili düzenin eşit bir unsuru olmayı 1960’lara kadar sürdürmüştü. Kennedy’nin Beyaz Saray’da olduğu dönemde ülkenin bütününe, özellikle de Demokratların egemen olduğu güney eyaletlerinde güçlenen ve yayılan siyah özgürlük hareketleri, dinî örgütlerin, kiliselerin ve beyaz kentlilerin de katılımıyla siyasetin merkezine yaklaşmıştı. Siyah hareketin ılımlı kanadını temsil eden Martin Luther King ile arkasındaki kiliseler ağının Demokrat hükûmetle yaptığı anlaşma, düzenin temellerini tehdit etmeden yeniden kurulmasını olanaklı kıldı. Ayrışmacı güney eyaletlerinin yerel yönetimleriyle Demokratların elindeki federal hükûmet arasında gittikçe sertleşen mücadele, siyah öğrencilerin beyazların okullarına kaydolmalarının ve siyahların beyaz mahallelerde yerleşebilmelerinin ancak federal hükûmetin müdahalesiyle gerçekleşebilmesi, iktidar partisinin eksenini yeni bir yöne çevirdi. Parti liderliği sonradan doğru çıkacak bir öngörüyle, beyazların çoğunlukta olduğu güney eyaletlerini Cumhuriyetçilere bırakarak, tüm azınlıkların hamiliğini üstüne aldı ve etnik zenginliğe sahip büyük kentleri kazanmayı amaç edindi. Demokratların kitle zemini artık Roosevelt’ten beridir yedeklerine aldıkları büyük sendikalar ile çoğunlukla kiliselerin temsil ettiği siyah azınlıktan oluşuyorken, Cumhuriyetçiler bir zaman için kitle desteğinden yoksun kalmış görünüyorlardı. Bu sebeple Cumhuriyetçi Parti, Nixon döneminden başlayarak “kültür savaşı” adı verilen bir yöntemi kısmi başarıyla uyguladı. Örneğin “kürtaj” bu zamanda önemli bir siyasî çatışma hâline geldi; oysa 70’lere kadar kadınların kürtaj hakkı üzerinde her iki parti ve kilise birlikleri mutabakat hâlindelerdi. Cumhuriyetçiler, Demokratların egemenliğine giren büyük kıyı kentleri yerine kıta içi eyaletlerinde güçlendiler. Kıta içi eyaletleri, kıyılara kıyasla daha az sanayileşmiş ve sendikalaşmıştı; daha az göç aldıkları için kültürleri daha tek biçimliydi. Cumhuriyetçilerin o günlerde keşfettikleri “dindarlıkları” bu nesnel temellere dayanıyordu. Cumhuriyetçiler gene de sağlam bir kitle zemininden yoksundular ve kentlerdeki profesyonel, eğitimli kesimler içerisinde azınlık oluşları, toplumdaki hâkim dünya görüşüne biçim verebilmelerini engelliyordu. İşte bu sebeplerle, topluma hükmeden kurumların benimsedikleri düşünceler seneler geçtikçe daha liberal bir nitelik kazanıyordu. Kendi kitle zeminini arayan ve ilkeleri saygın  kurumların temsilcileri tarafından reddedilen Cumhuriyetçi Parti içerisindeki muhalefet, Demokratlara kıyasla daha canlı ve ısrarlıydı. Demokratik Parti ise 90’larda DLC’nin dümene geçmesiyle adım adım bir kitle partisi olmaktan çıkarak bir şirketler-danışmanlar-dernekler-uzmanlar ağına dönüşmüştü.[2] Partinin ekonomik programı ise onu nedense hâlen destekleyen sendikaların yakarışlarının tam aksi yöndeydi: Bill Clinton NAFTA’yı imzalamıştı. Barack Obama ise finansal krizden sonra batan bankaları kamulaştırmak yerine onları kamu kaynaklarını sarf ederek kurtarmış ve milyonlarca aileyi evsiz bırakmıştı. DLC, partideki sol muhalefetin organizasyonun dümenini eline geçirecek olanaklardan yoksun olduğuna ve sendikalar ile temsil ettikleri işçilerin kendi adaylarını desteklemeye mecbur kalacaklarına güveniyordu. İki partili düzen böylece sahici bir kuşatmaya dönüşmüş ve surlar içeridekilerin aşamayacakları kadar yükseltilmişti. Bernie Sanders’ın 2016’daki başkanlık kampanyası DLC’nin hesabını çürütmeye yaklaştı ancak bu parti içi isyan, meydanlarda topladığı kalabalığa ve holdingler yerine sıradan insanların sağladığı malî desteğe rağmen sonunda gene parti liderliğince mağlûp edildi. Bugünden bakıldığında Demokratik Parti’nin son yirmi senede bütünüyle dönüşen yasal yapısı ile sermayenin çelikleşen kudretinin böyle bir isyanı daha başından ümitsiz kıldığı anlaşılıyor. Kitleleri reddederek somut bir siyasî zeminden yoksun kalan Demokratlar bu sebeple rakiplerinin silâhına yani kültür savaşlarına sarıldılar. Kürtaj 2016 seçimlerinden beridir Demokratların temel konularından birisi oldu. Oysa Obama ilk seçim kampanyası sırasında kürtaj hakkını yasalaştırmaya söz vermiş, Senato çoğunluğunu partisi kazanmasına rağmen Beyaz Saray’a yerleştikten sonra vaadini unutmuştu. Barack Obama’nın sekiz senelik iktidarının sonunda Demokratlar bir serap görüyorlardı: Beyaz nüfusun yerini azınlıkların almasıyla üstünlüğü kalıcı olarak ele geçireceklerini ve Beyaz Saray’ı on yıllar boyunca aralıksız işgal edeceklerini ciddi ciddi düşünüyorlardı. Cumhuriyetçiler ise Obama’nın sağlık reformuna ve bizzat kendisine karşı yürüttükleri savaşlardan mağlup çıkmışlardı. 2016 seçimleri öncesinde Cumhuriyetçiler Donald Trump’a hazırdılar.

Aday Trump ile Başkan Trump

Donald Trump iki partili düzeni aşmayı isteyenler için hep çekici bir adaydı çünkü siyasetin kirine bulaşmadığı gibi, dünyaca tanınan bir isme ve simaya sahipti. Gazeteciler seneler boyunca ondan başkan adaylığı sözü almaya çalıştıkça Trump sonradan gerçeğe dönüştüremeyeceği bir hayali beyan etmekten kaçındı. Tek bir şansı olacağını biliyordu çünkü Amerikan siyasetinde yeninin cilası çabuk silinir. Reform Partisi adına seçimlere katılmaya niyetlendiği 2000 yılında yayımladığı bir kitapta Donald Trump, evrensel sağlık hizmetini ve zenginlere uygulanacak bir varlık vergisini savunuyordu.[3] Gelecekteki başkanın bu metinde önerdiği çözümler sonradan dâhil olacağı Cumhuriyetçi Parti’nin ekonomiye dair batıl inançlarından çok uzağa düşüyor. 2016 seçimlerine adaylığını resmen koyduktan sonraysa Trump ülkenin kördüğüm hâline gelmiş iki sorununa, sınır güvenliği ile dış siyasete odaklandı. ABD bir yandan güney sınırından sayısız göçmenin ülkeye girişine izin verirken öte yandan yüz binlerce göçmeni her sene sınır dışı ediyor ve katı sınır önlemleriyle Meksika üzerinden geçen göçmenlerin yol üzerinde yaşamlarını yitirmelerine yol açıyor. ABD’nin dış siyaseti ise dâhil olduğu çatışmalara ve dünyanın her ucundaki askerî üslerine rağmen toplumun çoğunluğuna kazandırdığından fazlasını kaybettiriyor. Donald Trump pragmatik önerilerini Kuzey Amerika’nın derin geçmişinde yeri olan ırkçı tınılı bir söylemle birleştirdi. Meksikalılar ile Müslümanlar yani esmer tenliler ülkenin dertlerinden sorumlu gösterdiği kesimlerdi. Ancak ırkçı çağrışımlı bağıntılar ile tanımlar onun siyasetinin merkezinde değildi. Trump bunları kitle siyasetinin duygusal ekonomisini lehine işletebilmek için kullandı. Seçim kampanyasının akla uygun tarafındaysa ülkede paylaşılan zenginliğin artırılmasına ve israfın engellenmesine dönük öneriler yatıyordu. Göçmen sorunu ve dış siyasetteki çıkmazlarda Trump, Demokratların aksine insanî kaygılar ya da jeopolitik dengelerle değil, ülkenin zenginliğinin nasıl dağıtıldığıyla ilgiliydi. Onun dış siyasete dair “fırsatçı” önerileri de aynı hedefe dönüktü: Örneğin Irak’taki petrol kaynaklarının Amerikan ordusunca gasp edilmelerini istemişti.[4] Trump dış siyaset alanında devletin uzun dönemli tasarılarından hiç kopmadı: ülkesinin Siyonist projeye kayıtsız şartsız desteğini sürdüreceğine yemin etti ve ana jeopolitik rakip olarak Çin’i gösterdi. Onun temsil ettiği kanat Nixon ile Kissinger’ın Asya seferini tersine çevirmeyi ve bu defa Rusya’yı yanlarına çekerek Çin’i zayıflatmayı umuyorlardı. Çin’i açıkça hedef tahtasına koymasıysa Obama’nın ilk döneminde ilân ettiği ancak Suriye Savaşı sebebiyle gerçeğe dönüştüremediği “Asya’ya Dönüş”[5] tasarısının iç siyasette yeniden dolaşıma sokulmasından ibaretti. Trump seçim kampanyasının merkezine yerleştirdiği iki sorunla Cumhuriyetçi Parti’nin varlık sebebi ve ailesinin de üyesi olduğu sermaye sınıfının menfaatleriyle kitlelerin arzularını uzlaştırmayı deniyordu. Ülkenin toplam zenginliğinin üretildiği ve paylaşıldığı şartları seçim programının dışına çıkararak burjuva siyasetinin sınırlarının içerisinde kalmış, zenginliği siyasetin merkezine yerleştirerek de kitlelerin desteğini kazanmıştı. Bu siyaset, içerisinde doğduğu ülke gibi çelişkilerle örülüydü ancak Trump onların arasında kapana kısılmadan kendi kişiliğinin ağırlığını kullanarak silik rakiplerine üstün geldi. Demokratları ve Cumhuriyetçileri en önemli konularda birleştirdikten sonra daha az önemli konularda kati biçimde ayıran ve hepsini yöneten siyasî makine, tarihin o düğümünde kendisinden faydalanacaklar için bir güce değil zafiyete dönüşmüştü; girdileri ne olursa olsun hep aynı çıktıyı veren donmuş bir formüle göre işliyordu. Trump ise insanlığını yani değişen şartları hissedip onlara uyum sağlama kabiliyetini koruduğu için siyasî düzenin çelişkilerini kendi lehine kullanabildi. Ne yeni bir şey keşfetti ne de söyledi. Yine de bu sırada büyülü bir olay gerçekleşti ve Donald Trump ile kalabalıklar birbirlerine bağlandılar. Bağ bir kez kurulduktan sonra zayıflamadı: Trump’ın özel yaşamına dair skandalların oy oranı üzerinde hiçbir etkisi olmadı. Bu gizemi en iyi özetleyen dindarların Trump’a olan desteklerine dair açıklamasıdır: onu destekleyen kilise ağlarının önderleri cemaatlerini Trump’a oy vermeye çağırırlarken Tanrı’nın dindar olmayan kişileri de kendi amaçları için kullanabileceğini söylemişlerdi.[6] Böylece Trump’ın kendileri için bir araç olduğunu itiraf etmiş oluyorlardı. Donald Trump sayesinde kitleler ve önder arasındaki ilişki özgün biçimine yaklaşmıştı: ABD gibi çok kısıtlı ve çarpık bir burjuva demokrasisindeki siyasetçi, kitlelerin arzularını yansıtan bir perde olmanın ötesinde ancak amaçlarına erişmelerine yardım edecek bir araç işlevi görebilir.

Donald Trump’ın beklenmeyen hatta benzersiz başarısında siyasetinin içeriği kadar biçimi de yer tutuyor. Adı ve siması çok iyi tanınsa da bir kişinin ne kadar mahir bir siyasetçi olacağı ve kendisini kitlelere hangi ölçüde sevdirebileceği siyaset sahnesine çıkmadan anlaşılamaz. Artık herkes biliyor ki Trump’ın kendisine özgü bir tarzı var. Prompter kullanmadan doğaçlayabiliyor, düşmanlarını alaya alıyor, konudan sıkça sapıyor ve kimsenin anlamını tam çözemediği hikâyeler anlatıyor. Bunlar önemli mi? Seçmenler, karşılarında satış senaryosunu ezberlemiş bir pazarlamacıyı değil bir insanı görmeyi tercih ediyorlar. Trump’ınki siyasetten çok şov dünyasına yakışan bir tarz; siyaset ile eğlence sektörü iç içe geçmiş olsalar da aralarındaki duvar hâlen ayakta. Demokratlar bu duvarı aşabilmek için Oprah’ı başkan adayı göstermeyi bile tasarlamışlardı. Ancak söz konusu Trump olduğunda durum daha muğlâk; realite şovunda seneler boyunca kendisini oynadıktan sonra siyasete atılmış ve bir sene içinde başkan seçilmişti. Trump’ın siyasetinin tarzıyla içeriği seçmenlere sunduğu teklifte bütünleşiyor. O, değiştirmeye yeminli olduğu bozuk düzenin en tepesine ulaşmış bir iş adamı. Bu çelişkiyi çözebilmek içinse kendisini tövbekâr bir dolandırıcı olarak kitlelere sunuyor. Trump’ın servetini hangi yollarla büyüttüğü sır değil ve bunu inkâr da etmiyor ancak bu defa halkı söğüşlemek yerine sahne arkasına davet ediyor. Trump’ın onlara teklifi şöyle: “Bugüne dek iş adamı olarak servetimi artırabilmek için düzenin her tür boşluğundan faydalandım. Bundan sonraysa bilgimi ve becerimi bana benzeyenlere karşı sizin faydanıza kullanacağım. Sizi haydutlardan en iyi benim gibi eski bir haydut koruyabilir. Başka ülkeleri yöneten haydutlarla da en iyi ben baş ederim.” Trump’ın teklifini çok kişi için cazip kılan ise asırlardır ülkeyi kuşatmış iki partili düzendir. Trump’ın alışıldık siyasetçilerden en önemli farkı, ülkenin sorunlarını yalınkat bir lisanla tanımlayarak siyaset mühendisliğinin dışına çıkarması ve sahiden “halka indirmiş” olmasıydı. Geniş kitlelerin yaşamlarındaki temel sorunların; enflasyonun, borçluluğun ya da gelir uçurumunun ilâcı olarak yasalar özellikle Demokratik Parti’nin temsil ettiği uzman sınıfının bağlandığı bir ilkedir. Oysa toplumun dertlerini hafifleteceği vaat edilen yasalar Kongre ile Senato’dan geçerken metnin içerisine sıkıştırılan istisnalar sayesinde büyük balıkları salıverirken küçüklerini yakalayan ağlara dönüşürler. Trump’ın popülist sayılmasının birinci sebebi belki de buydu; popülizm gerçeğin en azından yarısını itiraf etmekle başlayan bir siyaset ise yüzsüz bir fırsatçılık, rakiplerin erdem tüccarlığına kıyasla dürüstlüğe daha yakındır. Zira bütünüyle bozuk bir düzen ya devrimciliği ya da fırsatçılığı zorunlu kılar. ABD’nin başkanlık seçimleri dünya siyasetindeki açık arayla en tantanalı, ateşli ve “önemli” olaylar. Her dört senede bir hep iki aday bu en kuvvetli makamın yetkilerine sahip olmak için yarışıyorlar. Beyaz Saray’daki yüzler değişiyor ama iki parti ile gündelik yaşamın temel şartları sabit. Trump tüm toplumun her türlü aldatmacaya ve çarpıtmaya rağmen artık kesin olarak bildiği gerçekleri açıkça dışa vurarak kitlelere kendisini inandırdı: Amerikan Rüyası öldü, ülkedeki düzen tümden çürük, askerlerin yaşamlarını yitirdiği savaşlar ise anlamsız. Demokratlar rüyanın sürdüğünü iddia ediyorlardı oysa Amerikalıların çoğunluğu yataklarından zorla kaldırılmışlardı. Ülkeye dair tüm sayılar Trump’ı haklı çıkarıyor: Kısalan ortalama ömür, genişleyen gelir uçurumu ile artan intiharlar ve yaygınlaşan madde bağımlılığı. Demokratlar 2008’den itibaren siyaseti maddî zeminden ayırmış ve içeriği dışlayarak bütünüyle biçime indirgemişlerdi: “Umut ve Değişim”, anımsanacağı gibi Barack Obama’ya seçim kazandıran slogandı. Bu değişim partinin her unsurunda ve seviyesinde gerçekleşen “profesyonelleşmenin” ve özel sektör ile kamu arasındaki duvarların yıkılmasıyla siyasete sızan pazarlama biliminin eğilimlerinin kaçınılmaz bir sonucuydu. Demokratların seçimleri duygusal ekonomiye daraltan siyasî ufku 2016’da yaşanan gerçekliğin reddine kadar vardı. Seçmenler Trump’ı sorunlarını çözeceğine inandıklarından daha fazla var olan sorunların derinliğini itiraf edebildiği için sahiplendiler. Böylece Trump’ın siyasetinin akla uygun ve duygusal yanları gerçeğe uygun bir tasarıda bütünleşemeseler bile yan yana geldiler. Akla uygun olan siyasetin gündelik yaşamdan doğan ve gene ona dönmesi gereken maddî zeminiydi, seçmenlerin kalplerini fetheden ise ülkenin en kaba gerçeklerinin onlara yakışan bir açıklıkla dillendirilmesiydi.

2016 seçimlerine açılan zaman Amerikan siyasetindeki temel dönüşümlerin kesin biçimler alabilmelerine yetmeyecek kadar kısa ve hızlıydı. Seçimlerin sonuçlarını birçok eğilim, çekince, karar ve hatanın üst üste gelen etkileri belirler. 2016 seçimlerinin hemen öncesinde rakibine kıyasla daha güçlü durumda olan Demokratik Parti’ydi ancak Amerikan siyasetindeki genel eğilim Obama’nın iki döneminden sonra başkanlığın el değiştireceğini gösteriyordu. Demokratik Parti çekişmeli bir önseçim yaşamış ve Sanders’ın adaylığının önü parti liderliğince zorlukla kesilebilmişti. Demokratik Parti’nin başkan adayı olan Hillary Clinton senatörlük ve dışişleri bakanlığı yapmış kıdemli bir siyasetçi olmasına karşın, iki zorlu başkanlık seçimi kazanmış eşinin aksine cazip bir aday değildi. Clinton partinin aslî destekçileri olan finans ile teknoloji sektörünün talebi ve parti liderliğinin onayıyla, muhtemelen eşinin seks skandalları ardı ardına patlarken oynadığı cefakâr eş rolünün karşılığında başkanlığa uygun görülmüştü. Clinton Vakfı’nın ABD ve dünya siyasetindeki önemli etkisi ile partinin vakıfla kurduğu niteliği karanlıkta kalan malî ilişkiler de belki Hillary Clinton’un 45. Dönem Başkanı olarak takdis edilmesinde pay sahibiydiler. Ancak Clinton hanedanının yüksek siyaset üzerindeki ağırlığı konu seçmenler olduğunda bir soruna dönüşebiliyordu: Başkanlık seçimlerindeki olaylar Clinton ailesini Bill’in Arkansas Valiliğinden beri takip eden kara şöhretini birçok defa dirilttiler. Demokratik Parti’nin seçim kampanyasına en büyük darbeyi, parti liderliğine ve Hillary Clinton’a ait on binlerce e-postanın Wikileaks’te yayımlanması vurdu: Clinton ile danışmanlarının yazışmalarda belirttikleri görüşler ile birbirlerinden saklamadıkları ikiyüzlü seçim stratejisi, Clinton’un içten pazarlıklı ve güvenilmez şöhretini pekiştirdi. Sızdırılan yazışmalar ayrıca Bernie Sanders’a karşı medyayla ortak kurulan ve parti tüzüğü ile önseçim kurallarını açıkça ihlâl eden kumpasın ayrıntılarını da içeriyordu. Sanders’ın kendisi önseçim mağlubiyetinin hemen arkasından Clinton’a desteğini ilân etmiş ve onun adına mitingler düzenlemiş olsa da destekçilerinin önemli bir kısmı Demokratik Parti’ye oy vermeyi reddettiler. Demokratlar kendisini kitlelere sevdirmeye başaramayan bir adayı yerleşik medyanın da yardımıyla başkan yapmaya uğraşırlarken, Cumhuriyetçilerin adayı Trump ayak bastığı her şehirde geniş kalabalıklar topluyordu. Trump doğuştan bir siyasetçi olduğunu, alışkın olduğu kameraların önünde miting podyumlarında da ispat etmişti. Onun bazen coşkun bazen alaycı ve sürprizlerle örülü tarzı ilgiyi üstüne topluyordu. Yerleşik medya söz konusu Trump olduğunda iki arada bir derede kalmıştı: Bir yandan Trump’ı Beyaz Saray’a layık görmüyorlar ve Clinton’a açıkça destek veriyorlardı öte yandan Trump’ın reyting mıknatısı oluşu ekranları işgal etmesini sağlıyordu. 2016 seçimleri öncesinde yerleşik medya piyasa ekonomisinin dayattığı bir kumar oynayarak, hem reyting ve para kazanmayı hem de siyasî amaçlarına erişmeyi denedi. Bu seçimlere iki tarafta da “sızıntılar” damga vurdular: Demokratlara ait resmî yazışmalar medyaya sızarken Trump’ın da özel yaşamına dair skandallar birbiri ardına gün yüzüne çıktılar. Medya ile Demokratik Parti, Trump’ı skandallarıyla göz önünde tutarak yıpratmaya çalıştılar. Üç kez evlenmiş, gösterişli ve sefih bir yaşam sürmüş başkan adayının renkli geçmişine ilk kez rastlar gibi hücum eden gazeteciler keşfettikleriyle onun başkanlığını engelleyeceklerini ümit ediyorlardı. Bu tasarı ters tepti: Trump ekranları doldurdukça oy oranı yükseldi. Özel hayatına dair skandallar ise destekçilerini hiç caydırmadı. Trump özel yaşamına ve geçmişine dönük saldırılara hep aynı biçimde karşılık verdi: Masumiyetini iddia etmek ya da iddiaları reddetmek yerine rakiplerinin de kendisinden pek farkı olmadığını anımsattı. Cinsel taciz ile suçlandığında Bill Clinton’a dönük aynı ciddiyette suçlamalar olduğunu işaret etti. Trump’ın değişmeyen ve herhalde kişiliğinin merkezinde duran bir özelliği, gaddar ve aç gözlü görünmeyi “iki yüzlü” görünmeye her zaman tercih etmesidir. Demokratik Parti’yi destekleyen bankalar, yatırım fonları ile Silikon Vadisi şirketlerine karşılık Trump’ın arkasında Cumhuriyetçilerin geleneksel bağışçıları olan petrol şirketlerinin yanında Trump’ı birkaç yüz milyon dolar karşılığında Washington’ı fethetme fırsatı olarak gören milyarder aileler duruyorlardı. Bunlardan en etkilileri olan Adelson ile Mercer aileleri Trump’ın seçim ekibini kurarak göreve başladıktan sonra yürürlüğe koyacağı programları madde madde belirlediler: onların sayesinde kızı evlenirken Yahudi dinine intisap eden Trump azılı bir Siyonist gibi davrandı ve Yüksek Mahkeme’ye en tutucu hâkimleri atadı. Milyarderlerin hesapları her yönüyle tuttu: Trump’ın seçim kampanyası Clinton’un yarısı kadar para harcamasına rağmen ekranları rakibinden daha fazla doldurdu. Seçim günü yaklaştıkça Trump’a dair sızıntıların sürati arttı ancak Clinton da beklemediği darbeler aldı. Dışişlerinin başında olduğu dönemde devletin elektronik alt yapısı yerine kendisine ait e-posta sunucularını kullandığı ortaya çıkan Clinton’a karşı FBI resmî bir soruşturma başlattı. Demokratik Parti liderliği ile Clinton’un seçim ekibi ülkenin yazgısını çizecek gün yaklaşırken felç olmuş gibilerdi. Hillary Clinton tüm taleplere rağmen doğu eyaletlerinde miting yapmayı reddetti. Clinton ile danışmanları, kırk senedir hep Demokratların kazandığı bu eyaletleri çantada keklik görmüş olabilirler. Bir diğer ihtimal ise Clinton’un kitlelere yüzünü göstermesinin oylarını artırmak yerine azaltacağına dönük çekinceler. Seçime yaklaşan günlerde Demokratik Parti mitinglerini 2008 ve 2016 önseçimlerinde kendisine karşı mücadele eden Barack Obama ile Bernie Sanders yürüttüler. Tüm bu zorluklara rağmen seçim anketleri son güne dek Clinton’u açık arayla önde gösteriyorlardı. Oysa Demokratların korktukları başlarına geldi ve önseçimlerde Sanders’a destek vermiş, işsizliğin, madde bağımlılığının ve düzenin bütününe dönük öfkenin günden güne yaygınlaştığı üç doğu eyaletindeki ufak sayılabilecek oy farkları Trump’ı Beyaz Saray’a taşıdı.

Trump iki partili düzene karşı bu partilerden birisinin içerisinden doğmuş bir hareketin simgesi ve kitlelerin kendisine verdiği vazifeyi henüz tam olarak çözememiş önderiydi Oval Ofis’e yerleştiğinde. Ekibi de onu önüne koyup başkanlığa taşıyan hareketin ve Cumhuriyetçi Parti’nin değişmekte olan yapısının çelişkilerini taşıyorlardı: Trump’ın çevresini partinin eski tüfekleri, gözlerini devletin en tepesine dikmiş ama hedeflerine erişememiş siyasetçiler, devletin aslî kurumlarından çeşitli sebeplerle uzağa düşmüş askerler ile bürokratlar ve Trump gibi ilk kez siyasete atılan, hevesi çok ancak tecrübesi az serüvenciler doldurmuşlardı. Bunlar arasındaki çekişmeler hükûmetin uyguladığı programları belirlediler. Ancak ekibin bileşimi kadar önemli olan diğer değişken de Trump ile en yakınındaki danışmanlarının dünya görüşleriydi: Trump ülkenin en temel sorunlarının varlığını ve derinliğini belli ki görüyor ve kabul ediyordu ancak onların sebeplerini anlıyor ve geçerli çözümler önerebiliyor muydu? Sorunun ilk kısmı seçilmekle ikincisi ise yönetmekle ilgilidir. Trump ile ekibi seçimi kazanmayı başarmışlardı ama ülke yönetmeyi biliyorlar mıydı? Beyaz Saray’da geçirdiği dört sene sorunun yanıtını açık ve seçik olarak verdi. Ülkedeki düzenin tümden bozuk olduğunu söyleyerek seçilen başkanın tüm fikirleri, değerleri, sezgileri hatta ilişkileri iktidara sahip olmanın benzersiz zorluklarınca sınandılar. Trump’ın ilk dönemindeki sorunlarını bir önceki Cumhuriyetçi başkanın, Oğul Bush’un durumuyla kıyaslayabiliriz. Bush’un yanında iyi bilindiği gibi Dick Cheney duruyordu. Cheney 1970’lerden itibaren birçok hükûmette farklı görevler almış kıdemli bir siyasetçi ve bürokrattı. Ancak onun ‘bürokrat’ kimliği siyasetçi kimliğinin önüne geçer: 2000 seçimleri öncesinde başkanlık şansını yoklamış ve seçmenin kendisinden hiç hazzetmediğini açıkça görmüştü. Bush’un başkan yardımcısı olarak Cheney, 11 Eylül sonrasında tüm devlet yapısını baştan düzenleyecek güce ve olanaklara erişti. Amerikan siyasetinin en uzun ömürlü canavarı olan Henry Kissinger, Reagan hükûmetinde kendi ayağını kaydıran Cheney’i tanıdığı tek “bürokratik dahi” olarak tarif etmişti. Trump ise Cheney’in aksine kendisini halka sevdirmeyi kolayca başarmasına karşın dünyanın en geniş, çapraşık ve güçlü devlet teşkilâtına yön verebilecek yeteneklerden, yardımcılardan ve belki de arzudan yoksundu. Trump’a lâzım olan bir Cheney’di belki; onun eksikliğinde ekibi birçok defa değişmek zorunda kaldı. Onun vereceği emirleri uygulaması gereken resmî kurumlar ilk günden Trump kabinesinin altını oymaya başladılar. Trump istifa etmeye zorlanan kabine üyelerinin yerini çoğunlukla eski askerlerle doldurdu. Seçim kampanyası sırasında “bataklık” diye tarif ettiği Washington’un sicili kabarık isimlerini önemli görevlere atadı. Trump seçilmeden önce düzenin bütününü lanetlerken başkanlık koltuğuna oturduktan sonra aynı düzenin en gaddar ve utanmaz temsilcilerini devamlı yüceltti. Şov dünyasından edindiği bir beceri ve alışkanlıkla çarpıcı sahneleri sahici ve etkin bir siyasete hep tercih etti. Nükleer nitelikli olmayan en yıkıcı bombayı IŞİD militanlarının üzerine atmakla övündü ama dış siyasette işler hep alışıldığı gibiydi. Bir farkla: kabine içerisindeki çatışmalar, sızıntılar ile resmî kurumlarının direnci yeni serüvenlerin önünü aldı. Trump’ın Afganistan’dan çekilme tasarısıysa sıkça övdüğü kendi generalleri tarafından sabote edildi. Aynı tasarıyı birkaç sene sonra Biden uyguladığında arkasında şaşkın müttefikler, milyonlarca dolar değerinde teçhizat ve büyük bir yıkım bırakacaktı. Başkanın miting podyumlarında en çok vurguladığı sorun olan sınır güvenliği ilk günden itibaren hükûmeti meşgul etti. Hükûmetin güney sınırını kapatmaya ve ülke içindeki yasa dışı göçmenleri de-port etmeye dönük programları medyanın, Demokratik Parti’nin ve derneklerle göçmen örgütlerinin güçlü direnciyle karşılaştı. Trump söz verdiği duvarı örmeyi tamamlayamadığı gibi yasa dışı göçmenleri ülkelerine göndermeyi de başaramadı. Sersefil göçmenlerin, anne babalarından ayrı düşmüş çocukların görüntüleri, gaddarlığıyla övünen Trump’ı dahi geri adım atmaya zorladı. Oysa yeni hükûmetin sınır siyaseti önceki Demokratik Parti iktidarıyla neredeyse aynıydı ve arkasından gelecek Biden hükûmeti de bu siyaseti sürdürdü. Trump bu mücadele sırasında göçmen sorununun asıl sebebini, sermayenin yedek işçi nüfusunu genişletme ve ücretleri düşürme hedefini hiç anmadı. Göçmen sorunu ile işçi sınıfının yaşam seviyesi arasındaki somut ilişki önceki senelerde Bernie Sanders tarafından vurgulanmıştı: Demokratik Parti’nin hem sağ hem de sol kanadı yakın zamana dek sıkı sınır güvenliğinin gerekli olduğunu beyan ediyorlardı. Göçmen sorununda saplandığı çıkmaz Trump hükûmetini zayıflatırken ikinci dönem ümidini öldürecek bela Trump’ın azılı rakip ilân ettiği Çin’in Hubei eyaletinden doğmuştu. Trump destekçilerinin çoğunluğunun taleplerinin tam aksi yöne dönerek, en katı salgın önlemlerini onayladığı gibi Amerikan devletinin ve silâhlı kuvvetlerinin sınırsız olanaklarını ilâç şirketlerinin eline verdi. Onun salgından Çin’i sorumlu tutan beyanları bir yana, virüsün Wuhan’daki laboratuvardan doğmuş olabileceğine dair şüpheler, birçok ikincil nitelikli kanıta ve uzman kanaatine rağmen resmî kurumların tarafından uygulanan ve ayrıntıları sonraki senelerde ortaya çıkan bir kampanyayla bastırıldılar. Demokratik Partililer Trump’ın döneminde geliştirilen aşılara dönük şüphelerini ilân etseler de iktidara geldikten sonra başka her tür ilâç için gerekli olan sınamaları geçmeden ve Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) onayı almadan acil durum izniyle uygulanan bu ilâçları önce sağlık görevlilerine, resmî yetkililere ve sonunda tüm vatandaşlara şart koştular. Trump’ın salgın siyaseti iki dönem başkanlık ümitlerinin sarıldığı kefen oldu.

Ara Dönem: Neden Trump’tan nefret ediyorlar?

Trump sonrası dönem 6 Ocak olayıyla başladı. Kesinleşmesi dört gün süren 2020 seçimlerinde usulsüzlük yapıldığına ve gerçek galibin Trump olduğuna inanan binlerce kişi seçim sonuçlarının resmiyet kazanacağı günde Seçiciler Meclisi üyelerinin bir araya geleceği binanın çevresinde toplandılar. Kalabalıktan kopan ufak bir grup, binanın girişinin önündeki engelleri devirerek, onları kenardan seyreden polislerin gözleri önünde içeri girdiler. Göstericiler birkaç camı kırdılar, senatörlerin masalarını dağıttılar, gezindiler ve çokça fotoğraf çektirdiler. Bu olaylar dizisi birkaç gün içerisinde medya ve Demokratik Parti tarafından bir “kalkışma” olarak isimlendirildi. 6 Ocak’taki olaylar bu terimin ağırlığını ve ciddiyetini hak ediyor muydu? Olaylar sırasında sadece bir polise ait tek bir silâh ateşlenmişken gerçekleşen tek can kaybı da bir göstericiye aitti. Olaylara dair sonraki araştırmalar ile Meclis soruşturmaları eylemlerde başı çeken sağcı paramiliter grupların en azından ikisinin lider kadrosunda FBI muhbirleri bulunduğunu gösterdi.[7] Eylemler sırasında kolluk güçlerine mensup ajan-provokatörlerin oynadıkları role dair sorular ise yanıtsız kaldılar. 6 Ocak eylemleri ile resmî kurumların ve medyanın verdiği gerçeğe uymayan tepkiler, Trump sonrası dönemde hedefe Trump’ın arkasındaki kitlelerin konduğunu gösteriyor. Buna kanıt olarak Clinton’un 2016 seçim kampanyasında çok ses getiren bir konuşmasını örnek verebiliriz.[8] Hillary Clinton, Trump’a saldırmayı bırakıp da gözünü arkasındaki kalabalıklara çevirdiği bu konuşmasında Trumpçı kitlelerin yarısını bir “nefretlikler küfesi” olarak tarif etmişti. Clinton idare etmeyi umduğu ülkenin gerçeğine en fazla bu konuşmayla yaklaşmış olabilir: Trumpçılar sahiden de birbirleriyle çok uyuşmayan birçok kesimin ittifakıdır. Clinton’a bakılırsa, onlar geri fikirli insanlardı: ırkçılar, cinsiyetçiler, aşırı dinciler. Sahiden öyle mi? Oysa Trump’a iki seçimde oy veren birçok seçmen ondan önce Barack Obama’yı başkanlığa taşımışlardı. Benzer bir konuşmayı Beyaz Saray’a çıktıktan sonra Joseph Biden da gerçekleştirmişti.[9] Biden, Trump yerine onun liderliğini yaptığı “MAGA Cumhuriyetçilerini” ve “MAGA İdeolojisini” ülkeye dönük en büyük tehdit olarak tanımlamıştı. Ancak Biden ne o gün ne de daha sonra bu ideolojinin temel ilkelerini ve hedeflerini açıklamadı. “MAGA” bir simge ve amblemdir Trumpçılar için ama aynı zamanda tutarlı bir ideoloji midir? Öyleyse de eğer onun ilkelerinin, kökenlerinin ve amaçlarının yazıldığı bir metin bulmak mümkün değil. Trump’ın ideolojiyle kitle siyasetini birleştirecek bir lider olduğunu düşünmek ise onun geçmişini ve bugüne dek her dediğini yok saymaktır. Bir tanesi Trump’a yenilmiş diğer yenmiş iki başkan adayı gene de Trump’ın arkasındaki kitleleri önemli görerek siyasî gerçeğe temas ediyorlar. Trump’ın arkasındaki kitleleri iki ayrı uzun soluklu ve çok aşamalı gözlem biçimlendirdi: en başta Trump’ın iktidara geldiğinde yapıp yapamadıklarını gördüler. İkincisi, başkanlık zırhını yitirdikten sonra Trump’ı devreden çıkarmak için kimlerin seferber olduklarına ve hangi kuralları rahatça çiğnediklerine şahit oldular. Trump iktidardan düştükten hemen sonraki 6 Ocak olaylarına dönük tepkilerle, azledilme önerileriyle başlayan, eski başkanın geçmişindeki en banal kabahatlere kadar uzanan her türlü hukukî teamülün, yazılı olmayan kuralın onun aleyhine esnetildiği savaş kitlelere Trump’ın önemini kanıtladı. Hukukî savaşın arkasından gelen ve bir tanesi neredeyse cinayete dönüşecek olan iki suikast girişimi de arkalarındaki sebepler tam olarak keşfedilemeseler bile kitlelerin izlenimlerini perçinledi. Kitleler aynı zamanda Trump’ın ilk döneminde neleri yapamadığını da iyice izlediler. Onun kabinesiyle yerleşik kurumların bitmeyen boğuşması devletin işleyişini çok defa aksatmıştı. Bu iki geniş ve önemli gelişme yani ortak düşmanın keşfiyle arkasında birleşilecek liderin yapabileceklerinin sınırı Trumpçı siyaseti bağlayan mutabakatı belirledi. Siyaset her zaman ittifaklarla yapılır. Trump’ı siyasetin dışına itmekle asıl amaçlanan elbette onun birleştirdiği ittifakı dağıtmaktır. Trump öyle ya da böyle birçok farklı kesimi, herkesin varlığını bildiği sorunların ağırlığını kabul ederek bir araya bağladı ancak onlara dönük hiçbir sahici çözüm önerisi sunmadı. Trumpçılar çelişkili de olsa bir bütün oluşturabilmişlerse istedikleri ne? Onlar yeni başkandan yapamayacağı işler beklemiyorlar, tam aksine onun var olan düzenin işleyişini aksatmasını umuyorlar. Trumpçıları bağlayan ortak kabullerden daha fazla ortak retler: sınır siyaseti, dış siyaset ama aynı zamanda sağlık ve eğitim programları; hepsinin ucunun aynı dünya görüşüne ve onu üretip sahiplenen iktidara yani bugünün hâkim sınıfına uzandığını seziyorlar. ABD’de Demokratik Parti’nin çevresinde toplanan eğitimli sınıf ile onun siyasetçileri idealist yani ilkelere bağlıyken bugün için Trump’ın fethettiği Cumhuriyetçi Parti’ye yakın duran kitleler ise pragmatistler. Onlar yerleşik düzenin ve hâkim dünya görüşünün surlarını Trump’ın çarpıcı varlığını bir koçbaşı gibi kullanarak delmeyi amaçlıyorlar.

İkinci Trump Dönemi

Amerikan başkanları için kadro siyasettir. Trump’ın hatları beliren kabine seçimlerini kabaca iki kısma ayırabiliriz. Bu ayrım Trump siyasetinin iki kutuplu niteliğini de görünür kılıyor. Kabineye seçilen isimlerin kimileri yönetecekleri kurumların hâlihazırdaki gidişatını koruyacakken kalanlar ise en azından bazı konularda akıntının aksi yöne yüzmeye çalışacaklar. Yeni hükûmetin her parçasında rastlanan bu çelişkinin iki belirgin istisnası ise Siyonist işgal gücüne verilecek topyekûn destek ile piyasa ekonomisine mutlak iman. Bu iki konuda ancak dışarıdan ya da sokaktan doğan güçler Trump hükûmetini değişime mecbur edebilir.

Dış siyaset konusunda Trump hükûmetinden Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşı bitirmesi bekleniyor. Trump seçildikten birkaç gün sonra tarafları anlaşmaya zorlayacağını vadetmişti. Destekçileri ve danışmanlarından birçoğu da Amerikalılar için maliyeti gittikçe kabaran bu çatışmanın sonlanmasını istiyor. Ancak Trump ilk döneminde de Rusya ile yakınlaşma taraftarıyken Ukrayna’ya çok geniş askerî yardımları onaylamıştı.

Sınır güvenliği, seçim kampanyası sırasında Trump’ın ilk dönemden de daha sık vurguladığı sorundu ama bu soruna belirgin bir çözüm sunmaktan kaçındı. Trump’ın ülkedeki yasa dışı göçmenleri toplu olarak sınır dışı etmek için tasarıları olduğu da konuşuluyor. Bu türden programların gerçeğe dönüştürülmeleri zor. Sınırdaki engelleri sıkılaştırdığında ve yasal süreci zorlaştırdığında, ekranlar perişan göçmenlerin görüntüleriyle dolarsa hükûmet ne yapacak? Demokratik Parti hükûmetleri temelde Trump ile aynı sınır siyasetini tüm çelişkileriyle beraber medyanın işbirliği sayesinde uygulayabilmişlerdi. Demokratların ve sermayenin göçmen siyasetindeki dönüşüm büyük oranda ülkedeki doğum oranlarının düşüşü ve ucuz işgücü ihtiyacıyla alâkalı. Trump ise geçirgen güney sınırını hep bir güvenlik sorunu olarak tarif etti bugüne dek.

Trump’ın muhtemel atamaları arasında en ilginç olanlardan biri Tulsi Gabbard. Eski bir subay olan Gabbard, Hawaii’den senatör seçildikten sonra Demokratik Parti’nin lider kadrosuna kadar yükselmiş ancak 2016’da Bernie Sanders’ı destekleyerek partinin genel çizgisinden uzaklaşmıştı. Özellikle dış siyaset konusunda Demokratların saldırgan tutumlarına muhalefet etmişti. Gabbard, Senato tarafından onaylanırsa eğer ülkenin tüm istihbarat teşkilâtlarını bir arada toplayan çatı örgütün başına geçecek. Böylece belki de Ukrayna siyasetine muhalefeti sebebiyle casusların yürüttüğü bir karalama kampanyasına maruz kalan kişi istihbarat faaliyetlerini yönetecek. Gabbard’ın bazı dış siyaset sorunlarındaki akla yatkın tutumlarına rağmen azılı bir Siyonist olduğunu anımsatmakta fayda var.

Daha da ilginç olansa, Robert Kennedy Jr.’ın Sağlık ve Sosyal Hizmetler’in başına geçme ihtimali. Demokratik Parti tarafından hâlen hürmet gören Kennedy isminin en bilinen temsilcisi olan RFK, siyasetle bugüne dek dolaylı bir ilişki kurmuş ve çevre sorunlarının duyurulması ve çözümündeki katkıları sebebiyle özellikle de Demokratların takdirini kazanmıştı. Ancak Kennedy’nin bazı yaygın sağlık uygulamaları konusundaki tutumları ile yaygın sağlık sorunlarının sahici sebepleri hakkındaki görüşleri yüzünün medyadan silinmesine ve adının lekelenmesine yol açmıştı. Kennedy’nin uzun senelerdir inatla savunduğu görüşleri medya karartmasına ve saygın kurumların şiddetli kınamalarına karşın toplumda gittikçe yaygınlaştı. Salgın siyasetine muhalefeti ve Anthony Fauci hakkında yazdığı kitap, hem amcası hem de babası suikaste kurban giden RFK’yi hem sevilen hem de nefret edilen bir kişiye dönüştürdü. RFK önce Demokratik Parti’nin başkan adaylığını kazanmayı, ardından bağımsız bir kampanya yürütmeyi denedi. Önüne çıkan engeller onu Trump’ı desteklemeye mecbur bıraktı. Trump’ın seçim mitinglerinde büyük ilgi gören Kennedy başından beri istediği konuma erişmeye yakın görünüyor. Trump seçim gecesindeki zafer konuşmasında Kennedy’e selam göndermiş ve petrol konusu dışında yapacakları için en azından görünüşte açık çek vermişti. Sağlık alanında RFK’ye bir başka ilginç atama eşlik ediyor: Ulusal Sağlık Enstitüsü’nü (NIH) yönetmesi tasarlanan Jay Bhattacharya. Stanford Üniversitesi kadrosuna dâhil bir hekim ve kamu sağlığı uzmanı olan Bhattacharya, ABD’de ve birçok ülkede uygulanan katı salgın önlemlerine karşı çıkan ve hastalığın tehdit ettiği kesimleri özel olarak korurken yaşamın olağan işleyişini bozmayacak bir salgınla mücadele çözümü öneren “Great Barrington Bildirisi”nin üç yazarından birisiydi.[10] Bildirinin yazarları resmî kurumların temsilcilerinin saldırılarına maruz kalmışlar ve her üçü de işlerinden olmuşlardı. Bhattacharya, Senato’nun sınamasını atlatabilirse kendisine dönük saldırıyı tasarlayan Frances Collins’in halefi olacak. Kennedy ve Bhattacharya, dünyadaki en geniş kaynaklara sahip sağlık kurumlarının yönünü salgın hastalıklardan gittikçe yaygınlaşan kronik rahatsızlıklara çevirmeyi tasarlıyorlar.[11]

Trump iktidarına dönük son ve güçlü bir ümit de teknoloji tekelleriyle mücadele. Bu konu Trump’tan çok önceye uzanıyor; aslında Obama hükûmetinden beri Adalet Bakanlığı’nda Google’a dönük bir dava onu yürütecek siyasî iradeyi bekliyor. Silikon Vadisi şirketleri Demokratik Parti’yi bağışlarıyla destekledikleri gibi seçimler sırasında onun yararına sansür de uygulamışlar ve belki de böylece kendilerine dönük yasal düzenlemelerin önünü almışlardı. Seçim kampanyası sırasında Trump’ın başkan yardımcısı adayı JD Vance, tekellerle mücadele hakkında konuşmuş ve Biden’ın Federal Ticaret Komisyonu’nun (FTC) başına atadığı Lina Khan’ı övmüştü. Trump ise seçim zaferinden sonra gerçekleştirdiği bir söyleşide Google’ı “adil olmamakla” eleştirmiş ancak bu teknoloji devini parçalara ayıracak bir yasal müdahalenin Çin’i güçlendireceğini savunmuştu.[12]

Clinton “nefretlikler küfesinde” ırkçıları, kadın düşmanlarını ve İslam düşmanlarını sayıyor. Bunlardan başka, Trump’ı destekleyenler arasında yaşamları gittikçe güçleşen ve ülkeye dair ümitleri tükenmiş insanların da bulunduğunu kabul ediyor ancak onların sorunlarına dair ne sahici bir tanım ne de bir çözüm sunuyor.

Ahmet Aşure

3 Aralık 2024

Dipnotlar:

[1] Barbara ve John Ehrenreich, “The Professional-Managerial Class”, Radical America, (11)2, Mart-Nisan 1977, PDF.

[2] Thomas Frank, Listen, Liberal, Or, What Ever Happened to the Party of the People?, Holt & Company, Henry, 2016.

[3] TheAmericaWe Deserve, Wikipedia.

[4] “Trump: We should have taken Iraq’s oil”, 26 Ocak 2017, Youtube.

[5] Kenneth G. Lieberthal, “The American Pivot to Asia”, 21 Aralık 2011, Brookings.

[6] Tara Isabella Burton, “The biblical story the Christian right uses to defend Trump”, 5 Mart 2018, Vox.

[7] “F.B.I. Had Informants in Proud Boys, Court Papers Suggest”, 14 Kasım 2022, NYT.

[8] “Hillary Clinton: Basket of Deplorables”, 10 Eylül 2016, Youtube.

[9] “President Biden Full Speech on Democracy”, 2 Eylül 2022, Youtube.

[10] “Great Barrington Declaration”, Ekim 2020, GBD.

[11] “Trump picks Stanford’s Jay Bhattacharya to lead NIH”, 26 Kasım 2024, Stat.

[12] “Donald Trump Full Interview Live on Bloomberg”, 15 Ekim 2024, Youtube.