On yıllar boyu sosyalist sözcüğünün bile yasaklanmış olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde 1946 yılı içinde iki sosyalist parti kuruldu. Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki “Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi” (TSEKP) ve Esat Adil Müstecabi’nin “Sosyalist Partisi” (SP). CHP yasalarda bazı değişiklikler yaparak sınıf partilerinin kurulmasına olanak sağlamıştı. Ama 141. ve 142. maddeler yerli yerinde duruyordu. Bunların gölgesinde sol particilik yapılabilecekti. Ne denli sınırlı olursa olsun mevcut olanaklardan olabildiğince yararlanmak gerektiğinin bilincindeydi herkes.
Kurulan sol partilerden birine girmeyi düşünmüyordum. Politikayı uğraş edinmeğe, politikacı olmağa hiç heves etmemişimdir. Ama neden iki parti vardı? Esat Adil ve parti kadrosu, o sıralar Gün dergisini çıkarıyordu. Okuyucusu idik biz de. Tevhide o günlerde Mansur Tekin ve Esat Adil ile tanıştı. İkisi de bürokrasiden gelme idiler. Ayrıca Sabahattin Ali ile de gene o günlerde bir yerde karşılaşmıştı Tevhide. Her yeni olayda gelir ballandıra ballandıra anlatırdı. Güleç kızdı, cana yakındı. Oturduğum yerde –kitaplarımdan ayrılmadan– bana dünyayı tanıştırması da ayrıca hoşuma gidiyordu.
Şimdi hatırlamıyorum nereden aklıma sokulduğunu, gidip Esat Adil’den ayrı bir parti kurmasının nedenini sormak. Ama Tevhide ile kararlaştırmadığımızı biliyorum. Görüşmemiz benim için pek doyurucu olmadı. Ancak kabul etmeliyim ki bunda görüşmecinin çekingenliği ve yeterli teorik bilgiyle donatılmış olmayışı da önemli rol oynamıştı. Buna karşın, gene de konuşmamızdan çok etkilenmemiştim. Oysa Esat Adil’in yazılarını beğenirdim gibi hatırlıyorum şimdi. Kısacası “Biz daha önce kurulduk, onlar bizimle temas etmeliydiler” gibi şeyler söyledi bana. Hiç tanımadığı, böyle selamsız sabahsız gelen bir üniversiteli hanımla enine boyuna tartışacak değildi ya. Üniversiteli hanım da sadece soruyordu, bir şey demiyordu. “Demokrasi”nin havasına girmemişti belki henüz. Havasına girilecek bir demokrasi de yoktu ya! Olanı da bizlere göre değildi. Belliydi bu.
Nitekim CHP hükûmeti de bu kadar demokrasi bunlara çoktur diye düşünmüş olsa gerek. Hem çoktur, hem de tehlikelidir! İşçi sınıfının davasını savunanları bırak istedikleri gibi at oynatsınlar! Demokrasi dedikse o kadar da değil! At oynatmak ancak “Demir-kır-at”la olur.
16 Aralık 1946 günü saat 10-11 sularında Cerrahpaşa’daki Cerrahi anfisinden, yani dersten çıkıyorduk ki kısa boylu, genç-orta yaş arası, fötr şapkalı bir adamcağız yanıma yaklaştı. Bilinen sahneler:
—Sevim Tan siz misiniz?
Ve malum terane;
—Biz de emir kuluyuz kardeşim.
Müdüriyete kadar gidecekmişiz. Hangi müdüriyet diye sorası geliyor insanın. Haydi, dedim kendi kendime, yüz-göz olmayalım. Sanki herkes bilmeye mecbur neyin müdüriyeti olduğunu. Sizler bilirsiniz demeye getiriyorlar. Kritik zamanlarda nasıl olmadık şeylere takıyor insan kafasını. Ve bunlar tüm olayın anısına egemen olabiliyor. Bu bir kaçış mıdır acaba?
Eve uğradık. O zaman âdet öyleydi. Kitaplarımız arandı tarandı. Masamın üzerinde Kadın ve Sosyalizm (Klara Zetkin’inki) duruyormuş. Çoktandır bende idi, ama benim değildi, okumak için almıştım. Okumuştum da. Başkasının kitabını kaptıracağım diye aklım gitti. Başka bir şey düşünmüyordum! Amcam kızı Fatma’nın o andaki uyanıklığını hiç unutmam. Sadece biraz ısrarlı ve anlamlı o kitaba baktım. Kaş yapayım derken göz çıkarmak da vardı. Bir anlık zaman için de durumu kavrayıp, o küçücük odada üç polisin gözleri önünde o kitabı yok etmesi karşısında afallamıştım. Daha önce hiç böyle bir olayla karşılaşmamıştı elbette. Bizim taraklarda hiç mi hiç bezi yoktu amcakızının. Fazla bir eğitimi de yoktu. Sadece iyi bir insandı. Benim de iyi olduğumu biliyordu ve benimle dayanışma hâlindeydi. Ama hâlimize bakın, yani Türkiye’nin hâline, bir kitabı polisin tasallutundan kurtarmak ne kadar sorun oluyor.
O ara evde yalnızdık. Annem Yenişehir’de idi. İlkokuldaki erkek kardeşim, kızların en küçüğü Güner, bir de benden bir iki yaş büyük Fatma, maceralarını, gece yarılarına kadar Emniyet kapısında bekleşmelerini anlatır, kendi kendilerini alaya alarak gülerler, gülerlerdi ben tahliye olduktan sonra. Oğlan, oturma odasının sedirine uzanıp, belli bir makamla, “Sevim abla tri nay nay nom” gibisine, bitab düşünceye kadar türkü çağırmış. Ağlamamak için olsa gerek. Her zaman dışarıda kalanlara daha çok acımışımdır, kuşkusuz kendim çitin öte yanında yani içinde olduğumda. Onlar, dışarıda kalanlar çok kere hazırlıklı olmadıkları, hiç değilse başlangıçta kendilerinin saymadıkları bir kavganın içinde bulurlar kendilerini.
Emniyet Müdürlüğü Sirkeci’deki Sansaryan Han’daydı o zaman. Daha önce bilmezdim. Birinci Şube yani siyasî kısım en üst katta. Ortalık ana-baba günü gibi. Ne olduğunu anlamamıştım baştan. Meğer büyük bir tutuklama imiş. TSEKP’nin kurucu ve yöneticilerini, sendikacıları, bilinen ve bilinmeyen daha kim varsa hepsini toplayıp getirmişler. Bana kadar gelmiş sıra. Düşünün artık!
Birinci Şubenin kapısından girip, koridoru geçip sola dönüldüğünde, Han’ın ana kapısı yönünde en üst, galiba dördüncü kattan sokağa bakan büyük bir oda vardı. 6-7 masa, bu koca masalarda çalışan bir sürü memur. Hepsi sivil tabiî. Beni de bu odaya aldılar. Başka yer kalmamış anlaşılan. Bu odadaki tutuklular da 6-7 kişi vardık. Esat Adil ve Aslan Kaynardağ da oradaydılar. Bizler masaların arasına yerleştirilmiş sandalyelerde oturuyorduk. Hep oturuyorduk. Avni Bey dedikleri, o zamanki değerlendirmemle yaşlıca bir komiser muavininin yanında yer düşmüştü bana. 51’de de karşılaşacaktık. Ben, öyle anlaşılıyor ki, pek “küçük-kova” idim. Adam bana diş geçireceğini umuyordu. O sefer orada kaldığım üç gün boyunca hep nasihat dinlemek zorunda kaldım. Dıştan kendimi görmem olanaksızdı kuşkusuz. Hiç tepki göstermiyordum. Ama söylediklerinin pek azını duyuyordum. Ama o hep anlatıyordu. Hiç işi yok mu bu adamın diye düşünürdüm. Komiser, işkenceyi, ne olacağımı, neler sorulabileceğini düşünmeme fırsat vermemişti bir bakıma. Zaten tam da “cami avlusundan toplanıp getirilmiş” gibiydim.
Akşam memurlar evlerine gidince biraz rahatlıyordum. Ama yatmak yani uzanmak olanağı yoktu. Bu deneyden çok şey kazanmışımdır. Tek kaybım ise bir iki gün önce beğenerek satın aldığım, gözaltına götürüldüğüm gün ilk kez ayağıma geçirmiş olduğum ayakkabıların şişen ayaklarım yüzünden bir daha giyilemeyecek hâle gelmeleri idi. Bir çift pabuç daha. Buna kızmıştım doğrusu! Varlık Vergisi uygulaması da bir çift pabucumu götürmüştü.
Bir gece yarısı saat 11-12 sularında ifadeye götürüldüm. Hem de o zamanın çok ünlü İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir’in huzuruna. Bir vakt-i zamanında, sanıyorum babam Galata, Salon merkez müdürü iken Demir babamın emrinde çalışmıştı. Parmaksız Hamdi de öyle, başka bir yerde ve zamanda babamın memuru imiş. Demir’in sorgular sırasında aşka gelip sanıkları bizzat tokatladığı dillerde dolanırdı bizim çevrelerde. Oysa şimdikilerin yanında esamesi mi okunur?
İç içe iki bölümden oluşuyordu Emniyet Müdürünün makam odası. Her iki bölümün de koridora açılan ayrı kapısı vardı. Kapılar ve duvarlar mobilyaya uygun maroken deri ile kaplanmış, kapitone edilmişti, ses izolasyonu yapılmıştı. İçteki yazıhane bölümünün ortasına koskoca bir masa yerleştirilmişti. Eğreti olduğu ve tahkikat dolayısıyla oraya konduğu belliydi. Bir de sadece masayı aydınlatan bir ışık. Çevresine ne kadar da çok kişi toplanmış, bir sürü sonradan bile kim olduklarını öğrenemediğim “ilgililer.” İsmen bildiklerim, resimlerinden tanıdığım Ahmet Demir ve İleri Gençler Birliği davasının savcılığını yapmış olan Hâkim Yüzbaşı Kâzım Alöç. Sivil giyimliydi orada.
İnsana bir uyuşukluk, bir duygusuzluk geliyor. Tepkisiz desek daha iyi belki. Belki de uykusuzluktan ve yorgunluktan. Ama aykırı bir durum. Bir çeşit tepki. Olağan davranışlarınızla bu ortama uymanız olası değil. Durup konuşmayacağınız kimseler sizi bir yerlere oturtuyorlar, size bir şeyler soruyor, sizden bir şeylerin hesabını istiyorlar. Ne hakla? Kimin adına? Ve en önemlisi “ne” için? Kendinizi bir oyuncak gibi hissetmenin hırsını ve kinini duyuyorsunuz. Sizde suçlu olduğunuz düşüncesini uyandırmağa çalışıyorlar. Devlet (Polis) güçlüdür karşı gelemezsin diyorlar. Bu oyuna katılmanız mümkün değil.
Sonradan değerlendiriyorum: Beni zaten salacaklar. Orada olmamı gerektirecek bir şey olmadığını biliyorlar. Ama gözdağı vermeden de olmaz.
Evde kuşe kâğıdına basılmış, Sovyetler Birliği’nde ekonomi, genel yaşam, başarılar vb. üzerine, renkli resimlerle basılmış çok güzel bir kitap vardı. Tevhide hediye etmişti onu bana. Birinci sahifesini de bir güzel imzalamış. Kitabı hemen o günlerde almıştım. Varlığı kafamda yer etmemişti. Yoksa onun da çaresine bakılabilirdi herhalde, o zamanlar bu konuda çok duyarlıydım. Bir tek kitaba kıyamazdım. Sonraları bavullar dolusu kitaplarımız götürülürken duygusuz, hatta görmüyormuş gibi bakardım öylece. Ama o zaman kendime çok kızmıştım. İmzaladığı için de Tevhide’ye. Bunca yıl sonra ithafı ve imzası hâlâ gözümün önünde. Ve hâlâ da acıyorum.
Komiser Avni’nin nasihatları yetmemiş gibi bir de Müdür odasında nasihat dinledik. Bana Sabahattin Ali ile nasıl ve ne için buluştuğumu soruyorlardı. Olmamıştı böyle bir şey. Ya boş atıp dolu tutmak istiyorlardı ya da karıştırmıştı istihbaratı veren. Her neyse. Sabahattin Ali’yi getirdiler. Temiz pak, çevik hareketli, gecenin o saatinde dinç, kısa boylu, saçları erken ağarmış, gözlüklü bir adamdı. Sanıyorum gri-bej silik desenli bir ceket ve daha koyu gri kaşe bir pantalon giyiyordu. Kravatı bile vardı. Sabahattin Ali’ye beni tanıyıp tanımadığını sordular. Kısaca, “Maalesef!” diye duraksamadan hemen yanıtlayıverdi. Öyle çabuk gelen, öyle beklenmedik bir cevaptı ve öyle bir tonla söylenmişti ki bunu büyük bir iltifat olarak algılamıştım. Değer verdiğimiz büyük bir yazardı Sabahattin Ali. Çok rahat bir hâli vardı. Bu boyuna içeri girip çıkmasından mıydı? Oradakileri takmadığından mıydı? Öyle görünmeye mi çalışıyordu? bunu çok düşünmüşümdür sonradan. Evet, bir dakika bile sürmemiş bir karşılaşma süresi içinde bir “insanı” değerlendirmek olanaksızdı. Buna kalkışmak ise hafiflik. Bir daha hiç karşılaşmadık.
Sevim Belli
1994
[Kaynak: Sevim Belli, Boşuna mı Çiğnedik?, Belge Yayınları, 1994, s. 157-161.]