Cumhuriyet dönemi Türk dış politikasında, genel olarak coğrafyasının, özel olarak jeostratejik ve jeopolitik konumunun önemli bir yeri var. Tarihsel süreç içerisinde Türk dış politikasına genel hatlarıyla baktığımızda, çoğu dış politika sorununun jeopolitik konumunun doğal bir sonucu olarak algılandığını, en azından jeopolitik ve jeostratejik konumunun bu sorunların sebeplerinden biri olduğunu görürüz. Bu sorunlardan önemli bazıları şu şekilde sıralanabilir: Musul sorunu, Boğazlar sorunu, Hatay sorunu, Kıbrıs sorunu, Yunanistan ile ortak sorunlar, su sorunu, Ermeni sorunu, Kürt sorunu, enerji nakil hatları sorunu…
Bu sorunlar, çoğunlukla Türkiye’nin coğrafi konumunun hassasiyetinden kaynaklanan, yani jeopolitik ve jeostratjik yönleri olan sorunlardır. Hemen hemen bütün sorunların coğrafi bir yönü vardır. Bu denli ağırlığı olan “coğrafi konum” olgusu Türk dış politikası belirlenirken daima göz önünde bulundurulmuştur.
Mackinder’in “Kara Hakimiyet Teorisi”nde ve Spykman’ın “Kenar Kuşak Hakimiyet Teorisi”nde Türkiye, iç veya kenar hilal bölgesinde yer alır. Diğer bir ifadeyle Türkiye, dünya kalesine sahip olan bir emperyalist gücün ilk hedef tahtası olan bölgenin orta bölümünde yer alır. Dünya kalesinin alınması ve yakın takibi için iç suları teşkil eden Türkiye, jeopolitik bakımdan büyük öneme sahiptir.
Türk dış politikası AKP iktidarına kadar, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” mantığına göre şekillendiği ve mevcut jeopolitik/jeostratejik konumunun önemi ve korunması üzerine inşa edildiği için, dinamik bir disiplin olan jeopolitiğe statükocu bir bakış açısıyla yaklaşıldı. Bu yaklaşım, başka ülkelerin yayılmasının (Hatay ve Kıbrıs istisna) nasıl engelleneceği mantığıydı. Her şeyden önce, Türk devletinin sınırlarının, T.C.’nin toprak bütünlüğünün, devlet olarak varlığının sorgulanmasını engellemek öncelikli hedef oldu. Türk burjuvazisi için, emperyalist büyük güçlerden biri, ciddi olarak Kürt ulusal hareketini desteklerse ve Türkiye’ye karşı bağımsız bir Kürdistan’dan yana açık tavır takınırsa bugünkü Türkiye’nin “çökmüş devlet” hâline getirilmesi opsiyonu, kuruluştan itibaren “güvenlik paronayası” seviyesinde en büyük korkudur. Onlar, emperyalistlerin Türkiye’yi, bağımsız Ermenistan ve Kürdistan’ın da kurulmasını öngören Sevr Antlaşması şartlarına döndürmek istediği korkusuna dün de bugün de sahipler.
2002’de AKP iktidarı ve Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığına gelişiyle birlikte Türk dış politikasına “stratejik derinlik”, “pro-aktif politika”, “bölgesel güç” gibi yeni kavramlar girmeye başladı. Teorik dayanaklarını Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabından alan bu yaklaşım, stratejik derinlik kavramını açıklarken Türkiye’nin iki özelliğine değinir. Üçüncü vektör ekonomi politiği ise (ülke ekonomisinde hâkim örgütlenme biçimi, sınıflar ilişkisi, mali kaynaklar) işine gelmediği için es geçer.
Davutoğlu’na göre, birinci vektör olarak, soğuk savaş parametrelerinin yok olduğu yeni uluslararası çevre içinde Türkiye jeopolitiğinin rolü de yeniden yorumlanmak zorundadır. Özellikle bu rol, geçmişin statükoyu muhafaza stratejisi aşılarak değerlendirilmelidir. Küresel ve bölgesel dengelerin değiştiği bir dönemde Türkiye jeopolitiği, sınırları koruma dürtüsünün yönlendirdiği bir statükoyu korumak için kullanılmamalıdır.
İkinci vektör olarak, Osmanlı mirasçısı olan Türkiye, bu mirastan kalan tarihsel ve kültürel derinliği ile Balkan ve Arap dünyasını etkileyebilir. Soğuk savaş sonrası “Rimland” olarak tanımlanan Büyük Ortadoğu’da iktidar boşluğu oluşmuştur. Bu boşluğu Araplar değil, bölgesel güç kapasitesi olan Türkiye doldurmalıdır, der. Davutoğlu teorisini oluştururken Türkiye’nin küresel güç ABD’nin desteğine ihtiyacı olduğunu ve onun emperyalist bölge politikalarına uyum sağlayarak karşılığında elde edeceği destek ile nüfuz alanları elde edebileceğinin bilincindedir.
Davutoğlu, konjonktürel olarak ABD ile Türkiye jeopolitiğinin bileşenlerinin çakışmasının bilinciyle, ABD desteğini peşinen var addeder. Çünkü o, bölgesel bir güç olabilmek için, en baştan bir büyük emperyalist devletin desteği gerektiğini bilir. Ancak, teorinin temelinde, ABD’nin uluslararası politikalarıyla çelişen politikalar izlenmemesi yatarken, günümüzde Rojova, Irak, Libya, Ukrayna, İran sorunu ve Rusya ile stratejik iş birliği antlaşması gibi, yaşamsal olan konularda çelişildiği ve gelinen aşamada bu koşulun süratle ortadan kalktığı izahtan varestedir.
Türkiye Bölgesel Güç mü?
Türkiye’nin bölgesel güç olup/olmadığını analiz ederken onun jeopolitik konumu, derin tarihsel ve kültürel kökleri, demografik, politik, ekonomik, ideolojik yeteneklerini birlikte değerlendirmek gerekir. Ancak bu kriterleri değerlendirmeye geçmeden, bölgesel gücün tanımını yapmak yararlı olacaktır.
Politik Araştırmalar için Avrupa Ortaklık Komisyonu'na göre bölgesel güç:
“Cografik olarak tanımlanmış olan bir bölgeye ait olan, bu bölgeyi ekonomik ve askeri olarak etkileyen, bölgede hegemonya işlevi görebilecek güce ve güç kaynaklarının kullanımına istekli olacak şekilde dünya ölçeğinde belli bir etkiye sahip olmalı ve komşuları tarafından bölgesel lider olarak tanınmış ve hatta kabullenilmiş bir ülke olmalıdır. Bir bölgesel gücün mutlaka üst düzey askeri, ekonomik, demografik, politik ve ideolojik yetenekleri olmalı, bölge ile bütünleşmiş olmalıdır.”
Coğrafyasında bölgesel güç olma kriterlerinin hiçbirisine mevcut konjonktürde sahip olmayan (askeri güç hariç) Türkiye’nin, sadece bugünkü ekonomisini bile incelediğimizde, bırakalım bölgeyi, kendisini bile idame ettirebilecek bir gücü, potansiyeli olmadığı, söylenenlerin hayal satıcılık olduğu hemen anlaşılır. Alt alta sıraladığımız veriler, “Kendisi himmete muhtaç dede, gayrıya nasıl himmet ede?” dedirtecek düzeydedir.
-Geniş işsizlik oranı yüzde 20,3
-Sıcak para, dış borç, yabancı sermaye girişi olursa büyüyen, bu kaynak çekildiğinde kuruyan, göbeğine kadar bağımlı bir ekonomi
-Borç sarmalında 500 milyar dolara yaklaşan dış borç
-Bütçe ve dış ticaret açığı sürekli büyüyen bir ekonomi
-Açık büyüdükçe onu finanse etmek için yüksek faizle borçlanan bir ekonomi
-Tedarikçilikle görevlendirilmiş emperyalizme bağımlı bir ekonomi
-Yüzde 137,55 oranında yıllık enflasyon
-İstikrarlı büyüme oranını yakalayamayan bir bunalım ekonomisi
-Orta düzeyde gelişmiş bağımlı kapitalist bir ülke
-Kaynaklarını büyük oranda savaşa ve silahlanmaya harcayan bir ekonomi
Bölgesel güç olabilmek için öncelikle, evin içini temiz tutup barışı tesis etmek gerekir. On yılları bulan Kürt sorunuyla, kaynaklarını savaşa harcayan çökmüş bir ekonomi ile olsa olsa, ancak ABD elebaşılığındaki emperyalizmin taşeronu olunabilir. Parantezi kapatmadan şunu da hatırlatmak gerekiyor: Bölgesel devletlerin, emperyalist güçlerce başlatılmış savaşlara (Suriye, Irak ve Libya) karışması onların bölgesel güç olduklarını tek başına göstermez. Bölgesel devletler bu savaşlarda, bunlara karışmamaları hâlinde kendi varlıklarını da tehlikede görürler. Tabii ki savaşa katılmaları, sadece kendi varlıklarını korumaya yönelik değil, bunun ötesinde yürüyen yeniden paylaşım savaşında kendileri için en büyük payı kapmaya, kendi iktidar alanlarını genişletmeye de matuftur.
Günümüzde, tekelci kapitalizmin hüküm sürdüğü ülkeler grubu içinde Türkiye gibi devletler ancak bölgesel düzlemde yayılmacı iddiada bulunabilirler.
-devam edecek-
Ahmet Hulusi Kırım
23 Ocak 2023
Strateji-Jeostrateji-Jeopolitik Türkiye Yeni Emperyalist Mi? -I-
Kaynakça
Ahmet Davutoğlu-Stratejik Derinlik
H.Yeşil-Emperyalist Güçler Gerçeği
Stefan Engel-Yeni-Emperyalist Ülkeler
Engin Yıldızoğlu-Emperyalizm ve Jeopolitik
Engin Yıldızoğlu-Çürüme ve Çözülme
Haldun Gülalp-Yeni Emperyalizm Teorileri