Loading...

Kapitalist Dönüşüm


Finansal Birikim Rejiminin İnşası

Marx, kapitalizmin “durağan bir şey olarak değil, döngüsel bir hareket olarak kavranabilir” olduğunu vurgular. Sürekli değişen, dönüşen ve biçim değiştiren, bunu yaparken de dünyayı ve toplumları yeni ihtiyaçları uyarınca güncelleyen/formatlayan bir sistemin işleyiş yasalarını, hareket kabiliyetini ve yapısal genetik algoritmasını kavranabilir kılmak, ele avuca sığabilecek bir somutluğa kavuşturmak elbette pek mümkün değildir. Ancak, kapitalizmin hem iktisadî alt yapı ilişkilerinde hem de kültürel, toplumsal üst yapı ilişkilerinin dönüşümünde üstlendiği rolü doğru algılamak ve dolayısıyla doğru tanımlamak bir zorunluluk arz etmektedir. Bunun için kapitalizmin ilk evrelerinden ziyade, kapitalist ilişkilerin geliştiği ve olgunlaştığı 19. yüzyılın ikinci yarısından günümüze bir süreç okumasının yaşanan dönüşümü anlamaya önemli katkı sunacağı söylenebilir.

Sermaye fraksiyonları arasındaki uyuşmazlık, çatışma ve çelişkinin varlığı/yokluğu, varsa, bu çatışma ve çelişkinin şiddeti ve boyutunun ne olduğu konusu oldukça tartışmalı teorik bir meseledir. İktisatçılar, kapitalizmi çoğunlukla iç tutarlılığı yüksek, su sızdırmaz masif bir yapı olarak açıklama eğilimde olmuşlardır. Tarihsel akış ise bize sistemin tıkanma ve kriz zamanlarında, hem sınıflar arası mücadele ve uzlaşmazlıkların arttığını hem de sermaye fraksiyonları arasındaki çatışma ve sürtüşmelerin görünür hâle geldiğini göstermektedir. Kapitalizm tarihinin de gösterdiği üzere, sermaye fraksiyonları arasında koşulsuz, mutlak bir entegrasyon ve uyum yoktur. Öyle ki finansal, ticarî ve sanayi sermayeleri arasında, belli tarihsel momentlerde çelişki ve mücadelenin şiddetlendiği, zaman zaman söz konusu çelişkilerin örtülü veya açık çatışma ve hesaplaşmalara dönüştüğü görülmektedir.

Sermaye fraksiyonlarının her biri artı değeri farklı bir şekilde elde eder. Finans, faiz olarak; ticaret, mark-up[1] fiyatlandırma; sanayi, kâr olarak elde eder. Ticaret ve üretim sermayelerinin karakteri, işleyiş mantığı basittir. Bu sermaye yapıları toplumsal doku içinde rant ve emek sömürüsüne dayalı bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla üretim ilişkilerinin sınırları somuttur; sömüren ve sömürülen tarafların kapasite ve nitelikleri öngörülebilir ölçüde belirgindir. Bu durum finans sermayesi söz konusu olduğunda karmaşıklaşır. Üretim ilişkileri denklemi içinde finans sermayesi, çarpan etkisiyle ters orantılı olarak belli belirsiz ve siliktir. Kavranması zor bir olgu olan malî işlemler ve bunların karmaşıklığı, finans sermayesinin dönüştürücü gücünün ve kapasitesinin anlaşılmasını uzun zaman zorlaştırmıştır. Finans burjuvazisi, sermaye birikimi sürecinde kapitalistler arası rekabette finansal işlemler ve sahip olduğu enstrümanların soyut özelliklerinin avantajlarından yararlanmıştır.

Finans sermayesinin[2] egemen güç hâline gelmesi başlangıçta bankacılık sistemi ile ortaya çıkmıştır. Bankacılığın en ilkel formu, ödemelerde aracı hizmeti görmeleridir. Bankalar aktif olmayan parasal sermayeyi aktif sermayeye, yani kâr sağlayan sermayeye dönüştürürler. Bu sermayeyi ise üretim/sanayi kapitalist sınıfının kullanımına sunarlar. Bu işleyiş içinde bankalar ve bankalar ile temsil olunan finans sermayesi üretim-iş çevriminde basit teknik bir ortaktır sadece. Ancak zaman içinde bankacılık faaliyeti basit ve mütevazı aracılar olmaktan çıkarak üretim sürecinde kapitalistlerin elde ettiği kârlar üzerinde mutlak bir tasarruf/yararlanma ilişkisi meydana getirdi. Böylece kapitalizm tarihinde finansal birikim rejimi olarak ifade edebileceğimiz bir ara kesit oluştu. Bankaların birer faaliyeti olan kredi ve faiz sistemi, kapalı ekonomilerin sınırlarını zorlayan kuşatıcı bir fenomen durumuna erişti. Bu noktada Marx, oluşmakta olan ve “kredi sistemi” denilen yeni gücün, sermayelerin merkezîleşmesini sağlayan toplumsal bir mekanizmaya dönüşme sürecinin altını çizer.

“[Bu] yeni güç, ilk zamanlarında, birikimin mütevazı bir yardımcısı olarak, gizlice işin içine giren, toplumun yüzeyinde (…) kütleler hâlinde dağılmış bulunan paraları görünmeyen iplerle (…) kapitalistlerin ellerine çeken, fakat çok geçmeden rekabet savaşının yeni ve korkunç bir silahı hâline gelen ve sonunda sermayelerin merkezîleşmesini sağlayan muazzam bir toplumsal mekanizmaya dönüşen kredi sistemidir.”[3]

David Ricardo, bir bankanın kurulmasının ve dolaşım aracı olarak banknot çıkarmasının, herhangi bir altın madeni keşfinin doğurduğu sonuçların aynısını ortaya çıkaracağını söylemektedir. Zira Ricardo’ya göre her ikisi de dolaşım araçlarını artırmaktadır.[4] Banka sermayesi, yoğunlaşmaya başladığı andan itibaren malî işlem yapabileceği enstrümanları çeşitlendirmiş ve de etkinliklerini artırtmıştır. Böylece Ricardo’nun işaret ettiği şekliyle muazzam soyutlukta bir finans sermayesinin doğuşu ve diğer sermaye biçimlerinden radikal bir biçimde farklılaşmasını beraberinde getirmiştir. Zamanında İngiliz, İspanyol, Portekizli, Hollandalı denizciler vasıtasıyla, ticaret sermayesinin önderliğinde denizaşırı sömürgecilik faaliyetleri ile uzun yıllar içinde elde edilen zenginlik, birden birkaç finansal enstrüman ve muhasebe işlemleri marifetiyle icra edilmeye başlanmış ve böylelikle devasa bir sermaye birikimi sağlanmıştır. Başlarda banka sermayesinin, toplumsal üretimin total sermayesine eşit olmasıyla ilgili iktisadî prensip, sermaye yoğunlaşması ve bankacılık sisteminin gelişip serpilmesiyle geçersiz hâle gelmiştir.

Sanayi üretiminin geliştiği Batı Avrupa ve Amerika’da bu süreç 19. yüzyılın son çeyreğinde ancak yaygınlaşmıştır. Marx ve Engels’in külliyatında, yavaş yavaş gelişen ve gelecekte kapitalizmin başka bir sureti hâline gelecek olan finans sermayesinin analizi sınırlıdır. Kapitalist iktisadın detaylı bir yapısal analizini yapan Marx, Kapital’in birinci cildinde bu yeni fenomenden çok az bahsetmektedir. Kapital’in birinci cildi bilindiği üzere 1867’de yayımlanmış, yazımı ise yıllar almıştır.[5] Kapital, ağırlıkla klasik kapitalist üretimin hâkim olduğu bir iklim içinde oluşturulmuştur. Birinci ciltte kapitalizmin işleyiş mekanizmaları, meta-para ilişkisi, değişim ve kullanım değeri, artı değer gibi olgular açıklanmıştır. İkinci ve üçüncü ciltler Engels tarafından, dördüncü cilt olarak plânlanmış Artık-Değer Teorileri ise Kautsky tarafından yayımlanmıştır. Marx’ın özellikle son dönem bankalar ve kredi sistemi üzerine yazdıkları “gelmekte olan yeni düzenin” kritik öneminin farkında olduğunu göstermektedir. Bu noktada Marx ve Engels’in, içinde yaşadıkları dönemin maddî kapitalist gerçekliğinin teorik/politik analizi daha yakıcı bir ihtiyaç olduğu için kolektif çabalarını bu noktaya yoğunlaştırdıkları anlaşılmaktadır. Vahşi kapitalist sömürü, artı değer, sanayi devrimi, makineleşme, buna bağlı fabrika üretimi vb. olgular Marx ve Engels’in kapitalizm analizlerinin merkezinde yer almaktadır. Zira anılan bu dönem, total kapitalizm tarihinde üretken sanayi kapitalistlerinin kârlarının en yüksek olduğu, artı değer sömürüsünün oldukça fazla olduğu, aynı zamanda proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının en sert yaşandığı momenttir.

“Odak noktası sözde ulusal bankalar ile büyük para tüccarları ve bunların çevresindeki tefecilerden oluşan kredi sistemi, büyük bir merkezîleşmeyi içermekte ve bu parazitler sınıfına yalnızca, zaman zaman sanayici kapitalistleri soyma olanağını vermekle kalmamakta, aynı zamanda da fiili üretime en tehlikeli biçimde burnunu sokma gücünü vermektedir ve bu çete, üretim konusunda hiçbir şey bilmediği gibi, onunla en ufak bir ilgisi de bulunmamaktadır.”[6]

20. yüzyıl başları finans sermayesi ve emperyalizm üzerine teorik tartışmaların oldukça yoğun yapıldığı bir süreçtir. Gerek Marksist iktisatçılar gerekse de liberal iktisatçılar dünya kapitalizminin içinde bulunduğu yeni dönemi çeşitli biçimlerde analiz etmişlerdir. İngiliz liberal ekonomist ve sosyal bilimci John Atkinson Hobson’ın 1902 tarihli Emperyalizm kitabı bu konuda başlama vuruşu niteliğindedir. Hobson’a göre emperyalizm, eksik tüketim/tüketim yetersizliği nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Ürünün piyasa değerini belirleyen unsurları ücret, rant, faiz kâr ve vergiden ibaret gören Hobson, üretilen ürünün satış bedelini ödemeye yeterli bir satın alma gücü olmadığı için tüketim yetersizliğinin ortaya çıktığını, bu durumun da sermayeyi emperyalist arayışlara yönelttiğini vurgulamaktadır. Hobson’un, emperyalizmin modern kapitalizmin genişleyen güçlerinin doğrudan sonucu olduğuna dair fikirleri Lenin’in emperyalizm teorisini önemli ölçüde etkilemiştir.[7] Hobson’un, kaba hatlarıyla altını çizdiğimiz emperyalizme ilişkin görüşleri aynı zamanda emperyalizm teorisinin temel yapıtaşlarını oluşturan eserlerin ortaya çıkmasını da koşullamış, bir diğer anlamda bu eserlerin yazılmasına vesile olmuştur. Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi, R. Hilferding’in Finans Kapital, Lenin’in Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Karl Kautsky’nin Ultra-Emperyalizm ve Buharin’in Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi isimli eserleri kısa bir tarihsel kesit içinde ortaya çıkmıştır.

Avusturyalı Marksist Rudolf Hilferding, 20. yüzyılın henüz hemen başında (1910 senesinde) kapitalizmin yeni fenomenlerini açıklamak üzere Das Finanzkapital [“Finans Kapital”] isimli çalışmasını yayımlamıştır. Hilferding’in kitabı dönemin Marksistleri tarafından Marx’ın Kapital’inin bir devamı olarak karşılanmış, çalışma aynı zamanda Lenin ve Buharin’in kapitalizmin yeni evresine ilişkin çözümlemelerinin kuramsal temelini oluşturmuştur. Hilferding, kitabına emperyalizmin ve kapitalist krizlerin sebebini eksik tüketimden kaynaklanan üretim fazlasına bağlayan anlayışı eleştirerek başlar ve bu anlayışın toplumun ürettiğinden daha azını tükettiğini göstermekten başka işlevinin olmadığını, hiçbir döngüsel olayın sabit koşullarla açıklanamayacağını belirtir. Ayrıca emperyalizmi finans kapitalin bir politikası olarak değerlendirir. Modern kapitalizmin karakteristiğinin ise sermaye birikimi/yoğunlaşma ve merkezîleşme olgularıyla belirlendiğini vurgular. Hilferding, sermaye birikimi/yoğunlaşma ve merkezîleşmenin karteller ve tröstler oluşturarak serbest rekabetin rafa kaldırılmasına yol açtığını, bir yandan da banka sermeyesiyle sanayi sermayesi arasında ortaya çıkan entegrasyonun bir sonucu olarak sermaye formunun en olgun ve en soyut görünümü olan finans kapitale dönüştüğünü söylemektedir.

“Eski kapitalizm gününü doldurmuştur. Yenisi ise bir geçiş dönemini yaşıyor… Böylece 20. yüzyıl, eski kapitalizmin, genel olarak sermaye egemenliğinden malî-sermaye egemenliğine geçilen yeni bir kapitalizme yerini bıraktığı bir dönüm noktasıdır.”[8]

Lenin’in, Kautsky ile yaptığı emperyalizm tartışmasının merkezinde sanayi ve finans sermayesi vardır. Lenin, Kautsky’nin “Emperyalizm, büyük ölçüde gelişmiş sınaî kapitalizminin ürünüdür. Onu her kapitalist ulusun gittikçe daha geniş tarım bölgelerini, bu bölgelerde hangi uluslar oturursa otursun, ilhak etmek ya da egemenliği altına almak olarak da tanımlayabiliriz,” analizine karşı çıkar ve şöyle tanımlar: “Emperyalizmi belirleyen şey, sanayi sermayesinin yönetimi değil, malî sermayenin yönetimidir.”[9] Lenin, yeni kapitalist aşamanın finans kapital/malî oligarşi ile tanımlı olduğunu, emperyalizmin ise bu yeni aşamanın bir sonucu olarak ortaya çıktığını teorileştirmiştir. Lenin’in dönem yazılarının çoğunda, 1876’dan 1914 momentine kadar olan süreçte, malî/finans sermaye sınıfının hegemonyasının olgunlaştığını, 1914-1918 savaşının[10] ise malî/finans sermaye fraksiyonunun globalizasyon projeksiyonunun sonucu olarak ortaya çıktığını ifade etmektedir.

Globalleşme ve Kâr Oranlarının Düşme Eğilimi Yasası

Kâr oranlarının düşme eğilimi yasası[11] kapitalist dönüşüm sürecini anlama noktasında pusula niteliğinde bir olgudur. Sistemin işleyişini, hareket yönünü belirlemeye yarayabilecek bir içeriğinin olduğu söylenebilir. Marx’ın düşen kâr oranları yasasına göre kapitalistlerin üretim sürecinden elde ettikleri kârlar sürekli düşme ve sıfıra ulaşma eğilimdedir. Determinist bakış açısı, düşme eğiliminin sıfıra yaklaştığı yahut sıfıra ulaştığı noktada kapitalizmin, zorunluluk ilkesi gereği yıkılacağını öngörmektedir. Kâr Oranlarının Düşme Eğilimi Yasası (KODEY), bazı Marksist iktisatçılar tarafından bütün kapitalist kriz ve istikrarsızlıkları açıkladıkları fetiş bir olgu hâline getirilmiştir. Marx’a göre KODEY yalnızca üretim sürecindeki artı değer sömürüsünden elde edilen kârlarla ilgili olup, bu olgu kredi, faiz, rant, ticaret tarifeleri vb. finansal kârlılıkları içermez. KODEY, Marx’ın kapitalist üretim tarzının/ilişkilerinin uzun vadeli çöküşüne ilişkin açıklamasının bir parçasıdır. Bütün ekonomik daralma, depresyon, durgunluk, kriz vb. süreçleri açıklaması mümkün değildir.

Marx, kapitalizmin uzun vadede gerçekleşecek çöküşünü, tez-antitez-sentez diyalektiği uyarınca, kaçınılmaz bir son yahut karşıtına dönüşme zorunluluğu olarak açıklamaktadır. Marx’ın “burjuvazinin kendi mezar kazıcılarını üretmesi” olarak betimlediği mekanizma kısaca şöyledir: Kapitalistler giderek artan miktarlarda sermaye biriktirirler, bu da kâr oranında önlenemez bir düşüşe yol açar. Yani net tasarruf oranı (s) artıya geçtiği, her yıl daha fazla sermaye biriktirmeye mecbur kaldığı andan itibaren sermaye/gelir oranı da sonsuza kadar artmaya başlar. Sermaye/gelir oranı sonsuz derecede yüksek olduğu için, kâr oranı da giderek azalmak ve sonsuza kadar düşmek zorundadır (Bkz. Grafik 1). Bu durumun iki sonucu ortaya çıkmaktadır; kapitalistler kâr oranındaki düşüşe karşı yeni yatırım alanları ve ekonomik büyüme uğruna birbirleriyle sömürge ve emperyalist amaçlar için savaşacaklar ya da emek gücünü yani işçi sınıfını millî gelirden giderek küçülen pay almaya zorlayarak sömürünün dozunu arttıracaklardır. Uzun vadeli bakıldığında, her iki durum da kapitalistler için sürdürülebilir değildir zira ilk seçenekte kapitalistler arası savaşlar ortaya çıkar, ikinci seçenekte ise sınıfsal uzlaşmazlıklar sertleşir, proleter devrimler kaçınılmaz hâle gelir.[12]


Grafik 1: Merkez Ülkelerdeki Ortalama Kâr Oranı (1869-2010)[13]

Sanayi kapitalistleri sınıf çıkarları gereği kâr oranlarını arttırmayı, artıramıyorsa dahi yatay bir seyirde ilerlemesini sağlamaya çalışır. Finans sermayesi ise ekonomik büyüme ve globalleşmenin olmadığı bir iklimde, kendisinin basit birer aracı olduğu ilkel formuna dönmeye mecbur kalmamak için kredi, faiz vb. araçlarla sanayi kapitalistleri üzerinde hegemonya kurmaya çalışır. Üretim odaklı kapitalistler meta üretimi döngüsü içinde kalabilmek ve kendi aralarında rekabet edebilmek için yeni teknoloji, inovasyon yatırımları yapmak zorunda kalır. Bu noktada meta üretimden ve artı değer gaspından elde ettiği kârların bir kısmını bu faaliyetlere harcamak durumunda kalır. Böylelikle finans sermayesi ile kredi ve faiz ilişkisi içine girmek zorunda kalır zira kârlılığını arttırmak ve rekabet gücünü korumak için yeni yatırımlar yapmak zorundadır. Üretim ve sanayi kapitalistleri bu denklem içinde kendisini bir kısır döngü içinde bulur. Yeni yatırımlar, inovasyon ve AR-GE harcamaları vb. faaliyetlere rağmen kâr oranlarının bir türlü yükselmediği bir kısır döngüdür bu. Globalleşme dalgasının oluştuğu moment tam olarak burasıdır. Globalleşme ile birlikte mal ihracı, sınırların kalkması, gümrük tarifelerinin ucuzlaması, ticaretin kolaylaşması, tedarik zincirlerinin oluşması gibi olgular geçerli hâle gelmeye başlar. Bu sürece, ilgili toplumun akademik birikimi ve entelektüel sınıfları dâhil edilir. Böylece felsefî-ideolojik-teorik destek; evrensellik, özgürlük, çok seslilik ve çok renklilik değerleri üzerinden üretilir. Bu süreç boyunca sanayi kapitalistlerinin kârları hızla düşmeye devam eder; doğal olarak paradan para kazanan finans kapitalistlerinin kârları ise devasa boyutlara ulaşır. Kapitalistler arası çelişki derinleşir ve devamında çatışmaya dönüşür.

“Kredileri başkalarından önce ya da daha geniş çapta kullanabilen kapitalistler üretim hacmini veya basamağını yükseltme ve emeğin üretkenliğini arttırma fırsatına kavuşuyorlar. Böylece fazladan kâr sağlıyorlar. Fakat üretim hacminin genişlemesi genelde sermayenin organik bileşimindeki artma ile birlikte yürüyeceğinden bu sırada kâr oranı da düşmeye başlıyor. Bireysel kapitalistin girişimci kazancının yükselişi onu giderek daha çok kredi talebinde bulunmaya itiyor. Bütün parasal sermayenin bankalarda giderek yoğunlaşması kredi talepleri karşısındaki kredi arzına olanak sağlıyor.”[14]

Uzun vadeli perspektifte, işler Marx’ın tespit ettiği düzlemde ilerlemektedir. Üretim ve sanayi odaklı kapitalistlerin kârları kabaca 1850’lerden beri gittikçe düşmektedir. Bahsi geçen süreç içinde belli tarihsel konjonktürlerde kâr oranlarını ifade eden düşen trend çizgilerinin kırıldığı, zaman zaman yükselen trende evrildiği, zaman zaman yatay seyrettiği ancak mutlaka sıfıra yaklaşacak şekilde düştüğü görülmektedir. KODEY dinamikleri üzerinde geniş kapsamlı araştırmaları bulunan Esteban Ezequiel Maito’nun hazırladığı grafiğe göre, kâr oranlarının takip ettiği trend çizgilerinin hangi yıllarda %0’a ulaştığı okunabilmektedir (Bkz. Grafik 2). Bu projeksiyona göre kapitalist üretim ilişkilerinin gelişkin olduğu merkez ülkelerde; 1900 yılı için 1990’da, 1919 için 2024’de, 1932 için 2007’de, 1944 için 2005’de, 1955 için 2040’ta, 1970 için, 2055’te, 1980 için 2046’da. 2010 için 2056’da kâr oranlarını gösteren trend çizgilerinin %0’a ulaştığı görülmektedir (Bkz. Grafik 3).[15]



Grafik 2: Esteban Ezequiel Maito tarafından hazırlanan Kâr Oranlarının %0’a Ulaştığı Yıllar Projeksiyonu


Grafik 3: Maito’nun Projeksiyonuna Göre Kâr Oranlarının % 0’a Ulaştığı Yıllar

Genel plânda bakıldığında kâr oranlarının dramatik olarak düştüğü tarihsel kesitlerde ulus-devlet yönetimlerinin finans sermayesinin güdümüne geçtiği görülmektedir. Kapitalizm tarihinde kâr oranlarının düştüğü dönemlerde iki büyük globalleşme dalgası ortaya çıkmıştır. Finans sermayesinin egemen olduğu ve globalleşmenin etkili olduğu birinci dalga 1850’lerde başlayıp 1914’te Birinci Dünya Savaşı ile son bulmuştur. İkinci globalleşme dalgası 1971 Bretton Woods rejiminin ortadan kalkması ile başlayıp, 2000’lerin hemen başında kapanmıştır (Bkz. Grafik 4).[16]

Birinci globalleşme dalgasında finans sermayesi klasik kapitalist sanayi üretimini ve sanayi kapitalizmini belli ölçüde dizginleyerek uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Bu süreçte globalleşme inişli çıkışlı bir seyir izliyor olmasına rağmen yukarıda değinilen kısırdöngü içine giren sanayi burjuvazisinin endüstriyel üretimden elde ettikleri kârlar sürekli azalmıştır. Öyle ki 1850’nin başlarında kâr oranı yaklaşık %60 iken, 1914 yılında %30’un altına düşmüştür. Sanayi devrimi, teknolojik ilerlemeler, petrol, elektrik vb. katalizörlerin katılımıyla endüstriyel üretimin hacmi sürekli artıyorken kâr oranlarının aynı paralelde düşüyor olması kapitalistler arası çatışmaları sertleştirmiştir. Lenin’in ifade ettiği gibi malî/finans sermaye sınıfı birinci globalleşme dalgası içinde kapitalizmi emperyalist kapitalist bir aşamaya taşımıştır.

“O, ultra-emperyalizmden, ulusal malî sermayeler arasındaki savaşımın ortadan kalkmasını ve bunun yerine ‘dünyanın uluslararası malî sermaye tarafından ortaklaşa sömürülmesini’ anlıyor.”[17]

Birinci globalleşme dalgasına iki dünya savaşı (1914-1945) ile son verilmiştir. Her iki savaşın da ana yüklenicileri Almanya ve İngiltere’dir. Almanya ulus-devletin ve sanayi aristokrasisinin anavatanı, İngiltere ise finans sermayesinin en güçlü ülkesi olarak karşı karşıya gelmişlerdir. Öyle ki sanayi burjuvazisi, İkinci Dünya Savaşı sürecinin hemen sonrasında kârlılığın yüksek olduğu ve hatta yükseldiği “golden age” olarak anılan altın çağı başlatmıştır. Finans sermayesi ise Keynesyen ekonomi uygulamaları marifetiyle görüldüğü her yerde sınırlandırılmıştır. 1914-1945 sürecinde rantiyeciliğin çökmesi tarihsel bir vakıadır.  Keynesyen ekonomide gelire servete ve verasete 1920’den önce nereyse hiç olmayan ağır artan oranlı vergiler getirilmiştir.[18]


Grafik 4: G20 Ekonomileri İçin Sabit Varlıklar Üzerindeki Ortalama (Ağırlıklı) Kâr Oranları Penn World Tablo 9.1 (IRR serisi)[19]

Daha önce vurguladığımız üzere; standart KODEY grafiklerinde sanayi üretimlerinin reel kâr getirileri görünür. Bu grafiklerde finans sermayesinin kârlılıkları görülmez. Tarihsel akışta sanayi/üretim sermayesinin reel kârlarının düşmeye başladığı momentlerde neredeyse eş zamanlı olarak malî/finans sermayesinin devasa ölçülerde palazlandığı, kredi, faiz, fon ve emlak rantlarının ölçüsüz bir şekilde büyüdüğü anlaşılmaktadır. Bu dönemlerde finans sermayesinin dünya ekonomik sistemini ve ulus-devletlerin yönetimlerini ele geçirdiği, kuşatıcılığını ve yayılmacılığını arttırdığı ortadadır. Finans sermayesi ekonomik büyüme temelli/bağımlı bir yapıdadır. Zira kredi ve faiz sisteminin işlerlik kazanması yani paradan para kazanılabilmesi için yeni yatırımların desteklenmesi, aynı zamanda kışkırtılması gereklidir. Dünya ekonomik düzeninde bu durumun mümkün olabileceği yerler “yeni gelişmekte olan” ülkelerdir.[20] Batılı ulus-devletler emperyalist dönemde iktisadî yapılarını büyümeyi dizginleyerek stabilize etmeyi başarmış, reel sanayi üretimlerini büyük ölçüde bahsi edilen yeni gelişen ülkelere taşımışlardır.

Ana akım iktisatçılar, 1970’lerde dünyanın merkez ekonomilerinin durgunluğa girdiğini, ekonomik büyümenin yavaşladığını söylemektedir. Oysa gerçekte, anılan dönemde dünyada ikinci dalga globalleşme dönemi açılmıştır. Finans sermayesi sanayi kapitalizminin altın çağına son vererek kendi altın çağını başlatmıştır. Malî/finans sermaye rejimi Birinci Globalleşme dalgasında olduğundan daha şiddetli bir büyüme trendi içine girmiş, bu süreçte aynı şiddette sanayi kapitalistlerinin kâr oranları âdeta tepe taklak olmuştur. İkinci Globalleşme döneminde, rantiyecilik biçim değiştirmiş yeni finansal araçlarla ortaya çıkmıştır[21] (Bkz. Grafik 5).


Grafik 5: Esteban Ezequiel Maito’nun Merkez Ülkelerin 1855-2005 Arası Kâr Oranları Grafiği Kullanılarak Yapılan Evrelendirme Çalışması[22]

Keynesyen ekonominin hâkim olduğu dönemde sermaye hareketleri doğrudan yatırımlar veya uzun vadeli banka kredileri şeklinde ve çoğunlukla devlet otoritesinin mutlak kontrolü altında olan resmî kanallar aracılığı ile gerçekleşmekteydi. Bretton Woods[23] anlaşmasıyla finans sermayesi, sanayi sermayesi tarafından engellenmiş, getirilen altın standardı (x Dolar = x Ons) ile finans sermayesinin para üzerinden para kazanma imkânı kısıtlanmıştır. Keynesyen dönemde bankalar klasik işlevlerine uygun olarak, kapitalist üretim-tüketim döngüsünün bir unsuru olarak formatlanmıştır.

Sermaye hareketlerinin serbest dolaşımını sınırlayan korumacı Bretton Woods rejiminin terkedilmesi, dalgalı kur rejimine geçilmesi, malî sermayenin önündeki yasal engellerin kaldırılması, yeni teknolojik gelişmeler ve finansal piyasalardaki araçların çeşitlenmesi sonucu yeni sermaye akımları başlamıştır. Çok uluslu bankalar aracılığı ile kredi, faiz vb. finansal araçlar ile yeni gelişen ülkelere yönelik yatırım, sıcak para ve sermaye ihracı hızlanmıştır. Bu dönemde dünya genelinde dış ticarette uygulanan gümrük tarifelerinde %90 oranında azalma kaydedilmiştir (Bkz. Grafik 6-7).

Kapitalist işleyişte değerli maden, meta, taşınır-taşınmaz mülk, hammadde vb. somut varlıklarının oranı ve ağırlığı globalleşme dalgasının yaşandığı dönemlerde azalmış bununla paralel; faiz, kredi, temettü, bono, kâr payı, hisse senedi vb. malî enstrümanlar ile soyut, sanal varlıkların oranı ve ağırlığı artmıştır. Bu süreçlerde malî işlemlere dayalı devasa varlık-servet transferleri yaşanmıştır. Finans kapitalistleri, toplumda soyut sanal (günümüzde dijital) spekülatif finansal varlıklara olan iştahı arttırıp bunlara yatırım yapılmasını sağlar ve sonra gerçek zenginlik kaynağı olan somut varlıkları satın alırlar. Öyle ki modern sanayi kapitalizminin altın çağı olarak ifade edilen bir dönemde, 1955’te Amerika’da fiziksel/somut varlıkların ekonomideki ağırlığı %87 iken, 70’li yıllarda başlayan globalleşme dalgasıyla birlikte, fiziksel/somut bu varlıkların oranı gittikçe azalmıştır. Bu rakam bugün %14 civarında bulunmaktadır; geriye kalan %86 maddî olmayan soyut ve dijital varlıklardan oluşmaktadır. Burada yaşanan varlıkların niceliksel azalması değildir, paradan para kazanan finans sermayesinin yarattığı karşılığı olmayan paraların ve değerlerin oranının ölçüsüz bir şekilde büyümesidir. 2016 yılında yapılan bir analize göre, Londra Menkul Kıymetler Borsası’nda işlem gören en değerli (piyasa değeri en yüksek) 25 şirketin, 2015 sonunda toplam varlıkların sadece %8,6’sının fiziksel/maddî varlıklardan oluştuğunu göstermektedir.[24]


Grafik 6: Gösterilen “Ticarî Açıklık Endeksi”[25]


Grafik 7: Ticaret Miktarı ve Vergiler Arasındaki İlişki (1973-1995 Arası)[26]

Hâlihazırda, görece yakın bir zaman önce sonlandırılan İkinci Globalleşme dalgasının etkilerini yaşamaktayız. Yeni bir dönem ve hatta yeni bir dünya düzeni inşa edilmektedir. Bu yeni düzen ulus-devletler ile ülke ve toprak bağımlı sanayi kapitalistlerinin kontrolünde ilerlemektedir. Bu yeni düzeni inşa eden teorik akla göre günümüz dünyası; büyümenin limitlerinin aşıldığı, doğal kaynakların kıtlaştığı, nüfus-gıda-enerji başlıklarında zirvelerin görüldüğü tarihsel bir ara kesittir.

21. yüzyılın Kapital’ini yazdığını iddia eden sol liberal iktisatçı Thomas Piketty’ye göre yavaş büyüme ve özellikle sıfır hatta negatif demografik büyüme rejimine dönmek, sermayenin yeniden yükselişe geçmesi demektir. Demografik büyümenin düşük olduğu, yani nüfusun artmadığı, hatta nüfusun azaldığı ülkelerde yeniden çok büyük sermaye birikimleri oluşması eğilimi, β=s/g yasası ile ifade edilir. Bu ekonomilerde, geçmişte biriktirilmiş olan servet büyük önem taşır. Piketty açıkça verimliliğin artması ve nüfusun azalmasının yapısal büyümenin önünü açacağını; bu durumun sağlanamadığı yerde de kapitalistlerin gerçekten de kendi mezarlarını kazmış olacaklarını vurgulamaktadır.[27]

Piketty’nin üstü örtük bir şekilde vurguladığı model başka bir düzlemde, Birinci Globalleşme dalgasının sonunda yaşanan süreçle benzerlikler taşımaktadır. Bu model Piketty’nin ifade edemediği düzeltici bazı olayları gerektirmektedir. Kurulan denkleme göre nüfusun kontrolü ve devamında azaltılması, düzeltici olaylara karşı oluşabilecek öfke, tepki ve reaksiyonları en aza indirmek için “insanın kontrolü” zorunludur, zira verimlilik artışı nüfus kontrolünün hemen arkasından gelecektir. İçinde olduğumuz ve de hızla içine çekildiğimiz yeni düzen Maltusyen ve Keynesyen iktisat prensiplerine göre dizayn edilmektedir. Neo-Keynesyen ve Neo-Maltusyen iktisatçıların ve toplum bilimcilerin bu denli öne çıkmalarının ve bu süreci neo-kolonyalizm, neo-feodalizm, lokalizasyon vb. kavramlar ile tarif etmelerinin sebebi, kurmaya çalıştıkları yeni düzenin temel mantığını açık etmektedir. Bu plân, kurgu ve projeksiyonun sahipleri tarafından vakanın adını belirlemek üzere seçtikleri “Büyük Resetleme” (Big Reset) marifetiyle, sistemin yapısını bozan, ağırlaştıran, kasmalara sebep olan faktörler düzeltilecek, daha önce yüklenmiş güncelleştirmeler aktive edilecek böylece eski sürümün kusurları ve aksaklıkları giderilmeye çalışılacaktır. Büyük bir çabayla inşa etmeye çalıştıkları bu yeni iktisadî ve toplumsal düzenin ana işletim sistemi kuşkusuz yine kapitalizm olacaktır.

Her Şeyin Zirvesi ve Büyük Sıfırlama

Ulus-devletlerin toprak/ülke bağımlı merkeziyetçi güçleri, malî/finans sermaye fraksiyonunun yeni gelişen ülkelerde yürüttüğü ekonomik büyümeye dayalı globalleşme programının, “her şeyin zirvesi”nin (Peak of Everything) görüldüğü bir dönemi yarattığı tespiti üzerinden toplumların ekonomi-politik yönelimini tayin etmektedir. Bu bağlamda, finans sermayesini büyük ölçüde dizginleyen ve kontrol altına alan majör ulus-devletlerin uluslararası örgütlenmesi, Birleşmiş Milletler, G7 ve Davos toplantılarında belirlenen gündem ve alınan kararlarla yeni bir kapitalist aşamayı, yeni bir toplumsal-kültürel yapıyı bu ekonomi-politik yönelim uyarınca adım adım hayata geçirmektedir. Özellikle enerji-gıda-nüfus başlıklarında yüzlerce araştırma-inceleme-rapor bu toplantılarda görüşülmekte ve çeşitli boyutlarda bağlayıcı kararlar alınmaktadır. Sözü edilen bu yeni kapitalist aşamayı ve yönelimi koşullayan iki ana sebep bulunmakta; düşen kâr oranlarının yükseltilebilmesi ve enerji-gıda-nüfusun yeniden dengelenebilmesi. Bir önceki başlıkta açıklandığı üzere; son 20 yıldaki ortalama yıllık kârlılık düşüşü devam ederse, G7 ülkelerinin kâr oranı 2050 yılına kadar sıfıra ulaşacak, burada düşen trendin kırılması ve yeni bir canlanma dönemi yaşanabilmesi için elbette sabit koşullarda birtakım değişikliklerin gerçekleşmesi gerekiyor. Böyle dönemlerde ulus-devlet ve toprak bağımlı sermaye fraksiyonları “düzeltici olaylara” (corractive event) ihtiyaç duyarlar. İçinde olduğumuz süreç tam da “düzeltici olayların” hız kazandığı bir döneme tekabül etmektedir. Bu dönemin iktisadını, toplumsal, ideolojik, felsefî dönüşüm noktalarını anlamak, değişen insanî-toplumsal değerler sistemlerini kavramak zaruridir. Zira insanlığın ve toplumların gelecek yüzyılı bu dönemde inşa edilmektedir.

Düzeltici politik bir müdahale olarak tanımlayabileceğimiz Covid-19 Pandemisi, küçülme/daralma/yavaşlama/lokalleşme vb. olguların tüm ülke ve toplumların gündemine kuşatıcı bir ana mesele olarak yerleşmesine vesile olmuştur. Deniz aşırı ticaret, geniş tedarik zincirleri, insan ve malların hareketliliği Korona öncesinde olduğu gibi yürütülemeyecektir. Örneğin; Post Korona döneminde yer değiştirme ve seyahat, yolculuk çağında olduğu ölçüde ucuz olmayacaktır. Kapitalist işleyişe ilişkin bu yeni zorunlulukların bölgesel üretim ve lojistik merkezleri, daraltılmış ve lokalize edilmiş yeni ticaret rotaları ve tedarik ağlarını ortaya çıkaracağı anlaşılmaktadır. Bu durumun da kaçınılmaz olarak yeni jeopolitik-jeostratejik denge ve konumlanmalar ortaya çıkaracağı düşünülebilir. Dolayısıyla Post Korona döneminde küresel kapitalist işleyişte enerji ve enerji ile ilişkili başlıkların daha da önemli hâle geleceği görülmektedir.


Grafik 8: Büyük Sıfırlama Kavram Haritası[28]

Henri Deterding, 1916’da Shell Şirketi’nin Amerika’daki bir üst düzey yetkilisine yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Yaşadığımız yüzyıl bir yolculuk çağıdır. Savaşın yarattığı huzursuzluklar yolculuğa duyulan gereksinimi daha da pekiştirecektir.” Bu sözler Birinci Dünya Savaşını izleyen günlerde hızlıca kanıtlanmış ve sonuçları itibariyle sadece petrol sanayisini değiştirmekle kalmayıp, Amerikan yaşam tarzı ve sonra da global yaşamı değiştirmiştir.[29] Bugün küresel ölçekte yaşananların temelinde geçmişte bol ve ucuz olan petrolün artık eskisi kadar bol ve ucuz olmaması yatmaktadır. Dolayısıyla “kentsel toplumlara hayat veren kan” olarak tarif edilen petrolün devri kapanmaktadır.

1956’da M. King Hubbert, kendi geliştirdiği modele göre Amerika Birleşik Devletleri, petrol üretiminin 1965 ile 1971 arasında zirve yapacağını tahmin etmiştir. Hubbert, daha sonra, 1974’te “mevcut eğilimler devam ederse”, dünya petrol üretiminin 2000 senesine yakın bir zamanda zirveyi göreceğini iddia etmiştir.[30] Hubbert’in ABD petrol üretiminin zirvesini doğru tahmin ettiği bilinmektedir. Dünya petrol üretimi için beklediği tarih ise 2000’li yıllara yakındır ancak enerji verimli arabalara geçiş, ısıtma için elektrik ve doğal gaz kullanımının yaygınlaşması vb. faktörlerin etkisiyle 80’lerin başında, küresel petrol tüketimi fiilen düşmüş ve Hubbert’in teorisine göre zirve noktası yeniden hesaplanmıştır. 2001 yılında, Princeton Üniversitesi’nde Kenneth S. Deffeyes, Hubbert’in teorisini kullanarak dünya petrol üretiminin 2003 ilâ 2006 arasında (yüksek olasılıkla 2005’te) zirve yapacağını tahmin etmiştir.[31] Yaptığı hesaplamanın doğru olduğuna yönelik inancı tam olan Deffeyes, 2009’un sonlarında şöyle yazıyordu: “Petrol üretiminin bir daha 2005 seviyelerine tırmanmasının pek olası olmadığını düşünüyorum.”[32] Bu çalışmadan bağımsız olarak Phibro istatistikleri, büyük petrol şirketlerinin 2005’te en yüksek üretime ulaştığını göstermektedir (Bkz. Grafik 2-3). Ayrıca 2005 senesinde Worldwatch Enstitüsü, 48 büyük petrol üreticisi ülkenin 33 tanesinde petrol üretiminde düşüş olduğunu gözlemlediklerini, diğer ülkelerin de bireysel petrol üretim zirvelerini geçtiklerini bildirmiştir.[33] Bunların yanında, yıllardır Uluslararası Enerji Ajansı’nın baş ekonomisti olarak görev yapan Fatih Birol, 2011 yılında “dünya için ham petrol üretiminin 2006’da zirve yaptığını” belirtmiştir.


Grafik 9: Dünya Petrol Üretimi (Yeğin, 2010, s. 28)


Grafik 10:  Dünya Petrol Üretiminin En Yüksek Olduğu Yıl Tahminleri (ABD EIA)[34]

Bu kısa özetten anlaşılacağı üzere dünyada petrol ve enerji kıtlığı kaynaklı çeşitli toplumsal ve politik yansımaların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Yenilenebilir (güneş, rüzgâr, nükleer) enerji ve diğer fosil yakıtlar (kaya gazı, kaya petrolü, biyo-yakıt, vb.) EROİ[35] değeri açısından marjinal faydasının yüksek olmaması nedeniyle enerji ihtiyacını yeterli ölçüde karşılayamamaktadır. EROİ terimi kabaca, havzadan petrolü çıkarmak için kullanılan teknoloji, enerji nakil hatları, rafineri vb. süreçlerde harcanan enerjiyi ifade etmektedir. Havza zirveyi gördükten sonra üretimin azalması aynı zamanda üretim için harcanan birim enerjinin de artması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla plato oluşmuş ve üretimi düşen havzalarda petrolün daha derinlerden çıkarılmak zorunda olması harcanan enerji ve maliyetleri de yükseltmektedir. Kısacası petrolün ilk çıkarılmaya başlandığı yıllarda, neredeyse kazma vurulan yerden petrol fışkırırken, günümüzde yatakların zirveyi görmüş olmasından dolayı derinlerden çıkarmanın maliyeti oldukça yüksektir.

20. yüzyılın başlarında fosil yakıtların EROİ’si 100/1’e varan ölçüde yüksekti. Bu rakam yıllar içinde önemli ölçüde düşmüştür.[36] Örneğin, 1950’de küresel petrol üretiminin EROİ’si 44/1 civarındaydı. Yani harcadığınız her enerji birimi için 44 birimlik bir enerji çıktısı elde edilmekteydi. 1960 senesinde yaklaşık ortalama EROİ 35/1 iken, 1980’de 15/1’e düşmüştür. Bu değer 2020’de 8/1’e kadar düşmüştür. 2040 senesine kadar petrol üretiminin plato çizmesi ve 6,7/1’e düşmesi beklenmektedir (Bkz. Grafik 4-5). Dolayısıyla petrol ve doğalgaz endüstrisi petrol ve doğalgaz çıkarmak için gün geçtikçe daha çok enerji tüketmek zorunda kalmaktadır, böylece sanayi kapitalistlerinin kâr oranları düşmekte, üretim maliyetleri ve bunlardan doğan borçlar artmaktadır. Kapitalizmin merkez ülkelerinde geçmişte kapatılan nükleer enerji santrallerinin yeniden açılmasının hazırlıkları yapılmaktadır. Yeni kapitalist evre özellikle enerji başlığında henüz geri dönüşü olmayan bir sarmalın içinde bulunmaktadır.

Enerji uzmanı Ahmed Nafeez, 2050 yılına kadar petrol üretmeye devam etmek için küresel petrol rezervlerinden elde edilen enerjinin yarısının yeni ekstraksiyona geri verilmesi gerekeceğinden bahsetmektedir. Yani daha evvel de bahsettiğimiz gibi 2050 yılına gelindiğinde petrolün EROİ’sinin 2/1 değerine ulaşacağı hesaplanmaktadır. Enerji uzmanları kendi kendini yenen bu fenomen için “enerji yamyamlığı” tabirini kullanmaktadır.[37] Bu karartıcı tabloya rağmen güncel durumda, petrol ve doğalgaz hâlâ EROİ’si en yüksek enerji kaynaklarıdır. Öyle ki petrol dışı kaynaklardan enerji üretim sürecinde, kabaca ifade edersek, petrolde 10 birim enerji elde etmek için 2 birim enerji kullanmak yeterliyken, petrol dışı kaynaklarda 10 birim enerji elde etmek için yaklaşık 6-7 birim enerji harcamak gerekmektedir. Rüzgâr ve güneş enerjisi göründüğünün aksine EROİ değeri açısından yüksek enerji gerektiren ve maliyeti yüksek alternatiflerdir. Kaya gazı ve kaya petrolü olarak tabir edilen enerji kaynaklarının da EROİ’si oldukça düşüktür. Lityum pilleri, güneş enerjisi elde edilen hücreler, rüzgâr gülleri ve bu sistemlerde kullanılan bütün teknolojik unsurların elde edilmesi için harcanan birim enerji ve yatırım maliyetleri petrol ve doğalgaza göre oldukça yüksektir. EROİ’nin bu denli önemli olduğu bir durumda ve somut gerçekte petrolün ikamesi zor bir enerji kaynağı olduğu ortadadır.

Dolayısıyla uzun yıllar kapitalist gelişmenin motor gücünü oluşturan bol ve ucuz enerji kaynağı olan petrol, içinde bulunduğumuz dönemde hayatî önemdedir. Gelişmiş kapitalist batı ülkeleri dünya rezervlerinin gelecekte kendisinin kullanımına imkân verecek şekilde jeopolitik-jeostratejik adımlar atmakta bu vesileyle çeşitli bloklaşmalar oluşmaktadır. Ortadoğu’nun istikrarsızlığın merkezi olması, Çin’in enerji kaynaklarına ulaşmasının engellenmesi için çevrelenmesi, nakil hatları üzerinde yer alan ülkelerin turuncu devrim, darbe vb. süreçlerle kontrol edilmesi bu yönde gelişmelerdir.


Grafik 11: Yıllara Göre EROİ Değeri’nin Değişimi (Ahmed, 2021)


Grafik 12: Yıllara Göre EROİ Değeri’nin Değişimi (Ahmed, 2021)

Enerji başlığında sıralanan bütün kavram, durum, olgu, eğilim, uygulama ve politikalar küresel ölçekte total enerji kullanımını azaltmaya, sınırlamaya ve kontrol etmeye dayalıdır. Bu başlıktaki maddeler doğrudan veya dolaylı enerji yetersizliğini/kıtlığını ve petrol zirvesi (peak oil)[38] teorisini temel alarak oluşturulmaktadır. Nüfus başlığında dünya genelinde, özellikle de kapitalizmin geliştiği ve gelişmekte olduğu (daha çok kişi başı enerji tüketiminin yüksek olduğu) ülkelerde nüfus artış hızının durdurulmasına yönelik politika ve uygulamalar hayata geçirilmektedir. Kapitalizmin bu yeni aşamasında, önceki başlıkta değinildiği üzere, toplum ve iktisat elementleri Neo-Malthusyen ve Neo-Keynesyen akımların politikaları tarafından belirlenmektedir. Büyük dönüşümler; şeklî-formel-morfolojik değişimlerin yanında, felsefî-ideolojik-ahlâkî ve insanî değerlerin de dönüşmesini zorunlu kılmaktadır. Bu noktada, kaynaklar ve kaynakların yönetimi bağlamında enerji-nüfus-gıda başlıkları iç içe kavramlardır ve kapitalist örgütlenmenin temel meseleleri durumundadır. (Bkz. Tablo 1).

Birleşmiş Milletler Nüfus Birimi’nin raporlarında 1968 küresel nüfus artışı %2,1’lik artış ile büyüme hızının zirve noktası olarak görülmesine rağmen bugün hâlâ verilere 82 milyonluk bir nüfusun eklendiği ve bunun sürdürülemez olduğu vurgulanmaktadır.[39] Nüfus artış hızını kontrol etmek ve kitleleri daha kolay yönetmek için gıda arzının dünya genelinde merkezîleşmesi sağlanmaktadır. Bu düzenin gelecek kurgusunda insanların bahçelerinde, tarlalarında hatta balkonlarında kendilerine yetecek yiyecek ihtiyacının bile üretilmesine izin verilmemesi yatmaktadır. Birbirinden bağımsız ve ilişkisiz gibi görünen çok sayıda eğilim, gelişme, uygulama, yaptırım, yasal düzenleme, anlaşma vb. olguların tamamı kapitalizmin gelecek projeksiyonuna eklemlenen birer makine dişlisi hassasiyetiyle üretilmektedir. Öyle ki Covid-19 Pandemi sürecinin baş aktörü durumunda bulunan Bill Gates’in dünyanın en verimli arazilerinden, neredeyse Türkiye büyüklüğünde tarımsal araziler satın alıyor olması yakın ve orta vadeli gelecekte küresel gıda arzının iyice merkezîleşeceğini göstermektedir.[40] Henry Kissinger’a atfedilen, “gıda arzını kontrol eden insanları, enerjiyi kontrol eden ülkeleri yönetir,” sözü başka bir düzlemde, içinde olduğumuz dönemde somutluk kazanmaktadır.

Nüfus, gıda, kaynaklar ve bunların yönetimi dendiğinde elbette ilk akla gelen isim Thomas Robert Malthus’tur. Malthus 1798’de yayınladığı nüfus teorisinde, nüfusun artmasının ekonomik büyümeyi ve zenginleşmeyi olumsuz yönde etkileyen bir faktör olduğunu, dolayısıyla nüfus artışı ile besin kaynakları arasındaki farkın dengelenmesi için nüfus artışını ve insanın üremesini/doğurganlığını kontrol altına almak gerektiğini söylemektedir. Malthus’un nüfus teorisine göre; nüfus 1, 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256, 512... şeklinde geometrik, gıda maddeleri ve kaynaklar ise; 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10... şeklinde aritmetik artmaktadır. Malthus, söz konusu denklemdeki eşitsizliğin zaman içinde ekonomik büyümeyi engelleyeceğini ve toplumun genel refahını bozacağını savunmuştur. Bu eşitsizliğin giderilmesi için iki yol önerilir:

1. Baskıcı veya negatif engeller: Ölüm oranlarını arttıran, o yüzden de “kontrolsüz engeller” olarak tanımladığı bu faktörler arasında savaşlar, kıtlık ve salgın hastalıklar vb. öneriler bulunmaktadır.

2. Önleyici tedbirler: Temelde doğurganlık oranını azaltmayı hedefleyen bu tedbirler arasında fuhuş (üreme amaçlı olmayan cinsel faaliyet), ahlâkî kısıtlamalar (evlenmeden çocuk sahibi olmaya izin vermeyen ahlâkî değerler), evlenme yaşının ileri atılması böylece çocuk sahibi olma yaşının geciktirilmesi vb. değerler mevcuttur.[41]

Malthus’un bu fikirleri ileri sürüldüğü dönemde yeterli desteği bulamamıştır çünkü Malthus bu fikirleri kapitalist gelişmenin nitelikli yahut niteliksiz her türlü emek gücüne su gibi muhtaç olduğu bir çağın arifesinde dile getirmiştir.

Enerji
Nüfus
Gıda
İklim değişikliği
Doğum kontrolü
Yapay et
Yeşil dönüşüm/mutabakat
Pandemi
GDO
Karbon ayak izi
Yaygın aşılama, yeni nesil aşı uygulamaları, aşı zorlaması
Hormona ve ilaca dayalı konvansiyonel tarım
4. Sanayi Devrimi, karanlık fabrika, nesnelerin interneti
Kürtaj serbestliği ve ötenazi
Fast food
Tedarik zincirleri, bölgesel üretim merkezleri
Trans-hümanizm
Veganizm, vegan beslenme
Temel gelir
Bireyselliği özendirici sosyal-kültürel-ideolojik politikalar
Nişasta bazlı şeker
Dijitalleşme
Porno sektörü, eşcinsellik özendirici sosyal-kültürel-ideolojik politikalar
Böcek, yapay et vb. özendirici politikalar
Venezuela ambargo, istikrarsızlık
Ailenin ve yerel dayanışma-yardımlaşma biçimlerinin parçalanması
Sağlıksız beslenmeyi özendirici politikalar
Yenilenebilir enerji
Modern tıp uygulamaları, ilaç bağımlı tedaviler
Tarımsal alanların merkezîleştirilmesi
Çevrecilik
Neo-feminist ideoloji

Afganistan, Irak, Suriye, Ukrayna işgali, Suudi Arabistan-Yemen Savaşı
Göçmenler, sığınmacılar (düşen kâr oranlarını arttıracak yeni tip iş gücü)
Kırsal yaşamın çözülmesi ve tarımsal faaliyetlerin büyük şirketlere devredilmesine yönelik politika
Metaverse
Kimyasal spreyleme

Dijital/kripto para


Neo-kolonyalizm


Tablo 1: Enerji-Nüfus-Gıda Konu Başlıklarıyla Doğrudan veya Dolaylı Olarak İlişkilendirilen Kavram, Durum, Olgu, Eğilim, Uygulama ve Politikalar

Kapitalizm gelişme aşamasında ucuz emek gücü ve yedek işsizler ihtiyacını yoğun bir şekilde yaşamıştır, zira kapitalizmin gelişme aşamasının yaşandığı dönemde yoğun bir kırsal yaşam vardır ve nüfusun büyük bölümü kentlerden uzak olan kırsal bölgelerdedir. Bu nedenle kapitalistler kentlerde mevcut nüfus yapısının her zerresini kullanmıştır, öyle ki vahşi kapitalist dönemde yoğun bir çocuk[42] ve köle emeğine dayalı olan üretim temelde nüfus eksikliğinden kaynaklanmıştır. Kapitalizm bu süreçte çeşitli düzlemlerde kırsal yaşamı çözmeye ve kentsel nüfusu arttırmaya yönelik politikalar yürütmüştür. Nihayetinde, sürecin devamında kır yaşamı çözülmüş, kentsel nüfus kapitalist üretimi büyültecek derecede artırılmış ve amaçlanan kapitalist birikim sağlanmıştır.

Kapitalizmin içinde bulunduğumuz evrede ise tersi bir durumla karşı karşıya kaldığı anlaşılmaktadır. Robotlaşma, dijitalleşme, otomasyon-yarı otomasyona dayalı az insan/insansız üretim insan yığınlarının büyük bölümünü gereksiz hâle getirmiştir. Bu noktada burjuva iktisatçılar Malthusyen politika ve uygulamalar önermektedir. Kapitalist üretimin yeni evresinde, kâr oranlarının artmasını sağlayacak şekilde; az enerji ve gıda tüketme alışkanlığı olan insan topluluklarının üretimin içinde olması, çok enerji ve gıda tüketme alışkanlığı olanların ise reel üretimin dışına itilmesi, devamında ise nüfuzsuzlaştırılması kurgusu bulunmaktadır. Bu kurgu uyarınca, yeniden biçimlenen kapitalist üretim merkezlerinde, göçmen emeğine dayalı üretim[43], sanayi kapitalistlerinin kâr oranlarının artmasını sağlayacak başat bir mesele hâline gelecektir.

Dünyanın bir asırdan fazla bir süre önce girdiği büyük demografik dönüşüm sona eriyor: Küresel nüfus artışı yarım asır önce zirveye ulaştı, bebek sayısı da zirveye ulaştı ve dünyadaki kadınların yaş profili değişiyor. ‘Nüfus ivmesi’ yavaş yavaş ivmesini kaybediyor. Bu, hâlâ artan bir dünya nüfusunu beslemenin ve desteklemenin kolay olacağı anlamına gelmiyor, ancak nüfus artışını kontrol altında tutanın yüksek ölüm oranı değil, düşük doğurganlık oranları olduğu yeni bir dengeye kesinlikle gidiyoruz.[44]

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde refahın ve dolayısıyla sağlığın iyileşmesi uzun yaşamın artması, aynı zamanda nüfusun artması anlamına geldiği söylenebilir. Sağlık sistemleri, büyük ölçüde nüfusun kontrol edilmesi yönünde bir projeksiyona sahiptir, insanları iyileştirdiği ise bir yanılsamadan ibaret görülebilir zira sağlık-tıp-ilaç endüstrisinin birincil amacı hasta-ilaç-tedavi-hastane sürecini sürekli kılmaktır. Halk sağlığı ve önleyici müdahaleler yerine konvansiyonel uygulamalar bu alanda faaliyet gösteren küresel ölçekli şirketlerin kâr oranlarını sürekli artırmaktadır.[45]

Türk Tabipleri Birliği başkanlığını yapmış Füsun Sayek, 1 Kasım 2003 tarihli Tıp Dünyası Dergisi’ne yaptığı açıklamada tuhaf bir duruma değiniyor. Doktorların emek mücadelesi üzerine konuştuğu açıklamasında Sayek, etik bir tavırla doktor grevlerinin beklendiği gibi halk ve birey sağlığına olumsuz etki göstermediğini de ifade etme ihtiyacıyla ilginç bilgiler veriyor. Bu bilgilere göre; İsrail’de 1973’te 30 gün süreyle doktor eylemi olur. Bu süre içerisinde ölüm oranları %50 azalır. Kolombiya’nın başkenti Bogota’da 1976’da 52 gün süren doktor grevi olur. Ölüm oranları %35 düşer. 1976’da Amerika’nın Kaliforniya eyaletinde doktorların yaptığı 5 hafta süreli grevde, Los Angeles kentinde ölüm oranı %18 azalır. Grevin ardından %20 artar. 1961’de Kanada’da yapılan ve 23 gün süren doktor eyleminde ve dünyanın birçok yerindeki benzer olaylarda yaklaşık aynı sonuçlarla karşılaşılır.[46] Modern tıp ve sağlık endüstrisi, kaşıkla verdiğini kepçeyle alan bir mekanizmadır. İstatistiki kayıtların tutulduğu Amerika’da yıllık toplam ölümlerde hastane, doktor ve tıbbî yanlışlardan kaynaklı ölümler, ölüme yol açan en büyük üçüncü nedendir. Amerika’da BMJ isimli tıp dergisinde, Johns Hopkins Üniversitesi’nden bilim insanlarının yayınladığı makaleye göre, Amerika’da tıbbî hatalar nedeniyle her yıl 250 binin üzerinde ölüm vakası yaşanıyor.

Başka bir düzlemde devletler, daha evvel de ifade edildiği üzere insanların hareketini minimize edecek çok çeşitli yeni politika ve uygulamalar başlatmaktadır. Bu süreçte globalizasyon çağrıştıran kavramlar, yerini lokalizasyon temalı kavramlara bırakmaktadır. Bu yeni dönemin felsefî, ideolojik-teorik altyapısının hazırlanmış olduğu görülmektedir. Zira dijital tabanlı metaverse, kripto para, nesnelerin interneti, karanlık fabrika vb. gelişmelerin belli bir noktaya bağlandığı aşikâr. Matrix serisinde somut, etten kandan oluşan gerçek insanların, içi plazma madde dolu tüpler içinde yaşatıldığı, Matrix diye adlandırılan sanal âlemde ise insanların sadece dijital yansımalarının bulunduğu bir dünya kurgusu/tasavvuru işlenmekteydi. Matrix esasında gelecekte yaratmaya çalıştıkları dünya ve toplum düzeninin bir anlatısı şeklindeydi.  Bugün “metaverse evreni” ile realize edilmeye çalışılan dünya ile Matrix’in aynı dünya olduğu anlaşılmaktadır. Tasavvur edilen dünyada belki içi plazma madde dolu tüpler olmayacaktır ancak blockchain temelli kanıta dayalı NFT, dijital kimlikler, yapay et, temel gelir, sıfır karbon salınımı, minimum enerji tüketimi vb. olgularla çevrelenmiş bir insanlık inşa edilmektedir. Bütün bu iç karartıcı gelecek kurgusu elbette bir ölçüde kurgudan ibarettir, kadir-i mutlak değildir. Marx’ın dediği gibi, “Tarihte olmuş olan her şey, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur.”

Jeopolitika-Jeostrateji-Realpolitika

İktisadî ilişkiler ve üretim biçimleri devletlerin ve milletlerin jeopolitika ve jeostratejilerine yansır. Örneğin, kapalı ekonomi modellerinde üretim-tüketim fonksiyonu içinde sınır ve ulus başat olgulardır ancak sermaye döngüsü belli bir noktadan sonra tıkandığında kapalı devre üretim ilişkilerinin hâkim olduğu yapının sınırları zorlanmaya başlar. Devamında hammadde, zengin doğal kaynak, ucuz işgücü ve yeni pazarlara olan ihtiyaç sömürgeci bir yayılmacılığın ortaya çıkmasına neden olur. Sermayenin bu hareketi hegemon bir devletin desteğine ve fiilî müdahalesine ihtiyaç duyar, bu noktada devlet ve sermaye/sermaye fraksiyonları arasında gel-gitli, bazen oldukça düz ve tek boyutlu bazen de oldukça girift ve çok boyutlu, karmaşık ilişkiler doğmasına neden olur.

İktisadî ilişkiler alanında cereyan eden gelişmeler aynı zamanda toplum ve devlet düzeninin de bir biçimde değişmesini koşullar. Bilindiği üzere devlet ve sermaye arasındaki ilişki kapitalizmin ilk dönemlerinde yer yer uyumlu, yer yer de çekişmelidir ancak feodal devlet ve toplum düzenin kurumları, bu kurumların dinî, felsefî, ideolojik hatta askerî temsilcilerinin direnci ve direnişi uzunca bir dönem boyunca belirleyicidir. Kapitalizmin merkez ülkelerinde eski düzenin sahibi olan kilise ve aristokrasinin sermaye sınıfı ile uzlaşması ancak burjuva devrimleri, savaşlar ve iç savaşlar sonucunda mümkün olmuştur.[47] Sözü edilen süreçte ticaret-malî-sanayi sermaye sahipleri neredeyse mutlak bir uyum içinde eski düzenin feodal-aristokratik yapıları ile mücadele etmiştir. Başlarda tefecilik ve ticaret yoluyla meydana gelen para sermayesinin sanayi sermayesine dönüşmesi kırsal yerlerde feodal hukuk düzeni, kentlerde ise lonca örgütleri ile önlenmişti. Sürecin devamında imparatorluklar dağılmış, burjuvazinin dünya görüşüne ve ihtiyaçlarına uygun parlamenter, liberal devlet yapılanmaları ortaya çıkmış, kısmen topraklarından atılması ile kırsal nüfus mülksüzleştirilmiş ve böylece yukarıda sözü edilen malî sermayenin sanayi sermeyesine dönüşmesini önleyen engeller kaldırılmıştır.[48] Aslında feodalizmin dönüşümü aynı zamanda küçük toprak ve arazi sahibi olan halkın zorla mülksüzleştirilmesi sürecini de ifade etmektedir zira her dönüşüm momentinin merkezinde geniş halk yığınlarının mülksüzleştirilmesi yatmaktadır.[49] Dolayısıyla aristokratik yapılar ve oluşumlar sözü edilen dönüşüm ve yeni evreye geçişte gücünü, imtiyazlarını, yahut etki alanını tamamen kaybetmemiştir. Marx’ın önemle vurguladığı gibi burjuva ilerleme, parlamento eliyle halka ait toprakların yağmalanmasında bir araç hâlini almıştı. Ortak, geniş komünal toprakların gaspı konusunda parlamento ve yasalar, toprak beylerinin halka ait toprakları özel mülkiyetlerine geçirmelerini, yani halkı mülksüzleştirmelerini sağlayan kararnameler çıkarmıştır. Sürecin devamında ortaya çıkan gelişmeler, bağımsız küçük çiftçilerin ve kırsal nüfusun ağırlıklı bir bölümünün yerini yıllık sözleşmelere dayanan kiracı işçilerin almasına, bunların da ileride sanayi proletaryası hâline gelmek üzere “serbest kalmasına” yol açmıştır.[50] Burjuvazi ve aristokrasi arasındaki yığınların mülksüzleştirilmesi konusundaki iş bölümü ve uyumları bu noktada dikkat çekicidir.

Feodal dönemin merkeziyetçi güçlerinin, özellikle toprak ve askerî aristokrasisinin, monarşik devlet yapısının, derin devlet ve müesses nizam (establishment) kurumlarının aslında bilinenin ve genel anlatının tersine 20. yüzyılın başına kadar oldukça etkili ve belirleyici bir güce sahip olduğuna dair değerlendirmeler de vardır. Örneğin Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter, Avrupa’nın sürekli hâkimiyet altında tutulmasının aslında aristokrasiler, monarşi ya da yarı monarşilerce yürütülen bir emperyalizm programı kapsamında olduğunu, burjuvazinin ise feodal yapıda olan emperyalist bir despotizme boyun eğdiğini söylemektedir. Schumpeter’in değerlendirmesine ek olarak Amerikalı tarihçi Arno Mayer, Persistence of the Old Regime adlı kitabında Avrupa’da 1914 yılından önce endüstrinin ve burjuvazinin tamamen etkisiz kaldığını, sosyal ve politik açıdan aristokrasinin hâkim olduğunu vurgulamaktadır.[51]

Schumpeter ve Arno Mayer’in değerlendirmelerini Tocqueville’nin görüşleri ile birlikte düşünmek gerekiyor çünkü Tocqueville’nin görüşleri de resmî tezlerden ve ana akım anlatıdan aynı paralelde farklılık göstermektedir. Tocqueville, bizim aristokratik yapının ve feodal düzenin temsilcilerinin gelmekte olan yeni düzenle “uyumlanması” olarak ifade ettiğimiz sürecin, devrimden çok önce zaten başladığını söylemektedir. Tocqueville, devrimin Jakobenler ve imparatorluk tarafından tamamlanmadan önce monarşi tarafından büyük çapta gerçekleştirildiğini düşünmektedir. Ona göre adına “Fransız Devrimi” denilen yeri, yurdu, zamanı kayıtlanmış ve bir başlangıç olarak kutsanmış olay ise öncesindeki siyasî ve toplumsal evrimin hızlanmasından başka bir şey değildir.[52]

Sözü edilen uzlaşı ve uyumlanma sürecinde feodal düzenin ve dağılan imparatorlukların kurum ve temsilcileri kendilerini zorunlu olarak çoğunlukla, ülkelerin sanayi ve toprak aristokrasisi içinde konumlandırmışlardır. Üretime dayalı, toprak ve ülke bağımlı sermaye fraksiyonunun tarihsel-kültürel-düşünsel olarak eski imparatorluk anlatılarına bağlı olmalarının kök nedeni, bu bağlamda saklıdır. Zorunlu uzlaşma ve uyumlanma süreci sonunda ulus-devletlerin merkezi, bahsi edilen geleneksel güç unsurları tarafından doldurulmuştur. Söz konusu unsurlar neredeyse her dönem gücünü ve etkisini belli bir seviyede koruyabilmiş, bazen de belirleyici hâkim güç hâline de gelebilmiştir. Bu süreç tabii ki niyetler, istekler, beklentiler yönünde değil bizzat maddî-diyalektik mecburiyetler sebebiyle olduğu şekilde gelişmiştir. Kapitalist dönüşüm, bütün çatışma-sürtüşme-çelişki diyalektiği içerisinde bulunduğu noktaya ulaşabilmiştir. Sınıflar arası uzlaşmazlıklar ve sınıflar içi fraksiyonlar arasındaki mücadele, tarihsel seyir içinde yer yer şiddetlenmiş, yer yer de belli bir seviyede, yatay düzlemde dengeye ulaşmıştır.[53] Denge noktasının bozulduğu anlarda büyük altüst oluşlar yaşanmıştır. Jeopolitika ve jeostrateji, bahsi geçen dönemlerde ülkelerin ve devletlerin birincil gündemi hâline gelmiştir.

Kapitalist dönüşüm süreçlerinin önemli bir fonksiyonu olan Amerika, dünya ölçeğinde jeopolitik ve jeostratejik boyutta ilginç bir noktada durmaktadır. Amerika, tarihin her döneminde Almanya ile tanımlı Orta Avrupa ekolü ve İngiltere arasında bir tür hesaplaşma zemini olmuştur. Bizzat Amerika’nın kuruluşu, aristokrasinin çok güçlü olduğu Almanya-Prusya-Fransa’nın merkezi teşkil ettiği Orta Avrupa ekolünün, İngiltere’ye büyük bir darbesi olarak gerçekleşmiştir. Bu bağlamıyla Amerika, küresel ölçekte büyük bir belirleyendir ancak denkleme tek başına bir güç olarak koymaktan ziyade “emanetçi güç” olarak yerleştirmek, olup bitenleri anlamak noktasında çok daha açıklayıcıdır. Aynı eksende bazı meseleler sadeleştirildiğinde 1861 Amerikan İç Savaşı’nda, temelde İngiliz sistemi ile Alman sisteminin karşı karşıya gelmiş olduğu anlaşılmaktadır. Konuyu bir nebze genişletmek adına şunları söylemek mümkün: Amerikan İç Savaşı öncesinde ve sırasında Güney eyaletleri İngiliz, Kuzey eyaletleri ise Alman-Prusya etkisi/kontrolü altında olan bölgelerdir. Güney ve Kuzey eyaletleri arasında kölelik kurumuna bakış konusunda büyük farkların ortaya çıktığı bir zamanda, köleliği kaldırmaya söz vererek seçime katılan başkan adayı Abraham Lincoln[54] seçimi kazanınca, güneyli yedi eyalet (Güney Karolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana) hemen bağımsızlığını ilân ettiler. Bu eyaletler Jefferson Davis’in başkanlığında, Amerika Konfedere Devletleri adı altında yeni bir devlet kurdular. Kısa bir süre sonra Virginia, Arkansas, Kuzey Karolina ve Tennessee’den oluşan dört eyalet daha kurulan birliğe katıldı. Adı geçen eyaletler, Amerikan İç Savaşı’nda Güneyli konfederasyon tarafını oluşturdular. Böylece “Eyaletler Savaşı” olarak da bilinen Amerikan İç Savaşı’nın başlamasını hızlandıran, saflaşmaların zemini oluştu.

Meselenin ana temasını, az evvel değinildiği üzere Güney ve Kuzey eyaletlerinin köleliğe yaklaşım farklılıkları oluşturmaktaydı. İç savaştan evvel Kuzey eyaletlerde kölelik söz konusu değilken, Güney eyaletlerinde oldukça kurumsal bir şekilde uygulanmaya devam etmekteydi. İngiltere’deki Sanayi Devrimi’nin de etkisiyle Güney eyaletlerinin geniş plantasyonlarında üretilen pamuk, tütün, şeker kamışı için büyük bir talep oluşmuştu. Üretimde gerekli işgücü, Afrika’dan getirilen siyahî Afrikalılardan karşılanmaktaydı. Bu da kölelik kurumunun varlığının korunmasına ve hatta sistematik olarak desteklenmesine neden olmaktaydı. Güneyli eyaletlerin burjuvaları, köleliğin özünde iyi bir kurum olduğu hatta toplumun desteklemesi gereken önemli kurumlar arasında köleliğin de bulunması gerektiği görüşündeydiler. Dönemin gelişmelerini yakından takip eden Marx da[55] savaşın esas nedeninin kölelik kurumuna dair Güney ve Kuzey eyaletlerinin “uzlaşmaz çatışma” niteliğine sahip, farklı yaklaşımları olduğu düşüncesindedir. Marx’a göre; uzlaşmaz çatışmayı yaratan, köle sahiplerinin köleci toplumsal emek biçimini yaygınlaştırma isteği ile sanayici ve küçük burjuva kapitalistlerin köleliği kaldırma ihtiyaçları olmuştur. Nihayetinde kölelik düzeninin varlığı, plantasyon sahiplerinin kârlılığını arttırmaktadır ve bu durum yeni toprakların kazanılması yönünde yayılmacı bir politikayı da beraberinde koşullamıştır.[56]

Sonuçları itibariyle Amerikan İç Savaşı, tarihsel akışta Fransız Devrimi kadar önemli bir kesittir. Marx, iç savaşın henüz başında durumu şöyle analiz etmektedir: “Güney ve Kuzey arasındaki mücadele… iki toplumsal sistem arasındaki, kölelik sistemi ile özgür emek sistemi arasındaki mücadeleden başka bir şey değildir. Bu mücadele patlak vermiştir çünkü söz konusu iki sistem Kuzey Amerika kıtasında artık barışçıl bir şekilde yan yana yaşayamamaktadır. Bu durum sadece bir sistemin zaferiyle sona erebilir.”[57]

Tocqueville’e göre ise Amerikan İç Savaşı sonucunda toplum, gücün merkezine yerleşmiştir. Tocqueville’nin deyimiyle, “Tanrı evrene nasıl hâkimse, devrim sonucunda halk da Amerikan politik hayatına o kadar hâkim olmuştur.”[58] İç Savaş’ın sonunda Amerika, dünya jeopolitik düzleminde önemli bir noktaya erişmiştir.

Klasik kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı ve olgunlaştığı çağdan beri çoğunlukla, Almanya ile kristalize olan Kara Avrupası[59] ve İngiltere merkezli bir denklem, dünyanın genel gidişatına ve istikametine yön vermektedir. Amerika ise bu denklemde, söz konusu güçlerin durumlarına göre el değiştiren emanetçi bir “süper güç” karakterindedir. Amerika, realpolitik eksende sadece 1971-2001 tarihlerine tekabül eden bir dönemde, İngiltere sisteminin tam olarak bir parçası olmuştur. Bu dönemin dışında, farklı düzeylerde çoğunlukla Almanya’nın jeopolitik-jeostratejik şemsiyesi altında konumlandırılmıştır. Bu tez ana akım bütün tezlere aykırı bir muhtevaya sahiptir çünkü genel kabul ve hâkim tez, yekvücut bir emperyalizm kurgusu üzerine inşa edilmiştir. Bu teze ve genel kabule göre bütün Batı, çıkar ortaklığı temelinde birleşen ve emperyalist politikaları uygulayan bir birliktir. Bu okuma, zannımıza göre oldukça problemlidir ve şimdiye kadar dünya sisteminde ve siyasetinde olan biten olay ve olguları açıklamak noktasında oldukça yetersizdir. Bu noktada, jeopolitik ve jeostratejik boyutta defaatle belirtilmesi gereken husus; Almanya merkezli akım, iki dünya savaşı kaybetmiştir ancak henüz Birinci Dünya Savaşı’nın da tamamlanmadığını düşünmektedir.[60]

Birinci Dünya Savaşı gerçeğinde İngiltere sistemi, sömürgecilik pratiğinden gelen avantajları kullanarak petrol devrinin açılışında en doğru konumlanan ülke olmuş, büyük petrol yataklarının çoğunu kontrol altına almıştır.[61] Hâlbuki Osmanlı Devleti, Almanya ile kurduğu stratejik ortaklık kapsamında 1912 senesinde, sahneye önemli bir aktör olarak Türkiye Petrol Şirketi’ni sokmuştur. Osmanlı bu dönemde, zaten sınırları içinde bulunan Ortadoğu petrollerinin çıkarılması için gerekli altyapı çalışmalarına başlamış ve bu kapsamda Millî Türk Bankası’nı (Turkish National Bank) kurmuştur. Osmanlı Devleti’nin petrol devrine hazırlanmaya yönelik stratejik hamleleri hızlı bir şekilde engellenmiş, söz konusu girişimlerin ömrü oldukça kısa sürmüştür. İngiltere, Osmanlı’nın Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi ile entegre etmek üzere kurduğu ve önemli bir atılıma tekabül eden Türkiye Petrol Şirketi’ni ele geçirmiştir.[62] Avrupa ülkeleri tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun “hasta adam” olgusuyla karşılandığı bir dönemde, giriştiği Alman ittifakı esasında Osmanlı’nın idarî, iktisadî ve askerî çaresizliğinin bir tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Öyle ki aşağıda paylaştığımız görselde, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in İstanbul’u ziyareti sırasında II. Wilhelm ile birlikte resmedilen Sultan II. Abdülhamid Han, Osmanlı İmparatorluğu’nun “hasta adam” olgusunu ve Osmanlı’nın çaresizliğini net bir biçimde yansıtmakta ve İmparatorluğun genel politik durumunu ifade etmektedir.


Resim 1: Alman İmparatoru II. Wilhelm’in İstanbul’u Ziyareti Sırasında Sultan II. Abdülhamid Han ile Birlikte (L’Illustration, 22 Ekim 1898)[63]

İngiltere, bu dönemde dünya üzerinde gittikçe büyüyen Alman sistemine karşı, Rusya ve Fransa ile kurduğu ittifak ile avantajlı bir konum elde etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun İngilizler tarafından adım adım iğdiş edilerek aşınan masif yapısı, çözülmenin son kertesinde Balkanlar ve Ortadoğu’da kaybettiği topraklarını geri kazanmak umuduyla Almanya ile ittifaka girmiş, ancak savaşın sonunda İngiltere-Fransa-Rusya arasında büyük bir paylaşımın konusu olmuştur. Çarlık Rusya’sında Bolşevik Devrimi gerçekleşince İngiliz sistemi marifetiyle, Sovyetlerin ilerlemesinin önünde bir set/tampon ülke olarak yeniden kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda önce Jön Türkler, daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti bilinenin aksine daha çok İngiliz sisteminin menfaatlerine uygun bir siyaset tarzı icra etmişlerdir.[64] Bu yönüyle Osmanlı devlet ve toplum düzeninde ikili bir yapının zorlanması merkezî karar alma mekanizmalarını zafiyete uğratmış, İngiliz sistemine karşı Almanya ile ittifak yapan Osmanlı Devleti’nin jeopolitik projeksiyonu bizzat içeriden bir el yardımıyla zayıflatılmıştır.[65] İngiliz sistemi ve siyaseti yine galebe çalmış, ancak Rusya’da gerçekleşen Bolşevik Devrimi sonunda Bolşevikler, Rus Çarlığı’nın müttefikleri ile yaptığı gizli anlaşmaları açıklayarak paylaşım plânlarının bir kısmının gerçekleşmesine engel olmuştur.

Bahsi geçen sürecin Türkiye özelinde önemi büyüktür çünkü Osmanlı Devleti bu momentte, beklenmeyen Bolşevik Devrimi’nin sarsıntısını atlatan ve zaten büyük oranda Ortadoğu petrol sahasını kontrol altına alan İngiliz sistemi tarafından Mîsâk-ı Millî sınırları içerisine hapsedilmiştir. İngiltere, Anadolu’yu işgal etmek üzere olan Yunanlardan bütün askerî lojistik desteğini çekerek cephede yalnız ve korumasız bırakmış ve işgalin tamamlanmasını engellemiştir.[66] İngiliz sisteminin tampon ülke ve Mîsâk-ı Millî kurgusunu kabul eden İttihat ve Terakki’nin bir fonksiyonu olan Kemalist fraksiyon bu noktadan sonra Anadolu’da Bolşevik jeopolitiği ile bağlantılı olabilecek sovyetik-sosyalizan akımları ve Osmanlı’nın hilafet ve saltanat kurumlarını güçlendirmeye çalışan İslâmî-Türkçü-Turancı unsurları tasfiye etmiştir.[67] Bu bağlamda Kemalizm ideolojisinin, Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Almanya’nın ve Sovyetlerin muhtemel yayılmacılığına karşı Türkiye topraklarının “tampon” olma işlevinin çimentosu olarak, bizzat İngiliz sistemi tarafından adım adım inşa edildiği rahatlıkla söylenebilir.[68]


Harita 1: 20. Yüzyılın Başında Almanya ve Osmanlı Ortaklığının Plânladığı Berlin-İstanbul-Konya-Bağdat Demiryolunun Orijinaline Bağlı Kalınarak Yeniden Çizilmiş Haritası[69]

Millî birliğini ve sanayi devrimini geç tamamlamış olan Almanya, İngiltere’nin Ortadoğu’nun petrol yatakları ve ticaret yolları üzerinde kurduğu hâkimiyeti kıramamıştır. Bolşevik Devrimi, Almanya jeopolitiğini bir ölçüde rahatlatmıştır çünkü Rusya topraklarında bulunan enerji kaynaklarının, özellikle Bakû-Hazar Bölgesi’ndeki petrol yataklarının kontrolü öyle ya da böyle İngiliz jeopolitiği tarafından ele geçirilememiştir.[70] Bu noktada İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında bir denge tesis edilmiş, tampon ülke kurgusu Sovyetler Birliği tarafından da benimsenmiştir.[71] Osmanlı bakiyesi toprakların “tampon/set” olarak plânlanmasının çift taraflı bir işlev gördüğü açık, zira Sovyetler Birliği ile Ankara Hükûmeti tarafından 16 Mart’ta imzalanan Moskova Sözleşmesi hükûmlerinde Türkiye’nin tampon olarak kurgulanmasının Sovyetler tarafından olumlu karşılandığı anlaşılmaktadır. Öyle ki, Moskova Sözleşmesi’nin imzalandığı saatlerde Londra’da, Sovyetler Birliği ve İngiltere arasında serbest ticaret anlaşması imzalanmaktadır.[72] İngiliz-Sovyetler Birliği Ticaret Anlaşması’nın giriş bölümünde tarafların birbirlerine karşı düşmanca eylemlerden kaçınacağı vurgulanıyordu. Her iki taraf da sınırları dışında doğrudan ya da dolaylı propaganda yürütmeyeceklerdi. Sovyet Rusya, Asya’daki halkları İngiliz çıkarlarına ve özellikle Hindistan ve Afganistan’da İngiliz İmparatorluğu’na karşı askerî, diplomatik veya herhangi bir propaganda yoluyla cesaretlendirmeyecekti. İngiltere de aynı yükümlülüğü, eski Rus İmparatorluğu’ndan ayrılan ülkelerde Sovyet Rusya’ya karşı üstlenecek, herhangi bir olumsuz propaganda faaliyeti yürütmeyecekti.[73]


Harita 2: Birinci Dünya Savaşı’nın Cephelerini, Ülkelerin Topografik Sınırlarını, Demiryolu Hatlarını ve Ulaşım Akslarını Gösteren Harita[74]

Sözü edilen sürecin önemli olaylarından biri de Enver Paşa’nın jeopolitik projeksiyonudur. Enver Paşa Almanya-Osmanlı ortak jeopolitik sistemi doğrultusunda, Rusya ve İngiltere’nin operasyon bölgesinde faaliyet göstermek üzere bir aksiyon geliştirmiş, Enver Paşa’nın Hazar Bölgesi-Türkistan-Hindistan eksenindeki faaliyetleri, Sovyetleri ve İngilizleri ziyadesiyle rahatsız etmiştir. Özellikle Hazar Bölgesi, petrol kaynakları bakımından zengin olması sebebiyle Almanya’nın şiddetle kontrol altına almak istediği bir coğrafyadır. Osmanlı ve Alman stratejisi, Enver Paşa vasıtasıyla Panislâmizm-Pantürkizm-Panturanizm triosuna dayalı bir siyasetin Hazar Bölgesi-Afganistan-Hindistan eksenindeki bütün kapıları açabileceğini düşünüyordu. Bu stratejinin, Ortadoğu petrol alanlarını ve ticaret rotalarını İngiltere ve Fransa’ya kaptıran Osmanlı ve Alman sisteminin “B Plânı” niteliğini taşıdığı anlaşılmaktadır. Bu plân İngiltere’yi ve eş zamanlı olarak realpolitik ara kesitte Sovyetler Birliği’ni rahatsız etmiştir. Bolşevik Devrimi’nin tarihini yazan E. H. Carr’ın bu bağlama oturan değerlendirmesi oldukça önemlidir. E. H. Carr, 1920 senesini Bolşeviklerin milliyetler politikasında dönüm noktası olarak görmektedir. Bu, iç savaşın sonu ve kuruluş döneminin başlangıcıdır. Bu kesit içinde ayrılma hakkının yerini birleşme hakkı almış, vurgu özgürlükten eşitliğe kaymıştır.[75] E. H. Carr değerlendirmesinin devamında; “Bolşevikler’in Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı politikasının evrimini tamamladığını, burjuva toplumundaki ayrılma hakkından, milletler arasında eşitlik tanımaya ve birçok milletten oluşan bir sosyalist toplumda bir milletin başka bir millet tarafından sömürülüşüne son vermeye evrildiğini,” ifade etmektedir.[76] Sovyetlerin realpolitik düzlemdeki tutum değişikliği geniş bir coğrafyada büyük yankılar oluşturmuştur. Mazlum Müslüman halkların özgürlüğü, bağımsızlığı ve örgütlenmesi üzerine mücadele eden ve Bolşevik Parti içinde de etkili bir konumda bulunan Sultan Galiyev’in[77] siyaseti, adım adım bu süreçte tasfiye edilmiştir. İdeolojik-politik olarak hemen hemen aynı düzlemde bulunan Doğu Halkları Kurultayı ve bu kapsamda Mustafa Suphi önderliğinde kurulan Türkiye Komünist Fırkası, Anadolu’nun kurtuluşu için mücadele eden Yeşil Ordu, Halk Zümresi, Türkiye Halk İştirâkiyûn Fırkası gibi İslâmî-sosyalist akımlar aynı tarihsel ara kesitte tasfiye edilmiştir.[78] Böylece tampon devlet tasarımı çift yönlü çalışacak şekilde işlemeye başlamıştır.


Görsel 1: Washington’da 1918’de Kamuyu Bilgilendirme Komitesi Tarafından Basılan, “Almanya Neden Barış İstiyor” Başlıklı Propaganda Afişi[79]

Birinci Dünya Savaşı’nda stratejik hedeflerine ulaşamayan ve dolayısıyla istediğini alamayan Almanya, 1941’de, temeli yüzyıllar öncesine uzanan ülküsü “Drang Nach Osten”[80] (Doğuya Doğru Gidelim) politikası uyarınca hemen doğusunda bulunan Sovyet topraklarını, Barbarossa Harekâtı ile işgale kalkışmıştır. Hâlbuki Ağustos 1939’da imzalanan Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı adı üzerinde bir saldırmazlık anlaşmasıydı.[81]

Almanya İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra consensual hegemony (rızaya dayalı hegemon) olgusuna dayalı bir strateji benimsemiştir.[82] Aslında bu yönelim 1890’da Kayzer II. Wilhelm’in Bismarck’ı azletmesine kadar Bismarck tarafından yürütülen “ihtiyatlı-uzlaşmacı ve iktisadî nüfuz edici” tez ile de uyumlu bir stratejidir.[83] Konuyla ilgili Karl Kautsky’nin Ultra-Emperyalizm tezi tüm ülkelerin tam bir iktisadî entegrasyonunu sağlayacak ve ulusal ayrımlardan kaynaklı çatışma olasılıklarını ortadan kaldıracak kapitalist bir işleyiş tahayyülü ve arzusu da aslında Almanya’nın bu projeksiyonuna denk düşmektedir. Bunun yanında consensual hegemony stratejisinin ortaya çıkmasına ilginç bir şekilde Antonio Gramsci’nin düşünceleri de ilham olmuştur. Gramsci’ye göre hegemonya olgusu, kuşkusuz çıkarların ve çabalamaların hegemonyanın uygulanacağı grupların dikkate alınması, belirli bir tavizler dengesinin oluşması, başka bir deyişle önde gelen hegemon gücün, ekonomik korporatif türden bazı fedakârlıklar yaptığı ama aynı zamanda bu fedakârlıkların ve tavizlerin esasları ilgilendiremeyeceği bir bütünlük kurgusudur. Hegemonya etik-politik olduğu kadar aynı zamanda ekonomik de olmalıdır. Temelleri lider devletin yürüttüğü belirleyici işlevde, belirleyici ekonomik faaliyet alanıdır. Bu anlayışa göre hegemonya sürecinde gelecek vadeden hegemon devlet, kendi önceliklerini güvence altına almaya çalışır.[84] Gramsci’nin “hegemonya” tezlerinden ilham alan Almanya, Bismarck’ın politikasına dönerek sistemler arası bir konum ve tutum değişikliğine gitmiştir. Almanya, özellikle Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu olarak başlayan, Avrupa Toplulukları ve Avrupa Birliği ile devam eden süreç boyunca consensual hegemony stratejisi ile dünya siyasetinde yine etkili bir konuma yerleşebilmiştir.


Harita 3: Los Angeles Times’da Çıkan Bakû Petrollerine Ait Harita

Karakteri gereği finans sermayesi, ülkelerin geleneksel ulus-devlet çekirdeğini temsil eden yapılar ile uyuşamaz, dolayısıyla ele geçirdiği ve mutlak hâkimiyet kurduğu ülkeleri de-militarize etmeye çalışır. Finans sermayesinin anayurdu sayılan İngiltere, bu sermaye fraksiyonunun etkisi altına girdikten sonra kademeli olarak de-militarize edilmiş, 1914 ile başlayan süreçte küresel imparatorluktan adım adım ada devletine dönüşmeye başlamıştır. Ancak aynı sermaye fraksiyonu, ABD’deki Askerî Endüstriyel Kompleks’i (Military Industrial Complex) ve Almanya’daki “Sanayi Aristokrasisi”ni İngiltere’de yaptığı ölçüde kontrol altına alamamıştır. Öyle ki 1956 yılında Süveyş/Kanal Krizi[85] sürecinde finans sermayesinin yönetimde olduğu İngiltere bu gerçekle oldukça acı bir tecrübe sonucu tanışmıştır. Sevr (Sèvres) şehrinde İngiltere, Fransa ve İsrail ittifakı arasında yapılan plâna göre; İsrail Mısır’a işgal girişiminde bulunacak, İngiltere ve Fransa ise savaşı durdurma gerekçesi ile askerî yığınak yapıp Kanal’ın kontrolünü eline geçireceklerdir. 1956 yılında İsrail, bu plân çerçevesinde Sina Yarımadası’nı işgale girişti, İngiltere ve Fransa da barış gücü mahiyetinde askerî birlik göndererek savaşı durdurmayı önerdiler. Ancak Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdul Nasır İngiltere ve Fransa’nın önerisini reddetti. İngiltere ve Fransa bu cevap karşısında dünya ticaretinin zarar görmemesi gerekçesiyle bölgeye askerî harekât başlattılar ve böylece Süveyş Kanalı ve bölgenin kontrolünü ele aldılar. Bu krizde ilginç bir şekilde Sovyetler Birliği ile ABD iki müttefik gibi davranarak İngiltere ve Fransa’nın işgal girişimine şiddetle karşı çıkmış ve işgal güçlerinin bölgeden ayrılmasını istemiştir. Londra ve Paris’e nükleer saldırı ihtimallerinin konuşulduğu günlerde işgal güçleri geri adım atarak bölgeden çekilmek zorunda kalmıştır.

İngiliz sisteminin görüldüğü her yerde mutlaka bir karşı Alman politikası vardır zira kısaca özetlediğimiz bu olayın arka plânında Alman sisteminin jeopolitik müdahalesi belirleyici olmuştur. Bu kriz sonucunda İngiltere artık imparatorluk politikalarını uygulayamayacak inisiyatifsiz bir ülke hâline gelerek, küresel hegemon güç konumunu Amerika’ya kaptırmıştır. Birinci Globalleşme dalgasında sanayi aristokrasisini büyük ölçüde tasfiye eden ve ordusunu da kısmi de-militarize edecek politikaları yürürlüğe koyan İngiltere, Kanal Krizi ve hemen öncesinde yaşanan bazı gelişmelerle birlikte yeniden askerî gücünü arttırmak üzere nükleer silahlar geliştirme çalışmalarını hızlandırmıştır. Bu çalışmaların sonucunda İngiltere, ABD ve Sovyetlerden sonra nükleer bomba sahibi ülkeler arasına katıldı. İngiltere’nin bu başarısı/girişimi İngiliz solu tarafından, “Silahların taşınması ve hedefe fırlatılması konusunda ABD’ye bağımlılığın sürdüğü, nükleer silah edinme çabasının göz boyamaktan ibaret olduğu,” şeklinde eleştirilmiştir. Gerçekten de geçen yıllar içinde eleştirildiği ölçüde İngiltere caydırıcı ve etkili bir militerleşme akımı başlatamamıştır. Bu olay İngiltere ve dünya siyasetinde bir dönüm noktasını teşkil etmiştir. Nihayetinde İngiltere rakipleriyle açık güç mücadelelerine girmek yerine finans gücünün sahip olduğu enstrümanları çeşitlendirerek soft power denilen yumuşak güç kullanma konusundaki yeteneklerini arttırma yolunu benimsemiştir. İngiltere yeni dönemde gücünün sınırlarına ve kapasitesine uygun olarak rakiplerini, sahip olduğu finansal ve yumuşak güç unsurlarını kullanarak içten zayıflatma, ideolojik-politik yörüngesine çekme, ekonomik olarak zayıflatıp kendisine muhtaç etme stratejilerini yürütmüştür. Ülkelerde sinema, müzik endüstrilerini desteklemesi, edebiyatçılara, filozoflara ve akademisyenlere her türlü parasal yardımda bulunmaları, ülkelerin geleneksel merkezî güç oluşumlarına karşı liberal, küçük burjuva bazen de radikal “sol” ve “muhalefet” güçlerini örtülü bir biçimde destekleyecek ideolojik, politik çok boyutlu faaliyetlerde bulunmuştur. İkinci Globalleşme Dönemi’nin bütün felsefî, ideolojik, teorik, kültürel altyapısı sözü edilen enstrümanlar ile birlikte bu süreçte inşa edilmiştir.

Bir dünya imparatorluğunun yeni yönelimi iktisadî ilişkiler ve jeopolitika alanında paradigma değişimini beraberinde getirmiştir. 1963 senesinde Kennedy suikastı bu sürecin en önemli kilometre taşı niteliğindedir.[86] Suikastın fiilî sonucu olarak; İngiltere’nin, ABD Askerî Endüstriyel Kompleksi’ne karşı bir zafer kazandığı, suikasttan sonra ABD yönetimini de etkisi altına aldığı söylenebilir. Zaten İkinci Globalleşme Dönemi bu sürecin hemen arkasından gelmiştir. Kennedy suikastı, İngiltere merkezli finans sermayesinin dünyada yeniden globalleşme akımını başlatmasını hızlandıracak bir katalizör olmuştur.[87] Suikasttan hemen sonra Başkan yardımcısı Lyndon B. Johnson, suikast günü yemin etmiş ve Kennedy’nin yerine 36. Başkan olmuş, hemen akabinde ise ABD, Arap-İsrail savaşında açıkça Tel Aviv’in yanında yer almış, Amerikan dolarını FED kontrolünden kurtaran 11110 no’lu icra emrini iptal etmiştir. Bu sürecin devamında Bretton Woods rejimi yıkılarak finans sermayesinin zaferi kurumsallaşmış ve İngiltere sitemine yeni bir dünya hâkimiyetinin kapıları açılmıştır.

Söz konusu konjonktürde İngiltere merkezli finans sermayesi, kapitalist ilişkilerin henüz gelişmediği üçüncü dünya ülkelerini dünya pazarına açmak yönünde bir pratik sergilemiştir. Daha önceki başlıklarda da vurguladığımız üzere malî-finans sermayesi, yapısal olarak finansal birikim ve sermaye döngüsü için ülkelerin ekonomik büyümesine bağımlıdır. Ekonomik büyümenin olmazsa olmazı ve tetikleyicisi/lokomotifi durumundaki enerji kaynaklarının “azgelişmiş” ülkelere açılması ise bir tür mecburiyettir çünkü bol ve ucuz enerji olmadan ekonomik büyüme mümkün değildir. Çin, Hindistan, Pakistan, Türkiye gibi kapalı ekonomiler, yatırımlar, fonlar, krediler, sıcak para vb. finansal enstrümanlarla kısmen kapalı devre üretim-tüketim yapıları parçalanarak büyük ölçüde dünya pazarıyla entegre edilmişlerdir.[88] Finans sermayesinin, pompaladığı paranın gücüyle bol ve ucuz enerji çağında sözü edilen ülkelerin ekonomileri 70’li yıllardan itibaren her yıl büyüme rekorları kırmaya başlamıştır. Dünya jeopolitiği, Çin ve Hindistan gibi hem ekonomik büyüme oranları hem de nüfusun büyüme rakamları bakımından sürekli rekorlar kıran iki yeni aktörle tanışmıştır. Yeni gelişen ülkelerin ekonomik büyüme seyri enerji kaynaklarının kullanımı konusunda âdeta freni patlamış kamyon etkisi yapmış, dünyayı arzın sınırlı ancak talebin sınırsız olduğu bir noktaya taşımıştır. Özellikle Çin, toplumsal iktisadî yapısı sebebiyle Hindistan’a nazaran yeni kapitalist modele çok daha hızlı entegre olmuş, geçen süreç içinde de iktisadî-politik ve askerî büyük bir güç hâline gelmiştir. Ancak sonlu bir dünyada sonsuz bir ekonomik büyüme mümkün olamayacağı için, üçüncü başlıkta detaylandırdığımız “her şeyin zirvesi” bir dönemin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Yüzeysel olarak değindiğimiz bu döneme Amerikan seçimlerinde Neo-Con’ların iktidara gelmesi, devamında 11 Eylül 2001’de Dünya Finans Merkezi’nin yıkılması ve Afganistan’ın işgali ile büyük ölçüde son verilmiştir. Afganistan’ın işgali, finans sermayesinin en büyük yaşam alanı olan Çin’in çevrelenmesi ve enerji kaynaklarına ulaşmasının engellenmesi stratejisi kapsamında İngiltere’nin örtük muhalefetine rağmen yapılmıştır. Bu süreç Alman sisteminin Amerika’yı, İngiltere’nin kontrolünden koparıp yeniden kendi consensual hegemony jeopolitik şemsiyesi altına almasıyla sonuçlanmıştır. Bu noktadan sonra finans sermayesi sürekli güç kaybetmeye, yönetiminde bulunduğu ülkelerden çıkmaya yahut sermaye formunu değiştirmeye mecbur kalmıştır.[89] Çünkü ekonomik büyümenin %4,5’in altında olduğu iklimlerde, finans sermayesinin barınmasının zor olduğu temel bir iktisat verisidir. İngiltere, bu gelişmelerin yaşandığı yakın tarihinde realpolitika gereği finans sermayesinin kontrolünden kendisini belli ölçüde kurtarabilmiştir. İmparatorluğun aristokratik güçlerinin ağırlığını koyduğu bu süreç ülkenin Avrupa Birliği’nden ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu gelişmeyi İngiltere’nin imparatorluk projeksiyonuna yeniden döneceğinin bir işareti olarak okumak mümkün, bu kapsamda OBOR (Bir Kuşak Bir Yol) bu yeni dönemi karşılama, yeni kolonyalizm ve lokalizasyon temelli dünya gerçekliğine uyumlanma projesi olarak ortaya çıkmıştır. OBOR elbette bir Çin stratejisi olarak sunulmakta ve öyle bilinmektedir, ancak somut gerçekte İngiltere-Çin iş birliğinin sonucu olduğu rahatlıkla söylenebilir. OBOR, etki gücü, dalga boyu ve hâkimiyet bölgeleri itibariyle oldukça geniş bir alanı ilgilendirmekte, kara ve deniz bağlantıları/ağları Mackinder+Spykman+Mahan’ın hâkimiyet teorilerini[90] birleştirmesi itibariyle de oldukça iyi kurgulanmış bir projedir. Yakın geçmişte jeopolitik ayrışmaların, örtülü ve sıcak çatışma alanlarının OBOR merkezli olduğu göze çarpmaktadır. Bu noktada dünya jeopolitiğinde büyük güçler dâhil, ülkelerin konumlarını tam olarak anlayabilmek oldukça zor, zira stratejinin temel mantığı yüksek dereceli ince bir siyaset ve asimetrik aksiyon gerektirir. Eğer hegemon bir güç, başka bir hegemon güç ile menfaatler noktasında çatışıyor ise rasyonel olmak, sabırlı, dengeli, kararlı, soğukkanlı bir harekât plânı sergilemek zorundadır. Bu yanıyla ilgili güç, mücadelede niyetlerini, uzun erimli karşı stratejilerini ve müdahale yöntemlerini soğukkanlı bir avcı hassasiyetiyle saklamak durumundadır. Meseleye OBOR özelinde baktığımızda, Almanya-Amerika-Fransa-Rusya ile kristalize edebileceğimiz bir blok bu projenin karşısındadır ancak belli noktalarda ve belli anlaşma zeminlerinde projenin bileşeni ve hatta ana unsuru da olabilmektedirler. Devletler, sistemler ve stratejiler dünyası bu tür davranış, yönelim ve hamlelerin her an gerçekleştiği bir tür savaş alanıdır. Zbigniew Brzezinski’nin dünya jeopolitiğini ifade etmek için kullandığı “satranç tahtası” benzetmesi bu anlamıyla yerindedir. Bazen oyuncular, daha büyük karşı hamleler yapmak için piyonlarını, kalelerini, atlarını kolaylıkla feda edebilirler. Sözgelimi Fransa, proxy güçlerini kullanarak OBOR politikaları çerçevesinde Batı Afrika’daki ulaşım akslarında Çin’in yayılmacı müdahalelerini önlemeye çalışırken, aynı zamanda projenin de bir bilişenidir. Keza Rusya, Çin’in tartışılmaz müttefiki görünürken somut gerçekte Çin’in enerji kaynaklarına erişimini sınırlayacak, çok boyutlu stratejik hamleler yapmaktadır.[91] İlk Afganistan işgalini bilindiği üzere Sovyetler Birliği gerçekleştirmeye kalkmış ancak bu dönemde İngiltere’nin kontrolünde emanetçi bir süper gücün varlığı işgal girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur. Afganistan’ın işgal girişimi İngiltere’nin kırmızı çizgisi olmuş, bu andan itibaren SSCB’ye yönelik yumuşak güç kullanımına dayanan saldırıları katlanarak artmış ve bu saldırılar nihayetinde SSCB’nin dağılmasına[92] kadar uzanmıştır. İngiltere, Çin’in çevrelenmesini ve Brzezinski’nin temel stratejisini oluşturan “Eurosia” (Avrasya) topraklarının Sovyet Rusya tarafından kontrol edilmesini bu evrede engelleyebilmiştir. Geliştirdiği “Eurosia” stratejisiyle bilinen ve İngiltere sistemine mensup olan Brzezinski, “ABD’nin bölgeye yönelik amacının, söz konusu olan jeopolitik alana hiçbir gücün sahip olamamasını sağlamak olması” gerektiğini düşünmektedir.[93] Çünkü ona göre Avrasya’nın kontrolü dünyanın kontrolü anlamına gelmektedir.


Harita 4: One Belt One Road (OBOR), Yaygın Bilinen Adıyla “Yeni İpek Yolu Projesi”ne Ait Harita

Çin’in ve Hindistan’ın enerji kaynaklarına erişimini engellemek noktasında çeşitli coğrafyalarda ciddi istikrarsızlaştırma (de-stabilizasyon) çalışmaları yapılmaktadır. Özellikle Ortadoğu, Afrika, Pakistan, Güney Asya gibi coğrafyalarda yaşanan çatışma-savaş, iç karışıklık vb. operasyonlar, Çin ve Hindistan’ın doğrudan petrol tedarik ettiği yahut petrolün naklinde kullanılan rotalar üzerinde yer alan ülkelerde görülmektedir. Enerji kaynaklarına karşı muazzam açlık besleyen iki devasa ülkenin de-stabilizasyon ve çevreleme stratejisi ile belli ölçüde engellenmesi amaçlanmaktadır. Çin’in çevrelenmesi ve enerji kaynaklarına erişiminin[94] sınırlanması öyle acil bir meseledir ki, Amerika’da iktidara gelen ve Alman jeopolitik sistemine bağlı Neo-Con’ların ilk icraatı, Afganistan’ı işgal etmek olmuştur. Afganistan’ın işgal edilme süreçleri Rusya ve Amerika’nın yukarıda bir nebze detaylandırdığımız Kanal Krizi sırasında sergiledikleri realpolitik iş birliğinin başka bir düzlemdeki yansımasından başka bir şey değildir.

Bugün bahsedilen jeopolitik-jeostratejik dengenin, tarafların hamle ve karşı hamlelerini şiddetlendirmesiyle bozulma eğilimine girdiği görülmektedir. Devletler artık yavaş yavaş proxy güçlerini kenara alarak meydana bizzat kendileri çıkmaktadır. Dengenin yeniden tesis edilmesi ve durumun stabilize edilmesinin mümkün olabileceği gibi, her şeyin tepetaklak olabileceği bir evreye girebilmemiz de gayet mümkün görünüyor. Finans sermayesine dayalı İngiliz ekonomik sisteminin mevcut noktaya getirdiği bu güçlerin engellenmesi, içinde bulunduğumuz denklemin birincil önceliği durumundadır. Burada asıl önemli mesele finans sermayesini ülke yönetiminden uzaklaştıran İngiltere’nin konumu yahut politik tutumu ne olacaktır, tarihsel düşmanı olan Rusya ve Almanya ile bloklaşmanın zeminini arayacağı bir moment oluşacak mı? İngiltere özelinde bu soruya net bir cevap vermek zor görünüyor zira İngiliz sistemi stratejik amaçlarını saklamak konusunda tam bir kamuflaj ustasıdır. Çok katmanlı, çok boyutlu stratejik projeksiyonları, farklı ihtimalleri içeren plânları mutlaka bulunmaktadır.

Her iki dünya savaşında savaşmış olan Rusya ve Almanya ekseninden bakıldığında bu iki gücün somut maddî zorunluluklar gereği bir araya gelmesi olasıdır ancak denklemde tarihsel düşmanlıklar ve güvensizlikler oldukça belirleyici bir noktada durmaktadır. Rusya ve Almanya’nın realpolitik zeminde aynı blokta olma imkânı, karşı kamplarda olmasına kıyasla daha gerçekçi bir ihtimaldir. Öyle ki, verili konjonktürde Çin ile temsil olunan “yüksek enerji bağımlı yeni gelişen ülkelerin” enerji talebini kısmanın daha öncelikli bir gündem olduğu ortadadır. Yine aynı bağlamda Rusya’nın içinde bulunduğu en büyük açmaz ise Çin’in enerji ihtiyacı ve açlığının artık gittikçe dayanılmaz bir noktaya gelmesidir. Bugünkü ortamda Çin ölçüsüzce büyütülmüş ekonomisini, devasa sanayisini ve nüfusunu besleyebilmek için enerji kaynaklarına ulaşmak zorundadır. Ulaşabileceği en yakın ve kendi içinde mantıklı seçenek Rusya topraklarında bulunan, özellikle de Sibirya bölgesindeki enerji kaynaklarıdır. Dolayısıyla Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’ne yaptığını, Çin’in bugün Rusya’ya yapabileceği bir realpolitik iklim mevcuttur. Bu noktada Rusya ve Almanya’nın somut maddî zorunluluklar dairesinde bir araya gelmesi hiç şaşırtıcı olmayacaktır ancak Rusya, Barbarossa Harekâtı’nı da asla unutmamaktadır. Rusya, Almanya-Amerika-İngiltere-Fransa ile zengin enerji kaynaklarına ve sınırlarına yönelik gizli Çin tehdidine karşı aynı blokta yer alabilecek mi? Elbette hem jeopolitik hem realpolitik düzlem dostluk-düşmanlık gibi duygusal değerleri tanımaz, bu alanda toplumsal, iktisadî, askerî çıkarlar, menfaatler at koşturur. Öyle ki 1689 yılından 1815’e gelinceye kadar neredeyse soluksuz savaşan İngiltere ile Fransa, iki dünya savaşında da yükselen Alman sistemine karşı birleşmişlerdi. Dolayısıyla hâlihazırda içinde bulunduğumuz realpolitik iklimde, ana akım ve ikincil güçlerin çeşitli yönelimler, eğilimler, pozisyon alma, bloklaşma ve ittifak oluşturma vb. girişimler içinde olduğu anlaşılmaktadır.

Değerlendirme

Kapitalist dönüşüm süreçlerini, evrelerini, dönüşümü koşullayan zorunlulukları, ülkelerin ve toplumların bu dönüşümleri jeopolitik-jeostratejik-realpolitik boyutlarda karşılama biçimlerini kaba hatlarıyla ancak farklı bir bakış açısıyla değerlendirmeye çalıştığımız bu makalenin son kısmında, tekrarlara düşme ihtimalini de göze alarak ufak bir toparlama yapmamız gerekiyor.

İçinden geçtiğimiz süreçte yeni bir dünya düzeni inşa edilmektedir. Bu yeni düzenin inşası ulus-devletlerin, ülke ve toprak bağımlı sanayi kapitalistlerinin kontrolünde ilerlediği anlaşılmaktadır. Yeni kapitalist evreyi inşa eden teorik akla göre günümüz dünyası; büyümenin limitlerinin aşıldığı, doğal kaynakların kıtlaştığı, nüfus-gıda-enerji başlıklarında zirvelerin görüldüğü tarihsel bir ara kesittir ve bu ara kesitten çıkışın yolu, kendi adlandırmalarıyla söylersek, Büyük Resetleme’den geçmektedir. Globalleşmenin yerini lokalizasyonun alacağı tarihsel bir sürece tanık oluyoruz. Tersine bir küreselleşme süreci olarak ifade etmek mümkün çünkü malî-finans sermaye sınıfının egemenliğinin yarattığı, yeni gelişen ülke ekonomilerinin ölçüsüz büyümesine dayalı dünya düzeninin yerini, bütün ekonomilerin daralmaya ve küçülmeye çalıştığı bir evre almaktadır. Bu sürecin doğal olarak sermaye fraksiyonları içinde gerçekleşen şiddetli bir mücadelenin sonucunda ortaya çıktığı daha evvel vurgulanmıştı. İkinci başlıkta sözü edilen İkinci Globalleşme Dönemi’nde sanayi kapitalistlerinin kâr oranlarının %0’a yaklaşacak derecede azalması, sanayi burjuvalarının sınıfsal çıkarlarını ve imtiyazlarını tehdit eden bir noktaya taşımıştır. Sanayi kapitalistleri, kâr oranlarının tekrar yükseltilebilmesinin yolunun, Maltusyen ve Keynesyen iktisat prensiplerine göre tasarlanan yeni bir kapitalist yapılanma ile mümkün olacağını düşünmektedir. Ayrıca üçüncü başlıkta değinilen finans sermayesinin ekonomik büyüme bağımlı modelinin yüksek enerji ve kaynak gerektiriyor olmasının, enerji-gıda-nüfus başlıklarında zirve noktalarının aşılmasını da beraberinde getirdiğini tekrar vurgulamak gerekiyor.

Gelinen noktada ekonomik büyümenin dünyanın hemen hemen her yerinde durması/yavaşlaması finans sermayesini dizginlemiş, ülkelerin merkez bankalarının kontrolünde yürütülen neoklasik bir finans sisteminin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Dünyada büyüme durduğu gibi mevcut kapitalist işleyiş tedarik zincirleri, enerji fiyatları, pandemi, iklim vb. gerekçelerle arz ve talebi, malların ve insanların dolaşımını kısıtlamaya çalışmaktadır. Dünyanın üretim ihtiyacının büyük bir kısmını karşılayan Çin, Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerin yerine, bölgesel üretim merkezlerinin oluştuğu, kolonyalist anlayışın öne çıktığı yeni bir dönemin şafağında olduğumuz söylenebilir. Burjuva ideologlar, düşen kâr oranlarını yeniden yükseltmek ve enerji/kaynak kıtlığı meselesini düzenleme ve regüle etme noktasında buldukları yeni yolu “küresel sosyalizm” olarak pazarlamaktadırlar. “Küresel sosyalizm” olgusu, bizzat kapitalizmin seyrine yön veren kurum ve şahsiyetler tarafından dillendirilmektedir. Öyle ki Davos, BM, NATO, G7 görüşme ve toplantılarında, bu toplantılara ait dokümanlarda ve 2030 projeksiyonunda, “büyük sıfırlama” sonucu kuracakları yeni düzenin adının “küresel sosyalizm” olması öngörülmektedir.

Lenin, özel mülkiyetin var olduğu sürece emperyalist savaşların ve sömürü biçimlerinin önlenemeyeceğini söyler. Gayet ironik bir biçimde yeni kapitalist evrede alt sınıflara mensup yığınların maddî somut varlıklara dayalı özel mülkiyet haklarını ellerinden alarak mülksüzleştirmek ve büyük kapitalist oluşumların elinde merkezîleştirmek üzerine bir politika ve yönelim mevcuttur. Temel gelir, paydaş kapitalizmi, nakitsiz toplum vb. kavramlar bu yönelimin birer tezahürüdür. Küresel sosyalizm mefhumu kullanılarak bir çeşit “kuzu kılığına girmiş kurt hikâyesi” icra edilmektedir. Dünya halklarına hiçbir şeye sahip olmamanın ve en asgari yaşam standartlarıyla yaşamanın faziletleri bu nedenle anlatılmaktadır. “Her şeyi kirala, hiçbir şeye sahip olma ve mutlu ol,” yeni dönemin evrensel değerleri olarak sunulmaktadır. Kapitalistlerin “küresel sosyalizm” yönelimini 21. yüzyılın “nasyonal sosyalizm”i olarak görmek mümkün. Geçen her gün, inşa edilenin neofaşist bir düzen olduğu bütün yönleri ve boyutlarıyla ortaya çıkmaktadır.

Küresel ölçekte anlam verilemeyen gelişmelerin büyük çoğunluğu bu çabanın sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bilinmelidir ki; bu süreci yürüten kapitalist blok kendi içinde, derin tarihsel arka plânın da eşlik ettiği jeopolitik-jeostratejik-realpolitik boyutlarda büyük ayrışmalar yaşamaktadır. Özellikle OBOR (Bir Kuşak Bir Yol), dünya jeopolitiğinde Birinci Dünya Savaşı denkleminde Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’nin taşıdığı önemden daha kritik bir noktada durmaktadır. Yeni kapitalist evre ve OBOR uzlaşma, çelişki ve çatışmaların düğümlendiği bir ilişkiler yumağı oluşturmaktadır. Dolayısıyla sürecin yürütücüsü veya etkileneni konumunda bulunan ülkeler, temel prensipler dışında yeni jeopolitik dengenin inşası ve icrası noktasında, henüz tam bir anlaşma ve uzlaşma sağlayamamıştır. Ayrıca Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sona ermiş, bitmiş olarak görülmediği için ana akım kapitalist ülkeler ve ana akım ülkelere yedeklenen ikincil ülke ve aktörler önceki savaşların devamı muhtemel bir düzeltici savaş/çatışma kurgusuna göre yavaş yavaş pozisyon belirlemekte veya mevcut pozisyonlarını güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Ancak tarihsel akış bize hiçbir kurgunun, plânın ve gelecek projeksiyonun kâdir-i mutlak olmadığını ziyadesiyle göstermiştir. Zira öngörülemeyen olaylar, öngörülemeyen insan faaliyetleri, halkların örgütlenmesi, ara kesitlerde yaşanacak yarılma-kırılma-alt üst oluşlar-devrimler bütün bu plân-kurgu ve projeksiyonları parçalayabilir, çok daha farklı bir dünya ve toplum düzeni ortaya çıkarabilir.

İrfan Özgül

17 Nisan 2022

Dipnotlar:

[1] Mark-up fiyatlandırma (Mark-up pricing method), ürünün maliyetine belirli bir kâr oranı ekleyerek satış fiyatını belirleme yöntemidir.

[2] Yazı içinde yer verilen finans kapital, finansal sermaye, malî sermaye, malî-finans sermaye vb. terimler aynı anlama gelecek şekilde kullanılmıştır.

[3] Karl Marx, Kapital, Cilt I., Çeviren: Nail Satlıgan ve Mehmet Selik, Yordam Kitap, 2011, İstanbul, s. 605.

[4] Rudolf Hilferding, Finans Kapital, Çeviren: Yılmaz Öner, Belge Yayınları, 1995, İstanbul, s. 87.

[5] Marx, Kapital üzerinde yıllarca çalışmış, Kapital’in yapısını ve içeriğini revize etmiş ve hayattayken yalnızca birinci cildini yayımlayabilmişti. Sonraki ciltler Kapital için yazdığı notlar bir araya getirilerek oluşturulduğundan dolayı tartışmalıdır. Marksist iktisatçı ve toplum bilimcilerin “Plân Sorunu” olarak adlandırdıkları bu olguya göre Kapital’in sonraki ciltleri Marx’ın sağlığında yayımlanabilseydi başka bir kurgu ve akış ortaya çıkması gerekebilirdi. Zira Marx’ın değişik taslaklar oluşturulduğu, süreç içinde belli meselelerde benimsediği görüşlerin yeni gelişmelere bağlı olarak değişebildiği bilinmektedir. E. Ahmet Tonak, “Kâr Oranının Düşme Eğilimi Yasası Üzerine”, 2017, s. 198, Academia.

[6] Karl Marx, Kapital, Cilt III., Çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, 1986, Ankara, s. 483.

[7] Lenin, bu durumu Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması başlıklı çalışmasının önsözünde, “Bununla birlikte, emperyalizm üzerine İngilizce yazılmış başlıca yapıt olan J. A. Hobson’un kitabından, bence, gereken bütün dikkati göstererek yararlandım kanısındayım,” şeklinde ifade etmektedir. V.I. Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Çeviren: Cemal Süreya, Sol Yayınları, 1974, Ankara, s. 7.

[8] Lenin, a.g.e., s. 56-57.

[9] Lenin, a.g.e., s. 113.

[10] Lenin, ilgili eserin önsözünde konuyla ilgili şunları söylemektedir: “Bu kitapta, 1914-1918 savaşının, iki taraf için de emperyalist bir savaş (yani bir fetih, yağma, talan savaşı), dünyanın paylaşılması, sömürgelerin, malî-sermayenin ‘nüfuz bölgeleri’nin bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi için çıkarılmış bir savaş olduğu tanıtlanmıştır.” A.g.e., s. 11.

[11] “Kâr Oranlarının Düşme Eğilimi Yasası” yazı içinde KODEY olarak kısaltılacaktır.

[12] Thomas Piketty, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital, Çeviren: Hande Koçak Cimitoğlu, Türkiye İş Bankası, 2014, İstanbul, s. 243-244.

[13] Esteban Ezequiel Maito, “The Historical Transience Of Capital The Downward Trend İn The Rate Of Profit Since XIX Century”, 2014, GESD.

[14] Rudolf Hilferding, a.g.e., s. 150.

[15] Maito, a.g.m.

[16] Amerikan seçimlerinde Neo-Con’ların iktidara gelmesi, devamında 11 Eylül 2001’de Dünya Finans Merkezi’nin yıkılması ve Afganistan İşgali bu bağlamda gelişmelerdir. Afganistan’ın işgali finans sermayesinin en büyük yaşam alanı olan Çin’in çevrelenmesi ve enerji kaynaklarına ulaşmasının engellenmesi stratejisi kapsamında yapılmıştır.

[17] Lenin, a.g.e. Bu söz, tahmin edileceği gibi Kautsky için söylenmiştir.

[18] Thomas Piketty, a.g.e., s. 297.

[19] Michael Roberts, “More on a world rate of profit”, The Next Recession.

[20] Bu ülkeler az gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkeler ve Üçüncü Dünya ülkeleri olarak da anılmaktadır.

[21] Thomas Piketty, a.g.e., s. 297.

[22] Evrelendirme, amatör bir bakış açısıyla kâr oranlarını ifade eden trend çizgisinin düşüş-yükseliş-yatay seyrini belirleyen kırılma noktalarına göre yapılmıştır.

[23] 1944 yılının temmuz ayında ABD’nin Bretton Woods kasabasında “Birleşmiş Milletler Para ve Maliye Konferansı” bünyesinde 44 ülke temsilcisi savaş sonrası dünyanın uluslararası parasal ve malî düzenin nasıl sağlanacağını kararlaştırdılar. Bu toplantıların sonucu olarak Bretton Woods anlaşması imzalanmıştır. 1971’de ABD’nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla Bretton Woods sistemi çökmüştür.

[24] O’Sullivan, 2022, Edmundosullivan.

[25] Bu endeks, dünya ihracat ve ithalatının toplamının dünya GSYİH’sına bölünmesiyle tanımlanır. Her seri farklı bir kaynağa karşılık gelir.

[26] Geoffrey Garrett, “Globalization And Governmend Spending Around The World”, Studies in Comparative International Development, 2001, s. 3-29.

[27] Thomas Piketty, a.g.e., s. 249.

[28] “Now is the time for a ‘great reset’ of capitalism” | Dünya Ekonomik Forumu, WEF.

[29] Daniel Yergin, Petrol Para ve Güç Çatışmasının Epik Öyküsü, Çeviren: Kamuran Tuncay, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2003, s. 203.

[30] “Petrol, Azalan Hazine”, National Geographic, 1974, Haziran.

[31] Kenneth S. Deffeyes, Hubbert’s Peak: The Impending World Oil Shortage, Princeton University Press, 2001, s. 1-13.

[32] Kenneth S. Deffeyes, When Oil Peaked, Hill and Wang, 2010.

[33] Stringfixer.

[34] Stringfixer.

[35] “Yatırımda Enerji Getirisi” olarak ifade edilmektedir. EROİ değeri bir kaynaktan enerji elde etmek için ne kadar enerji tüketilmesi gerektiğini ölçmektedir.

[36] Nafeez Ahmed, “The pandemic may bring the fossil fuel era to an abrupt end”, 22 Nisan 2020, The Star.

[37] Nafeez Ahmed, “Oil System Collapsing so Fast it May Derail Renewables, Warn French Government Scientists”, 20 Ekim 2021, Byline Times.

[38] Peak Oil teorisi küresel petrol üretimi için geçerli bir kavramdır. Petrol zirvesi olayı kabaca, petrol üretimi en yüksek olan devletlerin toplam üretimlerinin tepe değerine ulaşmış olmasını ifade etmektedir.

[39] Max Roser ve Lucas Rodés-Guirao, “Future Population Growth”, Kasım 2019, Our World in Data.

[40] “Bill Gates ABD’nin en büyük toprak sahibi oldu”, 18 Ocak 2021, Bloomberght.

[41] Academia.

[42] El yapımı (handmade) bu dönemde yapılan ürünleri tarif etmek için türemiş bir kelimedir, “çocukların elleriyle yapılmış” anlamına gelir. Peter Goodchild, “1970: The Peak of Everything”, 15 Mart 2012, Counter Currents.

[43] Henüz Türkiye’de görece güncel bir konu olan mülteci/göçmenler meselesi toplumda farklı boyutlarda tartışılmaktadır. Konu esasında tartışma noktaları itibariyle Avrupa ve Amerika’daki mülteci/göçmen tartışmaları ile benzerdir. Tartışmanın buraya özgü olan tek boyutu, mültecilerin/göçmenlerin hukukî bir antlaşma (Geri Kabul Antlaşması) hükümlerine göre tutuluyor olmasıdır. Mülteci/göçmenler konusunda Türkiye’de muhalefet ve iktidarın aynı pozisyonda olduklarını önemle belirtmek gerekiyor zira her iki tarafta vakıanın ana kaynağı olan Geri Kabul Antlaşması’nı sorgulatacak aksiyonlardan kaçındıkları görülmektedir.

[44] Max Roser ve Lucas Rodés-Guirao, a.g.ç.

[45] Jean Shaoul, “İlaç şirketlerinin dünya çapında yaptığı devasa aşı vurgunu”, 3 Nisan 2021, WSWS.

[46] “Hekimlik mesleğinin ahlaki sorumluluğu”, Tıp Dünyası Dergisi, Kasım 2003.

[47] Feodal toplum düzenin bastırılma ve dağıtılma sürecinde, örneğin Fransız Devrimi’nde burjuvazi ve işçi sınıfı-ezilenler zorunlu olarak müttefiktir. Sınıfsal uzlaşmazlıklar kendi iç diyalektiği içinde devam ederken stratejik boyutta ittifak yapılmıştır.

[48] Karl Marx – Frederich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt II., Eriş Yayınları, 2003, Ankara, s. 123.

[49] Halk yığınlarının mülksüzleştirilmesi egemen ideolojilerin hemen hemen hepsi tarafından belli araç, yöntem ve sistemlerle icra edilmektedir. Çünkü yığınların mülksüzleştirilmesi en kolay sermaye birikimi sağlama yollarından biridir. Kapitalizmin inşa sürecinde yapılan topraksızlaştırma ve ardından proleterleştirme bugün farklı biçimlerde devam ediyor. Daha önceki başlıklarda bahsedildiği üzere; aşırı finansallaşma, pandemi merkezli enflasyonist politikalar, dijital finansal varlıkların devreye girmesi, modern kapitalist evrenin mülksüzleştirme programının birer parçasıdır. Burada amaç geniş halk yığınlarının elinde bulunan somut maddî varlıklara dayalı zenginlikleri spekülatif, finansal değerler ile değiştirmektir.

[50] Karl Marx – Frederich Engels, a.g.e., s. 102-103.

[51] Alex Callinicos, Günümüzde Emperyalizm ve Marksizm, Çeviren: Mehmet Yıldız, 2003, s. 14, Docplayer.

[52] François Furet, Fransız Devimini Yorumlamak, Çeviren: Ahmet Kuyaş, Alan Yayınları, 1978, İstanbul, s. 45.

[53] Sermaye sınıfının fraksiyonları arasında çelişki-mücadele-çatışma olduğu gibi, işçi sınıfı içinde de bu diyalektik işlemektedir. İşçi sınıfı içinde de proleter devrimci, küçük burjuva, işçi aristokrasisi, orta sınıf klikler bulunur ve aralarında, zaman zaman bir ülkede devrimin kaderini belirleyebilecek kadar da şiddetli uyuşmazlıklar olduğu görülür (Bolşevikler ve Menşevikler, Spartakistler, Kautsky gibi).

[54] Abraham Lincoln, 1860 yılında başkanlık için resmen adaylığını koydu. Ertesi yıl oyların büyük çoğunluğunu alarak Cumhuriyetçi Parti’nin ilk başkanı oldu. 1863 yılında köleliğin kaldırılması için gerekenleri ve tedbirler konusunda önlemleri belirtti. Ardından Serbest Bırakma Beyannamesi ve On Üçüncü Yasa değişikliği bildirilince Haziran 1863 tarihinde ABD’de kölelik resmen kalkmış oldu. Lincoln, köleliğin kaldırılmasından hemen sonra suikast sonucu öldürüldü. Vikipedi.

[55] Marx, Amerikan İç Savaşı hakkında yazdıkları yazıların, Kapital’in 1. cildiyle önemli bağlantıları olduğunu ve devrim teorisinin oluşmasında büyük bir etkisi olduğunu belirtir; Kevin B. Anderson, Marx Sınırlarda: Etnisite, Ulus, Ulusçuluk ve Batı Dışı Toplumlar, Çeviren: Deniz Gedizlioğlu, Yordam Kitap, 2018, İstanbul, s. 142. Marx’ın 1861-1863 İktisat Elyazmaları’nda “işgünü” olgusunun büyük kısmı bulunmaz çünkü Marx “işgünü” bölümünü Kapital’in taslağını tamamladıktan sonra, muhtemelen 1866 yılından sonra yazmıştır. Basılan kitap ve taslağı karşılaştıran Dunayevskaya, Amerikan İç Savaşı ile bunun Britanyalı emek gücü üzerinde yarattığı etkinin, yalnızca böyle bir bölüm yazılması açısından değil, aynı zamanda, Kapital’in 1. cildinin tüm düzenlenişi üzerinde belirleyici olduğunu iddia etmiştir (Anderson, a.g.e., s. 297).

[56] Karl Marx, Amerikan İç Savaşı, Seçme Yazılar, Çeviren: Ferhat Sarı, Kor Kitap, 2019, Ankara.

[57] Karl Marx, a.g.e., s. 37-38.

[58] Alexis de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, Çeviren: İhsan Sezal ve Fatoş Dilber, Yetkin Yayınları, 1994, Ankara, s. 50.

[59] Almanya’yı Kara Avrupası’nın başat gücü hâline getiren olay Prusya’nın 1870-1871 savaşında Fransa’yı yenilgiye uğratıp Paris’e kadar ilerlemesi ve bu sürecin devamında Alman birliğinin kurulmasına engel teşkil eden bütün unsurları ortadan kaldırmış olmasıdır. Böylece Güney’deki devletlerin de Kuzey Almanya Konfederasyonu’na katılmalarıyla Hohenzollernlerin liderliğinde güçlü bir imparatorluğun teşekkülü için gerekli temel şartlar tamamlanarak Alman İmparatorluğu kuruldu ve Prusya Kralı I. Wilhelm (1861-1888) Alman imparatoru ilân edildi (18 Ocak 1871). İslam Ansiklopedisi.

[60] Henüz Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği düşüncesi Türk Devleti’nin de jeopolitik projeksiyonlarından biridir. Erdoğan, Çanakkale Savaşlarının 100. Yılı münasebetiyle düzenlenen bir etkinlikte, “Birinci Dünya Savaşı hâlâ sona ermiş değil. Birinci Dünya Savaşı’nın açtığı uzun parantez hâlâ kapanmış değil,” diyerek sözünü ettiğimiz bu projeksiyonun geçerli olduğunu aslında bir anlamda uluslararası muhataplarına deklare etmiştir. “Birinci Dünya Savaşı hala sona ermiş değil”, 19 Mart 2015, Fortune Türkiye.

[61] İngiltere İmparatorluğu dâhilinde petrol çıkarılması olası görülmediğinden, petrolün Ortadoğu’dan sağlanması konusu büyük önem ve aciliyet kazanmıştı. İngiltere Savaş Kabinesi’nin olağanüstü nüfuzlu bakanı Sir Maurice Hankey, Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’a yazdığı mektupta görüşünü şu sözcüklerle dile getirir: “İleride oluşacak bir savaşta petrol bugünkü savaşta kömürün bulunduğu yerde olacaktır veya en azından kömürle aynı paralelde olacaktır. Büyük potansiyel de petrol alabileceğimiz kontrolümüz altındaki yerler İran ve Mezopotamya’dır. Şu nedenle petrol kaynağı olan bu iki yer üzerindeki kontro1ümüz İngiltere’nin savaştan beklediği birinci sınıf hedef olmalıdır.” (Yergin, a.g.e., s. 184). Bu süreçten sonra petrol alanlarının kontrol edilmesi için “bölgede bulunan bir devletin” gücüne ihtiyaç duyan İngiltere, İsrail’in yapay bir devlet olarak kuruluşunu adım adım gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla İsrail, Ortadoğu’da petrol akışını kontrol etmeye yönelik bir hamle olarak İngiliz sistemi tarafından bu sürecin devamında kurulmuştur. Bu yanıyla İsrail’in petrol devrinin doğurduğu bir ülke olduğu söylenebilir, petrol devri sonlandıkça da İsrail’in konumunun değişeceği beklenebilir. İsrail’in ayrıca Ortadoğu’da olan-biten bütün felâketlerin sebebi ve ilk nedeni olarak bütün şimşekleri üzerinde toplayan bir paratoner görevini icra ettiği söylenebilir. İsrail, ironik bir şekilde Yahudi inancında meşhur bir anlatı olan “günah keçisi” rolünü başarıyla oynamıştır. İngiltere işbirlikçisi durumundaki despotik Arap yönetimler, halklarının devrimci tepkilerinin kendilerine değil, İsrail’e yönelmesini sağlamış, böylece uzun yıllar işbirlikçi yönetimlerin iktidarda olması ve petrol akışında problem yaşanmaması sağlanmıştır.

[62] Bütün bu girişimlerin başında yer alan ve Türkiye Petrol Şirketi’nin kuruluşunu sağlayan milyoner Kaluste Gülbekyan, İngiliz sistemi tarafından ajanlaştırılmıştır. Türkiye Petrol Şirketi’nin kurulduğu günden başlayarak İngiltere bu şirketin D’Arcy’ye ait Anglo-Pers Şirketi ile birleşmesine yoğun çaba harcamıştır. Türk Millî Bankası’ndaki %30, Türkiye Petrol Şirketi’nin %15 hissesine sahip olan Kaluste Gülbekyan ve taraflar arasında yapılan çeşitli pazarlıklar sonucu 1914 senesinde Anglo-Pers Grubu hisselerin %50’sini alarak Türkiye Petrol Şirketi’ni ele geçirmiştir (Yergin, a.g.e., s. 182-183). Türkiye Petrol Şirketi’nin kısa serüveni aslında oldukça karışık ve bir o kadar da ilgi çekicidir. Başka bir çalışma kapsamında detaylı bir inceleme-değerlendirme yapılmasının gerektiğini düşünüyoruz.

[63] İslam Ansiklopedisi.

[64] Almanya’nın 1899’da demiryolu imtiyazları vesilesiyle Osmanlı Devleti ile ilişkileri yoğunlaşınca, bundan rahatsız olan İngiltere ve onun yanlıları, Jön Türk akımını canlandırma ve destekleme ihtiyacını duymuşlardır. Çünkü özgürlükçü mücadele Osmanlı Devleti’ndeki İngiliz-Alman emperyalist rekabetinin bir boyutu hâline gelmişti. Almanlar ağırlıklarını artırdıkları ölçüde İngilizler ve İngilizciler, özgürlükçü harekete destek oluyorlardı (Akşin, 1998, s. 52-54). Ancak şunu da önemle belirtmek lâzım; İngiliz-Alman çekişmesi Osmanlı Devleti’nin neredeyse her alanında yaşanmıştır. Örneğin, İngiliz belgelerinde sürekli İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin içinde sivil ve asker kanatların varlığından ve bu kanatların farklı politik aksiyomlar içine girdiklerinden bahsettiği bilinmektedir (Soy, 2008, s. 171). Dolayısıyla görülen o ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti, her ne kadar çeşitli çaba ve arayışların içine girse de özünde kendine ait bağımsız bir politik-stratejik yol çizememiş, Alman ve İngiliz mücadelesinin ortasında kalarak zaman zaman konum değiştirmek durumunda kalmıştır.

[65] Alman-İngiliz mücadelesi yaşanırken, bu mücadele içeriye Ordu-Cemiyet mücadelesi şeklinde yansıdı. Mahmud Şevket Paşa’ya düzenlenen suikast sonrasında kontrolü tamamen ele geçiren Cemiyet, devletin bekasını güven altına almak için Üçlü İtilafa yanaşma imkânları aradı. Talat Bey Rusya’ya, Cemal Paşa da Fransa’ya ittifak teklifinde bulundu (Soy, 2008, s. 176). İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önemli isimlerinden biri olan Resneli Niyazi Bey 17 Nisan 1913’te, hem sadrazamlık hem de Harbiye Nâzırlığı görevlerini yapan Mahmut Şevket Paşa ise 11 Haziran 1913’te suikaste uğramıştır. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yaşanan bu iki suikast bile Osmanlı sistemi içinde Alman ve İngiliz mücadelesinin ne denli şiddetli olduğunu göstermektedir.

[66] Dönemin İttihatçı Meclis-i Mebusan Başkanı Halil Menteşe, mütareke günlerinde Malta’dan İngiliz Başvekili Lord Curzon’a yazdığı mektupta, “Türk’ten daha sâdık, Boğazlara bekçi bulamazsınız. Gelin, eski dostluğu ihya edelim,” diyebilmektedir. Halil Menteşe’nin Anıları, Hürriyet Vakfı Yayınları, 2003, İstanbul.

[67] Yeşil Ordu, Halk Zümresi, Çerkez Ethem tasfiyeleri, 15’lerin katledilmesi (Mustafa Suphi ve Türkiye Komünist Fıkrası Merkez Komitesi) ve İştirâkiyûn Fırkası’nın kapatılması bu yönde yapılmış tasfiye ve katliamlardır.

[68] Osmanlı sonrası ara dönemde, Mustafa Kemal çizgisinin baskın unsur olarak öne çıkmasını sağlayan, Ankara Hükûmeti’nin Moskova Büyükelçisi konumundaki Ali Fuat Cebesoy’un İngiliz Ticaret Kurulu Başkanı Hudson’a dillendirdiği görüşlerdir. Sözü geçen görüşmede A. F. Cebesoy Hudson’a şunları söylemiştir: “Söyleyeceklerim hem pek çok hem de sizce malum olmayan şeyler değildir. Müsaade ederseniz, kısaca hülâsa edeyim. Lloyd George ve Lord Curzon gözlükleriyle Türklere bakarak bizleri çok zayıf görmek İngiliz milletinden hakikati gizlemek demektir. Türklerin Orta Şark’ta asırlarca üzerlerine almış oldukları mühim vazifelerin Yunanlılar ve Ermeniler tarafından başarılacağını sanmak İngiliz siyasetinin kaydetmediği büyük bir gaflet olacaktır. Türkler, Osmanlı camiası içinde asırlarca hâkim olmuş bir unsurdur. Türkiye bütün İslam âleminin ümit kalesidir. Asırlardan beri bu kuvvet ve kudret olmasaydı, sıcak denizler ve okyanuslar şimal müstevlilerinin eline geçmeyecek miydi? O zaman İngiliz müstemlekelerinin hâli ne olacaktı? Şimdi bu tehlike eskisinden daha çok büyüyebilir. Bu tehlike karşısında Yunanlılar ve Ermeniler hangi kuvvetle karşı durabileceklerdir? Zannederim, karşı durmak şöyle dursun, evvelâ onlar, Şimal müstevlilerinin ilerlemesini kolaylaştıracaklardır. Bilmem arz edebiliyor muyum?” Arif Papak, “Dünden Bugüne İslamî Hareket”, 28 Temmuz 2010, Adil Medya. Ankara Hükûmeti ve Kemalist dış politika belirleyicilerinin bu dönemdeki diplomatik görüşmelerinin etraflıca incelendiği çalışma için bkz. Salih Zeli Tombak, “Kurtuluş Savaşı’nda Kemalist Dış Politikanın Esasları: Emperyalist Düşmanla Flört, Müttefik Sovyetlere Düşmanlık”, Fabrika.

[69] Archaeoplan.

[70] Enver Paşa, önceleri İngiltere çizgisinde olduğu bilinmekle birlikte, son dönem Osmanlı-Alman realpolitiğine uygun bir aksiyon içine girmiştir. Enver Paşa’nın Almanya çizgisine Mahmut Şevket Paşa’nın gayretleri sonucu ikna edildiği iddia edilmektedir (Ahmad, 1999, s. 79). Meşrutiyet’in ilânından sonra Kasım-Aralık 1908’de yapılan seçimlerde “İngiliz Kâmil” diye bilinen Kâmil Paşa galip gelmiş ve sadaretin başına geçmiştir. İngiliz Elçiliği’nde yetkili Fitzmaurice, Kâmil Paşa’nın seçimi kazanması konusunda şöyle yazmaktadır: “Özgürlük dünyasına yeni doğan bu çocuğa tavsiyelerde bulunmalıyız ve rehberlik etmeliyiz… Kâmil Paşa hayranlık boyutunda İngiliz taraftarıdır. Almanların yaptığı gibi aşırı imtiyazlar talep etmezsek, onun idareyi elinde bulundurması bizim iyi adımızı kirletmez. İngiliz yanlısı duyguları desteklersek, ticaret de bunun faydasını görecektir.” (Soy, 2008, s. 160). Enver Paşa’nın Bab-ı Ali Baskını sonucu İngilizci Kâmil Paşa’nın sadaretten istifa ettirilmesi, Alman taraftarı Mahmut Şevket Paşa’nın sadarete getirilmesi şeklinde gelişen süreç, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Osmanlı üzerinde Almanya’nın yeniden belirleyici unsur hâline gelmesiyle devam etmiştir (Ceyhan, 2005).

[71] Bu konuda Bolşeviklerin belirgin bir tutum ve politika değişikliği içine girdikleri aşikâr.  Söz konusu tutum ve politika değişikliğinin “millet meselesi” noktasında Lenin ve Stalin arasında politik uyuşmazlık ve çekişmenin sonucu ortaya çıktığı söylenebilir. Meseleyle ilgili daha kapsamlı bir yazı için bkz. Dave Crouch, “Bolşevikler ve İslam”, 6 Nisan 2006, İştirakî.

[72] Toplantı sonunda Çiçerin’in delegasyon başkanı Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey’den bir ricası olur: “Ekselans, şu an bir heyetimiz de Londra’da, İngilizlerle serbest ticaret anlaşması imzalamak üzere. Devrimin ekonomik bağımsızlığı için bu çok önemli, sizden ricamız, sizinle yaptığımız antlaşmayı iki gün sonra, 18 Mart’ta duyurmanız. İngiltere ile imzalanacak ticaret anlaşmasının sizinle olan dostluğumuza bir zarar vermeyeceğine de inanınız.” Aynı gün serbest ticaret anlaşması da Londra’da imzalanır. Moskova Sözleşmesi’ne Türk Heyeti 16 Mart tarihinin yazılmasını koşul olarak sunarlar. Dr. Selim Erdoğan, 16 Mart 2022, Twitter.

[73] Coşkun Topal, “Türk-Rus İlişkileri ve Moskova Anlaşması”, Karadeniz Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Nisan 2018, s. 313-330.

[74] Enterprise.

[75] E. H. Carr, Bolşevik Devrimi, Çeviren: Orhan Suda, Metis Yayınları, 1989, İstanbul, s. 333.

[76] E. H. Carr, a.g.e., s. 345.

[77] Dönemin gelişmelerine bakınca Sultan Galiyev ve Mustafa Suphi arasında güçlü bir yoldaşlık bağı olduğu anlaşılıyor. Kakınç’ın değerlendirmesine göre, Galiyev ile yakın olan Mustafa Suphi, Bakû’deki Türkiye Komünist Fırkası içerisindeki ittihatçıları tasfiye etmiş ve Partiye Galiyev ile ortak fikirleri doğrultusunda yön vermiştir. Söz konusu dönemde (1920-1922) Sultan Galiyev, Sovyetler Birliği’nin tüm Türk asıllı bölgelerinde etkilidir. İttihatçıların tasfiyesi ve ittihatçı olmayan Türkiye kökenli komünistlerin devreye girmesi konusunda, Neriman Nerimanov ve Azerbaycan Komünist Partisi, Mustafa Suphi’ye büyük bir destek sağlamıştır.” (Tellal, 2001, s. 117).

[78] Bu konu, çalışmanın kapsamını oldukça aşan bir yerde durmaktadır ancak yeri geldiği için değinmeden geçemeyeceğimiz bazı hususlar bulunmaktadır. Konu üzerinde yıllardır yazılmakta ve dolayısıyla çok sayıda spekülasyon üretilmektedir. Ancak değerlendirmelerin önemli bir kısmı Sovyetleri temize çıkarmaya çalışmakta, diğer önemli bir kısmı da Kemalizm’i aklamaya çalışmaktadır. Mustafa Suphi ve Türkiye Komünist Fırkası Merkez Komitesi üyelerinin öldürülmesi, Türkiye tarihinde büyük bir kırılmaya tekabül etmektedir. Sovyetler Birliği katliama en hafif deyimiyle ses çıkarmamıştır ve Ankara Hükûmeti ile ilişkilerinde ciddi bir sorun yaratmamıştır. Tarihçi Yavuz Aslan daha ileri giderek Mustafa Suphi’nin ölümünün Ankara Hükûmet’i ve Bolşevik Hükûmet’in işine geldiğini öne sürmektedir (Tellal, 2001, s. 116).

[79] Twitter.

[80] Almanya’nın (Drang Nach Osten) jeopolitikası, Kaiser Wilhelm’in “Dünya Politikası” (welt politik) çerçevesinde Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde “Berlin-Bağdat” demiryolu projesi ile hayat bulmak üzereydi. Demiryolu projesi, İngiltere-Fransa-Rusya bloğunda yarattığı rahatsızlıklar ile birlikte Birinci Dünya Savaşı’nın çıkış nedenlerinden birisi olmuştur.

[81] Molotov-Ribbentrop Paktı olarak da bilinen anlaşmaya göre, tarafların Polonya’yı aralarında paylaşmasına olanak tanıyan maddelerin yanı sıra, Almanya’nın Sovyet hammaddeleri karşılığında işlenmiş ürünleri takas etmesi koşuluyla imzalanan ekonomik anlaşma ve birbirlerine saldırmamayı taahhüt ettikleri on yıllık bir saldırmazlık paktı da imzalandı. Bu dönemde hızla gelişen sanayi kompleksini beslemek zorunda olan Almanya, her geçen gün daha fazla petrole ihtiyaç duymaya başlamıştı. Bu nedenle Alman jeopolitiğinde Bakû’de bulunan petrol kaynakları büyük önem taşıyordu. Savaş sonunda rehin alınan Alman Silahlanma ve Savaş Üretim Bakanı olan A. Speer, sorgusunda, harekât kararının birinci sebebi olarak petrole olan acil gereksinimleri olduğunu söylemiştir (Yergin, a.g.e., s. 320). Almanların saldırı pozisyonunun kırılıp savunmaya geçtiği bir ortamda Mareşal Erich von Manstein, gece yarısı Hitler ile yaptığı telefon konuşmasında Führer’den Kafkasya’daki kuvvetlerini çekip kendi emrine vermesi ve böylece Stalingrad’da savaşan Altıncı Orduya yardım sağlanması için yalvaracaktı. Ancak Hitler bu isteği reddedecekti. Hitler, telefonda Mareşal’e şu sözleri söylemişti: “Tüm sorun Bakû’yü almaktır, Sayın Mareşal. Bakû petrolünü ele geçirmedikçe, savaşta yenilmiş sayılırız.” (Yergin, a.g.e., s. 323). Bu olay özelinde ve başka birçok örnekte de görebileceğimiz üzere, İngiliz ve Alman sistemleri stratejik amaç ve hedeflerini gizlemek konusunda oldukça ustadır. Barış zamanlarında mücadele şekilleri görülmez ve çoğunlukla anlaşılmaz, doğrudan doğruya karşı karşıya gelmezler, mücadele alanlarında çok sayıda Proxy güç kullanırlar. Ancak adına “emperyalistler arası paylaşım savaşları” dediğimiz büyük hesaplaşmaların temelinde bu iki fail vardır, malî-finans sermayesinin Venedik’ten kovulduktan sonra kendisine yurt olarak seçtiği İngiltere ile geleneksel merkezî güç odaklarının ve ulus-devlet’in yeryüzünde en güçlü olduğu ülke Almanya. Sovyetler Birliği daha evvel de vurguladığımız üzere bu iki ana akım arasında yaşanan kavganın ortasında doğmuştur. İrfan Özgül, “Darbe, Devrim, Perspektif”, 18 Temmuz 2016, İştirakî.

[82] Russell A. Miller, “The Ugly German”, 13 Ekim 2020, Verfassungsblog.

[83] Cenk Reyhan, “Türk-Alman İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı (1878-1914)”, Belleten, Türk Tarih Kurumu, Sayı 254, Cilt 69, Nisan 2005, s. 217-266.

[84] Antonio Gramsci, The Modern Prince and Other Writings, New York: International Publishers, 1957.

[85] Başyapıt niteliğindeki eserinde Daniel Yergin, Kanal Krizi için şunu söylemektedir: “1956 yılında Süveyş; Krizi –ki gerçekte çağdışı emperyalist Avrupalı güçlerin izlediği siyasetin artık sonuna gelindiğinin bir işaretiydi– başka nedenlerle olduğu kadar petrol nedeniyle de meydana gelmiştir.” A.g.e., s. 11.

[86] Kennedy suikastı, Abraham Lincoln suikastı gibi tipik bir İngiliz icraatıdır ve İngilizlerle Almanlar arasındaki karşıtlığın barış dönemlerindeki mücadele şekline örnek teşkil etmektedir. Zira ana metinde de belirtildiği üzere İkinci Globalleşme dalgasının başlaması Kennedy suikastı ile mümkün hâle gelmiştir.

[87] Michael Parenti’nin 1993 tarihli Dirty Truths kitabının bir bölümünde Kennedy suikastı ve solun komplo fobisi üzerine muazzam bir değerlendirme için bkz. Canerflenktir.

[88] Bu tarihsel konjonktürde finans sermayesinin yönetimde olduğu İngiltere ve Amerika birçok ülkede globalleşmeye yönelik amaçlarını kolaylaştıracak iç savaş, cunta/darbe gibi operasyonlar yürütmüşlerdir. Arjantin, Şili ve Türkiye, cunta/darbe yönetimleri bu yönelimle birlikte ortaya çıkan başlıca örneklerdir.

[89] George Soros, İkinci Globalleşme Dönemi’nin finans sermayesi adına simge olmuş isimlerinden biridir. Bütün dünyada globalleşme dalgasının kırıldığını ve finans sermayesinin geriletildiğini önceden sezen Soros, sermaye yapısını soyut finansal araçlardan somut maddî varlıklara doğru kaydırmıştır.

[90] Spykman; deniz çevresi, Mahan; deniz gücü, Mackinder; kara güçleri olgularına dayanan hâkimiyet teorileridir.

[91] İçinde olduğumuz dönem bazı yönlerde 1929 konjonktürü ile benzerlikler taşımaktadır. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nda, sömürgelere dayanan hammadde kaynakları ve açık pazarları olan İngiltere ve Fransa, krizin yarattığı sıkıntıları sömürgeleri olmayan ABD ve Almanya’ya göre daha kolay aşmışlardı. Bu durum ABD ve Almanya’nın sorunlarını çözmeleri için İkinci Dünya Savaşı’na gereksinimlerini doğurmuştur.

[92] Sovyetler Birliği’nin dağılmasının bir tür “kabuk değiştirme” olduğu yönünde değerlendirmeler de mevcuttur.

[93] Matthew Edwards, “The New Great Game and the new great gamers: Disciples of Kipling and Mackinder”, Central Asian Survey, Mart 2003, ResearchGate.

[94] Çin’in enerji kaynaklarına erişiminin engellenmesi bağlamının özünde bir indirgemecilik içerdiğinin elbette farkındayız. Ancak meseleyi bütün boyutlarıyla ele almak bu çalışma kapsamında pek mümkün olamamıştır. Bu yanıyla meselenin muazzam bir tarihsel arka plânının da olduğunu önemle belirtmek gerekiyor. Öyle ki İran, Afganistan, Hindistan, Çin ile birlikte Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Pakistan’ı kapsayan büyük bir coğrafyayı kontrol etme rekabetinin de önemini vurgulamak gerekiyor. “Büyük Oyun’’ tanımlaması 19. yüzyılın başında bizzat Orta Asya’ya doğru genişleyen Rus Çarlığıyla, sömürgeleri olan Hindistan’ı korumaya çalışan İngilizler arasında geçen rekabete verilen isimdir. Ancak bu coğrafya İngiltere, Almanya ve Fransa’nın da emperyal projeleri arasındadır. Hatta 1807’de İngiliz istihbarat raporlarında, Napoleon Bonaparte’ın Çar I. Alexander’la birlikte Hindistan’ı ele geçirerek İngiliz İmparatorluğu’nun Hindistan’daki hâkimiyetine son verme düşüncesi olduğu görülebilmektedir (Soy, 2008).

Kaynaklar:

Ahmed, N. (2021, Nisan). https://bylinetimes.com/2021/10/20/oil-system-collapsing-so-fast-it-may-derail-renewables-warn-french-government-scientists/ (Erişim: 15 Nisan 2022).

Ahmed, N. (2022, Nisan). https://www.thestar.com/opinion/contributors/2020/04/21/the-pandemic-may-bring-the-fossil-fuel-era-to-an-abrupt-end.html (Erişim: 15 Nisan 2022).

Akşin, S. (1998). Jön Türkler ve İtihhat Terraki. Ankara: İmge Yayınları.

Anderson, K. B. (2018). Marx Sınırlarda: Etnisite, Ulus, Ulusçuluk ve Batı Dışı Toplumlar. (D. Gedizoğlu, Çev.) İstanbul: Yordam Kitap.

Callinicos, A. (2013). Günümüzde Emperyalizm ve Marksizm. (M. Yıldız, Çev.)

Ceyhan, C. (2005, Nisan). Türk-Alman İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı (1878-1914). Türk Tarrih Kurumu, s. 217-266.

Deffeyes, K. S. (2001). Hubbert’in Zirvesi: Yaklaşan Dünya Petrol Sıkıntısı. Princeton University Press., s. 1–13.

E.Tonak, A. (2016, Nisan). MEGA 2 ve Marx'ın Kriz Teorisi. İktisat Dergisi, 3-10.

E.Tonak, A. (2020). Kâr Oranının Düşme Eğilimi Yasası Üzerine.

E. H. Carr. (1989). Bolşevik Devrimi. (O. Suda, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.

Furet, F. (1978). Fransız Devimini Anlamak. (A. Kayaş, Çev.) İstanbul: Alan Yayınları.

Garrett, G. (2001). Globalization And Governmend Spending Around The World. Studies In Comparative International Development.

Goodchild, P. (2012). https://countercurrents.org/goodchild150312.htm (Erişim: 18 Nisan 2022).

Gramsci, A. (1957). Antonio Gramsci, The Modern Prince and Other Writings. (L. Marks, Çev.) New York: International Publishers.

Hilferding, R. (1995). Finans Kapital. (Y. Öner, Çev.) Belge Yayınları.

Kopits, S. (2014). https://energypolicy.columbia.edu/sites/default/files/Kopits%20-%20Oil%20and%20Economic%20Growth%20(SIPA,%202014)%20-%20Presentation%20Version%5B1%5D.pdf (Erişim: 10 Nisan 2022).

Lenin, V. I. (1974). Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması. (C. Süreya, Çev.) Ankara: Sol Yayınları.

M.Edwards. (2003). The New Great Game and the New Great Gamers:Disciples of Kipling and Mackinder. Central Asian Survey.

Maito, E. E. (2014). The Historical Transience Of Capital The Downward Trend in The Rate Of Profit Since XIX Century. http://gesd.free.fr/maito14.pdf (Erişim: Şubat 2022).

Marx, K. (2019). Amerikan İç Savaşı, Seçme Yazılar. Ankara: Kor Kitap.

Marx, K. (1976). Kapital (Cilt II). (A. Bilgi, Çev.) Sol Yayınları.

Marx, K. (1986). Kapital (Cilt III). (A. Bilgi, Çev.) Sol Yayınları.

Marx, K. (2011). Kapital (Cilt I). (N. Satlıgan, & M. Selik, Çev.) İstanbul: Yordam Kitap.

Marx, K. & Engels, F. (2003). Seçme Yapıtlar (Cilt 2). Ankara: Eriş Yayınları.

Mason, I. (2011). https://www.resilience.org/stories/2011-01-14/peak-oil-and-our-finite-world-or-praise-waste/.%20https://www.resilience.org (Erişim: 13 Nisan 2022).

Menteşe, H. (1986). Halil Menteşe’nin Anıları. İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayynları.

Miller, R. A. (2020, Ekim). The Ugly German. https://verfassungsblog.de/the-ugly-german/ (Erişim: Mart 2022).

O’Sullivan, E. (2022). http://edmundosullivan.com/ekonomis2030/intangibles-dominate-britains-biggest-companies (Erişim: 11 Mart 2022).

Parenti, M. (1993). KENNEDY SUİKASTİ : SOL’DA KOMPLO FOBİSİ. https://canerflenktir.medium.com/kennedy-sui̇kasti̇-solda-komplo-fobi̇si̇-daa97876e8db (Erişim: Mart 2022).

Petrol, Azalan Hazine. (1974, Haziran). National Geographic.

Piketty, T. (2014). Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital. İstanbul: Türkiye İş Bankası.

Roberts, M. (2022). https://thenextrecession.wordpress.com/2020/09/20/more-on-a-world-rate-of-profit (Erişim: Şubat 2022).

Roser, M. (2014). Nisan 2022 tarihinde https://ourworldindata.org/future-population-growth (Erişim: 09 Nisan 2022).

Sanders, L. (1999). Türkiye’de Beş Yıl. İstanbul: Cumhuriyet Gaz. Yay.

Sayek, F. (2003, Kasım 1). Hekimlik mesleğinin ahlaki sorumluluğu, Tıp Dünyası Dergisi (113).

Schumack, M. (2006). https://peer.asee.org/the-hubbert-curve-enabling-students-to-meaningfully-model-energy-resource-depletion.pdf (Erişim: 22 Nisan 2022)

Schwab, K. (2020, Ocak). https://www.weforum.org/agenda/2020/06/now-is-the-time-for-a-great-reset/ (Erişim: 19 Nisan 2022).

Soy, B. (2008). 1908 Jön Türk Devrimi’ne İngiltere’nin Yaklaşımı. Doğu-Batı(46), 143-177.

Tellal, E. (2001, Ocak-Mart). Mirsaid Sultan Galiyev. A.Ü. S.B.F. Dergisi, s. 105-133.

Tocqueville, A. d. (1994). Amerika’da Demokrasi. (İ. S.-F. Dilber, Çev.) Ankara: Yetkin Yayınları.

Tombak, S. Z. (2001, Ocak). Kurtuluş Savaşı’nda Kemalist Dış Politikanın Esasları. Fabrika Dergisi.

Topal, C. (2018, Nisan). Türk-Rus İlişkileri ve Moskova Anlaşması. Karadeniz Araştırmaları Enstitüsü Dergisi,, s. 313-330.

Yeğin, F. (2010). Petrol Fiyatlarını Etkileyen Faktörler. Sermaye Piyasası Kurulu Araştırma Dairesi.

Yergin, D. (2003). Petrol Para ve Güç çatışmasının Epik Öyküsü. (K. Tuncay, Çev.) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.