Bugün düzen, kompartmanlaşma yaratıp meseleleri paket program hâlinde sunuyor ve o paketi tümden savunmamız bekleniyor. Sözgelimi, Ned Ludd da zamanında büyük bir isyancıya dönüşmüştü; kahraman ve yiğitti. O türlü bir isyanı da sistem tarih boyunca absorbe eder. Bu bağlamda Meloni’nin şahsından bağımsız olarak, üzerinde yükseldiği tepkiselliğin 68 isyancıları ile kategorik bir farkı yok.
Sistemin absorbe edebilme ihtimali bu karşı çıkışları peşinen değersizleştirmez. Kendinden menkul “rasyonalist özne”nin “Zaten biliyorduk” bilgiçliği burada gerici bir rol oynar. “Sağcı itirazlar”, tutucu pozisyondan gelen tepkiler çok değerli; iş ki onları mücadele kanalına akıtalım. Meseleyi anlayabilmek için 20. yy. başına dönülebilir. Özgür Fiume Devleti deneyimi ve D’annunzio Hareketi’ne bakmak verimli olacaktır.
“Fiumecilik, tanrılar katından, tesadüflerle dolu, tehlikeli ve yavan bir gerçekliğe düşmeye karşı direnmiştir. Kendisini sınıflar mücadelesinin, bireyci düşünce ile sosyalist düşüncenin arasındaki çelişkinin, ekonomiyle ilgili sorunların üzerine yerleştirmiştir. Yeryüzünden kendisini soyutlamış, bulutların arasında kaybolmuş olan hümanizmse buharlaşıp ölmeye mahkûmdur… Görünüm itibarıyla faşizm, D’Annunzioculuğu muhafaza etmiş ama kendi içinde yeni bir toplumsal içeriğe ve yeni bir toplumsal yapıya kavuşmuş, artık hafif bulduğu D’Annunziocu ideolojinin alanını daraltıp onu tasfiye etmiştir… Fiumecilik, politik bir olgudan çok edebî bir olgudur. Öte yandan, faşizmse başlı başına politik bir olgudur... Savaştan sonra D’Annunzio birkaç kez devrime yakınlaşır. Fiume’yi işgal ettiğinde Fiumeciliğin, tüm ezilen halkların, cehennemlik olduğu düşünülen tüm insanların davası olduğunu söyler. Lenin’e bir telgraf çeker. Anladığımız kadarıyla Lenin ona cevap vermek ister. Ama İtalyan sosyalistler, Sovyetler’in, şairimizin bu yaklaşımını ciddiye almasına karşı çıkarlar… D’Annunzio, tüm sendikaları Fiume kentine davet eder ve onların insanî bir anayasanın üretim sürecinde kendisiyle işbirliği yapmalarını ister. Devrimci dürtülerle hareket eden kimi solcular D’Annunzio’nun anlayışını savunurlar. Ama sol bürokrasi ve sendikalar, bir sapkının önerisini reddedeceklerini söylerler ve onun boş hevesler peşinde koşan bir maceracı olduğu üzerinde dururlar... Neticede o ebedî kenti D’Annunzio ve sosyalistler değil, Mussolini ve ‘kara gömlekliler’ fethederler.”[1]
Bu tepkilerin başlangıcı tekelci kapitalizm dönemine denk düşer. Şimdilik tespit edebildiklerimiz itibariyle bu çıkarımı yapıyoruz, daha derinlerde izleri bulunabilir mi? Üzerinde düşünmek gerek. Tekelci kapitalizm yaşamın her alanına tecavüz ettikçe ve yıkıcı bir dinamizm sergiledikçe tutucu pozisyonlar kendiliğinden bir politik hat kazanmıştır.
Başka Bir Okuma Mümkün mü?
Liberal çizginin 20. yy. politik felsefesinde faşizm ya da Nazizm ile komünizmi, Hitler ve Stalin’i benzer görmesinde liberal çarpıtmadan fazlası olabilir. Daha doğrusu liberal görüş, aslında bize ayrıntıda kalan bazı yakınlıkları istemeden sunuyor olabilir. Mesela 20. yy. başında, hatta 19. yy. sonunu da katabiliriz; Nietzsche, Ortega Y Gasset, Cioran, Heidegger üzerine tekrar düşünmek gerekiyor. Pankaj Mishra’nın Öfke Çağı kitabı liberal bir bakış açısından –ama genel bir objektifliği de muhafaza ederek– 19. yy. ortalarına kadar keşif turu yaparak 20. yy. başındaki bu deneyimlere değinir; Dostoyevski politikasına kadar uzanır.
O devrin basınında, Goebbels bir toplantıda, “Lenin, Hitler’den sonra dünyanın en harika ikinci adamıdır ve komünizm ile Hitler’in inancı arasında çok az fark vardır,” diye coşkuyla nutuk atınca bira bardaklarının havada uçuştuğu haberleri yer alır. Goebbels, o zamanlar bir tür Hristiyan sosyalizmi savunucusu, Sovyetler’e bir tür sempati duyuyor, kapitalizm ve burjuvaziye karşı komünistleri müttefik görüyor; Hitler ise tam tersi. Zamanla Hitler, Goebbels’i “ikna ediyor.” Bu iknaya, Prusya Genelkurmayı’nın ve Hindenburg’un adamı olan, derin Almanya temsilcisi Hitler’in müesses nizam adına devreye girişi olarak bakmak gerek.
The New York Times, Hitler ve Lenin mukayesesi yapıldığında bira bardaklarının havada uçuştuğunu haber veriyor, 1925.
Bu çelişkili vaziyetler, zamanın şartlarına göre, belki başka adlar altında sosyalist hareketlerin önüne yeniden çıkacak. Hatta bundan sonra sıklaşarak yüzleşeceğiz bu meseleyle. Zira tekelci kapitalizm bugüne kadar dayanmadığı sınırlara dayanmış vaziyette ve insanlığın her türlü, zihnî ve bedensel sınırlarını aşmaya yönelik hamleler yapıyor.
Great Reset - Sınır Tecavüzü
“Öteki, kendimi sonsuza dek yinelememi engelleyendir,” diyor Jean Baudrillard. Öteki ile temas yoksa, geriye sonsuz dijital kopya ve çevrimsel zaman anlayışı kalıyor. “Beyin bir sonraki muharebe sahasıdır,” diyor Klaus Schwab, Dördüncü Sanayi Devrimi adlı kitabında. Schwab’ın temsil ettiği çevrelerin en büyük sıkıntısı dördüncü sanayi devriminin derinleştireceği eşitsizlikler. Kitaplarda hep bunu vurguluyor, yeni türde sınıf çatışmalarını ön görüyor, çok büyük bir sistem değişimi beklentilerini ortaya koyuyorlar. İlk üç sanayi devrimiyle karşılaştırılamayacak kadar büyük çapta değişimler bekleniyor. Bu nedenle Great Reset diye adlandırıyorlar. Ama “sınıf” kavramını kullanmaktan da vazgeçemiyorlar; bu önemli bir nokta. Aynı şekilde “Teknoloji politiktir,” demeleri de önemli. Bunlar unutulan ve unutturulan şeyler. “İnsan olmanın anlamını yeniden sorgulamak, yeniden anlamlandırmak gerekecek,” diyorlar. Daha ne desinler?
Platform temelli talep ekonomisi diyorlar ki bu da sahiplik yerine kiralamayı, bedeli muadilinde hizmet satın almayı gerektiriyor. Buna göre, her insanî ilişki ticarileştirilecek ve talep ekonomisinde meta olacak; dostluk ya da sıcak bir gülümseme bile. Dolayısıyla Metaverse de politiktir.
Sınıfsal Çatışmanın Bağlantısallık Yoluyla Önlenmesi
İnsanın ve insanî ilişkilerin tanımının yeniden yapılacağının iddia edildiği bir dönemde tutucu tepkiler artacaktır; bu çok açık. Küresel establishment çok etkili oynuyor. Bir yandan ortak liberal değerler vb. ile solu yanına çekiyor, böylece tutucu tepkileri olan halk kesimlerine yabancılaştırıyor, bir yandan da o tutucu tepkiler kontrol dışı kalmasın diye güdebileceği sağ faşist politik örgütlenmelerin önünü açabiliyor. Küresel müesses nizam bir yandan da kendi faşistleşme momentini de içinde taşıyor. İnsanı yeniden tanımlamak öjenik bir tınıya sahip. Örnek olarak, temerküz kampları benzeri çalışma ortamları ve genel bir kontrol toplumu kurulması verilebilir.
Mesela, Cajal’den bu yana nöron beyin için fonksiyonel birim iken, artık biliniyor ki asıl birim, “connectome” yani biyolojik organ olan beyin ile enformasyon işleme becerisi zihin arasındaki arayüz olan bağlantısallıktır. Bunun elbette yanında getireceği bir paradigması ve onun da eşleniği bir politik yapılanması olacaktır. Tıpkı 17. yy.’da mekanik fiziğin o dönemki burjuva toplum örgütlenmesine etkisi gibi, son 10 yılın üç önemli bilimsel paradigma değişiminden biri olan “connectome” yaklaşımı yeni bir toplum paradigması için de model teşkil ediyor.
Türker Kılıç’ın “Connectome” kavramını ve bu konudaki bilimsel çalışmaları anlattığı eseri.
2009’da ABD’de başlayan “Human Connectome Project”, 2013’te AB’de başlayan “Human Brain Project”, 2014’te Obama’nın açıkladığı “Beyin İnisiyatifi” ve sonra da Çin’in başlattığı nörobilim projeleri, insan zihninin, yapay zekâ ile birlikte bu dönemde en büyük savaş alanlarından biri olacağını gösteriyor.
Son 50-60 yıldır, hatta İvan Pavlov’dan beri davranış ve zihin kontrolü ile ilgili çalışmalar yapılırdı. Belirli oranlarda dışsal telkin, propaganda vb. yöntemlerle kitlesel olarak zihin manipülasyonu vb. de sağlanabildiği gösterilmişti.
Artık iş daha moleküler ve spesifik düzeylerde yürüyor. Mesela, optogenetik… Bu yöntemle farelerde eski bir hafızanın canlandırılması ve silinmesinden tutun, olmayan şeylerin zihinde üretilmesi ya da olmayan bir depresyon, anksiyete ya da korkunun yaratılmasına kadar çoğu şeyin mümkün olduğu gösterilmiş durumda.
Tabiî şimdilik fare beynindeki 31 bin nöron islenebilmiş. İnsan beyni çok daha kompleks bir yapı. Yaklaşık 100 milyar nöron var ve trilyonlarca bağlantı (“connectome”). Eski klasik mantık sistemine göre bile 2 üzeri 100 milyara yakın alternatif yelpazesi var ki “fuzzy logic”e göre bu çok daha fazla.
Henüz bilgisayarlar ve eldeki matematik bunu işleyecek kapasitede değil. “Bayesian” matematikle güçlendirilmiş süper kuantum bilgisayarlar bu işlemlemeyi yapabilir belki. Peki yapınca ya da “medenî toplum” bu verileri elde edince ne olacak?
Rıza sağlamak için elbette bazı nöropsikiyatrik hastalıklara daha etkin tedaviler bulunacak. Alzheimer demansı, şizofreni, OKB, DEHB, disleksi vb. Ama bu devasa veri müthiş yapay zekâlar üretimi için de bir temel teşkil ediyor. Bu gelişme, hâkim sınıflara insan beynini taklit edebilme şansı verecek bir noktaya kadar gidecektir.
Hiyerarşik olarak örgütlenmiş, ağ benzeri karşılıklı bağlantısallığın önemli olduğu, bağlantı dışı kalanların ya da bırakılanların “apopitozise” (ölüme) terk edildiği ya da ağ dışında örgütlenmeye çalışanların bir tümör ya da epilepsi odağı gibi “dezorganize” bir patoloji olarak görülüp yok edildiği, “plastisitesi” sayesinde kendini her fırsatta yenileyebilen, yara alsa bile bunu yok edebilen, zıtlıkların karşılıklı bağlantı adına yok sayıldığı bir toplum modeli. “Çin modeli”nden daha etkin bir model varsayabiliriz.
“Sağ” Tepki
2008’e “great recession” demişler ama o aslında uzun dalgalara yayılan bir “great depression.” Etkilerini de her alanda görüyoruz. İşin içinde, aşağıdaki twitte yer alan yorumun devamında belirtilen “mızmızlıktan” farklı bir şey var. Mızmızlık da tüketim ideolojisinin sonucu fakat daha genel bir bunalımla karşı karşıyayız. Anlam bunalımı, uygarlık bunalımı vs... Bu bunalım hem içe kapanmayı hem de muhafazakâr tepkileri beraberinde getirecektir.
Sağ tepikler en temelde “sınır” talebine dayanıyor; küçük burjuva ideolojisi ise sınırsız olmayı tercih ediyor. Sabah akşam Spinoza, şu bu okuyup, alıntılayıp duruyorlar. Oysa Spinoza özgürlüğü “zorunlulukların bilgisine ulaşmak” olarak tanımlıyor. Hayat zaten sınır ve engel demek. Bu gerçeğin bir görünümü, en basitinden hücre biyolojisinde bile seyredilebilir. Hücreler arasında “kontakt inhibisyon” kaybolunca o dokuda kanserleşme başlıyor. Hayatın devamını sağlayan ise hücreler arası temas ve o temasın oluşturduğu sınırdır. Buradan sermayenin bir tür kanserojen doku gibi metastaz yapması metaforu türetilebilir. Zira tümör dokusu kaotiktir, sayısal olarak çalışıldığında entropisi yüksek, heterojenliği yüksek bir dokudur ve düzenliliği, sıralılığı düşüktür, çok parçalıdır, çok “fine”, yani ince dokunmuş bir dokusu vardır. Bunun gibi, bağlantısallık ve yaşamdaşlık denilen şey de aslında insan türünün gelişmiş yapay zekâ ve diğer canlı türleri ile sınırını yok etme girişimi ve onun felsefesi.
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı bu anlamda bakınca belki de ciddi bir itiraz potansiyeli taşıyor. İki kere ikinin dört ettiğine itiraz edebilen, irrasyonel olmayı savunan bir yeraltı adamı. İnsan olmak irrasyonel davranabilmektir.
Küçük burjuva anarşizan liberter tutumda, bir tür kaotiklik övgüsü hatta tapıncı var. Marx bununla mücadele etmişti. Bugün “Marksistim” diyenlerin çoğu tipik Bakuninci ve hatta o bile değiller.
Byung-Chul Han’ın Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü (İnka Yayınları, 2021) adlı kitabından.
Evet! Mahremiyet bir özgürlük; kapitalizm, gölgeyi ve örtüyü de sevmez.
“Pürüzsüzlük, gölgesizlik, güzelin düşmanıdır.” Byung-Chul Han, Güzeli Kurtarmak’ta da şeffaflık toplumu, pürüzsüz telefon yüzeyleri ve pürüzsüz estetik cerrahisi vb. ile sermayenin pürüzsüz alanlar yaratma çabasını bağlıyor. Yani neoliberalizme karşı ve kültürel olarak mahrem olanı, sadakati, sınırı, örtülü olanı savunuyor. Bunlar günümüzde “sağcı” yapıyor artık insanları. Sonuçta öyle bir yere gidiyor ki en sıradan insan davranışı bile “sağ” olarak kodlanıyor. Sol trendi takip edeceğim derken saçmalamak işten değil. Sürekli bir marjinalleşme, bitimsiz bir sözde radikalleşme eşlik ediyor “sol tutum”a.
Diğer yandan ulusal ve yerel kalmanın, bu dönemde sınıfsal olarak altta olmakla yakın ilgisi var. Ulusallığı bu bağlamda yeniden düşünüp, siyasî bir hat olarak irdelemek değerli olabilir. Bunun üç kesimle ilişkisi var: İlki, ülkelerini terk edebilen ayrıcalıklı, yüksek kültürel ve ekonomik sermayeye sahip gruplar, insanlardır. Bunlar kendi ülkelerinin, küreselleşme sürecinde kazanan ya da kazanmaya oynayan kozmopolit kesimlerdir. Neoliberal değerlere daha açıklar ve kendi devletlerinden ve toplumlarından bir tür liberal kozmopolit muhaliflik göstergeleri ile ayrışıyorlar. Halk kesimleri bunlara karşı yer yer özenme ve imrenme ile yer yer öfke hatta nefret duygusu taşıyor. İkincisi, başka ülkelerin zengin uyruklarının mal mülk vs. edinme yoluyla edindiği vatandaşlıklardır. Bunlar da vatandaşlığı para ile satın alınan yerel halk sınıflarında öfke yaratıyor, bazen de kayıtsızlıkla karşılanıyor. Üçüncüsü ise başka ülkeye göç eden sığınmacılardır. Bunlar çoğunlukla yoksul kesimler ve esas nefret objesini bu kesimler teşkil ediyor. Türkiye bu üç tipin de bulunduğu ve yerel halkın bu üç tiple de ilişki içinde olduğu bir ülke durumunda. Bu bağlamda bu ulusallık mevzusu üzerine düşünmek gerekiyor.
Bu üç ilişkiden özellikle sonuncuyu, yer yer de ikincisini öne çıkarıp buradan politik manevra alanı yaratmaya çalışan sağ hareketler var. Bu ilişkilerin sadece sonuncusuna odaklanıp, yerel kalmak zorunda olan halk katmanlarının farklı dozlardaki tepkisini ya da sakınımını ırkçılık vb. olarak yorumlayan gruplar da var. İktidar ise öfkeyi kendi tabanı için ilk gruba yönlendirip, son iki gruba yönelik tepkiyi kontrolde tutmaya çalışıyor. Bu arada, üçüncü grubun, yani sığınmacıların Türkiye’de farklı bir stratejiyi düşündürecek derecede yoğunlaşması, sermayenin krizi aşmak için bunlardan faydalanması, ülke içi iktisadî koşulların daha da ağırlaşması gibi etkenler de var. Vatan, egemenler tarafından giderek kadastro toprağına çevrilir iken, alt sınıflara ait bir alan, yaşam sahası hâline geliyor. Bu bir bakıma, klasik bilgide söylendiği şekliyle vatanın, burjuvazinin kendine ait pazar yaratma süreci olmasının dışında yeni bir ilişki doğurma potansiyeli taşıyor.
Küresel göç stratejisi ve yeni imtiyazlı vatandaşlık pratikleri sonucunda, dışarıda bırakılmış imtiyazsız kitlelere kendi vatanları dışında bir şey kalmayacağı öngörülebilir. Bu nesnel süreç, uygun bir politika ile sözgelimi yerel Türklük ile sermaye-devlet füzyonunun kullandığı Türk milliyetçiliğini karşı karşıya getirebilir. Bu elbette kendiliğinden olmayacak, politik öznelerin iradî müdahalesi ile olacak ama bunun nesnel koşulları oluşuyor olabilir. Barış Ünlü gibiler daha baştan bu imkânları yok sayıyorlar. Türk kökenli olanlar utanmalı bunlara göre. Türklükten dolayı övünmek saçma ise de utanma ve kendini aşağılama daha da saçma. Üstelik iradeyi de yok eden bir ruh hâli; işte buna kapılmayan bir siyasete bağlanmalıyız.
Umut Doğan
10 Kasım 2022
*İş bu metin muhabbetten hâsıl olmuştur.
**Manşet Görseli: Makine Kırıcıları Ludditlerin lideri Ned Ludd, 1812.
Dipnot:
[1] José Carlos Mariátegui, “D’Annunzio ve Faşizm”, 1925, İştirakî.