Bireyin “kendi” olgusu ilk olarak Hegel tarafından vurgulanmış bir felsefî kavramdı. Onu tıpkı tarihsel materyalist diyalektik gibi, iktisadî determinist (gerekirci) ayakları üzerine oturtan Marx (Engels) olmuştur. Böylece egemen/yöneten/sömüren ile egemen olamayan/yönetilen/sömürülen birey toplulukları veya yığınların tarih içindeki konumları [emek gücünün yarattığı artı-emek/artı-değer kaynaklı] ekonomi politik nesnelliğinde zorunlu gerçeklik olarak açığa çıkıyordu. Yani üretim faaliyetinde türdeş bireylerin oluşturduğu biçim/form olarak sınıfların inkâr edilemez varlığı –“tarih sınıflar mücadelesinin yansımasıdır.” Böylece insanlık tarihi içinde yüzyıllardır örtülenen bir ideolojik “gizem” daha bütün çıplaklığı ile vurgulanmış oluyordu. Modern (çağdaş) –kapitalist– toplumda, toplumsal üretim araçları üzerinde egemen (hatta hegemon) yöneten-sömüren olarak burjuvazi, “kendi için” bir sınıf olarak varlığının bilincine sahipti. Bu varlığını sürdürmek için kapitalist alt yapıya dayanarak tıpkı ardıl egemen (köle sahibi ve feodal) türdeşler gibi kendi ideolojisini üretiyor ve diğer sınıflara genellikle gönüllü olarak bunu kabul ettiriyordu. Ama işçi sınıfı ekonomi politikte ifadesini bulan nesnel gerçekliğin açınımında “kendi içinde” sınıf olarak “bilinçsiz” kalmamıştı –bıraktırılmıştı. Bu bıraktırılmışlık kefenini yırtmak için onun iktisadî mücadelesi en ileri ifadesini sendikal örgütlenmesi ile bulmaktaydı. Fakat işçi sınıfı “kendi için” sınıf (olmak) bilincine varmadan, tarihsel misyonunu asla tamamlayamayacaktı. Sovyet deneyimi bunun kanıtıdır. Tabii hatalar doğru olarak kavranmış ise! “Kendi içinde” sınıf kefenini yırtmanın tezahürü siyasal bir zorunluluk ifadesidir. Bunun için Marx-Engels daha 1848’de Komünist (Parti) Manifestosu’nu kaleme alarak ilkeleri “açık ve seçik” olarak belirlemişlerdir. İlginçtir ki ‘kendi kendileri’ne ‘komünist’ yaftası yapıştırdıktan sonra, “öyledir ama günümüzde çok şey (o neyse) değişmiştir,” deyip patinaj yapanlara karşın; ilkeler hâlâ kullanılırlığını bütün parlaklıkları ile sürdürmektedir. Üstelik kapitalizmin sürekli bunalımının gittikçe sıklaşan krizlerinin patladığı günlerde…
Bu genellemeden özele, ülkemize dönersek; bilimsel sosyalizm/komünizmde, proleter devrimci siyasal kültürden, bir burjuva ideolojik “sapma”yı ifade eden “sol” terimini kendilerine yaftadan öte “bayrak” olarak kabul edenlerin, ki bunların nerede ise hepsi, etnik büyük toprak sahiplerinin burjuva “demokratik-insan hakları” çığırtkanlığını gönüllü olarak ifa ederlerken; Türkiye işçi sınıfının beklenmedik bir anda sahneye giren sendikal “direniş”i –güncel spekülatif ifade ile– “balyoz”[1] gibi kafalarına inmiştir… “Sol” birden kitaplarda değil, yaşamın içinde de facto işçi sınıfını “keşfetmiş”tir, bravo! Rosa Luxemburg’un eşsiz deyişi ile “mezarlarından fırlamış kadavralar” olan mikro-milliyetçilik sevdası ‘şimdilik’ terk edilerek, işçi sınıfının XIX. yüzyıl Britanya Troylarını esinlendiren “hak direnişi” saflarına geçilmiştir. Bilimsel ufuktan değil, ajitasyon ve goy-goy ufkundan. Bu “sol”cularımızın işçi sınıfı tarafından (saygın proleter devrimci teorisyen Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimi ile) “fenersiz” yakalanmasının ilki değildir. 15-16 Haziran 1970’de aynı olay yaşanmıştı. O günden bu güne ise sadece tek istisna vardır; aradan çıkmış anlamlı ve küçük burjuva tekkecilik ilkelliği ile görmemezlikten gelinen bir örnek olarak proleter devrimci önder “Terzi” Fikri Sönmez’in Fatsa’da yaşama geçirdiği olay! Fikri Sönmez-Fatsa Olayı sadece bir “teori ve pratik” değildir, irdelenmediği için anlaşılamayan onun praxis yönüdür. İlginçtir ki, Paris Komünü’nü ezen Bonapartist militarizm gibi, “Fatsa Komünü” de 12 Eylül 1980 faşist darbecisi TSK generallerinin kanlı katliamı sonucunda yok edildi, “Terzi Fikri” ağır işkencelerden geçirilmesi sonucu yakalandığı kansere karşı yenik düşerek sonsuzluğa yürüdü; yüreklerimize ve bilincimize gömülmüştür…
Semptomları çoktan belli olmuş küresel tekelci kapitalizmin büyük ekonomik krizinin 2008’de patlaması sonuçları “teğet geçti” zırvalamalarına karşın her halükârda Türkiye’yi de etkilemiştir. Bunun sonucunda yüzbinlerce insan on yıllardır büyük bir kitle oluşturmuş olan “Türk işsizler ordusu”na katılmıştır. Ama yukarıda belirttiğim siyasal öndersizlik açmazı sonucu burjuvazi istediği gibi ‘at oynatma’ya devam etmektedir. Hem dünyada hem de Türkiye’de…
Biraz daha somut verilere yaklaşırsak; 15-16 Şubat 2010 tarihinde Milliyet gazetesinin ekonomi sayfasında burjuva demokrat ekonomist Güngör Uras’ın iki makalesindeki gözlemleri, DİSK Araştırma Bölümü verileri ile olaya dar “Ankara” ekseninde değil, enternasyonal ekseninde yaklaşmakta fayda vardır. Çünkü küresel ana çelişkinin yansımasıdır bizim özelimiz. Eğer mezoskopiyi doğru olarak yakalarsak cevaplarımız da doğru olacaktır. Yoksa demagoji-ajitasyon mastürbasyonunda sadece ‘kendi içimiz’de tatmin oluruz. Unutulmasın ki burjuvazinin bir uzvu olan küçük burjuvazi sınıfına dâhil olan entelektüellerimiz de “kendi için” bir sınıfa mensupturlar!
Güngör Uras, Türkiye’nin önemli sanayi bölgelerinden biri olan (ve krizde 90 bin işçinin kapının önüne konduğu) Bursa’da otomotiv, tekstil, makine ve gıda sanayi kolları üzerinde gözlemlerini aktarırken patronların ekonomik krize yaklaşımlarını da belirtmiş. Patronlar genelde şunu söylüyorlarmış: “Kriz eski düzeni değiştirdi. Yeni düzene uyabilen yaşayacak. Yeni düzende her üretileni yüksek kâr ile satmak imkânsız. Maliyeti düşürmek, verimliliği artırmak, az kâra razı olmak şart.” Peki, Türk patronlar maliyeti düşürmekten ve verimliliği artırmaktan ne anlıyor. Uras onu ertesi günkü yazısında açıklıyor. “Daha az işçiyle daha çok üretim arayışına” girmek. Yani hâlihazırda istihdam edilmiş işçilerden bir kısmını daha işsizler ordusu saflarına göndermek. Gelişmiş kapitalist pazara dış satım yapan uluslararası tröstlerin bir kolu olarak faaliyet gösteren otomotiv patronları (yani küresel tekelci kapitalizmin işbirlikçi büyük burjuva –yerli oligarkları) böyle bakıyorlar geleceğe. Diğer taraftan vurguluyor Uras, Avrupa işçi sınıfı bizimkilerle rekabette, bizimkiler Pakistan, Bangladeş, Hindistan hatta Çin işçi sınıfı ile rekabette. Bunu belirleyen emek gücünün ücret olarak yansımalarındaki oranlar. Geri bıraktırılmışlık derinleştikçe artı-değer yağması yani kârlar yükseliyor, yazılması unutulan nesnel gerçek işte bu…
DİSK Araştırma Bölümü’nün uzmanlarının sergilediği sayılar Kasım verilerine göre Türkiye’de 3 milyon 270 bin işsizin olduğunu gösteriyor. Aslında 22 milyonluk tarım nüfusunun büyük yüzdesi çağdışı yaşam standartlarında yaşadığından (kırsalda yaşayarak gözlemleyen biri olarak) sadece 10 milyon kırsalda işsizdir dersek yalan olmaz. Peki, kentlerdeki 49 milyon nüfusun 36 milyonu 15 yaş üzerinde ise, 16 milyon iş gücünün ne kadar rasyonel bir sayı olduğu tartışmalıdır (Hele ne kadar sendikalı işçi var dersek asıl durum ortaya çıkar –hele hele kayıt dışının “özgür köle” bile olamamış “köle işçileri”). İşsizler ordusunun –bu muğlak istatistikte bile– genç nüfusu kentte %26, kırda %20 olarak, Türkiye genelinde %24 olduğuna dikkat edilmelidir. İşte ustalar “devrim krizi” derken tastamam kastettikleri yönetenlerin ve yönetilenlerin krizinin sayısal varsayımı budur. “Devrimci”yi oynayanların “nasıl yapılmalı”ya hâlâ bulamadıkları cevap, yerli malî oligark patronların uyguladığı çözüm gibi ilkel ve zamanı geçmiştir. Ne ki, Britanya malî oligarşisinin think-tank (düşünce) kuruluşu New Economics Foundation’ın (Yeni Ekonomi Vakfı) küresel krizden kapitalizmi kurtarmak için öne sürdüğü tez ilginçtir! Bu kurum, Britanya’daki 2,5 milyon işsize karşın 30 yıl öncesinden daha uzun çalışma-iş saatlerinin haftalık 21 saate indirilmesini önermiştir. Rapora göre bu çalışanların daha az para kazanacağı anlamına gelirken, buna karşın çocuklarına, yaşlılara ve aile içinde yardım duyanlara daha çok zaman ayırabilecekleri öne sürülmüş. Vakfın yöneticisi Andrew Simms, “Böylesi bir kültür değişimi karşımıza halletmemiz gereken ciddi sorunlar çıkaracaktır ama bunun gerek ekonomiye, gerekse yaşam kalitemiz ve gezegenimize büyük katkıları olacaktır,” demiştir (14.02.2010, Milliyet). Zeki burjuvanın söylediği bilimsel sosyalistler için yabancı değildir. Bu aynı zamanda bir türlü köylülükten kurtulamamış Fransa ve onun Komünist Partisi’nden istifa eden Marx-Engels’in ömürlerinin sonuna kadar sanayileşmiş Britanya’nın Demokrat Kardeşler Derneği üyeleri olarak kalmalarının gerekçesini de tekrar kanıtlar bize, ustaların dehalıklarının büyüklüğünü de! Manifesto ve Kapital’leri okumuşlar (daha doğrusu ‘kavramış’lar) için söylemler yabancı değildir. Ama küçük burjuva Troycu ve Lassalleci bir uyanıklıkla çarpıtılmışlardır. Yine de böyle hâlleri ile bile bizim oligarklardan çok daha “ilerleme”ci hatta “ilerici”, bizim “sol”cularımızdan da daha “devrimci” ve “Marxizm”e yakındır!
Ben Kasım 1992’de Yeni Dünya Düzeni adlı kitabımda vurguladım, bugüne kadar pek çok yazımda da yineledim. Marx-Engels’in 1848 Komünist Manifestosu’nun en can alıcı ilkesi “çalışma saatleri”nin en devrimci bir biçimde “4 saat”e indirilmesidir (Günümüzde haftalık 20 saat demektir). Bu ilke maalesef günümüze kadar hiçbir “sosyalist” ülke tarafından da uygulanmamıştır. Ekonomist oportünizm ve revizyonizm adına! 1992 Haziran’ında Azerbaycan gezim sırasında KP tarafından bana teklif edilen danışmanlık görüşmelerim sırasında 2,5 milyon işsizin istihdam edilmesi için acil olarak yapılacak ilk eylemin, iş saatlerinin 8 saatten 4 saate indirilmesiydi. Böylece iki vardiya üzerinden işsizlik sıfırlanacaktı. Azerbaycan’da ancak 2,5 milyon proleter istihdam edilmiş durumdaydı. Ama teklifim karşısında parti bürokratları gözlerini iri-iri açarak hayretle, “geri kalan 4 saatte ne yapacaklar,” diye sordular. “Kültür Devrimi”nden bahsettim, tabii “sizin gibi bürokratları mezara gömecekler,” diyemedim. Sonuçta bürokrasinin oportünist sekterliğinden kitlelerden kopan KP mezara gömüldü –şu anda oldukça küçük bir KP var, Azerbaycan’da mafyalaşma had safhada, eski günleri “Rus melankolisi” içinde anımsayan işçi sınıfı hâlâ “kendi içinde”…
Eğer Kapital’ler dikkatli irdelenirse, Marx’ın kendisinin de dediği gibi, kapitalizmi yüceltmediği aslında tastamam kaotik bir anarşizm olan sistemin şifrelerini çözmüş olduğu kavranır. Örneğin Kapital’in 3. Cildinde borsaların tarihsel konumu açıklandıktan sonra spekülatif bir unsur olarak malî sermayenin elinde ileride nasıl bir misyon yükleneceğinin anahtarları da verilmiştir. Nerede ise yüz küsur yıl sonra borsaları “modern elektronik kumarhaneler” olarak yorumlayan malî oligark Rahmi Koç, ustaları farkında olmadan doğrulamıştır. Son olarak MÜSİAD bunu keşfetmiştir!
Evet, Türkiye işçi sınıfının ihtiyacı proleter devrimci bir bilimsel komünist partinin ‘öncü’ iradesidir. Türkiye sadece “ekonomik kriz” içinde değildir, aynı zamanda “devrim krizi” içindedir. Buna önderlik edecek siyasal çizgi 15-16 Haziran 1970’deki Büyük İşçi Direnişi’ni günün şartlarında ve varolanı ile en doğru biçimde okuyarak kendini yiğitçe ortaya koymuştur. 1974 sonrası bu çizginin izinde yürüyenler onu bir adım daha aşıp ileriye taşımışlar ve “Fatsa Komünü”nü yaratmışlardır. Şimdi öncelik bu çizginin dağılmış; özveri, dürüstlük ve onurla ayakta kalmayı becermiş unsurlarını bir araya toparlamaktır (bu unsurların bazıları da yurtdışında bulunmaktadır). Her türlü tekkecilik gerekirse “devrimci şiddet” ile mahkûm edilmelidir. “Tekel” işçisinin “kendisi için” sınıf bilinci önsezisinde spontane oluşan direnişi sendika ağalarını aşmıştır. Ama misyonu bu kadardır. Bu, Türkiye işçi sınıfının tarihsel kilometre taşlarından biri olmuştur, tarihe mal olmuştur. Bu onurlu karşı-duruştan gerekli dersleri çıkarmak tarihsel zorunluluktur…
Tek yol, toplumsal kurtuluşa kadar sürekli devrimdir…
Halid Özkul
20 Şubat 2010
[Kaynak: Sorun Polemik, Sayı 40, Mart 2010. Güncelliğini yitirmediği ve sınıfa önderlik etme iddiasında olanların ‘yerinde saydığı’ gösterildiğinden ve elbette ders çıkarılması gerektiği düşünülerek tekrar paylaşılması uygun görülmüştür.]
Dipnot:
[1] Yazar, yazının kaleme alındığı dönem gündemi meşgul eden “Balyoz Davası”na atıf yapmaktadır. –ed.