Loading...

Kibir ve Hayal Siyasetinden Çıkış Üzerine


Şaşkınlık Hâli

 

Son “seçimlerin” sosyalistler ve kendini muhalif olarak tanımlayanlar üzerindeki etkilerini kabaca iki başlık altında toplayabiliriz: Derin hayal kırıklığı ve yoksul halka karşı yükselen öfke… Özellikle Cumhurbaşkanlığı oylamasından beklenti bu zümre için yüksekti. Zihinlerdeki kurguya göre ekonomi raydan çıkmış, deprem(ler) halkı perişan etmiş, yönetememe hâli kendisini göstermişti. Halkın önemli bir kısmı bu gibi gelişmelerden Erdoğan’ı sorumlu tutuyorken, onun ise halka umut taşıma gücü kalmamıştı. Anket kalpazanlığı ile beslenen bu kurgu, zihinsel çöküşün temelini teşkil ediyordu. AKP’nin, üzerinde durulmaya değer bir miktar oy kaybı olmakla birlikte, Erdoğan’ın önce seçilme yeterliliğine yaklaşması, sonrasında ise seçilmesi “muhalif” cenahta şok etkisi yarattı.

 

Sosyalistler ve kendini muhalif olarak tanımlayanlar, Gezi ayaklanmasından sonra, bazı kıymetli istisnalar dışında, sandığın merkezîleştirildiği, tedricen genel muhalefet çatısı altına girdiğine göre, yazıya salt muhalefetten bahsederek devam edilmesi gerekmektedir. İdeolojik bağlar, sınıfsal konumları itibariyle elbette Gezi’den geriye uzanmaktadır. Kişilerin kafalarındaki kurgular, ister istemez, öznenin sınıfsal konumuna göre şekillenmek zorundadır. Üretim ilişkileri ve toplumsal formasyon, zihinsel faaliyetin temel belirleyenidir. Milyonlarca insanın aynı yanlış beklentiye bağlanması bunun açık bir göstergesidir. Muhalefetin şemsiyesi altında yer alan bireyler çeşitli sınıflara aitlerse de ana politik/ideolojik ekseni belirleyen yapı, orta ve üst sınıflardan müteşekkildir. Dolayısıyla muhalefetin (şimdi daha çok seçmen denen) halka bakışı, fiziksel açıdan dıştan bir bakıştır.

 

Dıştan bakış, kaderine tek edilmiş işçi sınıfının geliştirdiği mekanizmaları görmekten uzaktır. Görememek kadar, görmek istememek de hesaba katılmalıdır. Gerçeğe nesnel bir yaklaşım, özellikle konum kaybetme tehdidini yakından hisseden küçük burjuvazi için huzursuz edicidir; şu nevî tespitleri yapmak için kişinin önce kendine karşı dürüst olması gerekmektedir:  

 

“… kalıcı yoksulluk koşullarına alışmakta ‘başarısız’ olan insanların sessizce ölümü bekleme olasılığı düşüktür. Adaptasyon başarısı ise bilakis muhafazakârlığa götürür ve değişimi barındırmaya yatkın olmayan baskın siyasal yapılar yaratır. ‘Çok şükür karnımız doyuyor’ sözü, bir taraftan adaptasyon kabiliyetinin biyolojik sınırına gönderme yaparken, diğer taraftan siyasal desteğin asgari koşulunu işaretler.”[1]

 

Muhalif zihin, yoksulluktan otomatik olarak itirazın türeyeceği ön kabulüne sahiptir; böyle düşünmek onun için konforludur. Genel hatlarıyla yapılmış bir kriz tespiti, açlığından başka derdi olmayan geniş kitleler varsayımı, üniversite bitirdiği için her şeyi bilmek zorunda olduğu yanılgısı ve en temelde işçi sınıfından kopukluk, hayal ve kibrin yakıtı olmuştur. Neticede gerçeğe yönelmek orta sınıfların zihnine zulmettikçe kurgu ve hayaller, fantezi boyutlarına ulaşmış ve bunun sonucu olarak başkanlık seçiminden olmayacak neticeler umulmuştur. Kurgu, istek, hayal, fantezi ve kibir, 14/28 Mayıs Seçimlerinde yenilenler bunlardır.

 

Kibrin Siyasal Tarihi

 

Marx’ın yadsıdığı kavramlar, kapitalizm öncesi toplumlarda da yadsınır. Örneğin, Marx, “güvenlik” kavramını bir “polis kavramı” olarak olumsuz manâda kullanır:

 

Güvenlik sivil toplumun en yüce toplumsal kavramıdır, toplumun tümünün yalnızca, üyelerinin her birinin kişiliği, hakları ve mülkiyetinin korunmasını garanti altına alma durumunda oluşuna ilişkin polis kavramıdır. Hegel sivil toplumu bu anlamda, gereksinimin ve usun devleti diye adlandırır. Güvenlik kavramı, sivil toplumun kendi egoizmini aşmasını getirmez. Güvenlik tersine, egoizmin sigortasıdır.”[2]

 

“Kendi içine kapanmış, kişisel çıkarlarının ve özel kaprislerinin sınırlarına çekilmiş ve topluluktan ayrılmış bir birey” [3] üzerine inşa edilen günümüz toplumu, “güvenliği” en yüce kavramı hâline getirmişse de, tarihsel süreçte bu durum her zaman böyle değildi. Kapitalizm öncesi toplumlar genelde organik bağları olan, birey bazında atomize olmamış yapılardı. Bu toplumlarda bireysel kurtuluş arayışı ahlâken yanlıştı. Shakespeare, âdeti olduğu üzere, Macbeth’te de kapitalizm öncesi toplumun hatıralarına atıf yapar. Feodal dönemde yaşamış İskoç kralından esinini alan Macbeth karakteri, iktidar yolunda kendisine çok güvenmektedir, kibirlenmiştir ve uyarı alır: “Güvenlik ölümlülerin baş düşmanıdır.” Oyun yazarı, herkesin bu gerçeği bildiğini söyletmeyi de ihmâl etmez. Kendine güven aldatıcıdır.[4] Bugün Macbeth çevirilerinde bu kısımda Shakespeare’in kullandığı “güvenlik, security” yerine “kibir, fazla güven” gibi karşılıklar kullanılır çünkü modern toplumda “güvenlik” kavramı olumludur. Örneğin, AVM’ler ve siteler bu kavramın yüzü suyu hürmetine küçük burjuvazinin mâbedi hâline gelmiştir. Dolayısıyla “güvenlik” bugün okuyan açısından cümleyi anlaşılmaz kılar.

 

Siyasal kavramların toplumsal dönüşümlere göre anlam değişimine uğraması her dönem yüzyıllara yayılmamıştır. Cahiliye devri kavramlarının İslam’dan sonra, çok kısa zamanda gösterdikleri anlam değişimleri çarpıcıdır ve radikal bir alt üst oluşa işaret ederler. Dönemin Arap toplumunun kelimelere yüklediği olumlu ve olumsuz anlamlar, 20 yılı biraz aşkın bir süre zarfında ters yüz olmuştur. Anlam değişimi, toplum tabanında ve yanı sıra felsefî, edebî, siyasal, dinî sahalarda da kendisini göstermiştir. Shakespeare örneğinde de olduğu gibi, Arapçadaki dönüşümü seyretmek için genellikle Cahiliye devrindeki toplum hayatını konu alan dönemin edebî metinleri baz alınır. Cahiliye kabilelerinde doğal bir hâl olan kişinin kendi öz gücüne tapması, gururlanıp büyüklenmesi, İslam’da küfrün bir unsuru hâli olarak tezahür etmiştir. Müminler sıradan işlerinde dahi bu duruma girmemeliydiler.[5] Bu yönüyle İslam, Cahiliye devrinde kabile bazında atomize olmuş Araplardan yeni bir toplum “inşa etmeyi” hedeflemiştir.[6] Kısa sürede yaşanan fetih dalgasının arkasında, klasik dünyadaki dağınıklığın tersine, ciddi bir toplumsal derleniş duruyordu. İlk vahiyden 40 yıl, Peygamber’in vefatından 20 yıl geçmeden İslam devleti İran’dan Kuzey Afrika’ya uzanmıştı bile.

 

Özetle, yalnızca kendi –veya cemaatinin/toplumsal katmanının– gücüne, aklına, idrakine güvenme, öteki veya altta olanın idrak ve imkânlarını yok sayma ve hafifseme hâli, neticede aldanmaya yol açmaktadır. Dahası bu şekilde kibirleneni, kendisini güçlü ve üstün sayanı asıl zayıf düşüren bu var oluş biçimi olmaktadır. Topluma kulak tıkayan, kendisini ifade edemeyenin siyaseti olmadığını farz eden, kendi kabilesine; kabilesi içinde de kendi bedenine hapsolmaktadır. Bu marazı (bellum omnium contra omnes – herkesin herkese karşı savaşını) aşan toplulukların, zafer yolunda ilerledikleri kayıtlıdır.

 

Hayal Kurmanın Siyasal Tarihi

 

Felsefî ve siyasal kavramlar açısından bir başka ani değişime Almancadaki “Vorstellung, tasarım/tasavvur” örnek verilebilir. Kelimenin hayal, imge gibi yan anlamları da vardır.  Bu kavram 19.yy’ın ilk yarısında 30 yıllık kısa bir zaman zarfında, bugünün dünyasında iyi bilinen dört metinde hem olumlu hem de olumsuz anlamlar yüklenerek kullanılmıştır. 19.yy’a gelindiğinde Kant’tan Schopenhauer’a kadar, özne-nesne ayrımı kavrayışın temelini teşkil etmektedir. Schopenhauer’a gelindiğinde artık öznenin pozisyonu ve tasarımı başattır; “Vorstellung, tasarım” merkeze alınır, olumlanır. Nesne özneye bağlıdır, hakikat tasarımdır ya da tam tersi.

 

“Schopenhauer güneşle değil, sadece güneşi gören gözle; toprakla değil, sadece toprağı hisseden elle tanışıklığımız vardır der. Bundan dolayı her şey özne-nesne ayrılığı temelinde gerçekleşir. Bilebildiğimiz, kavrayabildiğimiz her şey bir tasarımdır. Bilen, idrak eden, özne olarak yalnızca biziz. Dünyayı algılayan, algıladığını bilerek algılayan yalnızca öznedir. Bundan ötürü tasarım olarak dünya yalnızca özneye göre ve özne için vardır. Özne her şeyi bilen ama kendisi hiçbir şey tarafından bilinmeyendir. Taşı, suyu, güneşi, hayvanları ve tüm canlılığı idrak eden, bilen özne bunlar tarafından bilinip, idrak edilmez.”[7]

 

Dünya kişinin tasarımı ise kişinin isteme istenci de hayatın merkezine oturmak zorundadır. “… dünya istemenin aynası, onun nesnelleşmesidir. İsteme daima yaşamı ister. Bundan ötürü isteme, görünen dünyaya anlam ve gerçeklik veren içeriktir.”[8] Bu yaklaşımın, derli toplu olarak 1819’da Schopenhauer’un İsteme ve Tasarım Olarak Dünya (Die Welt als Wille und Vorstellung) adlı eserinde ortaya konmuş ve  üzerinden 30 yıl geçmeden hayatın içinde ve teoride ciddi bir sınamayla yüzleşmiştir. Wille und Vorstellung Almanca yazında her iki kavramın da dönemsel olarak popülerleştiği bir zamanda kaleme alınmıştır. Bu popülerlik ilerleyen yıllarda düşecek, 1830 Devrimi ile birlikte yeniden alevlenecekti.

 


Kaynak: https://books.google.com/ngrams/

 

Avrupa’nın belli başlı kentlerini saran 1848 devrim dalgasının merkezi Paris’ti. Proletaryanın ayaklanmasıyla barikat savaşları yaşanmaya başlamıştı. Engels’ten mealen söylersek, yer Fransa olunca akıl 1789 Devrimi’ne gitti. 1830 Devrimi’nin sıcak hatırası ve diğer Avrupa kentlerinde yaşanan ayaklanmalar eklenince zihinlerdeki kurguya göre proleter devrim kaçınılmazdı. Engels, Fransa’da Sınıf Savaşımları’nın önsözünde, “Ama tarih bizi de haksız çıkardı ve o zamanki görüşümüzün bir yanılsama olduğunu açığa vurdu,” itirafında bulunur. Engels, devrimin doğası ve gidişi hakkındaki düşüncelerinin geçmiş deneyimlerin etkisi altında olduğunu kabul ederken bu düşünceleri tarif etmek için “Vorstellung – tasarım, hayalkavramını tercih eder. Dönemin devrimcilerinin tasavvurunda, proletaryanın kitlesel ayaklanması, “çalışma hakkı” talebi altında acemice formüle edilen bir kısım ekonomik taleplerle birleştiğinde zafere ulaşacaktı. Hâlbuki burjuvazi, 1848’e geldiğinde bu tasarımı boşa çıkaracak kadar deneyim kazanmış, halkın bazı kesimleri arasında yer tutan şovenizmin burjuvazi elinde proletaryaya karşı ciddi bir silaha dönüşmüş, dahası devrin Menşevik meşrep sosyalistlerini güdecek taktikler geliştirilmişti. Bu dersler üzerine Marx şöyle yazar:

 

“Ama bu yenilgilerde yenik düşen, devrim değildi. Yenik düşenler… kişiler, yanılsamalar, hayaller (Vorstellungen) ve projelerdi.”[9]  

 

Marx da Engels gibi rastgele yazmıyordu, zira kendisi batı felsefesinin doktoruydu, künhüne vâkıftı. “Yanılsamalar, hayaller (Vorstellungen) ve projeler” öylesine seçilmiş kavramlar değildi. Zihinlerinde, kurulmuş dünyanın sonuna işaret ediyorlardı. Siyaset elitlerinin zihinlerinde inşa ettikleri toplumun aynı zamanda bu muhayyel toplumun hareket tarzının, tasavvur edilmiş hareketlerinin sonuçlarının hakiki olmadığı ortaya çıkmıştı. Bireyden ötesine bilinç atfedemeyen, sivil toplumun aklını devlete havale eden, 18./19.yy. batı felsefesinin kifayetsizliği ortaya dökülmüştü. Artık tüm çıplaklığı ile burjuvazi ve proletarya savaşımı vardı. Bu iki sınıfın da kendilerini teşkil eden bireylerden ayrı bilinçleri vardı.

 

Burjuvazi azdır, örgütlüdür, sistemlidir, neye ihtiyacı olduğunu bilmektedir. Proleter saflarda ise hakikatli biçimde formüle edilememiş bir siyaset, özel dönemler dışında sezgisel ve duygusal bir biçimde hüküm sürmektedir. 1848’de burjuvazi ve sol önderler tarafından bu vaziyet istismar edilmiştir. Fabrikadaki işçi, ücretli emeğin kendisini kalkındırmadığını, her gün kendi aleyhine “sermaye” ürettiğini görüyor, kontrolün kendisinde olması gerektiğini seziyordu. Ama nasıl? Üretim araçlarına el konulması zorunluluğunun, kendini dayattığı yaygın olarak bilince çıkarılamamış; popüler işçi liderleri sorunu ve çözümü “çalışma hakkı, sosyal yardım, çalışma bakanlığı” gibi formüllere bağlamışlardı. Dönemin etkili liderliğinin zihinsel tasarımı buydu; hakikate denk gelmiyordu.

 

Marx ve Engels, 1848 Şubat Devrimi’nin Paris’te başlamasından bir gün öncesinde ilk baskısı yetiştirilebilen Komünist Manifesto’da hakikate işaret edebilmişlerdi. Üretim ve sermaye işçi sınıfının elinde merkezîleşmeliydi. Ama nasıl? Kitle hareketinin yönü ve talepleri ne olmalıydı? Burjuvazinin elindeki yönetim makinasına karşı nasıl tutum alınmalıydı? İşçi sınıfının yüzünü döndüğü liderliğin sınıfsal konumunun önemi neydi? Şubat Devrimi’nden hemen önce komünistlerin geldiği eşikte bu sorular henüz cevaplanmamıştı. En nihayetinde bir gün sonra Şubat Devrimi patlak verdiğinde, dönemin devrimcilerine ve aydınlarına hâkim olan zihinsel tasarıma genel hatlarıyla iştirak ettiler, bir hayale kapıldılar. Sonra dönüp dürüstçe yanılgılarını itiraf ettiler ve vaziyeti başarılı biçimde tahlil ederek tarihe eser bıraktılar. Peki, bunu yapabilmek için dürüstlük yeterli miydi?

 

Yöntem

 

Zihinde oluşturulan tasarımlar ve özellikle “Vorstellung” kavramı, ilk defa 1848 yenilgisinin hemen akabinde Marx’ın gündemine girmemişti. Bundan yedi yıl önce doktora tezini yazarken bu konu ile uğraşmış ve bir izlek açmıştı. Tezin sonlarında, tanrının varlık sorununu konu edinirken, özetle şöyle bir çerçeve çizmişti: Tanrının varlığı için ortaya konan kanıtlar, yokluğu için de ileri sürülebilir. Bir tasarım tamamen öznel ve keyfi değilse; toplum buna dayalı olarak hareket ediyor, hayatını tanzim ediyor veya en azından bu fikir gerçek insanların hayatında gerçek etkilere yol açıyorsa, adı her ne olursa olsun o şey vardır ve gerçektir, zira “‘kendim için gerçek bir biçimde (realiter) tasarladığım [vorstelle – yn.], benim için gerçek bir tasarımdır [vorstellung   yn.]’ benim üzerimde işleyen [etki eden - yn.] bir şeydir.”[10]

 

Marx, hayal ve tasavvurun, Almanca yazında Fransız Devrimi’ni takip eden yıllardan sonra, tarihte en popüler olduğu dönemde kavrama müdahale etmişti. O vakit 23. yaşını süren Marx, ortama hâkim olan ve yadsımaya başladığı idealist kavrayışsızlığın, göremediği ve kısa sürede her türlü üstten kurguyu boşa düşürecek bir toplumsal kabarmaya hazırlık yapmaktaydı. Gelmekte olanı henüz teşhis edememiş fakat yüzünü kesin biçimde topluma dönmüştü. Doktora tezinin hem ardından 1842’de Orman Hırsızlığı Yasa Tasarısı tartışmalarını takip ederek mülksüzleştirme sürecini teşhir eden gazete yazıları yazmaya başlayacak, bu eşikten ekonomi politik sahasına geçecekti.    

 

 

Kaynak: https://books.google.com/ngrams/

 

İslam’a muhatap bir örnekle açacak olursak, okuma yazma bilmeyen ve geçmişinde edebî bir uğraşı görülmemiş olan Hz. Muhammed’in şiirsel ve yeni ahlâkî bir zemine oturan âyetler okumaya başlaması, dahası hâdisenin bir çağrı hareketiyle sınırlı kalmayıp âyetler temelinde hukukî/idarî bir düzen inşa edilmiş olması, onun elçiliğine ve Allah’ın varlığına karine olabileceği gibi, Hz. Muhammed’in yaşadığı dönem ve coğrafyada bugün varlığı unutulmuş veya henüz yeterince gösterilememiş kültürel, siyasal bir alt yapıya ve örgütlenme olanaklarına da karine olarak gösterilebilir ve bir takım etnografik varsayımlara kapı açar; kimi araştırmacılara göre açmaktadır da. İkinci yaklaşıma göre, tanrı insan bilincinin üretimi olacaktır; ilk yaklaşıma göre bu bilinç tanrısız olmaz. Neticede bu tartışma tüketilemez. Zira her iki yaklaşımın da odağı ilk bakışta toplumsal hâdiseler gibi görünse de esasen odakları toplum dışıdır; toplum, iki taraf açısından da mantığın dışardan mercek tuttuğu inceleme sahasından ibarettir. Gerçekte Allah (Tanrı, Çalap, Hüda) vardır çünkü hüküm sürmektedir. Marx, tezinde işlediği Batılı arka plan üzerinden konuyu şöyle örnekler:

 

“Bu anlamda bütün tanrılar, Hristiyanlarınki kadar, paganlarınki de gerçek bir varoluşa sahip olmuşlardır. Antik Moloch hüküm sürmedi mi? Delfli Apollon Yunanlıların yaşamında gerçek bir güç değil miydi?”

 

Özetle; fikir, tasarım, tasavvur, toplumsal hakikatten kaynaklanıyorsa, diğer bir anlatımla, öznel ve keyfi değilse olumludur; hakikidir. Tersini “ham hayal” tabir etmeliyiz. Hakikatin bu şekilde kavranması, Marx ve Engels’i 1848 Şubat’ında şu noktaya getirmişti:

 

“Komünistler proletarya hareketini kalıba dökmek üzere hiçbir özel ilke koymazlar… Komünistlerin teorik önermeleri asla şu ya da bu nizam-ı âlemci tarafından icat edilen ya da keşfedilen düşüncelere, ilkelere dayanmaz. Bu önermeler var olan bir sınıf mücadelesinin, gözlerimizin önünde süreduran tarihî bir hareketin fiilî ilişkilerinin genel birer ifadesidir, o kadar…”[11]

 

Bu yöntem, 1848 Haziran yenilgisinin yerli yerine oturtulmasında, ahlâkî dürüstlük kadar önemli rol oynamıştır. Komünistlerin ve proletaryanın yetersizlikleri bahaneye müracaat edilmeden ele alınmıştır. Tafsilatı Fransız üçlemesindedir.

 

Kitleler

 

Zincirin halkasını 1895 yılına bağlayabiliriz. Emperyalist sistem kendisini hissettirmektedir; dünya başka bir aşamaya geçmekte, büyük kitlelerin dâhil olacağı ilk dünya savaşı yaklaşmaktadır. Lenin, Emperyalizm adlı eserinde (1916) geriye bakarak, sermaye temerküzünden banka hacimlerine kadar pek çok ekonomik veriyi yıllara göre mukayeseli biçimde analiz ederken, 1890’dan itibaren yaşanan gelişmelere işaret etmekte, sıklıkla 1895’i baz almaktadır.

 

İlginç bir kavşaktır. Engels henüz hayattadır, Lenin ilk yazılarını kaleme almakta, Narodnizmin kifayetsizliğini ortaya sermekte ve Rusya dışına çıkarak Batılı Marksistlerle ilk temasları kurmaktadır; aynı yıl, sınıftan öğrenmeyi merkeze alan Bolşevik örgütün nüvesi vücut bulacaktır. Bu örgüt ilerde, kendi dışında, halk saflarında kurulmuş meclislere dâhil olmayı temel politika hâline getirecektir. Bu tutumun temel soruları, mealen, “Tarih bugün önümüze hangi sınıfsal çelişkileri getirmiştir, bu çelişkiler halk kesimleri arasında nasıl temayüz etmektedir, imkânlarımız nelerdir, verili duruma göre ne yapmalıyız? Özetle, nasibimiz nedir?” şeklinde tarif edilebilir.

 

Gustave Le Bon da meşhur eseri Kitleler Psikolojisi’ni (Psychologie des Foules) 1895’te yayımlamıştır. Kitlelerin tarih sahnesinde etkinliğini artırmasına verilen iki zıt tepkiyi teşhis edebiliriz.

 

 

Kaynak: https://books.google.com/ngrams/

 

Parlamenter demokrasinin (Schmitt’in tabiriyle 19. yy. kuramı: “demokrasinin zafer alayı”), seçimin ve grevlerin, işçi sınıfını ve kitleleri ana gündem hâline getirdiği bu dönemde Gustave Le Bon kavrama müdahale eder. Bu müdahale esnasında “kitlelere (foules)” ilgi Fransız yazınında zirvedeydi. Bu zirve, tam da Marx’ın yüzünü kitlelere dönüğü günlerden başlayan bir ivmenin eseridir. Le Bon, kitleler söylemi altında işçi sınıfını irrasyonel bir alana hapseder. Söz gelimi, kitleler hak aramak için değil, bir ayine katılmak için grev yaparlar. Onlarda kölelik duygusu hâkimdir, gücün karşısında itaate kalkarlar; bilimsel gelişmelere karşı direnç gösterirler, ahlâken zayıftırlar.[12] Marksizmin temelindeki ekonomi politik eleştirisini atarak, irade ve yaşam içgüdüsüne dayalı bir ulusal sosyalizm tezine, Le Bon’dan sendikalist Georges Sorel’e, oradan Mussolini’ye uzanan bir çizgide ulaşılır.

 

Faşizmin ve bugün giderek sağ fraksiyonların kitle/yığın kavrayışına göre, toplumların siyasal bilinci pek zayıf ve her yöne meyyal olduğundan, ulusun ve devletin yaşamını sürdürebilmesi için toplumun manipüle edilmesi şarttır. Şu husus yanlış anlaşılmamalıdır, sağ politika halkın ne konuştuğunu önemser, takip eder, (örneğin, sık sık anket yaptırır) sokakta konuşulanı siyaseten kendi diline ekler ve fakat bunu hakikat kaygısıyla değil, bir tedbirin icrası dâhilinde yapar. Zira kitlelerin ele alınışı Le Bon tarzıdır; onun amacıyla paraleldir. Toplumda hüküm süren hakikat esir alınmalı, altta yatan esas çelişkinin aşikâr olması engellenmelidir. Faşizmin temel sorularından birisi şudur: “Biz, özgür ve irade sahibi elitler, neden ayak takımının şuursuz akımına teslim olalım ki?” Toplumun somut gündemi ile irade sahibi elitlerin siyaseti arasına fark konmalı, irade bu gündemi gütmelidir. Faşizm halkın duygularını önemser gözükürken, temelde onun devrimci partisinin yokluğu nedeni ile sezgisel olarak takip etmek zorunda olduğu siyasetinin gelişmesine ket vurur. Halk arasında yayılmış duygunun bizatihi kendisi, halkın kendisini etkilediği, eyleyişine yön verdiği ve bir siyaset nüvesi olarak ihtimaller barındırdığı için hakikidir. Dolayısıyla “halkın duygularıyla hareket etmesi” kategorik olarak olumlanamaz veya olumsuzlanamaz; faşizm olumsuzlamakta, bu olumsuzlamadan yola çıkarak manipülasyon zorunluluğuna varmaktadır.

 

 


Faşizm, köken itibariyle, politikada kendisinden önceye dayanan sağ siyasetle eş görülemez. Sosyalizmin gerçek bir alternatif olduğu dönemlerde muhafazakârlıkta siperlenmiş ve bu sahayı tanzim etmişse de tezleri kendisine aittir. Dolayısıyla onun tezlerinin uygun koşullarda solda da yankı bulması imkânsız değildir. Kitlelerin siyasal duruşuna verilen anlam, örtüşmenin yolunu açar. 14/28 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra muhalif kesimin ağzından/kaleminden dökülenlerin ardında, faşizmin kitle çözümlemesine yakın bir yaklaşım vardır. Özetle, “Kitleler düşünmez, duygularla güdülür; orada siyaset aramanın anlamı yoktur, kendimizi bu güruhun tercihlerinden nasıl koruyacağız?” Altta yatan kibir, zihinlerde inşa edilmiş hayallerin kırılmasını takip ederek yüzeye çıkmıştır. Gelinen noktada Türkiye’de muhalefet, faşizme meyyal bir ruh hâline açıktır; kitleleri manipüle edebileceğine yönelik özgüven eksikliği, mevcut sızlanma vaziyetini bir adım ileri taşımasına mâni olmaktadır.

 

Hissemize Düşen

 

Siyasal iktidar, pek çok kritik kavşakta, halk arasında yayılmaya başlamış siyasete ket vurmayı bilmiştir. Risk arz eden yapıların parçalanması ve içerilmesi bu nevî işlerdir. Kurulduktan yaklaşık altı ay sonra girdiği ilk seçimde üç yüz bini aşkın oy alan HAS Parti’nin toplumda yeşermesi muhtemel bir siyasete denk geldiği görüldükten hemen sonra, seçimin üzerinden henüz bir yıl geçmişken AKP’ye içerilmesi bu nevî bir iştir.[13] HAS Parti, çapı itibari ile göze görünen bir örnektir. İrili ufaklı örnekler çoğaltılabilir. Muvazaalı siyasal hareketler vasıtasıyla sahanın tanzim edilmesi tekniği yürürlüktedir.  

 

Etkilerini bugün artarak idrak ettiğimiz, 2020’de pandemi tedbirleri adı altında yürürlüğe konan tıbbî/iktisadî polis düzeninin toplumda yarattığı kaygı, yeni bir politik anlayışa evrilmeye adaydı. Bu muhtemel siyasetin kaynakları olarak, sermayeye –özellikle ele avuca gelmeyen finans kapitale– karşı duyulan şüphe, aile/mahremiyet kalkanı arkasında, devletin giremediği alanların açılmasına tepki, yukarı doğru mülk transferi korkusu, mülksüzleştirmeye bağlı köleleşme endişesi, usul ötesi müdahaleye duyulan öfke, polarize hâle gelen dünyada yeni ve sağlam bir yer edinme gereksinimi sayılabilir. Saydığımız unsurlar, kendisini aşı karşıtlığı, aile savunusu, üretim ve dağıtım zincirlerinin kırılmasına tepki biçimlerinde açığa vurmuş, toplumda uç veren siyasete yönelik iki zıt yaklaşım temayüz etmişti.

 

Genel olarak sol ve solun hâkim olduğu kurumlar dünya genelinde ve özelde Türkiye’de, siyasal yönetimlerle hizalandı. Aşı kampanyalarına dâhil olundu, kapanma ve temel gelir hakkı talep edildi, “cahil halk” aydınlatılmaya çalışıldı, gerektiğinde korkutuldu. Örneğin, halkın aşı karşıtlığının tarihsel bağlamı; sermaye ve devlete karşı güvensizliğin bu olaydaki yeri ve imkânları üzerine düşünmek, buradan yeşerebilecek siyasete yönelmek tercih edilmedi. Örneğin emperyalizmin şafağında, 1890’larda kitleler, çıplak bir kavrayışla ölümlerine egemenlerin sebep olduğuna emindiler. 2021’de sokağa çıkan muhalefet, zaten günümüzde devlet lehine olmak üzere bir hayli geriletilmiş olan bu kavrayışın kökünü kurutmak üzere rol aldı.

 

“Dünyanın çoğu yerinde kolera, verdiği korku ve yarattığı panikle birlikte, her türlü şayia ile de özdeşleşmiştir. Bunlardan en çok rastlananı, koleranın fakirlerin haklarını bastırmak için düzenlenmiş bir yalan olduğudur. İkinci söylenti de yetkililerin fakirlere saldırmanın bir yolu olan zehirleme suretiyle kolerayı bilinçli olarak yaydıklarıdır. Kolera, Avrupa’da iki sebepten, çalışan sınıf endişesinde önemli bir eleman hâline gelmişti. Birincisi, kıtadaki ‘fakirin yükü’ hakkındaki tartışmalarla ilgiliydi. Buna göre kolera, zenginlerin –veya Yahudiler gibi diğer bazı şüphe figürünün–  fakirlerin sayısını azaltmak için, onlar arasında bir zehir yaydığına dair yoksulların zihnindeki şüphenin artmasını sağladı… 1893-94 İstanbul salgını sırasında Şehremaneti memurları hakkında en çok şikâyet edilen durumlardan birisi de koleralı hastalar için zamanında –ve hatta hiç– gelmemeleriyle ilgiliydi.”[14]

 

Hizalanma tespitini açacak olursak, sendikaların halkı aşılanmaya ikna etmek için Diyarbakır’da sokaklara çıkmaları, aynı sokaklara İsrail benzeri yaya kontrol noktalarının kurulmasının –Türkiye’nin batısında kurulmazken– ardından gerçekleşmişti. Yine Çanakkale’de sendikaların aşılanma çağrısı ile sokağa inmesi, işçilerin patron ve İl Hıfzıssıhha Kurulu’nun müşterek imzalı kararı ile fabrikadan ayrılmalarının yasaklanmasını takip etmişti.[15] Çanakkale ve Diyarbakır’da yaşananlar halkı rahatsız etmiş, bu rahatsızlık muhalefetin yurduna uğramamıştı.

 

 

Mahmut Bozarslan, Diyarbakır'da Sendikalar Aşı İçin Sokağa İndi, 11 Ağustos 2021, Voaturkce.

 

Ana akım muhalefetin siyasetine zıt bir siyaset ise ilk başta, adı sanı daha önce pek duyulmamış kişi ve küçük gruplar tarafından yürütülmeye başlandı. Kapanma, küreselleşme, finans ve aşı karşıtı söylemler; salon toplantıları, sokak buluşmaları şeklinde kendisini gösterdi. Bu aşamada muhafazakâr veya seküler, toplumun çeşitli kimlik örtülerini taşıyan unsurları toplantılarda yer almaktaydı. Eylemler kitleselleşme eğilimi gösterdiğinde, o güne kadar, bir miras kavgası ve Saadet Partisi genel merkezinin tahliyesi ile adını duyurabilen Yeniden Refah Partisi (YRP) sahaya indi. YRP, son güne kadar Cumhur İttifakı’ndan bağımsız bir görünüm vermeye özen gösterdi. İnsanların evlerde, kahvehânelerde, sokaklarda kendi arasında konuştuklarını siyasî arenada tekrar etti, vurguladı, bir üst söylem aşamasına geçti. Dağınık vaziyette iş yürütmeye çalışan unsurların etkisi azaldı, artık sahaya bir temsil tezgâhı kurulmuştu.

 

14 Mayıs 2023 seçimlerinde 1,5 milyon oy ve beş milletvekili alarak yaklaşık yüzde üç oranına erişen YRP, ara süreci tamamlamasının ardından Cumhur İttifakı’nda hizalandı. YRP’nin eriştiği siyasî gücü, Erbakan hatırasına bağlamak ise somut veriyle açıklanamaz, zira Millî Görüş hareketinin Türkiye’ye nazaran çok daha bütünlüklü vaziyette muhafaza edildiği yurt dışı oylarda YRP yüzde bir civarında kalmıştır. Aradaki anlamlı fark, YRP’nin pandemi siyasetinin üzerine oturmasına işaret etmektedir.

 

Halk kesimleri arasında Bitcoin yaygın vaziyette dillendiriliyorsa, altında bireysel kurtuluş kadar küçük gelirini koruma gayreti, bu gayrete sebep olan finans sermayesine duyulan güvensizlik görülmeli, üzerine gidilmelidir. Yaklaşan mülksüzleştirme hamleleri analiz edilerek, gelen dalganın vuracağı sahalara mevziler kurulmalıdır. Sokakta başı boş köpek sorununun altında, can korkusu kadar, insanlıktan çıkmaya ve köleleşmeye duyulan öfkenin izleri aranmalı, “adam yerine konma” isteğine değer verilmeli, dil ona göre ayarlanmalıdır. Gelmesi muhtemel karbon vergilerinin en alttakiler üzerindeki muhtemel etkileri üzerine şimdiden düşünülmelidir. Uzun lafın kısası, halk arasında hüküm süren düşüncelerden mülhem tasarımlara girişilmeli; “önermeler[imiz] var olan bir sınıf mücadelesinin, gözlerimizin önünde süreduran tarihî bir hareketin fiilî ilişkilerinin genel birer ifadesi” olmalıdır. Zihinlerimiz bu yönde terbiye edilmeli; halk arasında gezinen ve zahiren kaba/basit görülen fikirleri önemseme, siyasî muhtevasını anlama ve temsil etmek konusunda yol alınmalıdır. Bu marifet mertebesine erişmek için kibir ve öznel hayaller terk edilmelidir. Marx’ın Yahudi Sorunu’nda işaret ettiği, kapitalizmin egoist insanının karşısında, toplumla bağlarını tümüyle tamir etmiş insanın siyasal koşulları, bugünden inşa edilmek zorundadır ve çıkış mümkündür.

 

“Ancak gerçek, bireysel insan soyut yurttaşı kendi içine yeniden soğurduğunda ve bireysel bir insan olarak günlük yaşamında, özel işinde ve özel durumunda kendi türüne ait bir varlık hâline geldiğinde, ancak insan ‘kendi güçlerini’ toplumsal güçler olarak kabul ettiğinde ve örgütlediğinde ve sonuç olarak artık toplumsal gücü siyasal güç biçiminde kendinden ayırmadığında, ancak o zaman insanın özgürleşmesi gerçekleşmiş olacaktır.”

 

Onur Şahinkaya

6 Haziran 2023

 

 

 

Dipnotlar

 

[1] Muhsin Altın, Travma ve Esneklik: İki Neoliberal Kavramın Sınıfsal Analizi, 13 Mayıs 2023, Sosyalizm.org.

 

[2] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çeviren: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yayınları, 1997, s.35.

 

[3] Karl Marx, age, s.35.

 

[4] Security Latince Securitas’tan (kaygısızlık) geliyor, sözcüğün etimolojisinde “dikkatsizlik, umursamazlık” gibi olumsuz anlamlara rastlanıyor, Etymonline, Meninski Securitas’ın karşılığı olarak “Emniyet” (Güvenme) kelimesini veriyor. Geçmişe ve orijine daha yakın olan doğu Oğuz lehçelerinde Güven (Küven), “övünmek, kibirlenmek” olarak anlaşılıyor. Yine 17. yy gibi geç bir tarihte dahi Meninski, güvenmek için Osmanlı toplumunda “öğünmek, büyüklenmek” anlamlarını da veriyor, Meninski’nin Thesaurus’undan düzenleyen Mertol Tulum, XVII. yüzyıl Türkçesi ve Söz Varlığı, 1. Baskı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2011, s.783.

 

[5] Toshihiko Izutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Çeviren: Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, 2018, s. 229 vd.’daki kavram çözümlemeleri.

 

[6] “Medenî bir toplum” yaratmak şeklinde de ifade edebiliriz. Cahiliye ayrımı, Mekkî Sûrelerde yer almaz, ilk defa Medenî Sûrelerde görülür.

[7] Paragraftaki vurgu bize ait, Ozan Çılgın, Dünyanın Aynası: İsteme Arthur Schopenhauer, 12 Ekim 2022, Sosyalizm.org.

[8] Ozan Çılgın, agm, Sosyalizm.org.

[9] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850, Almanca Aslından Çeviren: Erkin Özalp, Yordam, 1. Baskı, İstanbul, 2016, s.45. Almanca orijinal metinde ilgili bölüm: Karl Marx, Die Klassenkämpfe in Frankreich 1848 bis 1850, Mlwerke.

[10] Karl Marx, Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri, Çeviren: Hüseyin Demirhan, Sol Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2009, s.99. Almanca orijinal metinde ilgili bölüm: Karl Marx Friedrich Engels Gesamtausgabe (Mega), Dietz Verlag Berlin, 1975, s.90., Thecharnelhouse.

[11] Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Almanca Aslından Çeviren: Nail Satılgan, Yordam, 2. Baskı, İstanbul, 2014, s.53.

[12] Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, Hayat Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul, 1997, s.50 vd. Le Bon, pek çok yerde açıkça ve kasten uydurur, örneğin en bariz elit eğlencesi ve talimi olan av partisini, kitlelerin vahşi isteklerinin tezahürü olarak görür ki tarihte çoğu zaman av, kitlelere yasaklanmış bir faaliyettir.

[13] “İkincisi bu topraklarda, zengini daha da zenginleştiren, yoksulu daha fukaralaştıran, yoksul, kimsesiz ve çaresiz bir hâle getiren, mağdur ve mazlum hâle getiren bu haksız iktisadî düzenin kaldırılması için canla başla gayret edeceğiz, adil ve hakça bir paylaşım için mücadele edeceğiz.” Numan Kurtulmuş’un HAS Parti Kuruluş Konuşması, 1 Kasım 2010, Wikisource; Kurtulmuş’un o günlerde yaptığı konuşmada, siyaseten müdahale edilmemesi hâlinde, Türkiye’nin gireceği iktisadî biçimi ve devletin alacağı polis rejimi şeklini tarif ettiği konuşması için Bkz.: Dailymotion, Kurtulmuş, AKP’ye geçtikten hemen sonra Suriyelilere uygulanan açık kapı politikasının ve kitlesel göç akının “insani yüzü” olarak temayüz edecektir; girdiğimiz yeni dönemde Meclis Başkanlığı bu nevî bir iş olsa gerekir.

 

[14] Mesut Ayar, “Osmanlı Devleti’nde Kolera Salgını: İstanbul Örneği (1892-1895)”, Doktora Tezi, İstanbul 2005, s.170 vd.

 

[15] 08.04.2020 tarihli Basın Duyurusu: Diyarbakır İl Hıfzısıhha Kurulu Ek Kararları, Diyarbakır Valiliği; Tunahan Ünsal, “Sendikalar ‘AŞI’da birleşti”, 29 Mart 2021, Çanakkale Gündem, Çanakkale Valiliği İl Hıfzıssıhha Kurul Kararı, 25.07.2020, Dosyaism.