Loading...

Komünistlerin “Topluma Kazandırılmasında” Psiko-Testlerin Rolü: Endonezya Örneği


CIA’ya, ‘belki de birinin komünist olup olmadığını tespit etmek için bir ekipmanınız vardır,’ diye sorduk. Ellerinde yokmuş…


Amiral Sudomo’nun, Pulitzer ödüllü gazeteci Henry Kamm’a konuşurken (The New York Times, 12 Nisan 1978) memnuniyetini gizler gibi sarf ettiği bu sözler, görev alanındaki bir gelişmeyle ilgiliydi. Endonezyalı bilim insanları, kimin “daha komünist” olduğunu anlamak için o günlerde Amerikalılarda bile bulunmayan(?) bir “metot” geliştirmişlerdi. Yurttaşların komünist ideoloji ile “irtibat ve iltisak” derecesini bilmek, o günlerde Endonezya’yı yönetenlerin başlıca gündem maddesiydi.

General Suharto’nun Endonezya’da kurduğu dikta rejiminin gücünün zirvesinde olduğu günlerden bahsediyoruz. Kendilerini “30 Eylül Hareketi” (G30S) olarak adlandıran bir grup subayın 1 Ekim 1965 sabahı başlattığı darbe girişimi, aynı günün akşamında tek kurşun atmadan bastırılmış; Ordu Stratejik Rezerv Komutanı (KOSTRAD) Tümgeneral Suharto “ulusun kurtarıcısı” olmuştu. 10 Ekim günü, ülkenin kurucu lideri Sukarno’nun kerhen imzaladığı bir kararname ile “Asayiş ve Güvenliğin Tesisi İçin Operasyonlar Komutanlığı” (KOPKAMTIB) kuruldu. G30S’ye katılanların tespit ve tasfiyesi için özel yetkilerle donatılan birimin başına atanan Suharto’nun, ulusu kimlerden kurtardığına karar vermesi uzun sürmedi: Darbe girişiminin ardında Endonezya Komünist Partisi (PKI) vardı. Radyodaki ulusa sesleniş konuşmasını “kökleri kazınacak,” diyerek tamamladı.

Suharto’nun konuşması, ülkenin en büyük İslamî örgütlerinden Nahdlatul Ulama (NU) ve Muhammadiyah sözcülerinin fetva niteliğindeki açıklamalarıyla birleştiğinde komünistlerin yazgısı mühürlendi. NU’nun gençlik kanadı Ensar çeteleri seri infazlara başladı. “Sampai ke akar-akarnya” [Köklerine kadar] sloganının tekbir sesleriyle iç içe geçtiği altı aylık süreçte (Ekim 1965 - Mart 1966), ordunun resmî kayıtlarına göre bir milyonu aşkın insan komünistlik suçlamasıyla öldürüldü. Kurbanların aşırı uysallığı, faillerin utanç ve suçluluk duygusundan yoksunluğu ve hızlı hareket etmeleri nedeniyle kıyımlar tropik bir fırtına gibi aniden patlak vermiş ve aynı hızla sona ermişti.[1] Tarafsız görünmeye çalışan Amiral Sudomo, hikâyesini başka bir yerde (Altun, 2019) anlattığımız kıyımın sürat ve şiddetini, “taraflar arasındaki sağlıksız rekabetin” yarattığı kaosla açıkladı.

Kırsalda Ensar’ın toplu infazlarını koordine eden KOPKAMTIB, kentsel alanlarda da seri tutuklamalara girişti. Kısa sürede, %15’i kadın olmak üzere yaklaşık 1.5 milyon kişi cezaevlerini doldurmuştu.  Başkan Sukarno adına General Suharto tarafından yayımlanan 15 Kasım 1965 tarihli KHK, kısaca “Tapol” (Tahanan Politik: Siyasî tutuklu) olarak adlandırılan tutukluların, aşağıda tanımlanan “G30S’ye katılım” derecelerine göre tasnifini öngörüyordu.

A Grubu: Darbe girişimiyle “doğrudan” ilgili olduğu varsayılan PKI çekirdek kadrosundan oluşmaktadır. Kendilerini yargılamaya yeterli kanıt bulunduğu değerlendirilen bu gruptakiler, idam veya müebbet hapis cezalarına çarptırılacaktır.

B Grubu: Darbe girişimiyle “dolaylı” ilgisi olduğu varsayılan PKI yöneticileri ile üyelerini kapsar. Darbe girişimini onaylayan ya da girişimi ezmeye yönelik operasyonlara karşı muhalif tutum sergileyenler de bu grupta değerlendirilir. B Grubu, kendi içinde “lider” (tokah) olarak adlandırılan B(T) ve “tanık” (saksi) olarak adlandırılan B(S) alt gruplarına ayrılır. B(T) alt grubundakiler sessizce ortadan kaldırılmalıdır. B(S) kategorisinde değerlendirilen Sudisman[2] ve benzer konumdaki PKI liderleri ise tutuklanıp, cezalarının infazına kadar canlı bırakılacaktı. Diğerleri, 10 yıldan az olmamak üzere cezaevlerinde ya da çalışma kamplarında tutuldular. B Grubu’ndaki tutuklulardan 12 bini, 1969-79 arasında bir tür açık cezaevine dönüştürülen Buru adasına nakledildi.

C Grubu: Asgari düzeyde de olsa doğrudan ya da dolaylı olarak darbe girişimine katıldığından “makul şüphe duyulan” komünistleri kapsıyordu. Örneğin PKI ya da onunla bağlantılı 26 kuruluşun üyesi olanlar ve 1948’deki Madiun Olayı’na katılanlar bu gruptaydı. Bu gruptakiler 10 yıldan az olmak üzere bulundukları yerdeki cezaevlerinde tutuldular. Tahliye sonrası, zorunlu imza ve yerel gözetim gibi kontrol tedbirleri altında yaşadılar.

Bu arada Suharto, ülkede tartışmasız bir saygınlığa sahip olan Sukarno’yu tedrici ama kararlı hamlelerle köşeye sıkıştırmayı başarmıştı. Nihayet “Halkın Geçici Danışma Meclisi” (Majelis Permusyawaratan Rakyat Sementara-MPRS) 12 Mart 1967 günü toplandı. 180 meclis üyesi PKI bağlantısı gerekçesiyle oturumdan önce tutuklanmış; 80.000 kişilik bir askerî birlik başkent Jakarta çevresinde “güvenlik önlemi” almıştı. MPRS, Sukarno’nun “anayasa ile verilen görevleri yerine getiremediği, PKI’nin dolaylı yoldan yararlandığı politikalar izlediği ve bazı PKI önderlerine koruma sağladığı” gerekçesiyle devlet başkanı yetkilerini Suharto’ya devretmesini öngören kararnameyi onayladı. Endonezya’nın 31 yıl sürecek “Yeni Düzen” (Orde Baru) dönemi resmen başlamıştı.

Devlet başkanı iken aynı zamanda KOPKAMTIB komutanı olan Suharto, 1973’te bu göreve General Sumitro’yu atadı. Ancak “On Beş Ocak Felâketi” (1974) olarak anılan öğrenci gösterilerinin ardından onu emekliye sevk ederek yeniden görevi devraldı. 17 Nisan 1978’de, bu defa Amiral Muhammad Sudomo’yu KOPKAMTIB komutanlığına atadı.

Endonezya’yı Batı yörüngesine oturtan Suharto, politika ayarlarını Batılı hükûmetlerin neoliberal kurumlarıyla uyumlaştıran hızlı adımlar attı. Nisan 1966’da Sukarno’nun yabancı yatırımları yasaklayan kararnamesini yürürlükten kaldırdı ve kamulaştırılan yabancı işletmelerinin sahiplerine iadesini onayladı. Şubat 1967’de yabancı yatırımları teşvike yönelik bir yasayı yürürlüğe koydu. Kasım 1967’de Time-Life Cooperation sponsorluğunda Cenova’da düzenlenen üç günlük konferans ise bir tür ödül dağıtım töreniydi. David Rockefeller başkanlığındaki heyette bütün kurumsal devler temsil edilmekteydi: Büyük petrol şirketleri ve bankalar, General Motors, Imperial Chemical Industries, British American Tobacco, Siemens, US Steel vs. Masanın karşı tarafındaki ABD eğitimli Endonezya temsilcileri, ülke kaynaklarının bu firmalar eliyle işletilmesi konusunda anlaştılar. Freeport firması Batı Papua’daki bir bakır madenini alırken bir ABD/Avrupa konsorsiyumu nikel yataklarını aldı. Alcoa firması boksit yataklarını işletecekti. Japon ve Fransız firmalarının payına Sumatra’nın tropikal ormanları düştü.

Suharto’nun ödülü de fazla gecikmedi. 1967 başında “Endonezya için Hükûmetler Arası Grup” (Inter-Governmental Group on Indonesia-IGGI) adı altında örgütlenen Endonezya’nın yeni dostları kesenin ağzını açtı. Ekonomik ve malî işleri üstlenen ve “Berkeley Mafyası” olarak ünlenen yerli ve millî ekonomistler, Şili’deki “Chicago Boys” tarzında başarı hikâyeleri yazdılar. 1969’a gelindiğinde –1966’da %600 olan– yıllık enflasyonu tek haneli rakamlara indirmeyi başarmışlardı. Rejim içeride yerini sağlamlaştırdıkça dış hibe ve krediler devlet gelirlerinin yaklaşık üçte birine ulaştı. Suharto, 1970’te ülkenin eski efendisi Hollanda’ya resmî bir ziyaret gerçekleştirdi. Ertesi yıl da Kraliçe Juliana iade-i ziyarette bulundu. Hollanda’nın Endonezya ile ticaret hacmi, 1966’da 450 milyon florinden 1984’te 1.5 milyar florinin üzerine çıkacaktı. IGGI fonlarından ayrı olarak, Hollanda kalkınma yardımlarının yaklaşık %10’u Endonezya’ya akıyordu.

***

1974’ün sonuna gelindiğinde bu mutlu tabloyu bozan gelişmeler baş gösterdi. Devlet petrol ve doğal gaz şirketi Pertamina, yabancı bankalara olan borçları nedeniyle iflas etmekten hükûmetin müdahalesiyle kurtulabildi. Petrol dışı malların ihracından elde edilen gelir çok düşüktü. Hükûmetin dış kaynak arayışında olduğu bu süreçte, cezaevlerindeki tutukluların durumu siyasal bir baş ağrısına dönüştü. Uluslararası Af Örgütü ve Londra merkezli insan hakları kuruluşu TAPOL başta olmak üzere sivil hareketlerin yoğunlaşan baskısı, IGGI üyesi hükûmetleri Endonezya’ya yönelik yardımları kısıtlamaya zorladı. Hatta Mayıs 1975’teki IGGI toplantısında Hollanda Kalkınma İşbirliği Bakanı Jan Pronk, tutukluların durumuyla ilgili ciddi bir adım atılmazsa yardımları durduracaklarını söyleyerek tehdidin dozunu artırdı.

Bu arada, Kamboçya ve Vietnam’da komünist gruplar zafer kazanmış; Portekiz’in çekildiği Doğu Timor’daki (Timor Leste) solcu FRETILIN savaşçılarının ajitasyonu artmıştı. Bölgede komünist tehdidin yükseldiği bir dönemde, Suharto rejimi ironik biçimde komünistleri serbest bırakmaya zorlanıyordu.

Rejim, artan baskılar karşısında uluslararası kamuoyunun tutuklularla ilgili algısını değiştirmek ve otoritesini korumak için önce bilindik adımlar attı. Uluslararası Af Örgütü’nü komünizmle iç içe olmakla suçladı. Ülkede siyasî tutuklu yoktu; tutuklanan binlerce kişi, toplum arasında bölünme yaratma yasağını ihlâl ettiği için suçluydu. Yabancı gözlemcilerin ve basının ilgisini çeken Buru’daki Faydalanma Merkezi’nin (Tempat Pemanfaatan) adı “Rehabilitasyon Tesisi” (Instalasi Rehabilitasi) olarak değiştirildi. Eskisi, buradaki kampın “zorla çalıştırma” (gerçekte olan buydu) işlevini anlatırken yenisi, sağlık sorunları yaşayan tutukluların “rehabilite” edildiği bir mekâna işaret ediyordu.

1975-79 yılları arasında tutukluların kademeli olarak serbest bırakılmasına hazırlık olarak, hükûmet 1974’te bir Operasi Ksatria [Soylulaştırma Operasyonu] başlattı. Amiral Sudomo’nun ayrıntılarını 11 Ağustos 1982’de Angkatan Bersenjat gazetesinde açıkladığı operasyonun 6 amacı vardı: (1) Ulusal istikrarı güçlendirmek; (2) eski tutuklular (ex-tapol) üzerindeki kontrolü sıkılaştırmak; (3) toplumun komünizme karşı direncini artırmak; (4) gizli komünist tehlikelere karşı uyanıklığı artırmak; (5) silâhlı kuvvetler ve hükûmet kurumlarındaki PKI kalıntılarını tasfiyeye devam etmek; (6) yurt içinde ve yurt dışında komünist stratejileri yakından takip edip incelemek.

Fealy’ye (1995) göre Soylulaştırma Operasyonu, tutukluların tahliyesi konusundaki hükûmet içi anlaşmazlığın ürünüydü. Nitekim Stratejik İstihbarat Merkezi Başkanı General Benny Murdani, Sudomo ile aynı gün Kamm’a yaptığı açıklama ile bunu kısmen doğrulamış oldu: Toplumun komünizme duyduğu öfke nedeniyle yatay çatışma ve kaosu önlemek için tutuklular kademeli ve plânlı bir şekilde tahliye edilmelidir. Böylece onlar için ani bir iş ve barınma ihtiyacının da önüne geçilmiş olur.

Bununla birlikte, tutukluları uzun süre cezaevinde tutmanın da bir maliyeti vardı. Bu maliyet, –dış baskılardan bağımsız olarak– 60’ların sonuna doğru rejimi tahliye plânları yapmaya yöneltmişti. Gruplandırmanın bir işlevi de bu plânlamayı kolaylaştırmaktı. Nitekim 15 Kasım 1965 tarihli KHK’yı, Haziran 1966’da KOGAM (Komando Ganyang Malaysia) tarafından bütün tutukluların A, B ya da C Gruplarından birine atanmasını emreden 9 no.lu Talimat izledi. Peki, gruplara ayırma işlemi nasıl yapılacaktı? Tutukluları örgüte katılım yoğunluğu bakımından ayırt etmeye yarayan yasal ölçütlerin yokluğunda en önemli kriter, kişinin PKI ya da bağlantılı kuruluşlar içindeki unvan ve pozisyonuydu. Liderler elbette sıradan üyelerden daha tehlikeliydi.

Gruplandırma çalışmaları, en kalabalık grubun –doğal olarak– 1.375.320 kişiyle “C Grubu” olduğunu gösterdi. Buna karşılık, sadece Java adasındaki cezaevlerinde 34.000 “B Grubu” tutuklu vardı. PKI ile doğrudan ilişkili oldukları değerlendirilen “A Grubu” komünistlerin çoğu daha ilk başta öldürüldüğünden en geniş kesimi bu iki grup oluşturuyordu. Amiral Sudomo’nun Henry Kamm’a verdiği bilgiye göre, Nisan 1978 itibarıyla A Grubu’nda 1.833 tutuklu vardı.

İlk olarak, C Grubu tutukluların tahliyesi gündeme geldiğinde NU ve diğer antikomünist gruplar onların topluma geri dönmesine karşı çıktı. Tepkilerden çekinen hükûmet süreci yıllara yayma yoluna gitti. 1968’de ilk kafile tahliye edildiğinde NU sözcüleri tahliyenin bu kadar erken olmaması gerektiği yönünde sert açıklamalar yaptılar. NU Yürütme Komitesi, “yasaklı parti ve örgütlerle ilişkili” kişilerin üye olarak kabul edilmemesi, tahliye olanlara ait detayların kaydedilip takip edilmeleri yönünde şubelerine talimat gönderdi. NU ve onun gençlik kanadı Ensar, Yeni Düzen’in antikomünist politikalarının koşulsuz destekçisiydi.

Dindarların tepkisi, gruplandırma çalışmalarının etkili bir tahliye plânlaması için yeterli olmadığını gösterdi. Bir komünistin C Grubun’da olması, topluma “zararlı” olup olmadığı konusunda herhangi bir fikir vermiyordu. Tahliye kararı verilebilmesi ve tahliye sonrası gözetim düzeyinin belirlenmesi için tutuklu hakkında daha fazla bilgiye ihtiyaç vardı. Bu bilgiler, bir yandan mevcut baskı ortamını meşrulaştırıp, dindarların tepkisini hafifletirken diğer yandan artan dış baskıları esnetecek kesinlikte olmalıydı. Bu kesinlik, KOPKAMTIB kurmaylarının stratejik pozisyonuna karşılık gelmektedir: Eğer komünistleri serbest bırakacaksak, artık “zararsız” olduklarından emin olmalıyız.

Rejim bu güvenceyi bilimin rehberliğinden yararlanarak sağlamaya karar verdi. CIA yetkililerinin Amiral Sudomo’ya “elimizde yok” dedikleri şey bulunmuştu: Tahliye ve gözetim için gerekli bilgiler, psikolojik testler (psiko-test) yardımıyla elde edilecek, bilimsel bulgular yasa yerine geçecekti. Yapılacak bir dizi test sonunda komünist ideolojiden uzaklaştığı tespit edilenlerin tahliyeye hak kazanmasına kimse itiraz edemezdi.

O yıllarda hükûmetler ya da siyasiîpartiler için analitik raporlar üreten kamuoyu araştırma şirketleri henüz yaygınlaşmamıştı. Keza, orduya gönüllü hizmet sunacak, bizdeki HZİ Vakfı benzeri özel deneysel klinikler de yoktu. İstihbarat örgütleri, CIA örneğinde olduğu gibi ketum davranıyordu. Bu koşullarda en uygun çözüm “üniversite-devlet işbirliği” gibi görünüyordu.

***

Bir KOPKAMTIB ekibi, 1975 sonunda Endonezya Üniversitesi (UI) ve Gajah Mada Üniversitesi’nden (UGM) bir grup akademisyenle birlikte, Jakarta’ya 2.700 km uzaklıktaki Buru adasındaki ceza kolonisini ve –kadın tutukluların kaldığı– Plantungan adasındaki kampı ziyaret etti. UI’de yeni kurulan psikoloji fakültesinin ilk dekanı Prof. Fuad Hassan[3] Buru ekibine başkanlık ederken Plantungan ekibinin liderliğini Dr. Saparinah Sadli (UI) ve Prof. Zakiah Daradjat[4] (UGM) yapıyordu. Ekiplerin birincil görevi, tutukluların yaşamlarını ve durumlarını gözlemlemek ve önemli noktaları yetkililere bildirmekti. Dr. Sadli’ye göre her şey yolunda görünüyordu; tutuklular misafirperver, tesisler temizdi. Çoğu entelektüel ve sanatçı olduğu için kırtasiye ve boya malzemesi sağlanması uygun olurdu. Ziyaretçilerin, iskele olmadığı için tutukluların sırtlarına yerleştirilen tahtaların üzerinde karaya çıkmış olması, grotesk bir ayrıntı olarak kaldı.

B Grubu’ndaki tutuklulardan Dr. Sumiyarsi Siwirini, UGM ve UI psikologları ile General Sumitro ve Ordu Psikoloji Servisi şefi Kartosudjono’dan oluşan bir ekibin Plantungan ziyaretini hatırlamaktadır: Ziyaretin ilk gününde, çoğunlukla dinî bilgiyi ölçmeye yönelik bir test uygulandı. İkinci gün psikolog Katarina [takma ad], kadın tutuklulara bir konferans verdi. Dokuz uzun yıl hapis yattıktan sonra fiziksel ve psikolojik sağlıklarını korumuş olan kadınlara hayranlığını ifade etti.


Plantungan kampında çalışan kadın tutuklular, 1973 (Amnesty International)

Çok sayıda toplama kampının varlığına rağmen ilk başta Buru ve Plantungan’ın seçilmesinin bir nedeni vardı: Bu iki kamptaki tutukluların çoğunluğu, kâğıt-kalem testlerini cevaplayabilecek akademisyen ve entelektüellerden oluşmaktaydı.[5] Yine de ülkedeki okuryazarların (1970’te %60) bile yalnızca temel eğitim aldığı o dönemde, komünistler söz konusu olduğunda bu örneklemin temsil düzeyinin yüksek olduğu varsayılabilir.

Ardından KOPKAMTIB ülkedeki üniversitelerin psikoloji bölümleriyle temasa geçti.

Uluslararası kamuoyu, Henry Kamm’ın Amiral Sudomo ile yaptığı röportaj (1978) sayesinde bu temasın içeriğinden haberdar olacaktı. Röportajda Sudomo, B Grubu’ndaki bütün tutukluları bırakacaklarını, ancak bunun için önce “komünist ideoloji ile ilişkilerinin kontrol edilmesi” gerektiğini söylüyor ve testin uygulanma keyfiyeti hakkında bazı bilgiler veriyordu. Buna göre, tüm tutuklular psikolojik testlerden geçirilecek ve “ideolojik olarak hâlâ yanlış” olsalar bile hepsi de serbest bırakılacaktı. Bu gibi komünistlerin topluma döndükten sonra “sivil gözetim”e tâbi tutulacaklarını söyleyen Sudomo, “ABD’de de böyle bir uygulama var,” diye gülerek ekler.

Amiral Sudomo’nun açıklamasına göre, “psiko-test” adı verilen testler Amerikalı, İngiliz ve Hollandalı psikologların da katıldığı (hiçbirinin adını vermedi) iki yıllık bir hazırlık sürecinin ürünüydü. 1976’da yaklaşık 29.000 tutuklu üzerinde, özel olarak eğitilmiş 200 asistanın katılımıyla denemeler yapılmıştı. Asistanlar çoğunlukla psikoloji öğrencilerinden oluşmaktadır.

Bandung’daki “Ordu Psikoloji Servisi” (Dinas Psikologi TNI Angkatan Darat) komutanı General Sumarto’nun gözetimi altında uygulanan psiko-testler, B Grubu’ndaki komünistlere uygulandığında komünistlik derecesini %70-80 arası bir kesinlikle tespit edebiliyordu. General Sumarto, bu testlerin soruşturma dosyalarının ve gözlemlerin tamamlayıcısı olduğunu; bağnazlıktan ılımlılığa ve sıfıra kadar giden dört dereceli bir sınıflandırmaya hizmet ettiğini açıkladı. Test sonuçları, iki kanıt arasındaki tutarlılığı tespit etmek için soruşturma dosyalarındaki değerlendirmelerle karşılaştırılacaktı. Bu sonuncusu, tutukluluk sırasında bireysel gözetim ve kayıt tutma sistemlerinin de işlediğine işaret etmektedir.

Testlerin geliştirilmesinde UI’den iki psikolog, Prof. Fuad Hassan ve Katarina aktif rol aldı. Ayrıca Bandung’daki Padjadjaran Üniversitesi (UNPAD) ve Yogyakarta’daki UGM’den psikologlar da geliştirme ve uygulama aşamalarına katıldılar. UNPAD Psikoloji Fakültesi, Ordu Psikoloji Servisi ile yakın bağlantıları olan bir fakülte idi. 1976’dan beri fakültenin dekanı olan Prof. Ma’rat, 1966’da Bukit Duri’deki kadın tutukluların tutumlarını inceleyen psikolog Yusuf Nusjirwan (kadın) ve –o sırada albay olan– Dr. R. Sumarto da projeye katılanlar arasındaydı.

Sürecin bilimsel yönü, UI Psikoloji Fakültesi Dekanı Fuad Hassan tarafından yönetilmekteydi. Katarina, 1974’te KOPKAMTIB şefi Sumitro’nun daveti üzerine Buru adasına yaptığı ziyaretin ardından soru listesi üzerinde çalışmaya başladı. Kocası Muhammad Sadli, Suharto’nun ekonomi politikalarını tasarlayan Berkeley Mafyası’nın önde gelen bir üyesiydi (Wieringa’nın verdiği bu ayrıntıdan, Katarina’nın ‘Saparinah Sadli’ olduğunu öğreniyoruz).[6] Katarina’nın öğrencilerinden Sudirgo Wibowo (ö.2020), Mochamad Enoch Markum (ö.2025) ve Sarlito W. Sarwono (ö.2016), görüşmeler için “madde analizi” (item analysis) üzerinde çalıştılar.

Gazeteci Henry Kamm, 26 Nisan’da bu defa psiko-test uygulama sürecinin yönetiminden sorumlu General Sumitro ile daha ayrıntılı bir mülâkat yaptı. Aynı zamanda Genelkurmay’a bağlı “Zihinsel Koçluk Merkezi” (Pusat Pembinaan Mental) başkanı olan Sumitro, Leiden (Hollanda) ve Freiburg (Almanya) üniversitelerinde psikoloji eğitimi almıştı. Bildirdiğine göre, tutuklulara beş tür psiko-test uygulandı: Temel zekâ testleri, Endonezya’ya uyarlanan iki “tematik farklılaştırma” testi, bir Amerikan testi olan Edwards Kişilik Tercihleri ​​Çizelgesi (Edwards Personal Preference Schedule-EPPS) ve İngiliz psikolog Hans Jurgen Eysenck’in sosyal tutum listeleri. EPPS testi “tutuklunun kararlılığını, inançlarını, motivasyonlarını ve başkalarını etkileme kapasitesini belirlemek için” kullanılırken Eysenck’in sosyal tutum ölçeği, tutuklunun radikalizmini ve siyasî ideolojisinin katılığını ölçmeye yarıyordu.

General Sumitro, psiko-test sonuçları için “Bize iyi savaşçılar olup olmadıklarını gösteriyor,” dedi ve ekledi: “Puanları yüksekse bu bizim için kötü.”

Eysenck’in sosyal tutum ölçeği, Endonezya ortamına uyarlanmış bir dizi sorudan oluşmaktaydı. General Sumitro hangi soruların sorulduğunu açıklamayı reddetti. Esasen soruların içeriği önemli değildi ve işlevleri belliydi: “Hepsinin komünist olduğunu zaten biliyorduk. Testler sadece komünist eğilimlerinin derecesini belirlemek içindi.” Sumitro test puanlarının bir bilgisayara girildiğini ve tutuklular hakkındaki sorgulama dosyaları ve gözlemlerle desteklendiğini söylemekle yetindi. Böylece testteki performans, tutuklunun tahliye sırasının belirlenmesinde kullanılacaktı.

Puanlama ölçütleri, ideolojik bilinç durumuna göre yumuşak huylu (L0, L1, L2) ile sert huylu komünistler (K) arasında değişen dört sınıflandırmaya atıfta bulunmaktaydı: L (Lunak) “yumuşak” anlamına gelirken, K (Keras) “sert” anlamına gelmektedir. Buna göre, L grubundakiler önce tahliye edilecekti. K grubundakiler ise daha ileri telkin ve endoktrinasyon programlarına alınacak ve her altı ayda bir –L kategorisine düşüp düşmediklerini kontrol etmek için– tarama testine tâbi tutulacaktı. Nitekim bu testin Plantungan’daki bir dizi uygulamasının ardından K kategorisinde olduğu saptanan 45 kadın tutuklu, Aralık 1976’da kötü koşullarıyla tanınan Semerang’daki Bulu cezaevine nakledildi. Böylece bilinçli komünistlerin diğerlerini zehirlemesi(!) önlenmiş oluyordu. Keza, Buru’da da benzer düzenli tarama seansları düzenlendi. Kampta, eğitimli bir “Zihinsel Koçluk Asistanı” (Asisten Pembinaan Mental) kontrolünde yürütülen tarama testleri için bir zihinsel rehberlik bölümü vardı. Birkaç tanıklık, tarama prosedürü hakkında fikir verebilir:

Ocak 2017’de sosyolog Wieringa’ya (2019) mülâkat veren Pak Warno, tutuklanmasının ardından önce Nusa Kembangan adasına gönderildi. Burada ağır angarya işlerinde çalıştı, çıplak elleriyle ot yoldu (orak kullanmak yasaktı) ve yollar inşa etti. Hiç yargılanmayan Warno, çoktan seçmeli sorulardan oluşan psiko-testlere tâbi tutuldu. Bunlar arasında, en çok hangi yemeği sevdiği, Tahu mu yoksa tempe mi, tavuk mu yoksa et mi gibi sorular yanında, “Sukarno’yu sever misiniz, sevmez misiniz? Yoksa Amerika’yı mı, emperyalizmi mi?” gibi sorular da vardı. Okuryazar olmayan tutuklulardan da kutuları rastgele işaretlemeleri isteniyordu. B Grubu’nda değerlendirilerek Buru’ya nakledilen Warno, toplam 13 yıl tutuklu kaldı.

PKI bağlantılı Halkın Kültür Enstitüsü LEKRA’nın Yogyakarta şube başkanı Hersri Setiawan, Jakarta’da Deniz Piyadeleri tarafından yakalanmasının ardından B(T) kategorisinde değerlendirildi. İlgili KHK uyarınca tüm B(T)’lerin infaz edilmek üzere doğum yerlerine gönderilmesi gerekiyordu. Deniz Piyadeleri’nde subay olan küçük kardeşi, ağabeyini Jakarta’da tutmayı ve dosyasındaki “T”yi (lider) çıkartmayı başardı. Jakarta’daki Tangerang cezaevinde tutulan Hersri, sonunda Buru adasına nakledildi ve burada dokuz yıl (1969-1978) tutuklu kaldı.

Endonezya’nın ulusal haber ajansı Antara’da çalışan gazeteci İbu Rusiyati, 15 Ekim 1965 günü tutuklandı ve mahkemeye çıkarılmadan 13 yıl cezaevinde kaldı. Rusiyati, 1 Ekim 2010’da Kompasiana sitesinden Kerry Brogan’a verdiği mülâkatta nasıl teste tâbi tutulduğunu anlattı:

“1976 yılında bir gün tekrar sorgu odasına çağrıldım. Bu defa bazı iyi giyimli nazik kadınlarla karşılaştım ve benden oturmamı istediler. Dostane bir şekilde bana sırayla sorular sordular. Ertesi gün, onların komünist ideolojiden ne kadar etkilendiklerini değerlendirmek için siyasî tutukluları taramakla görevlendirilen psikologlar olduğunu işittim. Görevli askerin dediğine göre, ben C Grubu olarak sınıflandırılmıştım ve yakında tahliye olacaktım.”

***

Tematik farklılaştırma testlerinin ilki, “mürekkep lekesi testi” olarak da bilinen basit bir Rohrschach testiydi. Hastaların kendi düşünme süreçlerini açıkça anlatmak için isteksiz olduğu durumlarda altta yatan düşünce bozukluklarını tespite yarayan bu testin tercih edilmesi, komünistliğin “psikolojik bir rahatsızlık” olarak kabul edilmesindendi. Komünistler patolojik vakalardı. Testler geniş bir ölçekte uygulandı. İlk test dalgasını koordine eden Yusuf Nusjirwan, neredeyse tüm Endonezyalı psikologların siyasî tutukluları bu kriterlere göre test ettiğini belirtmektedir. Nusjirwan, 1966 gibi erken bir tarihte Bukit Duri’deki kadın tutukluların tutumlarını bizzat araştırmıştı.

Özü itibarıyla fazla güvenilir olmayan Rohrschach testi herhangi bir tutuklunun tahliye edilip edilmeyeceğinin tespitinde kullanıldı. Test sonucuna göre biraz daha içeride kalması ya da ilâve sorgulamalara tâbi tutulması mümkündü. Test sonucunda, C Grubu’ndaki birinin aslında B Grubu’nda olması gerektiği anlaşılırsa tutuklu cezaevinden alınıp toplama kamplarından birine naklediliyordu.

“İlâve sorgulamalar” ağır işkence içermektedir. Uluslararası Af Örgütü’nün 1977 tarihli raporunda, sorgulamanın intikam amaçlı olduğu ve insanları terörize etmeyi amaçladığı belirtmiştir. Özellikle kadınlar hedef alınıyordu: “Şu anda gözaltında tutulan birçok kadının, sorguları sırasında askerî istihbarat görevlileri tarafından ağır işkenceye maruz kaldığı biliniyor. Uygulanan işkenceler arasında dayak, bıçak ve hançerle saldırı, sigarayla yakma, cinsel saldırı ve elektrik şoku yer alıyor.” Rapora göre, dayağın en fazla etkiyi ne zaman gösterdiği konusunda tavsiyelerde bulunan doktorlar ve psikologlar da sürece dâhildi. Eski bir Tapol olan Pandu Nusa’nın (1987) gözlemleri fikir verebilir:

“Bazen bu sorgulamalara fiziksel şiddet eşlik ediyordu; bazen de o kadar korkunçtu ki, tutuklular artık dayanamayıp intihar girişiminde bulunuyorlardı. Bazıları bu girişimlerinde başarılı oluyordu. Bazen tutuklular sorgu için Jakarta’ya da gönderiliyordu. Tutukluların ruhsal durumlarındaki değişiklikleri gözlemlemek için psikolojik testler de yapılıyordu.”

Testlerin, nicel yöntemlerin sınanmasını içeren ikincisi, ağırlıklı olarak Buru adasındaki tutuklular üzerinde uygulandı. Hem Dr. Sumarto hem de Prof. Ma’rat, 1973 ve sonrasında Buru’daki siyasî tutukluların taranması işine katıldılar. 1971 ve 1973 yıllarında Buru’yu iki kez ziyaret eden Fuad Hassan’ın özellikle testlerin ikinci aşamasına katılımı yoğun oldu. Buru’da tutulan Pramudya Ananta Tur ve Hersri Setiawan gibi bazı komünist yazarlar, tahliye edildikten sonra bu testlerle ilgili deneyimlerini yazdılar. Pramudya, psikolojik testi dinsel bilgileri değerlendirmekten çok tutukluların siyasî görüşlerinin saptanmasıyla ilişkilendirmişti. Yazar, Fuad Hassan liderliğindeki bir ekibin 1973’teki ziyaretini de hatırlamaktadır.

Buru’daki toplama kamplarında bir başka tarama testi daha uygulandı. Suharto, tutuklu ailelerinin de adaya göç ettirilmesini emretmişti. Ancak tutuklular “rehabilite edilebilir” durumdaysalar bu haktan yararlanabilirlerdi. İşte psiko-testler yardımıyla zorunlu sürgünlerinde aileleriyle kalabilecek olan tutuklular seçilmiş olacaktı. Bir kez birleşen ailelerin artık geri dönmesine ise izin verilmeyecekti. Keza, tutuklular da ailelerinin kendilerine katılımını reddetme hakkına sahipti. Nitekim Pramudya böyle yaptı. Ailesinin burada yaşanan işkence ve aşağılamalara tanık olmasını istemiyordu.

Psikologlar aile birleşmesi için uygun adayları seçmek üzere testler uyguladılar. Testlerin asıl amacı, “ezberi sıkı” (diehard) komünistlerin hâlâ rehabilite edilebilir durumdaki diğer tutuklulardan ayrılmasıydı. Fuad Hassan ve Katarina tarafından geliştirilen testler, 1971 ve sonrasında yaklaşık 10.000 tutukluya uygulandı. Tutukluların siyasal arka plânı çıkarıldı, Marksizm ve –Endonezya’nın ulusal ideolojisi– Pancasila konularına hâkimiyetleri ölçüldü.

11 Ocak 2015 günü Wieringa’ya mülâkat veren Katarina, siyasî tutukluların eşleriyle, kocalarıyla birlikte yaşadıkları Savanajaya köyünde (Buru) görüştüğünü –testlerden bahsetmeksizin– anlatmaktadır. Setiawan’ın (2004) yazdığına göre, kadınlar, statülerinin Tapol’dan Göçmen’e (Imigran) çevrilmesi yönündeki rejimin talebine direndiler. Kadınlar statülerinin zorunlu karakterinin tümüyle farkındaydılar. Katarina, bu kadınların yaşadığı işkence ve cinsel şiddete değinse de neden tutuklu olduklarını asla sorgulamamıştı. Siyasal bir olayın ardından yasaklanan bir örgütün üyesi iseniz suçlu sayılarak tutuklanmanız, işkence görmeniz ve köleleştirilmeniz normaldi.

***

Psiko-testlerin bütünüyle Endonezyalı akademisyen ve askerlerin ürünü olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Özellikle EPPS ve Eysenck sosyal tutum listeleri gibi iki köklü testin uygulanması, Endonezyalı psikologların yabancı meslektaşlarıyla işbirliği yapmasını gerektiriyordu. Keza, UI’de Psikoloji Fakültesi açıldığında (1961) Batı’da nicel yaklaşıma dayalı psikolojik teknikler yakın zamanda yaygınlık kazanmış ve bu yönde testler geliştirilmişti. Bu testlerin Endonezya için hem tercüme edilmesi hem de uyarlanıp geçerliliğinin onaylanması nesnel bir ihtiyaç olarak ortaya çıktı.

Suharto’nun ülkeyi ekonomi-politik anlamda Batılı kurumlara demirlemesi, özellikle yeni kurulmuş fakülte ve bölümler için yeni fırsatlar demekti. Hollanda eğitim, kültür ve bilim bakanlığı ile dışişleri bakanlığının sözleşme ortağı NUFFIC yönetimindeki “Üniversite Geliştirme Programı” bunlardan biriydi. Endonezyalı akademisyenlerin araştırma kapasitelerini ve becerilerini geliştirmelerine yardımcı olmayı amaçlayan program, psikoloji disiplini altında iki projeyi fonlamaktadır: KUN-2 ve VUA-3. İki projenin de Endonezya tarafındaki yararlanıcıları, UI ve UNPAD’tır.

Nijmegen Katolik Üniversitesi’nin (bugün Radboud Üniversitesi) yürütücüsü olduğu KUN-2 (Katolieke Universiteit Nijmegen-2) projesi, test oluşturma süreci, eğitim psikolojisi, sosyal psikoloji ve araştırma metodolojisine odaklanırken Amsterdam Vreij Üniversitesi’nin yürüttüğü VUA-3 (Vreij Universiteit Amsterdam-3) projesi öğrencilere zekâ testleri konusunda eğitim verdi. KUN-2 projesi, 1970-1975 yılları arasında Dr. Franz J. Mönks ve Dr. Kempen’in sorumluluğunda yürütüldü. Projede yer alan ekipler, endüstriyel psikoloji alanında uzman olan Boon van Oostade ve sosyal psikoloji bölümünden Prof. J.M.F. Jaspars’tır (1934-85). Sosyal davranışın bilişsel analizi alanında uzmanlaşan Jaspars’ın, özellikle fon akışını “klinik psikoloji yerine sosyal psikolojiye” yönlendirmesi, KOPKAMTIB kurmaylarının stratejik beklentilerini doğruladı. Endonezya tarafında ise UI’den Prof. Fuad Hassan ve Dr. Saparinah Sadli ile UNPAD’tan Prof. Ma'rat ve Dr. Sumarto bulunmaktadır.

Nijmegen Üniversitesi, EPPS testlerinin düzenlenmesinde destek sağladı. Testlerin çevirisinden sorumlu Yusuf Nusjirwan (UI) ve Boon van Ostade ile birlikte madde analizini gerçekleştiren Sudirgo Wibowo (UI) düzenleme sürecine katıldı. Siyaset bilimci Kartika’nın (2016) bildirdiğine göre, bu ikisi ön verileri üniversitenin bilgisayarına kaydettiler ve madde analizi için üniversitenin yazılımını kullandılar. Fuad Hassan ve Saparinah Sadli de iki ayrı “tematik farklılaştırma testi” geliştirdiler. Hassan aynı zamanda Ulusal Güvenlik Departmanı’nda stratejik çalışmalar direktörüydü ve bu da ona bu tür testleri yürütme imkânı sağlıyordu. 6 Mayıs 1978 tarihli Nijmegen Bülteni, Hassan-Sadli ikilisinin 1971’de Buru’daki tutuklulara yönelik ilk psiko-test uygulamasını gerçekleştirdiğini haber vermektedir.

UNPAD’ın uhdesindeki testler ise UNPAD’tan çok sayıda psikoloğun da dâhil olduğu Ordu Psikoloji Servisi tarafından geliştirildi. Sumarto-Sumitro ikilisi, UNPAD’taki KUN-2 projesinin müfredat tasarımında merkezi bir rol oynadı ve Buru’daki tutuklular için psiko-testler gerçekleştirdiler. KUN-2 proje yöneticisi Dr. Mönks, Haagse Post’ta (3 Mart 1979) yayımlanan açıklamasında,  CV’sinde “askerî projelerdeki ve özellikle cezaevi projesindeki rolünü açıkça belirten” Endonezyalı bir kadın psikologdan bahsetmektedir. Katarina olduğu anlaşılan bu psikolog, serbest bırakılıp bırakılamayacaklarını, ileri sorgulamaya ihtiyaç duyup duymadıklarını veya gözaltı kamplarında endoktrinasyon programına katılıp katılmadıklarını belirlemek için kadın tutuklulara Rorschach testi uygulamıştı.

***

Darbe girişiminin ardından başlayan kitlesel gözaltılar, esasen tutukluların ideolojisini değiştirmeye yönelik “normalleştirme” sürecinin bir parçasıydı. Bu ideolojinin (komünizm) gücü, dış baskıların tahliyeleri dayattığı ölçüde psiko-testler vasıtasıyla analiz edildi.

Psikologların gözaltı sürecine katılımı, tutukluların cezalandırılmasında veya sorgulanmasında modern yönetim, akılcılık ve bilimsel gerekçelendirme tekniklerine dayanan adil ve hakkaniyetli bir süreç görüntüsü sağladı. Rejimin, yalnızca yerel ekiplere güvenmek yerine, yabancı bilim insanlarını da çeşitli yollarla sürece dâhil etmeye çalışması, bu görüntüyü pekiştirerek çalışmaların meşruiyetini artırmayı amaçlıyordu.

Ancak Amiral Sudomo’nun projenin başarısından duyduğu gururu ifade ederken Hollandalı akademisyenleri de onurlandırması, amaçlanan şeyin aksi yönde bir etki yarattı.

Sudomo’nun iki “tematik farklılaştırma” testinin hazırlanması sürecinde Hollandalı psikologlara danışıldığını söylemesi, Hollanda akademik camiasında büyük bir tepki ve infiale yol açtı. De Volkskrant gazetesi 24 Nisan 1978 tarihli haberinde, Nijmegen Katolik Üniversitesi’nin anketlerin derlenmesi sırasında Jakarta ve Bandung’daki üniversitelerdeki Endonezyalı psikologlarla işbirliği yaptığı iddiasını haberleştirdi. Haber, “zarar vermeme” ilkesi başta olmak üzere bilim etiğine aykırı bir işbirliğinden söz ediyordu.

Üniversite yönetimi, psiko-testlere doğrudan katıldığını reddetmekle birlikte, Endonezyalı psikologlara hükûmet destekli bir işbirliği projesi üzerinden bir miktar yardımcı olunduğunu kabul etti. Ancak testlerin ordu tarafından kullanılacağı bilinemezdi. Bu açıklama, camiada büyük bir tartışmaya yol açtı. Groningen Üniversitesi’nden Maria Abrahamse ve Frans Disse, Sudomo’nun açıklamasını daha derinlemesine incelediğinde şüpheler, Endonezya’daki UI ve UNPAD ile iki ortak proje yürüten Nijmegen Üniversitesi’nde yoğunlaştı. Artan öğrenci ve akademisyen protestoları üzerine üniversite yönetiminin başlattığı soruşturma ise bir örtbas etme çabası gibi görünüyordu: Soruşturma komisyonu suçlamaların asılsız olduğu sonucuna vardı. Nijmegen’deki psikologlar, bilgi aktarma sürecinde meydana gelebilecek suiistimallerin farkında olamazlardı. Komisyonda öğrenci temsilcisi olarak yer alan Jan Huurman, görev tanımının (‘Hollandalı psikologların anketin hazırlanmasına ve tutukluların taranmasına yardımcı olup olmadığını tespit etmek’) olumsuz bir cevap alınmasını sağlayacak şekilde dar tanımlandığını belirtmektedir. Dahası, komisyonun soruşturmayı yalnızca projeye katılan Nijmegenli psikologların ifadeleriyle ve projenin resmî belgeleriyle sınırlaması istenmişti.

Buna karşılık Prof. Jaspars, Psychologie en Maatschappij dergisinin (Haziran 1980) editör köşesinde “Uit de doofpot” [Örtbas Etmek] başlığıyla yayımlanan 30 Ocak 1979 tarihli mektubunda, testlerin Endonezya’daki siyasî tutukluların seçiminde kullanıldığını teyit etti. Jaspars mektubunda, testlerin Dr. Sumarto tarafından derlendiğini ve EPPS testi ile Eysenck’in “inatçılık-yumuşak huyluluk” (tough-tendermindedness) ölçeğini içerdiğini de açıkladı. Avrupa Sosyal Psikoloji Birliği’nin (EASP) kendisi onuruna hazırladığı biyografisinde, Prof. Jaspars’ın Nijmegen’de “radikal Marksist öğrencilerin hâkim olduğu bir akademik iklimde yaşamak zorunda” kalmaktan dolayı yorgun ve hayal kırıklığına uğramış bir hâlde 1976’da Leiden Üniversitesi’ne döndüğü belirtiliyor. Öyleyse Endonezya’daki psiko-test çalışmalarına bu tarihten önce katılmış olmalıdır.

EPPS testlerinin siyasî amaçlarla kullanımıyla ilgili olarak Prof. Eysenck ile iletişime geçen TAPOL ise kendisinden şu yanıtı alacaktı:

“Bana gönderdiğiniz gazete kupürlerinde bahsedilen testlerimin özel kullanımından haberdar değildim ve kullanımları hakkında bana hiç danışılmadı. Yalnızca Batı ülkelerinde geçerli olan sosyal tutumlardan biri olan söz konusu testin, söz konusu soruna uzaktan bile olsa uygulanabilir mantıklı sonuçlar vermesinin çok düşük bir ihtimal olduğunu düşünüyorum. İnsanların salt siyasi gerekçelerle özgürlüklerinden mahrum bırakılmasını kesinlikle onaylamıyorum ve testlerimin bu bağlamda kullanılmasını kınıyorum.”

Geliştirdiği testlerin “yalnızca Batı ülkelerinde geçerli” olduğunu savunan Eysenck, bunların siyasî amaçlı kullanımına itiraz eder görünse de siyasal tutumları ölçme amacı açıktır. Nitekim Eysenck (1964: 301), faşistler ve komünistleri saldırganlık derecesi bakımından karşılaştırmaya yönelik bir “Tematik Algı Testi” geliştirmiş ve bunu 43 komünist ve 43 faşist denek üzerinde uygulamıştı. Faşistler arasında saptadığı yüksek saldırganlık puanını normal grubun ortalamasına kıyasla “alışılmadık değil” diye yorumlarken komünistler için “ortalamadan biraz daha saldırganlar, ancak anormal derecede değil” demektedir. Komünistleri “sert fikirli radikaller”, faşistleri ise “sert fikirli muhafazakârlar” olarak etiketleyen Eysenck’in, muhafazakârları “neutral” ya da “normal grup” olarak kabul etmesi anlamlıdır.


‘Tarafsız’ bir gruba kıyasla faşistlerin ve komünistlerin saldırganlık puanları (Eysenck, 1964)

Nijmegen Üniversitesi’nden psikolog Prof. Franz J. Mönks ise projeyi açıklayıcı bir şekilde savundu:

“Aslında, kırk yaşın üzerindeki tüm [Endonezyalı] psikologların siyasî tutuklulara yönelik testlerin oluşturulmasında yer aldığı biliniyor. Bu testlere katılım geleneğinden bahsedilebilir.”

Nijmegen Üniversitesi’ndeki bilim insanları, kendileri inkâr etseler de UNPAD ve UI üzerinden yaptıkları işbirliği sayesinde projenin askerî yönünden haberdar olmuşlardı. Dr. Boon van Ostade’nin, meslektaşı Sumarto’yu tuğgeneralliğe ve Ordu Psikoloji Servisi başkanlığına terfi ettiği için kutlarken “Tebrikler, Slamat! Tanıdık çevremde bir general olmasına alışmam gerekiyor,” diye yazması, bu işbirliğinin esprili bir yansımasıydı.

Endonezyalı psikologlar ise farklı bir inkâr stratejisi benimsediler. Wieringa’nın mülâkat yaptığı [Katarina takma adlı] Sadli ve diğerleri, üzerinde çalıştıkları testlerin ordu tarafından kullanıldığına dair bilgilerinin olmadığını savundular. 11 Ocak 2015 günü Wieringa’nın sorularını yanıtlayan Katarina, Buru ve Plantungan’daki çalışma kamplarına gidip geldiğini doğruladı. Ancak bu kamplara insanî amaçlarla ve “tutuklulara moral vermek için” gitmişti. Batı’da yeni geliştirilen psikolojik tekniklerin Endonezya için tercüme edilmesi ve geçerliliğinin onaylanması gereğine atıf yapan Katarina, “Hepimiz buna dâhil olduk,” derken “ama KOPKAMTIB bunları tutuklular için geliştirdi ve uyguladı,” diyerek tutukluları hiç test etmediğini savundu. Yakın meslektaşı Nusjirwan’ın ordu geçmişi olduğunu bildiğini de inkâr etti.

Katarina âdeta kısmi bir “hafıza kaybı” yaşamış gibiydi. Wieringa’ya e-posta ile gönderdiği bir yanıtta, “Bu testleri makalede belirtilen amaçlar için kullandığını hatırlamadığını,” yazdı: “Mektubunuz bana bu testlerin var olduğunu ama onları tamamen unuttuğumu hatırlatıyor.” Katarina için söz konusu testleri geliştirmek, tamamen psikoloji fakültesinin kurulmasıyla ilgili akademik bir işti. Keza, o dönemde birçok hapishanede öğrencilerin bu testleri uygulaması da esas olarak “eğitim” amaçlıydı. Bu öğrencilerden biri, yıllar sonra 2014’te katılımını şöyle açıkladı:

“Birinci ve ikinci sınıf öğrencileri olarak, hem harçlık kazanmak hem de Buru’ya gidip Tapol halkının nasıl yaşadığını görmek için iyi bir deneyim kazanmak adına katıldık. O zamanlar öğrenciler olarak, komünistlerin kötü ve saldırgan olduğuna ve 1960’lar ve 1965’lerde komünist olmayanlarla sürekli çatışma içinde olduklarına inanıyorduk.”

Katarina, öğrencilerinden Sarlito Sarwono ve Enoch Markum’un psiko-testlere katıldığını itiraf etti. Buna karşılık, Eylül 2014’te Wieringa’nın sorularını yanıtlayan Sarwano ve Markum (ikisi de bu arada profesör olmuştu), bu testler hakkında herhangi bir bilgileri ve katılımları olmadığını savundular.

Özetle, Holokost faillerinin sloganı hâline gelen “wir haben es nicht gewußt” [bilmiyorduk] sözü, bir kez de Endonezya ve Hollanda kampüslerinde yankılandı. KOPKAMTIB, cezaevlerini dolduran komünistlerin akıbeti konusunda “bilimsel” görünmek adına açıkça akademisyenleri ve öğrencilerini seferber etti. Onlar da kendilerine atanan misyonu, genellikle komünist fobisiyle meşrulaştırdılar. Rejimin insanlığa karşı işlediği suçların normal ve kabul edilebilir sayıldığı bir siyasal-kültürel ortamın inşasına yardımcı oldular. Yaptıklarının bir suç ortaklığı olduğu hatırlatıldığında ise “bilmiyorduk” dediler. Sıkıştıkları yerde, o dönemde yaptıklarına dair yeni bir anlatı yaratmaya çabaladılar.

***

Amiral Sudomo, Kamm ile yaptığı röportajın yarattığı skandal etkisinden bir boşboğazlık yaptığını fark etmişti. Haagse Post gazetesinden Wiecher Hulst’a verdiği mülâkatla (10 Şubat 1979) durumu düzeltme şansı aradı. Projeden duyduğu gururla bilimin kötüye kullanımlarının Endonezya dışında etik bir sorun olma ihtimali arasında denge kurmaya çalıştı. “Biz onlarla sadece bir kişinin ideolojisinin nasıl olduğunu anlamak için bir sistem hakkında konuştuk,” diyecekti. Hollandalı uzmanların testlerin tasarlanmasına yardımcı oldukları iddiasını kesin bir dille reddetti:

“Hayır, bu doğru değil. Test tasarlanırken ben de hazır bulundum. Ancak Hollandalı psikologlara anketi hazırlama fırsatı verdiğimiz doğru değil. Endonezyalı psikologlar Hollanda, İngiltere ve Amerika’daki diğer psikologlarla görüştüler ve sonra geri döndüler. Anket daha sonra ve aslında Endonezyalı psikologlar tarafından değil, KOPKAMTIB tarafından oluşturuldu.”

Gizlilik içinde yürütülen psiko-testlerin ne zaman başlayıp bittiği ve kaç tutukluya uygulandığı belli değildir. Tarihçi Yosef Djakababa’nın da (2013) belirttiği gibi, tutukluların sınıflandırılması “tasfiye politikasının en belirgin özelliklerinden biriydi.”

1975 ve sonrasında B Grubu’ndaki tutukluların çoğu tahliye edildi. Tahliyeden önce, komünizmi ve Marksist-Leninist ideolojiyi yaymayı amaçlayan faaliyetlerde bulunmayacaklarına ve katlandıkları acılardan dolayı devlet aleyhine dava açmayacaklarına dair “Allah adına” yemin ettiler. Tahliyeden sonraki altı ayı ev hapsinde geçirecekler, sonraki altı ayda ise bulundukları köy ya da kentin dışına çıkamayacaklardı. 900.000’i aşkın ex-tapol düzenli olarak polise rapor vermek zorundaydı: Evine misafir alıp almadığı, misafirin nerden geldiği, kendisiyle ne konuşulduğu; mektup alıp almadığı, aldıysa içeriği; telefon konuşması yapıp yapmadığı vs. Amiral Sudomo, gözetimin işleyiş mantığını şöyle açıkladı:

“Serbest bırakılan siyasî tutuklular toplumdaki herkes kadar özgürdür. Ancak gözetlendiklerini bilecekleri şekilde gözetlenmeli ve yönlendirilmelidirler; ancak bu [gözetim] görünür olmamalıdır.”

Sudomo, Ağustos 1982’de düzenlenen “Eski G30S/PKI Tutuklularının Rehberliği ve Denetimi” konulu bir iletişim kursunda konuşuyordu. Bir hafta süren kursa, ülkenin dört bir yanından gelen hükûmet, ordu, polis ve başsavcılıktan üst düzey yetkililer katıldı.

Sonuç

Tarihsel olarak, psikoloji ve alt disiplinleri toplumsal güvenlik hizmetinde işlevselliğini kanıtlamış olmakla, ulusal ve uluslararası güvenlik zorunluluklarının hizmetinde yaygın biçimde kullanılmaktadır. Devletin güvenlik aygıtlarının, geniş gözetim kaynaklarına dayanarak belirlediği tehdit değerlendirmelerini bilimselleştirme çabası, siyasal-bürokratik bir ihtiyacın ifadesidir. Endonezya’daki komünist tutuklulara yönelik psiko-test uygulaması da bu anlamda akademisyenlerin insanlığa karşı işlenen suçlara yardımcı olmasına dair en utandırıcı örneklerden biridir. Faillerin inkârı, karıştıkları olayın ahlâkî ağırlığından kaynaklanmaktadır.

Psiko-testler, tutukluların olası travmalarını hafifletmeyi değil, onlarsız bir düzen tesis etmeyi amaçlıyordu. Esasen bu tür müdahaleler, “egemenlik” temelli bir sistem kavramına dayanır ve bu kavramı yeniden üretir. Bu sistem, ilk etapta topluma kazandırmayı değil, bilâkis “o topluma ait olmama” algısını üretir; tahliyeleri değil tutukluluğu meşrulaştırmayı amaçlar. Böylece toplumun geri kalanına etkili bir uyarı verilir ve yurttaşlar “sağduyulu” olmaya zorlanır.

Devlet’in asıl hedefinin yalnızca tutuklular (ya da mahkûmlar) değil, halk olduğunu görmek gerekir. Tutukluların perişan hayatı, kötü davranışın doğal bir sonucu olarak tasvir edilir. Böylece toplum, Devlet’i eleştirmeyerek veya ona karşı çıkmayarak yazılı-yazısız bütün kurallara uyar. Aksi takdirde cezaya hazır olmalıdır. Toplum, Devlet’in hedeflerine gönüllü olarak uyum sağlayarak sosyo-politik imkânlarını ve varlığını sürdürürken dışlanan suçlular, Agamben’in terimiyle bir tür “çıplak hayat” yaşarlar. Devlet de böylece boyun eğdirilmiş ve itaatkâr bedenler üzerinden bekasını güvenceye alır.

Önceki yazılardan birinde gösterdiğimiz gibi, hükûmetler riskli siyasal gündemlerini ilerletmek için sıklıkla bilimin rehberliğinden faydalanır. Bu “faydalanma”, bilim insanlarına siyasallaştırılabilecek veya hatta başkalarına zarar verebilecek muazzam bir güce sahip olduklarını hatırlatmalıdır. Siyasal dinamiklerin sınıfsal doğasına dair keskin bir kavrayış geliştirmek, eleştirel ve etik olmak, bilimin insanların hayatını mahvetmek için kullanılmasını önlemenin ön koşuludur. Aksi durumda siyasetin, gücün ve entrikanın yörüngesine çekilmek kaçınılmazdır.

Muhsin Altun

4 Aralık 2025

Dipnotlar:

[1] Üçüncü Dünya’daki çağdaşlarının aksine, PKI’nin bir silâhlı kanadı yoktu. Ülkenin kurucu önderi Sukarno’nun –güven vermeyen– himayesini ve Çin’in görünürdeki siyasal desteğini alan kadrolar, “sosyalizme barışçıl yoldan ulaşma” hedefini benimsemiş görünüyordu. Kuşkusuz bir gerilla savaşını kolaylaştıracak coğrafî ve beşerî koşulların yokluğu da bu stratejiyi dayatmış olabilir. Ülkenin yüzlerce adadan oluşan coğrafî manzarası, silâhlı direniş örgütlemeye yeterli derinlikte bir kırsal alan bırakmadığı gibi, Heryanto’nun “aşırı itaatkârlık” olarak nitelediği Java halk irfanı ve başa geleni kabullenmeyi (nrima) öğütleyen –Hinduizm esinli– evren tasavvurları da Suharto ve destekçilerinin işini kolaylaştırdı. Dahası, darbe girişiminin ardından yoğunlaşan askerî ve siyasî gözetim, dindar Müslümanlarla iç içe geçen günlük yaşamı özellikle Java kırsalında PKI kadroları için ciddi bir güvenlik sorunu hâline getirmişti. Bütün bunlar, kırsalda seri infazlar ve kentlerde seri tutuklamaların emsali görülmemiş boyutunu açıklayabilir.

[2] Politbüro üyesi ve partinin dört numaralı adamı Sudisman’ın B(S) kategorisinde değerlendirilmesi ilginçtir. Sudisman, Aralık 1966’da yakalandı ve 21 Temmuz 1967’de askerî mahkemenin verdiği idam cezası Ekim 1968’de infaz edildi. Yakalanıncaya kadar PKI’yi yeraltından yönetmeyi başaran Sudisman, bu arada bir de “özeleştiri” kaleme aldı. Kendisi dâhil PKI önderliğinin başlıca hatalarından birini, “partinin ve devrimci hareketin kaderini Sukarno’nun politikasına emanet etmek” olarak teşhis etmişti. Önderliğe yönelik eleştirel tutumun yokluğu ve önderliğin izlediği çizgiye katılmayan görüşleri ifade etme cesaretinin bulunmayışını da diğer nedenler arasında saydı.

[3] Toronto Üniversitesi’nde psikoloji doktorası (1967) yapan Fuad Hassan (1929-2007), Ordu Psikoloji Servisi’ndeki hizmetlerinin ardından çeşitli ülkelerde büyükelçilik yaptı, 1985’te Eğitim ve Kültür Bakanı oldu.

[4] İslamcı görüşleriyle tanınan Zakiah Daradjat (1929-2013), Muhammadiyah üyesi (2 eşli ve 11 çocuklu) bir babanın en büyük kızı olup, 1992-1997 arasında Halkın Danışma Meclisi (MPR) üyeliği yaptı. En son Jakarta’daki Syarif Hidayatullah Devlet İslam Üniversitesi’nde psikoloji profesörüydü.

[5] Buru’daki en tanınmış komünistler: Roman yazarı Pramudya Ananta Tur, gazeteci ve çevirmen Hersri Setiawan, oyuncu ve film yönetmeni Basuki Effendy. Üçü de LEKRA üyesiydi.

[6] Kimliğinin gizlenmesini istediği için Wieringa ve Katjasungkana’nın (2019) “Katarina” adıyla tanıttığı Saparinah, hâlen hayatta olup (99 yaşında) feminist çalışmaların Endonezya’daki en güçlü temsilcisidir. Eşi Mohammad Sadli (1922-2008), 1965 öncesinde Genelkurmay Koleji’nde (SESKOAD) dersler verdi. 1971-78 arasında Suharto kabinelerinde bakanlık yaptı. Emeklilikten sonra da Suharto’nun danışmanı olarak kaldı.

Kaynakça:

Altun, M. (2019). Dindarca Öldürmek: Bir Milyon Kızıl Müslüman Nasıl Katledildi? Ankara: Barış.

Baehr, P.R. (1997). Problems of aid conditionality: The Netherlands and Indonesia. Third World Quarterly, 18(2): 363-376.

De Bruyne, M. (2016). How Dutch psychologists collaborated with Soeharto. Brongersma [9 December 2016, at 15:03].

Djakababa, Y. (2013). The Initial Purging Policies after the 1965 Incident at Lubang Buaya. Journal of Current Southeast Asian Affairs, 32(3): 11-36.

Eysenck, H.J. (1964). Sense and Nonsense in Psychology. Baltimore, MA: Penguin Books.

Fealy G. (1995). The release of Indonesia’s political prisoners: domestic versus foreign policy 1975-1979. Clayton, Vic.: Monash Asia Institute.

Kartika, D.A. (2016). The Politicization of Psychology: The Role of Psychologists in Indonesia’s Detention Camps during New Order Era. MA Thesis. The Hague: International Institute of Social Studies.

Nusa, P. (1987). The path of suffering: The report of a political prisoner on his journey through various prison camps in Indonesia. Bulletin of Concerned Asian Scholars19(1): 15-23.

Simpson, B.R. (2010). Economists with Guns: Authoritarian Development and US-lndonesian Relations, 1960-1968. Stanford, CA: Stanford University Press.

Tanter, R. (1991). Intelligence Agencies and Third World Militarization: A Case Study of Indonesia, 1966-1989, with Special Reference to South Korea, 1961-1989. PhD Thesis. Melbourne, AU: Monash University.

TAPOL Bulletin (28, 33, 34 ve 54. sayılar). Victoria University Research Repository.

Wieringa, S.E. & Katjasungkana, N. (2019). Propaganda and the Genocide in Indonesia: Imagined Evil. New York: Routledge.