Loading...

Kürt Ulusal Sorunu ve TKP


Türkiye’de 1908 burjuva devrimi ile birlikte imparatorluk ideolojisinden ulus-devlet anlayışına geçerken Türk ve Kürt ulusları, dağılma noktasında olan imparatorluktan bir ulus-devlet yaratma çabasında olmuşlardır. Türk ulusu, özellikle Balkanlarda gelişen ulus-devlet siyasetinden, Anadolu’da Ermeni ulusal hareketinin gelişmesi ile erkenden etkilenip kendi ulus-devletini örgütlemeye çalışmıştır. Ayrıca, “Türk ulusçuluğunun doğuşunda Kafkasya’dan gelen ve Rusya devrimci hareketleriyle tanışmış göçmen Türk aydınların katkısı hiçbir zaman unutulamaz; ideolojik temeli bunlar kuruyorlar.”[1]

Kürt ulusunun ise feodal beylik ve aşiret düzeninin sağlam temellerini hâlâ koruyor oluşu, henüz Kürt burjuvazisi ve kapitalist ilişkiler gelişmediğinden ulus birliği ve buna öncülük edebilecek bir sınıfın-örgütün olmayışı ulus-devlet yapısını kuramamasına neden olmuştur. Özellikle Kürdistan coğrafyasında Ermeniler ile Kürtlerin bir arada uzun süre birlikte yaşıyor oluşu ve Ermeni halkının Osmanlı döneminde dahi bir ulus olarak hareket etmesi, Ermeni devletinin kurulma olasılığı Kürtlerde uluslaşma sürecini geciktiren bir sebep olmuştur.   

“Bu topraklarda yaşayan halklar arasında milliyetçilik yoluna ilk girenler Ermenilerdir. Bunun iki nedeni var; birisi tarihsel, diğeri ekonomi politik nitelikte oluyor. Tarihsel olan şudur: Fatih İstanbul’u aldığından itibaren Ermenilere bir tür özerklik tanıyor. İkinci neden ise ekonomi politiktir; Ermeniler, Yunan milleti ve Yahudi milleti çıkarıldıktan sonra Anadolu’da ve Ön Asya’da başta ticarî olmak üzere burjuva ilişkilerini ilk geliştiren ve hatta bunları tekellerinde tutan bir halktır.”[2]

Türk ve Ermeni halklarının ulus bilincini ve örgütlülüğünü daha erken kurması, Kürtlerin bu süreçte gerek “gayrimüslim tehdidi” gerekse de kapitalist gelişmenin uzağında oluşu ulus-devlet sürecini tamamlayamamasına neden oluyordu. Sonraki süreçte ise Kürt sorunu uluslararası niteliğe bürünüyor ve bölgede çıkarı olan bütün güçler tarafından birbirlerine karşı pazarlık ve denge kozuna dönüşüyordu.

Kürtler, emperyalistler için bir ulus olmaktan çok, diğer devletleri zayıflatmak için kullanışlı bir aparat olarak görüldü. Özellikle Sovyetler ve İngiltere arasında tampon olan Türkiye ve Kemalist rejimi korumak adına Kürtlerin başlattığı her direniş yok sayıldı. Sovyetler, Kürt ulusal hareketinin her direnişini İngiliz güdümlü olduğu ön kabulü ile kurban ediyordu. SSCB tarafında Kürt ulusunun “ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı” her zaman geri plana atılıp, mevcut düzeni koruma adı altında Kürdistan’ın sömürge hâli kabullenilmiş ya da geri plana itilmiştir.

“Kemalist düzen övgüsü ve bunu teorik değer yükleyerek yüceltme temel Sovyet siyaseti oluyordu. Türkiye üzerinden emperyalist İngiltere’ye karşıtlık sergileniyordu. Bu bağlamda Türkiye’ye yönelik her zayıflatıcı hareket İngiltere’ye mâl ediliyordu. İngiltere ise Musul’un yeni kurulacak Irak’a dâhil edilmesini ve Irak’ın da kendi mandası altında kalmasını istiyordu. İngiltere’nin Irak’taki hükümete baskı aracı olarak Kürtleri bir denge unsuru olarak kullanma fikri, Kemalistlerin, Kürtlerin üzerindeki etkisi ile bu siyaseti zorlaştırıyordu. Sovyetlerin Türkiye ile yakınlaşması ve bir ittifak kurma hâli, İngiltere’yi Kemalistlerle uzlaşma yoluna götürdü.”[3]

Tüm bu güçlerin Kürtleri denge ve koz hâlinde görme durumu, bu topraklarda vücut bulan TKP’nin ulusal sorunla ve özellikle Kürt ulusal hareketleriyle ilgili meselesine bakış ve çözüm arayışı ise Bakü Konferansı ile oluşmaya başlamıştır.

Türkiye Komünist Partisi’nin Kürt ulusal hareketine bakış açısını değerlendirirken, mevcut iktidarı gözetme ve Komintern’den bağımsız hareket etmeme durumlarını genel olarak değerlendirebiliriz. Ancak, özellikle Mustafa Suphi’nin sorunu ele alırken Sovyetler’den bağımsız bir politik hat çizmesi o dönem için çok önemli bir durumdur. Çünkü genel olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında TKP, Kürt ulusal hareketini değerlendirirken meseleyi sömürge-ulusal haklar açısından değerlendirmek yerine Kürtlerin mücadelesini feodal, gerici ve emperyalizmin desteklediği bir hareket olarak görmüştür.

1920-1925 arasında dengeler

10 Eylül 1920 tarihinde kuruluşunu ilân eden TKP, Anadolu’daki ayaklanmaya katılma kararı vermiştir. TKP’nin kuruluşu, Anadolu’daki mücadele ile işçi ve köylü sınıfının devrimci bir politikayla şekillenmesi açısından önemli bir hamledir. Henüz kurtuluş mücadelesinin tekelleşmediği, Yeşil Ordu ve Çerkez Ethem gibi güçlü bir sosyalist odağın olduğu dönemde Mustafa Suphi ve yoldaşları ülkeye gelip sosyalizm mücadelesini yükseltme çabasına girmişlerse de, Ankara hükümeti Suphi ve yoldaşlarını Karadeniz’de katlederek iktidarını pekiştirmiştir. Bakü Kongresi’nde ülkede yaşayan tüm halklar için federal bir sosyalist ülke tasarlayan TKP, eğer ülkeye dönebilmiş olsa ve mücadeleye dâhil olabilse idi belki de bugün Kürt ulusal sorunu komünist parti ile çözüme kavuşabilirdi.

12 Eylül 1920’de Mustafa Suphi, Türkiye’de yaşayan halklar için federasyon fikrini ortaya atarak, henüz Kürt isyanları oluşmamış iken milliyetler meselesinin çözümüne dair kararlar alınmıştır.

Bakü kongresinde kabul edilen programda;

“TKF hükümet teşkilâtında muhtelif milliyetlere mensup amele, rençber şuralar cumhuriyeti teşkilini kabul ve Hür Milletlerin Hür İttihadi esasında olmak üzere federasyon usulünü tercih eder. […] Fırka amele ve rençber sınıfları da tamamen ayrı ve müstakil yaşamak ceyranlarına kapılmış olan milletlerin arasında kanlı nizalar çıkmasına yer vermemek için bu gibi meselelerin plesibit usulüyle: Umumi reye müracatla halline delalet eder.”[4]

Kuruluş döneminde, henüz Kürtlerin tasfiye edilmediği dönemde TKP, Komintern yönlendirmesi ve denetimine rağmen, ulusal soruna dair kongrenin itirazlarına karşı federasyon fikrini savunmuştur.

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de katledilmesinden sonraki süreçte ise TKP, Akaretler Kongresi’ne kadar dağınık hâlde kalmıştır.

Bu sürece kadar ise Mustafa Kemal, ülkedeki her unsuru tasfiye veya kontrol ederek hem Sovyetler hem de Batı emperyalizmi için tek seçenek olma noktasına gelmiştir. Sovyetler ile 16 Mart 1921 dostluk anlaşması imzalayan Ankara hükümeti hem Sovyetleri arkasına almış hem de Sovyetlerin ülkedeki komünistlerin tasfiyesine göz yummasını sağlamıştır. Batı emperyalizmi için ise güçlü ve tek seçenek olma yolunda diğer tüm muhalefetin tasfiye edilmesi gerekmekteydi.

Kürtler ve Meclis’teki 2. Grup olarak adlandırılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Mustafa Kemal için her zaman bir tehdit unsuru olacaktır ve tasfiye edilmesi gereken bir güç olarak görülmektedir.

24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile İngiliz ve Batı emperyalizmi için ülkedeki tek seçenek Mustafa Kemal olmuştur. Lozan ile birlikte artık Kürtlere ve Kürdistan’a ihtiyaç kalmamış ve bu anlaşma ile birlikte Kürtlerin tasfiye süreci başlayarak ülkedeki Türk egemen ulus hâkim kılınmaya başlamıştır.

Lozan Antlaşması’ndan önce 16-17 Şubat 1923’te İzmit Kasrı’nda gazetecilere verdiği mülâkatta Mustafa Kemal, Kürt halkı için şu ifadeleri kullanmıştır:

“Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilât-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklik oluşacaktır. O hâlde hangi livanın halkı Kürt ise onlar kendilerini Özerk olarak idare edeceklerdir.”[5]

Şubat ayında Özerklikten bahseden, Kürtlerin aslî unsur olduğunu kabul eden Mustafa Kemal, Lozan Antlaşması ile birlikte artık tüm gücü kendi elinde tutması ve emperyalistlerin kendisini tanımasıyla ülkedeki tüm unsurları tasfiye sürecine giriyordu. İlk olarak 20 Nisan 1924’te kabul edilen Teşkilât-ı Esasiye’nin 88. Maddesi ile Türklük hâkim ulus kılınarak Kürtlük tamamı ile yok sayılmıştır:

“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla (Türk) ıtlak olunur. Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye’de doğup da memleket dâhilinde ikâmet ve sinni rüşte vusulünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık Kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür. Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izale edilir.”

Lozan Antlaşması Kemalist hareket için çok önemli bir eşiktir. Bu sürece kadar ülkedeki her hareket ile uzlaşma ve bu unsurları kullanma noktasında olmuştur. Lozan ile birlikte ülkedeki gücünü pekiştirdikten sonra ise bu unsurları tasfiye sürecine girmiştir. Ne var ki bunun için bir kanunun çıkması, özellikle Kürtleri ve Meclis’teki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı susturmak gerekmekteydi. Takrir-i Sükûn kanunu işte tam olarak buna hizmet etmek için çıkarılmıştır.

1925 Şeyh Sait İsyanı ve TKP’nin İsyana Bakışı

13 Şubat 1925’te bir grup jandarmanın Şeyh Sait’in kaldığı eve gelip evdeki bazı misafirleri tutuklamak istemeleri ve bu isteğe ateşle karşılık verilmesiyle başlayan süreç Kürdistan’ın geneline yayılarak büyük bir isyana dönüşüyordu.

İsyanın mahiyetini Şeyh Sait’in kimliği üzerinden değerlendirmek, bu isyanı bir irticai hareket olarak görmek eksik ve yanlış tahlil etmemize neden olabilir. Bu isyanın arkasında Cibranlı Miralay Halit Bey ve Bitlisli Yusuf Ziya Bey’in liderliğini yaptığı; İhsan Nuri, Süleymaniyeli İsmail, Mülazım Hakkı Saveş gibi milliyetçi, seküler Kürt aydınların kurduğu Azadi örgütü vardı. İsyan, ulusal bir karakter oluşturmak için mücadele eden fakat söylemler ve örgütlenme olarak dinî referansların kullanıldığı bir harekettir.

21 Mart 1925’te planlanan bu isyanın müdahaleyle erkene çekilmek zorunda kalınmasından, devletin isyandan haberdar olduğu net bir şekilde anlaşılmaktaydı. 13 Şubat’ta Kürdistan’da bir isyanın başlamasının çok akıllıca olmayacağını herhâlde Şeyh Sait’ten daha iyi bilecek kimse olamazdı. Devletin bu isyandan haberi olduğunu isyandan önce Azadi hareketine yapılan tutuklamalarla bilebiliriz.

Mustafa Kemal, 14 Eylül 1924’te çıktığı Karadeniz-Doğu Anadolu seyahatinin parçası olarak Erzurum’a ilk olarak 30 Eylül, sonra da 8 Ekim günü gelmiş, şehirden 11 Ekim’de ayrılmış, 18 Ekim 1924’te Ankara’ya dönmüştü. Binbaşı Kasım’ın Atatürk’e dediği gibi:

“Bulunduğum çevre ve bölgede bir Kürt bağımsızlığı ve Türkiye’den ayrılmayı amaçlayan akımlar bulunduğunu, bu akımların halkın yüzde seksen beşini etkilediğini, ruhlarını bildiğim için adam saptamada ayrıca kanıt gerekmediğini, hükümetçe bir an önce önlem alınması gerektiğini, bu önlemlerin de örneğin merkezde bir gezici fırkanın oluşturulmasını, aşiret reislerinin Batıya sürülmeleri, karşı koyanların örnek olacak biçimde şiddetle cezalandırılmalarını, yoksa büyük bir felâketin gelmekte olduğunu gözümle görünür gibi olduğumu, söylediklerimin hiçbirini soruşturulmasına gerek olmadığını ayrıntılı olarak arz etmiş ve teşekkür yanıtlarını almıştım.”

1924 yılı ekim ayında Şeyh Sait’in bacanağı, Binbaşı Kasım’ın Azadi liderleri Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit’i bizzat Mustafa Kemal’e ihbar ettiğini anlatıyor. Binbaşı Kasım, tüm Şeyh Sait ayaklanması sürecinde 7. Kolordu ile gizliden görüşüyor ve TBMM Başkanı Kâzım Paşa (Özalp), Binbaşı Kasım’a bu çabalarından ötürü bir teşekkür telgrafı bile çekiyor.[6]

Devlet isyandan haberdardı ve bu isyana müdahale ederek daha büyük bir harekete dönüşmesini engellemek adına, hareketin kabiliyetini en aza indirebilmek için şubat ayında müdahalede bulunuldu. Bu isyanla birlikte Takrir-i Sükûn Kanunu çıktı ve Mustafa Kemal, bu kanunla hem meclisteki muhalifleri hem de Kürtleri tasfiye etmek için büyük bir olanak elde etmiş oldu.

İsyana Kominternin ve TKP’nin Bakışı

Komintern, Şeyh Sait isyanı ile ilgili 26 Şubat’ta yaptığı değerlendirmede;

“Kürdistan’da İsyanın anlamı

Kürdistan’da Mustafa Kemal ve Ankara hükümetine karşı Şeyh Sait isyanı, Moskova’ya Türk gericiliğinin İngiliz Emperyalizmiyle ittifak hâlinde bir restorasyon çabası olarak görülüyor.

Genel olarak söylenecek olursa, Kemal ulusal kurtuluş hareketini temsil ediyor ve demokrasiye doğru ve Türkiye’yi gerek feodalizm kalıntılarından, gerekse Müslüman din adamlarının etkisinden kurtarmaya gayret ediyor. Kemal birinci olarak emperyalizme, ikinci olarak feodal büyük toprak sahiplerine, üçüncü olarak din adamlarına ve dördüncü olarak yabancı sermayeyle ittifak halindeki liman kentlerinin ticaret burjuvazisine karşı koyuyor.

Yakın geçmişte tüm gerici güçler, Kemal’e karşı bir taarruza geçen, sözüm ona ‘Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı oluşturmak üzere bir araya geldiler. İsyancılar, din adamlarınca kışkırtılan göçebe aşiretlerini seferber ettiler ve dinî sloganlar kullandılar.

İsyan, büyük toprak sahiplerinin ağır bastığı Doğu vilayetlerinde patlak verdi. İsyancıların arkasında Musul sorunuyla, yani petrol sorunuyla ilgili İngiltere duruyor.”[7]

TKP’nin yayın organı Orak-Çekiç gazetesinin 5 Mart 1925 tarihli nüshasının manşeti ise şu şekildeydi:

“Yobazların Sarıkları Yobaz Zümresine Beyaz Kefen Olmalı! Yobazlarıyla, Ağalarıyla, Şeyhleriyle, Halifeleriyle, Sultanlarıyla Birlikte Kahrolsun Derebeylik!”

TKP bu ayaklanmayı Komintern ile paralel bir hat çizip, isyanı gerici ve emperyalist bir kışkırtma olarak görüp Ankara hükümetinin bu isyanı bastırmada daha sert tedbir almasını salık veriyordu. Fethi Bey kabinesinin isyanı bastırmada yumuşak davrandığını ve Fethi Bey’in iktidar makamını işgal etmesinin, geniş halk kitleleri için büyük bir felâket teşkil ettiğini söylüyordu:

“Halk fıkrası ekseriyeti –Orak Çekiç’in temenni ettiği gibi– Genç isyanı vesilesiyle, Şark vilâyetlerimizde derebeylik ve irtica yılanını yalnız boğmak değil, yok etmek temayülündedir. Bu azimkârlığı candan alkışlarız.”[8]

TKP, Şeyh Sait isyanında Ankara hükümetinin aldığı tedbirleri az bulup bu isyanın bastırmasını değil, tamamen yok edilmesini isteyerek Kemalist rejimin sağında duruyordu.

Henüz isyan başlayıp bölgeden herhangi bir bilgi almadan, isyanın dayanakları tespit edilmeden, mevcut rejimi korumak adına halkın başlattığı isyan mahkûm ediliyordu. İngiliz bağlantısı olduğu kabul ediliyordu.

Hâlbuki isyanın İngiliz destekli olduğuna dair elde hiçbir somut delil yok iken bu değerlendirme yapılıyordu.

İngilizler 1924 yılında Bağdat, Süleymaniye’de kendisini Kürdistan kralı ilan eden Mahmut Berzenci’yi yetkisi olmadan asker ve vergi toplamaktan suçlu buluyordu. İddialar reddediliyor fakat Londra 27-28 Mayıs 1924’te hava kuvvetleriyle Süleymaniye’yi bombalıyordu. Artık hem kuzeyde hem de güneyde bir Kürt devletine/Kürtlere ihtiyaç kalmadığı anlaşılıyordu.[9]

İngilizlerin, Sovyetler’e karşı tampon olarak gördüğü Türkiye Devleti’ni ve kendi kontrolündeki Irak Devleti’nin parçalanmasını göze alıp Şeyh Sait’e destek vermesi pek olası görülmüyordu. Musul-Kerkük gibi Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı kentlerde bir isyanın başlama ihtimalinin olması, bu bölgede yaşayan Kürtleri de etkisi altına alabileceği gerçeğinin göz ardı edilemeyeceği net olarak biliniyordu.

Ayrıca bu isyanın İngiliz güdümlü olduğunu, henüz Ankara hükümeti bile öne sürmemişken Komintern ve TKP’nin bu iddialara sarılması Ankara hükümetini/Kemalist iktidarı korumak adına yapılmıştır. Hatta bu iktidarı karşılarına almak bir yana, aksine birlikte hareket edebilme arzusundan başka bir şey değildir.

5 Haziran 1925 tarihinde Britanya İmparatorluğu ve Türkiye arasında imzalanan antlaşma uyarınca, İstanbul’daki İngiliz Askerî Ataşesi Binbaşı R. E. Harane ile İtalyan Ataşesi Deniz yarbayı Neyroni’den oluşan bir ekip Türk Havva Kuvvetleri’ni geliştirmek için anlaşma yapıyordu.[10]

Daha Şeyh Sait idam edilmemişken Türkiye ve İngiliz hükümetleri bir antlaşma imzalamışlardır. Bu anlaşmaya rağmen TKP ısrarla bu isyanın İngiliz odaklı olduğunu savunmuştur.

En nihayetinde Şeyh Sait isyanı bahane edilerek 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn kanunu ile kalıcı bir baskı ve sıkıyönetim ilân edildi. Bu kanunla Meclis’te grubu bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılıp, Kürtler sindirilmiştir. Kürtlere karşı asimilasyon politikası artık rahatlıkla uygulanabilmiştir.

Ağrı İsyanı

Şeyh Sait isyanından sonra Kürtlere uygulanan asimilasyon politikasının yoğunlaşması ve Kürdistan’a uygulanan baskılarla Kürtler 1926 yılında tekrar isyana kalkışmışlardır. Şark Islahat Planı kapsamında Kürdistan’ın demografik yapısı değiştirilmeye çalışılmış, buna itiraz eden aşiretler ve halk silahlanma yoluna girmişlerdir. Xoybûn (bağımsızlık) öncülüğünde Kürt cemiyetleri, aşiret reisleri ve Kürt yurtseverlerin bulunduğu bir ulusal harekât başlamıştır.

Tüm bu süreçler yaşanırken TKP, Takrir-i Sükûn kanunu ile tutuklamalar yaşamış ve Mayıs 1926’da toplanan Viyana konferansı ile toparlanmaya başlamıştır. Özellikle TKP’nin yeni faaliyet program hazırlıkları Dr. Şefik Hüsnü’nün Nisan 1929’da hapis cezasını tamamlayıp yurtdışına çıkması ile başlıyor.

Bu dönemde TKP’nin hem Kemalist iktidara hem de ulusal soruna bakış açısında ciddi dönüşümler gerçekleşiyor.

TKP MK’nin raporu:

“Doğru bir siyaset ve mesai takip ettiğimiz takdirde, Mustafa Kemal ve İsmet’in tedhiş siyasetine ve bütün Kemalist burjuvaziye rağmen, kitle arasında fırkamızın nüfuzu artacak, içinde en iyi ameleleri [toplayan] bir Bolşevik kitle fırkası olmaya muvaffak olacağız.”[11]

TKP, Kemalist hareketin, burjuvazinin temsilcisi olduğunu kabul edip, 1925 yılında ilerici gördüğü, korunması ve desteklenmesi gerektiği iktidarı tedhiş olarak tarifleyerek kendisini bunun karşısında konumlandırıyor.

Şefik Hüsnü, Ağrı nezdindeki Kürt isyanını ise ulusal bir sorun olarak ele almıştır. İsyanın İngiliz güdümlü olduğunun şerhini düşen Şefik Hüsnü, bu isyanın bir “mazlum köylülüğün kurtuluş mücadelesi” olduğu tespitini yapıyor, köylülüğün gericilerin peşinde takılmakla büyük bir hata yaptığını dile getiriyor ancak burada kusurun köylülükte değil, ona önderlik edecek devrimci partide ve bu arada bu görevi henüz yerine getirememiş olan komünist partisinde olduğunu ifade ediyor.[12]

TKP ve Şefik Hüsnü, Kürt ulusal hareketine bakışını Şeyh Sait isyanına göre daha ileri bir noktaya götürüp, isyanın temellerini tahlil etmede sınıfsal bir konumda duruyor. Elbette ki Şeyh Sait isyanı gibi Ağrı isyanının da İngiliz güdümlü olduğunu kabul ederek Sovyetler’den ayrı bir noktada durmuyor fakat komünist partinin eksikliğinden dem vurarak, isyanı mahkûm etmeden partiyi mahkûm ediyor. Kürt halkının parti ile bağlantı kurmasının gerekliliğinden, sınıfsal çıkarlarının korunmasında TKP’nin halk ile bağ kurmasının zorunluluğundan bahsediyor.

TKP, Ağrı isyanında Komintern’in duruşuna karşı da eleştirel bir yaklaşım göstermektedir. Komintern’e yollanan mektupta İzmir Vilâyet Komitesi’nden bir yoldaşın mektubuna yer veriliyor:

“Bu isyanda Komintern Mustafa Kemal’in yanında yer alıyor. Doğu’dan gelen haberler bizde bu duyguyu uyandırıyor. Eğer böyleyse, işçileri ve köylüleri egemen burjuvaziye karşı sürüklememiz olanaksızdır. İnanıyoruz ki böylesi bir siyaset büyük bir hayal kırıklığına varmaya mahkûmdur. […] Türkiye bugün değilse de dün büyük emperyalizmlerle aynı düzeyde bir emperyalist güçtü; Kürdistan da Kemalistler için bu emperyalist Türkiye’nin bir mirasıdır.”[13]

1920’lerde Mustafa Suphi ile başlayan Komünist mücadelenin Kürt ulusal hareketine bakış açısının bugün hâlâ tüm sol-sosyalist hareket için bir rehber olması gerekmektedir. Ne yazık ki Sol hareketin konuya bakış açısı hâlen daha Kemalizm’in gölgesinde kalmaktadır.

Delâl Kaya

7 Nisan 2023

Dipnotlar:

[1] Yalçın Küçük, Kürtler Üzerine Tezler, Dönem Yayınevi, 1. Basım, Ankara, 1990, s. 41.

[2] Yalçın Küçük, a.g.e., s. 42-43.

[3] Suat Parlar, Türkler ve Kürtler, Bağdat Yayınları, 1. Basım, İstanbul, 2005, s. 620.

[4] Erden Akbulut ve Erol Ülker, Komintern, TKP ve Kürt İsyanları, Yordam Kitap, 1. Basım, İstanbul, 2022, s. 86.

[5] Ayşe Hür, Kürtlerin Öteki Tarihi, Literatür Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 2019, s. 169.

[6] Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması (1919-1925), 2. Baskı, İstanbul, 1991, Tekin, s. 109-111.

[7] Akbulut ve Ülker, a.g.e., s. 109.

[8] Akbulut ve Ülker, a.g.e., s. 121.

[9] Yalçın Küçük, a.g.e., s. 88.

[10] Ayşe Hür, Mustafa Kemal Atatürk Dönemi’nin Öteki Tarihi-1, Literatür Yayınları, 1. Basım, İstanbul, 2020, s. 172.

[11] Akbulut ve Ülker, a.g.e., s. 161.

[12] Akbulut ve Ülker, a.g.e., s. 180.

[13] Akbulut ve Ülker, a.g.e., s. 194.