Bu, Louis Althusser’in Maria Antonietta Macciocchi’ye 1969 yılında gönderdiği mektupta yer alan, Mayıs 1968 ile ilgili analizidir. 1969'da İtalya ve Fransa'da yayınlanan, sonrasında Stephen N. Hellman'ın, New Left Books’un 1973 tarihli baskısı için İngilizceye çevirdiği Louis Althusser'e İtalyan Komünist Partisi'nden Mektuplar isimli çalışma, Fransız filozof ile Maria Antonietta Macciocchi arasında gerçekleşen önemli mektuplaşma sürecini içeriyor. l'Unita'nın Paris muhabiri Macciocchi, 1968 seçimlerinde Napoli'de aday olmak için İtalyan Komünist Partisi tarafından 1967'nin sonlarında İtalya'ya geri çağrıldı. Macciocchi, bu teklifi kabul etmesinin en büyük nedenini şu şekilde açıklıyor: “Ülkemde ve partimde olan bitenin ardındaki hakikati öğrenme arzusu ve ihtiyacına binaen kabul ettim teklifi.” Althusser ile yazışmasını da bu hakikat arayışı ile ilişkilendiriyor: “Paris'ten ayrılmadan önce komünist filozof Louis Althusser'e bir yazışma projesi önermeme neden olan gerçeği öğrenmek de aynı ihtiyaçtan kaynaklanıyordu.”
Aşağıda yer verilen, Althusser'in Mart 1969 tarihli mektubu, Macciocchi'nin isteği üzerine Althusser’in yaptığı Mayıs 1968 olaylarıyla alakalı ön analizini içeriyor.
* * *
Sevgili M. A.,
Geçen yaz seni Temmuz sıcağında gördüğümde Mayıs olayları ve Öğrenci Hareketi üzerine bir şeyler yazacağıma söz vermiştim. Şimdi anlıyorum ki bu pek çok yönden aptalca bir sözdü. Çünkü bir insan, elinde az sayıda da olsa nesnel belge olmadan bu tür olaylardan bahsetmeyi nasıl öngörebilir? Nasıl olur da herkes, en azından Mayıs olaylarını üreten “somut durum”un “somut analiz”ini özetlemeye izin verecek asgari nesnel bilgi olmadan, önemli bir tarihi olaydan bahsedebileceği vehmine kapılabilir?
Hastalık nedeniyle eve mecburen kapandığım için geçen yaz gerekli bilgilere sahip olamadım. Bugün bile “Öğrenci Hareketi” ile ilgili bilgim epey sınırlı. Gerçekten gerekli malzemeden yoksunum. İşçi sınıfı ve onunla birlikte mayıs genel grevini yapan -proleter olmayan- en geniş halk kitleleri içerisinde tam olarak ne yaşandı, bilmiyorum. l'Humanité'de ve diğer birkaç dağınık raporda ortaya çıkan makaleler sadece bir analizin en genel unsurlarını ortaya koyuyorlar.
Bu şartlar altında, söyleyebileceğim her şey sadece çok şematik, kaba ve hatta belki de temelde eksik olabilir. Aslında analizimi sana tez şeklinde göndermeyi umuyordum. Bunun yerine, elimde sadece en iyi ihtimalle hipotez olarak nitelendirilebilecek tespitler var.
Ama böyle diye, sonsuza dek beklememiz de gerekmiyor, yani gerçekten Marksist bir tarihsel çalışma yapmak mümkün olana kadar beklememiz veya - aynı şeye denk gelen- gerçekten Marksist bir siyasi analiz (somut bir durumun somut analizi) olması şart değil. Söyleyebileceğimiz şeyler varsa söylemeliyiz. Ama tabii ki bu noktada dikkatli de olmalıyız ve düşündüklerimizi dile dökmeliyiz. Hipotezlerimizi yoldaşlarımızın eleştirilerine sunmak için bunu yapmalıyız. Böylelikle hipotezlerimizi aşan bir şeyler ortaya çıkacak ve her şeyin ötesinde, mayıs ayından sonra oluşan durumu daha net görebilme imkânı bulacağız.
Çünkü mayıs ayında büyük önem taşıyan şeyler oldu. “Batı'nın kapitalist ülkelerinde” devrim beklentileri açısından oldukça önemli şeyler yaşandı. Politikalarımız üzerinde yankılara yol açması gereken gelişmelere tanıklık ettik. Bu yaşananlar hakkında düşünmez, kalem oynatmazsak politikalarımız, olayların rüzgârına kapılıp gitme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Ben burada şu an geçmişin bir parçası olan mayıs olaylarından değil, mayıs olaylarını aşacak, bugüne ve geleceğe ait olaylardan bahsediyorum.
Mektup şu şekilde devam edecek. İki olguyu tespit edeceğim, bir tez ortaya atacağım, aynı zamanda bir hipotez geliştireceğim.
Olgu derken tartışılmaz gerçekleri, terimin en güçlü anlamıyla tarihi gerçekleri, yani ulusal ve uluslararası konjonktürün kurucu gerçeklerini kastediyorum.
Tez derken kanıtlanabilir politik ya da teorik önermeden bahsediyorum.
Hipotez ise ya yer eksikliği (Bir mektupta sonsuza kadar kelam edilemez.) ya da sadece “alandaki” nesnel sosyolojik sorgulamalarla sağlanabilecek bilgi eksikliği sebebiyle kesin olarak kanıtlayamadığım politik veya teorik önermeyi ifade ediyor.
Yazmak üzere olduğum şeyde nispeten keyfi bir düzeni takip edeceğim. Öncelikle, siyasetin önceliği meselesine tabi olsa da bu, pedagojik bir düzene denk düşüyor. Neticede aktardığım Olgular (I. Olgu ve II. Olgu), Tez (I. Tez) ve Hipotez (I. Hipotez) karışık bir sıra ile takdim edilecektir.
Argümanın pedagojik düzeni, şu anda Mayıs olaylarının güncel yorumlarına hâkim olan şeyle başlamamı gerektiriyor. Bu yüzden
I. Olgu
Mayıs ayındaki olaylarda belirleyici rol, son tahlilde, dokuz milyon işçinin genel grevine aitti. Üniversite öğrencilerinin, ortaokul öğrencilerinin ve genç entelektüel işçilerin mayıs eylemlerine kitlesel katılımı son derece önemli bir olguydu ama bu kitlesel katılım, dokuz milyon işçinin ekonomik sınıf mücadelesine bağlıydı.
Bu, bizi ilk olgunun eşiğine getirip bırakıyor: Kapitalist ülkelerde şu anda piyasaya sürülen yorum ve değerlendirmelerde, bu iki fenomenin -genel grev ve “öğrenci” eylemlerinin- göreceli önem sırası tamamen tersine çevrildi.
Komünist partilerimiz ve özellikle Fransız Komünist Partisi için durum böyle değil. FKP bazı şeyleri gerçek sırasına göre sundu: Grev, öğrenci eylemlerine göre öncelikli bir yere sahipti. Bu, sadece mayıs ayındaki güçlerin gerçek ilişkisini yansıttığı için değil, aynı zamanda işçi sınıfının devrimci karakterinin Marksist-Leninist tezine ve sadece buna uygun olduğu için de doğrudur. “Devrimci” derken, öznel olarak devrimcileri (küçük-burjuva devrimci bildirileri) değil, nesnel olarak devrimcileri (proleter devrimle sonuçlanan devrimci eylemleri) kastediyoruz.[1]
Buna karşılık, bu terse çevirme işlemi, öğrenci eylemlerini grevin önüne alma girişimi, öğrenci hareketi yayınlarının çoğunluğu da dâhil olmak üzere tüm burjuva ve küçük-burjuva yayınlarında karşımıza çıkıyor. De Gaulle'ün doğrudan "totaliter", işçi sınıfına saldıran dayatmaları ve eylem komitelerinin birkaç manifestosu dışında, bu yayınların hepsi genel grevi arka plana itiyor; artık kimse genel grevden bahsetmiyor. Dünyanın en büyük işçi grevini tarihten silip atıyorlar. Onun yerine öğrenci hareketi, Sorbonne Üniversitesi ve civarında kurulan barikatlar türünden olgular öne çıkartılıyor. Bu yaklaşımı benimseyenler, ilgili hareketin ve barikatların önemine bakıp tarihin küçük burjuva öğrencilerce yapıldığına, bu öğrencilerin işçi sınıfını devrime götüreceklerine inanıyorlar.
Bazı öğrencilerin bu burjuva tuzağına düşmediğini biliyorum. En azından bunu yazı düzeyinde yapmıyorlar, kaleme aldıkları yazılarda, mayıs ayındaki genel grevin mayıs ayındaki öğrenci eylemleri karşısında sahip olduğu önceliğin farkında olduklarını ortaya koyuyorlar. Gelgelelim mesele doğru bir tez yazmak değil. Bu Tezin, (a) onu kendi eylemlerine, ardından da (b) Öğrenci Hareketinin somut eylem çizgisine nakşeden sınırlı sayıdaki “bilinçli” öğrencinin zihninde var olması gerekiyor.
Ben bugün, Öğrenci Hareketi'nin mevcut somut eylem çizgisinin pratikte, birkaç önemli istisna dışında, bu doğru tez ile çeliştiği iddiasındayım. Öğrenci hareketinin hareket çizgisi, öğrenci hareketinin "fikirlerini", başka bir deyişle öğrencilerin büyük bir kısmının fikirlerini yansıtıyor. Öğrencilerin büyük bir kısmı, hâlâ öğrencilerin eylemlerinin mayıs olaylarında belirleyici rol oynadığına inanıyor.
Öğrenci kitlesi bir yanlış anlamaya dayanan bir rüyada yaşıyor. Öğrenciler, kurdukları “barikatlar”ın vahşice bastırılmasını (bu tarihsel kronolojik açıdan gerçek olan durumu) genel greve bir "fünye" görevi gördüğü tespiti üzerinden mayıs ayında işçilerin eylemlerine öncülük ettiklerini, bu sayede öncülük misyonunu üstlendiklerini düşünüyorlar. Bunun apaçık bir yanılsama olduğu ortada. İlgili iddia, kronolojik düzen konusunda kafa karışıklığı yaşamaktadır, zira barikatlar, 13 Mayıs gösterisinden önce ve dolayısıyla genel grevden önce kurulmuştur. Ayrıca bu iddiayı dillendirenler, orman yangınını başlatan kıvılcım veya fünyenin rolü (Lenin) ile son tahlilde belirleyici olan tarihsel (kronolojik olmayan) rolü birbirine karıştırmaktadırlar. Mayıs ayında, son tahlilde belirleyici rolü oynayanlar öğrenciler değil, işçi sınıfıydı.
Öğrenci hareketi, -Fransızca, Almanca, Japonca, İngilizce, İtalyanca veya hangi dilde olursa olsun- yaptıkları teoride (kaleme aldıkları yazılarında) ve hepsinden önemlisi, pratikte (çizgisi dâhilinde örgütlenme ve eylem biçimlerinde) bu gerçeği tanımadığı ölçüde, onun mayıs olaylarına dair yorumları, bir biçimde burjuva ve küçük burjuva yorumlarıyla yan yana düşecektir. Öğrencilerin yorumu, sadece öğrenci “örgütler”indeki çeşitli ideolojilere (özgürlükçü, yeni Lüksemburgcu, Guevaracı ideolojilere) uygun bir biçim alan dil dâhilinde burjuva yorumlara çekilen basit ve yavan bir sınırdan ibarettir.
Öğrenciler bu gerçeğin farkına varmalıdırlar. Onlar, nesnel planda ve elbette ki kendi tarzlarında, en ileri unsurlarının öznel açıdan devrimci niyetlerine karşın, burjuvazinin olguların gerçek sırasını terse çevirme girişimine, yani mayıs ayında belirleyici bir rol oynayan, dokuz milyon işçinin gerçekleştirdiği genel grev olgusunun sessizliğe gömülmesine katkı sunmaktadırlar.
Öğrencileri tanımadıkları bu gerçekliğe ikna etmek için, onların yararına iki gözlem yapacağım. Her iki gözlem de Sorbonne'un işgaliyle ilgili.
Öğrenciler Sorbonne’u yeniden işgal ettiler ve 13 Mayıs'ta düzenlenen gösteride kızıl bayrak açtılar. Şurası açık ki öğrencilerin Sorbonne'u bu kadar uzun süre işgal altında tutup teslim etmemiş olmalarının ilk sebebi, 13 Mayıs gösterisinde yüz binlerce işçinin varlığı, ikinci sebebi ise bundan sonra patlak veren büyük genel grevdir. Bu genel grev, burjuvazi için "öğrenci cephesinden" çok daha büyük bir tehlikeyi temsil eden bir cephe dâhilinde devletin baskı aygıtının büyük kısmını harekete geçirmesine neden oldu. Bu grev ve seferberlik olmasaydı Sorbonne'un işgali en fazla iki üç gün sürerdi.
Aynı işgal, öğrencilerin karşısına nesnel planda başka bir sorun çıkarttı. Sadece kendilerine ait olduklarını sandıkları, oysa aslında genel grevin kudretinden kaynaklanan o güce çok güvendikleri için öğrenciler işgal üzerine bir an bile düşünmediler. Onlar bir işgalin, Sorbonne’daki işgalin bile doğaçlama ilerletilemeyeceğini görmediler. Öğrencilerin fabrika işgalleri konusunda hiçbir deneyimi olmasa bile (ki bu olaylar "ateş altında" ilk sınavları olduğu için bu anlaşılabilir) ortalıkta işgal pratiğinde zaten uzman olan insanlar vardı. Burada tabii ki 1936'da bu mücadele biçimini “başlatan”, işgal pratiğinin fitilini ateşleyen ve o zamandan beri birçok kez o pratiği sürdürüp onu geliştiren, öğrendiklerini hiç unutmamış olan işçilerden bahsediyorum. Bu tespitin ispatını, mayıs-haziran 1968'deki fabrika işgallerinin örnek başarısında bulmak mümkün.
Sorbonne öğrencileri, işçilere “yardımlarını sunmak” için sadece fabrika kapılarına gitmek yerine, aynı zamanda bu fabrikaların militan işçilerinden Sorbonne'a gelip onlara bir işgalin nasıl etkili bir şekilde gerçekleştirileceğini, bugün herkesin bildiği gibi, diledikleri zaman okulda ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşan polis ajanlarının ve istenmeyen unsurların okula izinsiz girişine karşı savunmanın nasıl örüleceğini, gerektiğinde Sorbonne'u baskıcı güçlerin saldırılarına karşı nasıl savunulacağını kendilerine öğretmelerini istemelidirler. O vakit işgal altındaki Sorbonne, öğrenci eylemleri ile işçi mücadelesi arasında gerçekleşmesi öngörülen kaynaşmanın belirli bir biçim almaya başladığı mayıs ayı içerisinde sınıf mücadelesinin en önemli alanlarından biri hâline gelebilirdi. Burada da bazı şeyler açıkça belirtilmelidir: Öğrenciler işçilerin kendilerine ihtiyaç duyduklarını düşündüler, oysa gerçekte işçi sınıfının tavsiyeleri ve desteği üzerinden en fazla yardıma muhtaç olan kesim, mücadelenin bu biçimi dâhilinde acemi olan öğrencilerdi.
Bu örnekten, bir “karşılaşmaya” katılan güçlerin göreceli öneminin doğru veya hatalı bir tahmininin pratik sonuçlarının ne olabileceğini görebiliyoruz. 13 Mayıs’taki karşılaşma esasen bir sonuca sahip değildi. Mayıstan sonra böylesi bir sonuç, bir gün mutlaka ortaya çıkacak sonuç, geçici niteliğiyle, yakın bir tarihte ortaya çıkacak bir sonuç değildi. Bunun sebebi, en azından tartıştığımız husus bağlamında, sürece dâhil olan güçlerin gerçek önem sırası ile ilgili yanlış değerlendirmedir.
Bu nedenle, olgular uygun bir perspektife kavuşturulmalıdır. Dolayısıyla aşağıdaki Tez önemlidir.
I. Tez
Yaygın olarak "Mayıs Olayları" olarak adlandırılan şey, iki tür eylemin nesnel planda karşılaşmasının bir sonucuydu:
1. Fransız işçi ve çalışan kitlesinin ekonomik ve siyasi sınıf mücadelesinin eylemi, yani dokuz milyon kadın ve erkeğin bir ay süren genel grevi, mayıs olaylarının son tahlilde tarihsel olarak belirleyici unsuruydu.
2. Hükümetin ve polisin baskıcı eylemlerinin muhteşem bir patlamaya kıvılcım sağladığı; üniversite öğrencilerinin, lise öğrencilerinin ve genç entelektüel işçilerin eylemleri. (Bu baskıcı eylemler, burjuva bakış açısıyla objektif olarak "sakar"dı: Mayıs'tan bu yana, politikacılar ve burjuva devlet aygıtının temsilcileri "kendilerini ele verdiler" ve şimdi buna göre davranıyorlar, yani kendilerine yakışan burjuva tavırla hareket ediyorlar.) Patlama, 11 Mayıs gecesi ve daha sonra Sorbonne, Odéon gibi kültürün temel dayanağı olan kurumların işgali sırasında kurulan barikatlarda zirveye ulaştı.
Olan şey tarihi bir karşılaşmaydı, kaynaşma değil. Bir karşılaşma oluşabilir veya gerçekleşmeyebilir. Nispeten tesadüfi bir "kısa karşılaşma" olabilir, bu durumda herhangi bir güç kaynaşmaya yol açmaz. Mayıs olayları için de bu durum geçerliydi. O dönemde işçilerin ve çalışanların, öğrenciler ve genç entelektüel işçilerle buluşması kısa süreli bir karşılaşmaydı ve bu karşılaşma, kısa ve genel ifadelerle aktaracağım bir dizi sebebe bağlı olarak, belirli bir kaynaşmaya yol açmadı.
Uzun bir karşılaşma olan veya hâline gelen bir karşılaşma, mutlaka bir kaynaşma şeklinde olmalıdır. Bu kaynaşma mayısta yaşanmadı. Mayıstan bu yana yaşanan gelişmeler şu tezi doğruluyor: İşçi hareketi ile öğrencilerin ve diğer kesimlerin eylemleri, hâlen nesnel planda kaynaşmış değil. Kaynaşmanın gerçekleşebilmesi için proleter olmayan gençlerin şu anda bulundukları yerden çok uzun bir yol kat etmeleri gerekecek ve İşçi Hareketi de (evet, o da) belli bir aşamaya gelmiş olmak zorunda. Her iki taraf ilgili mesafeyi katetmediği sürece -her iki taraf, önünde uzanan yolu kendince katettiği ölçüde- söz konusu kaynaşma asla gerçekleşmeyecek. Dolayısıyla işçi hareketi kendi yolunu yürüyecek, proleter olmayan gençlik de kendi yolunda tereddütle ilerleyecek.
I. Tez üzerinden olayların kronolojisine onu tarihe tabi kılarak, belirli bir düzen verilebilir. Karşılaşma kelimenin tam anlamıyla 13 Mayıs günü yapılan devasa gösteride, Dögol’ün darbesinden on yıl sonra atılan “On Yıl Yeter!” sloganında gerçekleşti. Bu, tabii ki politik bir slogandı ama aynı zamanda, -Dögol’e karşı atılan- savunmacı ve negativite içeren bir slogandı. Ana kitle içerisinde CFDT (Fransız Demokratik İşçi Konfederasyonu) gibi yapıların “İşçi İktidarı” türünden münferit anarko-sendikalist sloganları da işitildi. Başka gruplardan da sloganlar yükseldi: “Halka hizmet edin!", "İşçileri destekleyin!" Savunmacı siyasi slogana (On yıl yeterlidir!) ek olarak proleter enternasyonalizmin güçlü bir ifadesine de tanık olundu: “Kahrolsun ABD Emperyalizmi!”, "Ulusal Kurtuluş Cephesi kazanacak! Vietnam Muzaffer Olacak!" Gelgelelim, “Kahrolsun Emperyalizm!” ve “On Yıl Yeter!” gibi kitlesel politik sloganlar perde gerisinde, 13 Mayıs yürüyüşünde atılan ekonomik sınıf mücadelesine ait şu türden sloganları gizliyordu: "Ücret Artışı İstiyoruz!”, “Gereksiz Diye Tek Bir İşçi Bile Atılmasın!”, “Herkese İş Güvencesi Verilsin!”, “Zamanlanmış Üretime Hayır!”, “Sendikalara Yönelik Baskılara Son!” vs.
Yüz binlerce işçi, üniversite ve lise öğrencisi ile genç entelektüel işçilerin temsil ettiği bu yürüyüşün ortaya koyduğu karşılaşmada görülen en sıra dışı şey, işçilerin dilindeki sloganlarla, öğrencilerle entelektüellerin dilindeki sloganlar arasındaki nesnel uyumsuzluktu.
Öğrenciler ve -başını Sauvageot ile Geismar’ın çektiği- entelektüeller, “On Yıl Yeter!” ve “Kahrolsun Dögol” gibi sloganlarla sadece hükümetin değişmesini değil, “devrim” de istiyorlardı. Bu “devrim” çağrısı, sonrasında “İşçi İktidarı! Öğrenci İktidarı! Köylü İktidarı!” türünden anarko-sendikalist sloganlarda karşılık buldu. Bu sloganlar, SNES-SUP (İleri Düzey Eğitimde Ulusal Öğretmenler Birliği) ile UNEF’teki (Ulusal Fransalı Öğrenciler Birliği) doktrinerlerin devrimciliği ile öğrenciler arasında hâkim olan anarşizme ait bir tür sentezi ifade ediyorlardı. Ancak muazzam işçi kitlesi başka amaçlar güdüyor, bu amaçlar “On Yıl Yeter!” gibi savunmacı politik sloganlarda ve kitlesel düzeyde ekonomik sınıf mücadelesine ait sloganlarda karşılık buluyordu.
Bu uyumsuzluğu kimler düşünmeyi bıraktı? Oysa Mayıs olaylarını takip eden her gelişmeye rengini -hem kronolojik hem de tarihsel anlamda- bu uyumsuzluk çaldı. Her şeyden önce, işçi eylemleri (genel grev) ile öğrencilerin ve entelektüellerin eylemleri arasında, nadiren başarılı olan ve daha çok parçalı veya açıkçası aslında var olmayan müteakip tüm karşılaşmaların biçimini bu uyumsuzluk tayin etti.
Öğrenciler, kendi rolleri gereği, gidip Sorbonne ve Odéon gibi yerleri işgal ettiler ve buraları ideolojik -kendi düşüncelerine göre politik- üsleri hâline getirdiler. Çoğunlukla genç ama aynı zamanda bazı yaşlı işçiler Sorbonne ve Odéon'a özgürce gelip gittiler. Doğal olarak, bu mekânlara yiyecek ve barınma imkânı bulduğunu düşünen, toplumsal açıdan uyumsuz kişiler ve lümpen proletarya mensupları yanında, -Kongo’dan ayrılma sürecinde umduklarını bulamayan, gelip Sorbonne’da korumalık yapan Katangalılar türünden- kendi kişisel trajedilerini yüceltme ihtiyacı duyanlar da geldi.[2]
Öğrenciler, “halka hizmet etmek" ve “işçilere yardım etmek”le ilgili o yakıcı arzuyla birbirlerine üstünlük sağmaya çalıştılar ve bu anlayışla, hizmet etmek adına, fabrika kapılarına gittiler. Başta kapılar neredeyse her yerde onlara açıldı ama sonra -kapıların bulunmadığı Flins gibi kimi istisnalar dışında- tüm kapılar öğrencilere kapandı, bu da militan öğrencileri büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Kimi örneklerde (Flins, Cléon, Nantes, Sochaux) öğrenciler, polisin fabrikalara müdahalesiyle başlayan şiddetli çatışmalara doğrudan katılma imkânı buldular. Hatta bu çatışmalarda bir öğrenci öldü. Bu genç Flins’te boğularak katledildi. Ayrıca iki işçi belirli sayıda polisin konuşlandırıldığı Sochaux'da tüfekle öldürüldü.
Ama genel kural gereği işçi kitlesi öğrencilerin bu coşkulu davetine karşılık vermedi. Öğrencilerin ütopik (ideolojik-politik) umutları ile işçilerin acil talepleri arasında belirgin bir uçurum, bunun sonucunda da ciddi bir anlayış eksikliği söz konusuydu.
Bazı öğrenciler, oldukça basit bir şekilde, bunun nedenini Genel İşçi Konfederasyonu (CGT) ve Fransız Komünist Partisi liderlerinin “ihanetine” atfettiler. Bu basit bir yaklaşımdı çünkü Marksist-Leninist açıklama gereği, bu oranda bir kitle hareketi söz konusu olduğunda liderlerin belirleyici rolüne inanmak doğru değildir. Gerçek şu ki, sadece işçi liderliği değil, esasında tüm işçi sınıfı, öğrencilerin gerçekliğe dair bir anlayıştan çok, düş kurma pratiğinin ürünü olan önerileri uyarınca, hareket etme gereği duymadı.
İşçi sınıfı, öğrencilerin sınıf mücadelesindeki açık deneyimsizliği göz önüne alındığında, ucu açık maceralarının peşinden sürüklenmenin riskli olduğunu gördü.
Bu nedenle işçi sınıfı kendi deneyiminin bilgisine sahip olarak, kendi yolunda yürümeye devam etti. Bu, elbette, Geismar, Sauvageot ve daha sonra Herzberg gibi öğrenci “liderler”inin ardı ardına kaleme aldıkları bildirilerde karşılık bulabilecek bir yol değildi. Zira söz konusu bildiriler kamuoyunda yankı buluyor, burjuva radyolarda ve basında sevinçle karşılanıyorlardı (Burjuvazi, öğrenci “liderlerinin” düşündüğü kadar aptal değildi. Bu arada belirtmek gerek, Geismar ve Herzberg öğrenci bile değildi, hoca ve araştırmacıydı. Geismar Birleşik Sosyalist Parti, Herzberg FKP üyesiydi ve kendisi, kısa bir süre sonra partiden ihraç edildi.)
İşçi sınıfı, tam da bu burjuva basındaki ilgi sebebiyle Birleşik Sosyalist Parti’nin Charléty'de düzenlediği o büyük mitinge sıcak yaklaşmadı (O dönemde BSP, “Üniversitelilerin Sosyalist Partisi” olarak anılıyordu). Dolayısıyla işçi sınıfı, pratikte kendi sorunlarını tek başına çözdü. Bu sorunların ilki talepler meselesi, diğeri de -mevcut durumda geliştirilen bakış açısı uyarınca tali olarak görülen- kendi liderleriyle ilişki meselesiydi. Bu ikinci sorunu işçi sınıfı her durumda kendi sorunu olarak gördü ve öğrencilerin bu işe karışmasını istemedi. Ona göre öğrencilerin bu basit gerçeği idrak etmeleri güç olsa bile onu bir biçimde kafalarına sokmaları gerekiyordu.
İşçi sınıfı kendi işinin başına döndü. Üstelik bunu zafer naralarının atıldığı, bayrakların dalgalandığı dönemde yaptı. Bazı durumlarda belirli sendika liderleriyle sık sık sorun yaşamak durumunda kaldı. Sonra her şey normal sırasına geri döndü. Ama bazı şeyler değişmişti. Ücretler, geçici olarak daha büyük bir satın alma gücü ile donatılmıştı. Sendikalar, fabrikalar içinde temel haklarını kazanmıştı (Citroën fabrikasında kazanılan hak, gerçekten büyük bir zaferdi).
Asıl önemlisi de işçi sınıfının şu gerçekleri hafızasına nakşetmiş olmasıydı: Süreç içerisinde patronlar, hükümet ve devlet aygıtı kitlelerin eylemiyle bir gecede büyük korkuya düçar oldu. Böylesi bir eylemin mümkün olduğu görüldü ve bu türden bir eylemin ileride bir gün Paris Komünü’nden, 1917 Ekim Devrimi’nden ve Çin’de 1949’da gerçekleşen proleter devrimden beri dillendirilen devrime yol açabileceği anlaşıldı.
İşçi sınıfı işine geri döndü, öğrencilerse o ünlü sloganları “Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam!” uyarınca mücadeleye devam ettiler. İyi ama bu neyin başlangıcıydı? Neyin mücadelesi verilmekteydi?
Bu soruları sormam demek, hiçbir şeyin başlamadığını düşünüyorum demek değil. Bilakis, üniversite öğrencileri, liseliler, teknik okul öğrencileri ve genç entelektüel işçiler için o çok temel süreç, en gerekli şey başlamıştı. Ama neyin başlangıcıydı bu?
Öğrenciler, bunun devrimin başlangıcı olduğunu düşünüyorlar. Uzun vadede bu, elbette ki doğru bir düşünce ama o vakit görülüyor ki o yolda ilk adımı atma konusunda başarılı olamamışlar. Asıl başarı ise “mücadeleye başlamak için” mayıs ayını beklemeyen, esasında yüz yılı aşkın bir süredir mücadelenin içinde olan işçi sınıfına ait. Peki o zaman öğrencilerin başlattığı şey neydi?
“Mücadeleye devam!” diyorlar ama mücadele zaten bir şekilde devam etti, pratikte geriledi ve önümüzdeki aylarda, en azından Fransa’da dar anlamda öğrenci sahasında öğrencilerin “öğrenci hareketi” dediği şey tümüyle dağılma sürecine girecek.
Bu dağılma süreci Fransa'da başladı bile. İlk olarak grupçuklar pıtrak gibi çoğaldı. Son dönemde bu dağılma süreci, eylem komiteleri içerisinde cisimleşen -yeni Lüksemburgcu tarzda gelişen- grupçuk karşıtı ideoloji biçimini aldı. Söz konusu dağılma devam edecek ve daha da belirgin hâle gelecek. Dahası, eğitim bakanı E. Faure’nin, o -burjuvalara has- zekâsıyla, en azından üniversitelerde sahip olduğu tüm kudretiyle bu dağılma sürecine katkıda bulunacağından emin olabiliriz. [3]
“Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam!” sloganında başlayan ne? Neyin mücadelesinden bahsediliyor? Buradan şu soruyu sormamız gerekiyor: “Öğrenci hareketi terimi ne anlama geliyor?”
-devam edecek-
Louis Althusser
15 Mart 1969
Not
[1] “Öznel devrimci” ve “nesnel devrimci” ifadelerini kullanırken dikkatli olunmalı. Birincisi öznel niyetleri, ikincisi de proleter devrim açısından bireylerin veya grupların sahip olduğu nesnel imkânları ifade eder. Bu terimler, Lenin’in yaptığı ayrımla karıştırılmamalıdır. Lenin, orada ekonomik, politik ve ideolojik krizin yıkıcılığına tanıklık eden nesnel koşullarla parti, parti çizgisi, partinin kitlelerle bağı gibi proleter devrimin muzaffer olabilmesi için gerekli nesnel koşullara ulaşma noktasında zaruri olan öznel koşulların bir arada olduğu duruma devrimci durum diyordu.
[2] Bazıları daha önce Katanga'da paralı asker olarak hizmet ettiklerini ve polis saldırısı durumunda Sorbonne için bir savunma gücü olarak kendilerini oluşturduklarını iddia etti.
[3] Dönemin Eğitim Bakanı.