“Nice uzun endişeler yoldaş idi bizim ile”
[Yunus Emre]
Nice Bir Uyursun, Uyanmaz Mısın?
Yunus Emre yaklaşık 1250’de, bir altüst oluşun göbeğinde dünyaya gelmiştir.[1] Haçlıların bölgede kurduğu düzen sarsılmakta, Moğol istilaları Anadolu ve Mezopotamya’yı altüst etmektedir. Çocukluğu ve gençliği; Hülâgü’nün Bağdat’ı almasına ve Abbâsîler’in çöküşüne (1258), Mısır’da iktidar sarsıntılarına, Anadolu’nun Moğol işgali altına girmesine denk gelir. Yunus doğmadan 10 yıl önce Babaî Ayaklanması (1240) yaşanmış, aynı dönemde Anadolu’nun kapıları Moğollara açılmış ve ülke vassallaşmıştır. Osmanlı bu iktidar hiyerarşisi altında gelişmiştir. Yunus’un ömrü, Anadolu’daki boyunduruğa itirazla geçmiştir denebilir. Şiiri bir izlek sunmaktadır.
Haccın her yıl icra edilebiliyor olması, devlet iktidarının varlığına ve onun coğrafyaya hâkimiyetine bağlıdır. Halifelerin, aynı zamanda “Emîr-i Hac” olmaları bundandır. Hac kervanları Emevîler iktidarında Şam’da, Abbâsîlerin hâkimiyeti döneminde ise Bağdat’ta toplanarak yola çıkmaktadır. Kafilelerin bu merkezlerden hareketinden dönüşlerine kadarki güvenlikleri hac emirinin sorumluluğu altındadır. Moğol akınları neticesinde Abbâsî hâkimiyetinin çökmesi, aynı zamanda hac emirliğinin de çöküşü anlamına geliyordu. Nihayet Abbâsî devleti çöktüğünde bir önceki Halife Zahir’in oğlu, Bağdat’ta ölen son halifenin kardeşi Ahmed Şam’a sığınacak, daha sonra Sultan Baybars’ın himayesinde Memlûk ülkesine götürülerek halife ve hac emiri yapılacaktır. 1261’de “Emîr-i Hac” artık Kahire’dedir. Aynı yıl İzzettin Keykâvus Bizans’a sığınacaktır.
“Emir hac göçeli hayli zamandır”
Yunus, bu alt üst oluş dönemini işaretlemek üzere, hac emrinin göçmesinin üzerinden hayli zaman geçtiğini bildirir. Topluma uyanmak ve harekete geçmek konusunda serzenişte bulunur: “Ah nice bir uyursun, uyanmaz mısın?” Kervan ilerlemekte, yani olan olmaktadır; gözünü kapamak, kafayı kuma gömmek çare değildir. İstila, Anadolu’nun varını yoğunu tüketmektedir. Bir an önce olanı biteni idrak edip yola koyulmak şarttır. Bu teslimiyet hâlinin sonu hayra alamet değildir, âdeta tellallar çığırmaktadır. Geç kalınması hâlinde kurda kuşa yem olunacağı açıktır, zira delile (rehbere), yani iktidara muhtaç yıllardır. Şiirin Moğol boyunduruğu altındaki Selçuklu idaresine karşı, Anadolu’da gerçekleşen Cimri İsyanı’nın (1279) hemen öncesinde veya kısa süre sonra Cimri-Karamanoğlu Mehmed Bey iktidarının Moğol-Selçuklu güçleri tarafından yıkılmasının hemen arkasında söylenmiş olması gerekir. Bu isyan, Yunus Emre’nin çocukluk ortamını belirleyen Babaî Ayaklanması’nın yaklaşık 40 yıl sonra kadrosal ve ideolojik açıdan devamıydı. O tarihlerde artık “beyler birer ata binmiş, yedikleri yoksul eti içtikleri kan” olmuştur.
14./15. yy.’da Bursa’da, Yunus Emre takipçisi Âşık Yunus adında başka bir Yunus’un yaşadığına inanılır. Yaşayıp yaşamadığı ile ilgili kesin bir kanaat oluşmamıştır. Bir yüz yıl sonra yaşamış olan Yunus’un ilk Yunus’un takipçisi olduğu konusunda araştırmacıların tereddütleri yoktur. Onun hatırlanmasında Şeyh Bedreddin’in takipçisi Niyâzî Mısrî’nin rolü önemlidir. Bugün araştırmacılar, iki Yunus’un şiirlerini kelime seçimleri, hece/aruz kullanımı, hece sayısı gibi detayına bakıldığında içerik olarak zayıf, birini diğerinden kesin suretle ayrılmaya imkân vermeyen ölçütlere göre ayırmaya çalışılırlar. Bu yaklaşımın altında, tarihsel kronolojide daha sonra gelenin heceden aruza doğru daha yüksek edebiyata yöneldiği veya kavramların giderek rafine hâle geldiği gibi hatalı kabuller vardır ki bu kabuller de ideolojiktir.
Pek çok divanda “Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın?” mısrasıyla başlayan şiir, genellikle ikinci Yunus’a yazılır. Bu konuyu irdelemek gereklidir, zira altından çıkanlar Yunus meselesinin nasıl kavrandığını göstermesi açısından epey fikir vericidir. Şiirin, tarihsel dönemlerle kıyaslanmasından Yunus Emre tarafından söylenmiş olduğu açıktır. Günümüz divanlarında Yunus Emre’nin kabul edilen şiirlerdeki kavram örgüsü de bu şiirle paraleldir. Kervan, uyku, kaygı, fizikî göç gibi kavramlar bunlarda da bir aradadır; Yunus’ta kervan kendisinin ve toplumunun “içinde gidebildiği bir şey” değil, kaçırılan, duruma göre kaçırıldığından kaygılanılan veya kaygılanılmayan bir metafordur:
“Bu Yunus’u andılar kervan geçti dediler
Ben menzile eriştim kervan kayusu değil”
[Abdülbâki Gölpınarlı]
“Yunus’ı öğütlerler kalk kervan göçdi dirler
Ben menzile irişdtim kervan kayusı degül”
[Mustafa Tatçı]
“Bu Yunus’ı andılar kervan göçdi didiler,
Ben uyuyup kalmışam kervân kayusı degül”
[Râif Yelkenci nüshası]
“Yol derindür öte gör kervan gitdi yite gör”
[Çorum Nüshası]
Yunus Emre’nin diğer şiirleri arasında da başka kavram birliktelikleri barizdir; bir şiirinde kullandığı setleri başka şiirinde de kullanmaktadır ki burada da aynı olguyla karşılaşıyoruz. Şiirde hac emirliğine yapılan atfın daha sonra, Bursa’da veya başka yerlerde kaleme alınan yazmalarda, Bursa için önemi büyük olan padişah damadı Emîr Sultan’a bükülmüş olması veya günümüzde yapılan incelemelerde bu hatalı bağlamın kurulmuş olması muhtemeldir. Buna karşın, şiirin bütününde ifade edilen temaların Emîr Sultan’ın ölümünü takip eden yıllarla bir bağı olmadığı gibi ikinci Yunus’un öldüğü kabul edilen muhtemel 1439 ile Emîr Sultan’ın muhtemel ölüm tarihleri (1429/1434) çok yakındır. Yani güncel divanlarda Bursalı Yunus’un altında gösterilen şiirde “Emir Hacı göçeli hayli zamandır” şeklinde yazım yerine oturmamaktadır; dahası Emîr Sultan’ın ölümü metnin genel örgüsüyle ilgisizdir. Bu hatalı bağlam başka dizeler için de kurulmaktadır; örneğin başka bir şiirde, kervanından ayrı düşen Yunus hac emirinden medet umması gerekirken ona “Emir Hacı”dan medet umdurulmaktadır. Yunus’un söyleye söyleye gezdiği ve daha sonra dilden dile geçen şiirlerinde geçen “emri hac” ifadesinin yıllar sonra “Emir hacı” şeklinde yazılmasında Emîr Sultan’ın Bursa’ya gelmeden önce hacca gittiğinin biliniyor olmasının da etkisi olabilir. Şiirin sonunda şairin kendini bildirme biçimi de ilk Yunus’a aittir. Yunus Emre kendisinden ekseriyetle Yunus biçiminde söz eder; ikinci Yunus ise şiirlerinin sonunda kendisine genellikle Âşık Yunus der.
Şiirin kaynağındaki örgüsünün ve bağlamının ne olduğu, daha sonra sınanmıştır aslında. Ayanlar çağını yaşayan Osmanlı, 18. yy.’da Rus harbinin de etkisiyle merkezden uzak pek çok sahada kontrolü kaybedecek; bu vaziyet ancak 19.yy.’da Tanzimat’a uzanan süreçte toparlanacaktır. Baskınlar, ayaklanmalar, isyanlar oldukça yaygındır. Hac kervanları da nasibini alır bu gelişmelerden; Bedevî (Urban) saldırıları kafileleri perişan eder. Örneğin 1793’te Mısır kafilesi soyulur, pek çok kişi öldürülür, esir edilir veya aç susuz yollara salınır. Önceki saldırılarda III. Mustafa’nın kız kardeşi dahi öldürülmüştür. Özetlediğimiz gelişmeler nedeniyle hac emirliğine yapılan atamalar 18. yy. boyunca önemli işlerden olmuştur. Bu makama etkili ve malî gücü olan paşalar getirilmeye çalışılmıştır. Şikârizâde Ahmet Efendi, bu ortamda 1791 tarihinde hacca gider ve birkaç yıl Medine’de kalır; bulunduğu ortama kafa yorar. Bu dönemi anlatan bir risale yazdığı biliniyor, ayrıca “Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın?” mısrasıyla başlayan şiiri de besteler ki tesadüf sayılamaz; bağlam yerine oturmuştur.
Neticede Yunus’un sözü, genel olarak maddî, tarihsel ve toplumsal bir zeminde okunmamaktadır. Burada bahsettiğimiz hata, bir örnektir. Yunus genel olarak soyut, etliye sütlüye karışmaz bir tasavvuf âlemine hapsedilmiş vaziyettedir; tasavvuf da öyle. Bu tutumda sağ ve sol ittifak hâlindedir; belli ki herkesin işine gelmektedir. Yüksek edebiyat/halk edebiyatı şeklindeki ideolojik bölme işleminin de etkisi vardır bu okumada. Nâzım dahi düşer bu hataya. Bursa mahpusluğu sürecinde “mağduriyetine” vurgu yapan, “Otur denmiş, oracıkta oturmuş,” diyen, üzüntülü bir tablo çizen Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirine, mektuplarında, “Ben Yunus gibi miyim?” minvalinde tepki gösterir, sonra hızını alamaz, “Yatar Bursa Kalesinde” şiiriyle meydan okur; burada kendisini memleketin toprağına ve Bedreddin’e bağlar. Halbuki Bedreddin de Yunus’a bağlanır, onları ayıran Cumhuriyet’in başarılı kurucu paradigmasıdır. Türkiye sosyalist hareketindeki tüm güçlenme olanakları ve zayıflıklar Nâzım’da içkindir; bizi ona gönülden bağlayan esas bağ belki de budur. Mektubunda Yunus’a benzemeyi yediremeyen Nâzım, biraz sonra yazdığı şiirin başında komünistliğini hatırlatır, ilerleyen satırlarda zindan direnişini tasavvufî bir duruşa atfeder ve “en âlâ mertebeye ermiş yatar” der kendisi için. Son dörtlükte de aynı tasavvufî tutumu sürdürür. “Şeyh Bedreddin Destanı”nın girişi ve Zeyli, aynı vaziyetin daha net ifadesidir aslında.
“Delilsiz gidilmez, yollar yamandır,
Göçtü kervan, kaldık dağlar başında.”
Yunus’un meşhur şiirinde haccın metaforik bir yanı da vardır elbet fakat hac burada, metafordan ziyade bağlamları itibari ile gerçek durumu izah eden siyasî bir göstergedir. Bu açıdan, tasavvufî ifadelerin genel olarak, görünen/ilk/sade siyasî anlamlarıyla da kavramaması tarihsel okumada bağlamı zayıflatan bir marazdır. Bu, ayrıca detaylı ele alınması gereken bir konudur. Gerçekten de Yunus, devam eden mısralarda, yaşadığı dönem itibari ile kendi misyonunu sorgular ve “gece gündüz Hakk’ı zikretme” görevini tespit eder. Bu görev yaşadığı döneme gayet uygun düşer ki aynı şiirde bunu yapmakta, halka hakikati söylemektedir. Başka şiirlerinde de halka, fakihlere ve beylere bu çerçevede seslenecektir. Hak, teolojik bağlamıyla da bu siyasî kavganın ideolojik zeminini, manevî gerekçesini de ifade eder.
“Yunus sen bu dünyaya niye geldin?
Gece gündüz Hakk’ı zikretsin dilin.”
Yunus’un faaliyeti; iktidar, işgal, yıkım, direniş ve hak mücadelesi temelinde anlamlı bir zemine oturur. O, bu çerçevede işgale biat eden dinî otorite ile kavga etmiş; “yukarı illerin” hepsini gezmiş, yeri gelmiş Rûm’da kışlamış, “şimdi bahar geldi” deyip tekrar yola koyulmuş; avcı gibi dolaşmış, düşmandan insan koparmış, örgütlemiş, bir dil inşa etmiş ve geleceğe aktarmıştır. Alıcı kuşlar, elbet “gönül alır” fakat bu bireysel atıf, işin politik ve toplumsal bir mecrası olmadığı anlamına gelmez. Anadolu’da intisapların pek çok örnekte kolektif hareketler olarak vücut bulduğu artık gösterilmiştir.
“Yunus bir doğan idi kondu Taptuk koluna,
Avın şikâre geldi bu yuva kuşu değil.”
Onun kullandığı çoğu kelimeyi bugün çocuklar da anlayabilmektedir. Vaziyeti de nesnel biçimde ortaya koymaktadır; vaziyet perişanlıktır. Gerçeğe vakıf olanların hâli, örgütlülük durumu, etki güçleri iç açıcı değildir ve pek çok zorlukla yüzleşmektedirler. Bu açıdan kimsesiz gariplerden hallicedir Yunus. Yalandan, kendini büyük göstermekten fayda yoktur, zira sığındıkları yer Moğol valileri değil, “miskin” halkın bağrı ve onun içinden çıkması muhtemel iktidardır. Uçlarda gazilerin bir yol açma ihtimali mevcuttur. Onlar, Yunus’un ömrü müddetinde bu yolu açacak ve fakat ileride Musa Çelebi/Bedreddin ve belki Cem nezdinde yenileceklerdir.
“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin”
Nesnellikteki ve davasındaki ısrarı, Yunus’un bilgisi yüzünden kibre düşmesine mâni olur; dilini yüksekten kurmaz, halkın dilinden alır, ona direnç edebiyatı teslim eder. Bu bağlamda toplum da eleştiriye tâbi tutulur, “miskinliğe yüz çevirmeyi” Yunus, hitap ettiği halka yakıştırmamaktadır. Teslim olmuş yüksekteki zâta hitap ederken ise anladıkları dilden konuşur; eğilmez:
“Okursın tasnif kitap niçe binâ vü i’rab
Havf ü recâ sende yok eyle ki bir Tatar’sın
…
Halkı fetva virürsin yâ sen niçun dutmazsın
İlmun var amelün yok hâ günâha batarsın
…
Başaramazsın hâce endişeden yitersin”
Abdülbâki Gölpınarlı, buradaki Tatar’ın, geçtiği diğer beyitlerde olduğu gibi, Moğolları ifade ettiğini tespit eder.[2] Klasik eserlerde teolojik bir sahaya kapatılan “şeriat ehli – tarikat ehli kavgası” esasen toplumsaldır ve dolayısıyla ideolojiktir; teoloji toplumsal işlevi itibariyle bir yerde ideolojidir. Tarikat ehli Yunus, bariz biçimde, şeriat ehli âlimleri işgalci Moğolların yandaşlığıyla suçlamaktadır.
Yunus ve diğer [h]emrahlar (yoldaşlar), herkesin tâbi olduğu ilişkilerden (şeriat) daha ileri ve sıkı bir ilişki ağına (tarikat) geçmiş, burada teorik/ideolojik/politik bilinç edinmiş (hakikat) ve buna uygun bir tutuma almışlardır (marifet); herkesle anlayacağı şekilde konuşup gereken hâle girmişlerdir. Dört köşe taşına dayanırlar. Yunus Emre’nin kurduğu politik dil bu bağlama oturur. Şiirinde de bu sürece çağrı vardır. O nedenle, şeriat gemisinden inerek hakikat denizine dalmak, egemenlere hizmet edenlerin çağırdığı davanın kapısından girmeye direnç ve adına sadık olmak şiirlerinde çoğu zaman birbirinin peşi sıra yer bulur. O adına sadıkken “uçatta” vassal bir bey, oğullarının adını Moğol saray metinlerinden ve valilerinden seçmekte; Anadolu içlerinde ise Moğollara biatler verilmektedir.
–devam edecek–
Onur Şahinkaya
11 Mart 2024
Dipnotlar:
[1] Yunus Emre’nin 72 yıllık ömrünü, 1250/1-1320/1 tarihleri arasında netleştiren arşiv çalışması için bkz. Adnan Sadık Erzi, “Türkiye Kütüphânelerinden Notlar ve Vesikalar 1”, Belleten, 1950, Cilt 14, Sayı 53, s. 88, PDF. Doğum tarihini 1240/1 olarak veren kaynaklar da bulunmaktadır ki bu ihtimalde ayaklanma ortamının içine doğmuş olmaktadır.
[2] Abdulbâki Gölpınarlı, Yunus Emre Hayatı ve Bütün Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, kitap sonunda yer alan Açıklama bölümünde 353, 546, 1405 numaralı beyitlerin açıklamaları.