Loading...

Serbest Pazar Soykırımları: Ticaretin Gerçek Tarihi


Üzeri örtülmüş bu tarihin önem arz etmesinin nedenlerinden biri de bugün bile ekonomik “rasyonalite” ile yağmanın el ele gitmesidir.

Dünyanın idare edilişinde açgözlülüğün rolü ne olmalı? Hepimize hükmedip yaptığımız her şeyi biçimlendirmek mi?

Benim savım liberalizmin bir türü kisvesindeki “açgözlülük idaresi” altında yaşadığımız yönündedir. Tek aklî yolmuş gibi sunulan açgözlülük küresel elitin onları suçluluk hissinden de azade kılan kerterizi hâline gelmiş durumda. Ancak tüm dünyayı etkileyen bu “açgözlülük iyidir” inancını meşru kılmakla işlevli büyük anlatı apaçık orada olan tarihe gözlerini yumuyor ve hile hurdayla açgözlülüğün hâlihazırda verdiği zararlara ilişkin verileri sümen altı ediyor. Bu makale liberal dünya düzeninin serbest pazarlarının gelişme ve büyümeyle uzaktan yakından ilgisi olmadığını göstermeyi hedefliyor; bu pazarların marifletlerinin çetelesini hakkıyla tutmak ancak açgözlülük idaresinin görmezden gelinen soykırımlarıyla yüzleşmekle mümkün.

“Rasyonel optimist” Steven Pinker’ın milyarderlerin bayıldığı kitabı Doğamızın İyilik Melekleri’nde (zalim insansever Bill Gates “okuduğum en ufuk açıcı kitap” demiş) ticaret tarihini nasıl resmettiğini ele alalım. Pinker burada klasik liberalizmin güya savaştan evla sonuçlar doğuran “yumuşak ticaret yaklaşımı”nı kullanan “bir ekonomist” gibi atıp tutuyor. Buna göre rasyonel-aydınlanmacı liderler diyesilermiş ki “ticaret yaptığınız kişinin diri olması ölü olmasından iyidir.”

Bu çok methedilen ve insanı mutlandıran ödünleşimle, yani sözde yumuşak ticaretle, bir tüccarın bakışını mukayese edelim bir: Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nden Jan Pieterzoon Coen, “Savaşsız ticaret olmaz,” demiş. Bunu bize Muskat Belası kitabında (iklim değişikliğine dair söylenenlerdeki devasa ideolojik boşlukları ikna edici bir biçimde serimleyen bir kitap bu) Amitav Ghosh haber veriyor. Pinker’ınkilerin aksine Coen’in sözleri öyle soyut teorik ifadeler değil; Coen “ticaret yaptığınız kişinin hayatının değeri” meselesinde somut olarak tam tersi bir sonuca ulaşıyor. Kendisi bir ticaret tekeli tesis etmek üzere Banda adaları halkının katledilmesini emretmiş. Bu katliama 50 tekne ve 2000 adam (içlerinde 80 tane Japon Ronin’i de varmış, yani ağasız kalmış eski Samuraylar) iştirak etmiş. Hadise “ticaret ortağı” yerli halkın yüzde doksanının (15 bin kişi) yerinden yurdundan edilmesi, öldürülmesi yahut köleleştirilmesi neticesini doğurmuş. Journal of Genocide Studies’de [Soykırım Çalışmaları Dergisi] yayımlanmış 2012 tarihli bir makale bunun “Banda adaları halkının neredeyse tümden ortadan kaldırılmış olması bakımından açıkça bir soykırım faaliyeti” olduğu sonucuna varıyor. Ghosh’un kitabının adında geçen lanetli baharat o derece değerliymiş ki bir avuç muskatla “bir ev ya da gemi” almak mümkünmüş. Bu da elbette ve ne yazık ki Coen’in yumuşak ticarî soykırımının yılda 5000 kişinin köleleştirilmesi pahasına da olsa (“işgücü”nün yumuşak ticaret koşullarında çok uzun ömürlü bir varlığı olamıyor) tamahkârlıkla büyük kârlar getirdiği anlamına geliyor.

Pinker’ın aydınlanmacı görüşleri nakletmekle yanlış bir yol tuttuğu söylenemez. Ekonomist Albert Hirschman, Tutkular ve Çıkarlar adlı kitabında (bir zamanlar ölümcül bir zaaf olarak görülen hırsın kapitalizmin ilk dönemlerinde göz bağcılıkla nasıl “kişisel çıkar”a dönüştürüldüğünün hikâyesini anlatan bir kitap) bir zamanlar ticaretin ‘douceur’ünden [dusör; Fransızca, hem hoşluk hem de rüşvet anlamında –çn.] çok söz edildiğini aktarıyor. Douceur sözcüğü “tatlılık, yumuşaklık, sükûnet, iyi huyluluk, hâsılı şedit olmayan anlamına geliyor.”  Hirschman ve Pinker birçok Aydınlanma figüründen alıntı yapıyorlar; örneğin Kant 1795’te şöyle demiş: “Ticaret ruhu … savaşla yan yana varolamaz.” Pinker da ittifaken diyor ki, “iktisadî güçler … fetihten ziyade ticarete eğilim gösterdiler.”

Ancak Aydınlanmayı rasyonelliğin ve hümanizmin zaferi olarak resmeden bu modernist mit dikkat edelim de Akıl Çağı’nın emperyal ekonomik yağmanın vahşetini (buna bugünlerde “serbest ticaret” diyorlar) meşrulaştırmaya hizmet ettiğini bize unutturmasın. Üzeri örtülmüş bu tarihin önem arz etmesinin nedenlerinden biri de bugün bile ekonomik “rasyonalite” ile yağmanın el ele gitmesidir. Pinker’ın istatistik yığarak elitleri rahatlatmaya yönelmiş bütün o elegan vaazları, yani “serbest pazar empatiye ağırlık verir” türünden bütün o laflar ne demeye gelirse gelsin ampirik gerçek bize Banda adaları halkıyla hiç de empati kurulmadığını gösteriyor. “Yumuşak” ve “serbest” ticaretin mahvına neden olduğu ya da sonunu getirdiği hayatlara bakarak da durumun böyle olmadığını görmek mümkün; o yumuşak ticaret birdenbire sınırlarınızda yaşama biçiminizi ortadan kaldırmayı kafaya koymuş bir ordu olarak tecessüm edebilir.

Klasik liberalizmin “yumuşak ticaret”inin nimetlerinin açlıktan korunma meselesinde ne kazandırdığını düşünün. Bu, Pinker’ın titiz rasyonalite anlayışıyla sunuluyor; ki bu anlayış, tarihin karmaşık labirentini, yalnızca “sayılar”a göz atarak elde edilebilecek zayıf bir kavrayışa indirgemeyi gerektiriyor gibi görünüyor. Kesin veriler, tercihen artık retorik açıdan güçlü ve çekici bir grafik üzerinde gösterilmeli ya da bu mümkün değilse, son derece karmaşık tarihleri, hızlı ve şık sayısal karşılaştırmalar yapmaya elverişli sütunlara sahip tablo benzeri formatlara sıkıştırmalı. Örneğin, Pinker’ın The Better Angels of Our Nature adlı kitabının 195. sayfasında yer alan “Tüm Zamanların En Ölümcül Felâketleri” tablosu gibi.

Bu ölümcül felâketler tablosunda açıkça “Kıtlık” olarak adlandırılan yalnızca iki kayıt var. İkinci sırada, 40.000.000 ölüyle “Mao Zedong (çoğunlukla hükûmet kaynaklı kıtlık)” ve 12. sırada, 17.000.000 ölüyle “Britanya Hindistan’ı (çoğunlukla önlenebilir kıtlık)” bulunuyor. Pinker ayrıca, nüfus artışına göre düzeltilmiş rakamlar da veriyor ve bu hesaplamaya göre Britanya Hindistan’ındaki kıtlık nedeniyle ölenlerin sayısı 35.000.000’a çıkıyor. Bu, I. Dünya Savaşı’ndan (15.000.000) daha ölümcül ve Nazi soykırımından (6.000.000) katbekat daha vahşi bir katliam anlamına geliyor. Pinker, Mao’nun “çılgınca plânlarını” suçluyor ve bunun “ütopyacı liderliğin nasıl muazzam narsisizm ve acımasızlık ürettiğini” gösterdiğini düşünüyor. Ancak Pinker hiçbir yerde, benim göstereceğim gibi, Britanya Hindistan’ındaki kıtlıkların tamamen politikalarla yönlendirildiğini ve doğrudan liberal serbest piyasa doktriniyle meşrulaştırıldığını belirtmiyor. Bu “aydınlanmış” emperyal politikalar, en azından sanayi ölçeğinde bir acımasızlık sergileyen, hatta belki de gösterişli anıtlar dikme peşinde koşan muazzam bir narsisizmle hareket eden seçkinler tarafından uygulanıyordu. Tarihin ahlâkî terazisinde, böylesine devasa suçların “yumuşak ticaret”in aleyhine işlemesi gerekmez mi?

Ayrıca, ‘Pinkercılık’ (rasyonel iyimserlik adı altında sayılara indirgenmiş düşünce) emperyal “serbest piyasa” politikalarının, nihayetinde Mao’nun iktidara gelmesiyle sonuçlanan devrimler dizisine nasıl katkıda bulunduğunu fazlasıyla göz ardı ediyor. Bu devrimleri tetikleyen ise, “yumuşak ticaret”in en parlak örneklerinden biri olarak görülen Afyon Savaşları’ydı (1839-1860). Britanya’nın soylu narko-kapitalist silâhlı kuvvetleri, Çin’in binlerce yıllık toplumsal dokusunu yerle bir etti; özellikle de kıtlık önleme altyapısını. Bu muazzam zenginlik üreten afyon operasyonu, tarihin en başarılı uyuşturucu çetesi tarafından yürütüldü (bu Britanyalı soylular, gerçek anlamda birinci nesil uyuşturucu baronlarıydı). Böylesine karmaşık ve iç içe geçmiş nedensel bağlantılar, katı bilimsel titizlik kisvesi altında düzenlenmiş “sayılar” içinde kolayca kaybolur.

Tarihçi Mike Davis, Late Victorian Holocausts adlı kitabında, Britanya yönetimindeki Hindistan’da kıtlık nedeniyle ölenlerin sayısını 12 ilâ 29 milyon olarak bildiriyor. Bu kitlesel ölümlerden açıkça “serbest ticaretin dayatılmasını” sorumlu tutuyor ve bu milyonların “Liberal Kapitalizmin altın çağında” öldürüldüğünü vurguluyor. Şubat 1878’de gazeteci Robert Knight’ın yayımladığı haberlerde, Britanyalı yetkililerin “kitlesel cinayet” işlediği ilân edilmişti.

Pinker’ın ölçeklendirme faktörünü Davis’in rakamlarına uygularsak, bu sayı 20. yüzyıla göre ayarlandığında 24 ilâ 58 milyon ölüme eşdeğer olur—bu da Nazi soykırımının dört ilâ on katı büyüklüğünde bir katliam anlamına gelir. Tüm bunlar yaşanırken, Downton Abbey tarzı şık sofralarında oturan Britanyalı seçkinler, milyonlar açlıktan ölürken tahılı dünya pazarlarına ihraç etmeye devam etti. O dönemde de, bugün olduğu gibi, piyasa “verimliliği”, kaynakların en çok ödeyene tahsis edilmesi anlamına geliyordu. Ama endişelenmeye gerek yoktu, çünkü asil Britanyalılar en çok önem verdikleri şeyi –sevgili serbest piyasalarını– korumak için hızla harekete geçtiler. 1877’de Anti-Charitable Contributions Act [Hayırsever Bağışlara Karşı Yasa] çıkarılarak, tahıl fiyatlarının “piyasa tarafından belirlenmesini” engelleyebilecek özel yardım faaliyetleri yasaklandı. Tek izin verilen yardım, dehşet verici koşullara sahip zorunlu çalışma kamplarıydı. Örneğin Madras’taki bu kamplarda verilen günlük kalori miktarı, Buchenwald toplama kampındaki seviyeden bile düşüktü. Davis’in yazdığı gibi, “Asya açlıktan kırılırken, ABD tarihin en büyük buğday hasadını topluyordu… ve Kaliforniya’nın Merkezî Vadisi’nde hiçbir işe yaramayan fazla buğday yakılıyordu,”—işte kötü niyetli piyasa ahlâkı iş başında. Bu büyülenmiş emperyal efendi sınıfının zihniyetini anlamak için 1874’te The Economist dergisinde yazılanları düşünmek yeterli: Önde gelen klasik liberallerden oluşan editör kadrosu, “tembel Hindistanlılara”, hükûmetin onları hayatta tutmakla yükümlü olduğunu düşündürmenin “akılsızca” olacağını savunuyordu. O dönemin Hindistan Bakanı Lord Salisbury ise “bir sürü siyah adamı kurtarmak için para harcamanın” hata olduğunu düşünüyordu.

Pek çok Britanyalı, yönetici seçkinlerinin göz alıcı ama gaddar emperyalistleri kadar duyarsız değildi. Shashi Tharoor’un Inglorious Empire adlı kitabında belirttiği gibi, The Times of London gazetesinde yayımlanan bir yazıda, “Genel Vali, hayırseverlik duygularını bastırmak için müdahale etti,” diye üzüntüyle yazılmıştı. Buna rağmen Britanya’nın dört bir yanındaki bireyler, okullar, kiliseler ve askerî birlikler tarafından küçük bağışlarla toplamda 820.000 sterlinlik bir yardım fonu toplanmıştı. Ancak Hindistan Genel Valisi Lord Lytton –ki bu göreve gelmesindeki en büyük vasfı Kraliçe Victoria’nın en sevdiği şair olmasıydı– bu fonu “tam bir baş belası” olarak nitelendirdi. Tharoor, “Britanya’nın, en parlak ‘uygarlaştırma misyonu’ döneminde bile işlediği suçların ezici derecede büyük olduğunu” ancak çoğu zaman göz ardı edildiğini vurguluyor.

Peki neden bu kıtlıklara hak ettikleri gibi Emperyal Soykırımlar, Britanya Soykırımları, Serbest Piyasa Soykırımları, Liberal Soykırımlar, Şirket Soykırımları veya Kapitalist Soykırımlar denmiyor?

Bu terimi, toplumda yüceltilen ve aklanan liberalizmle ilişkilendirmekten rahatsız olan okuyucular, “soykırım” (holocaust) kelimesinin her türlü kitlesel yıkımı ifade ettiğini hatırlamalıdır. Kelimenin kökeni Yunanca olup, tamamen yakılmış kurban anlamına gelir (bu yüzden birçok Yahudi, ilâhî çağrışımları olmayan Shoah –felâket– terimini tercih eder).

Mark Bittman, Animal, Vegetable, Junk adlı kitabında küresel gıda sisteminin tarihini incelerken, serbest piyasaya hayran klasik liberallerin Hindistan’daki kıtlık oranını %3.000 artırdığını belirtiyor—yani, yüzyılda bir görülen kıtlıkları her üç yılda bir yaşanan bir felâkete dönüştürdüler. Britanyalılar, rasyonel serbest piyasa verimliliği adına hareket ettiklerini açıkça beyan ederek, Hindistan’da yüzyıllardır kıtlık zamanlarında fakirleri doyurma yükümlülüğünü yerine getiren yerel gıda stoklama geleneklerini şiddet yoluyla bozdu. Bunun yanı sıra, acımasızca artırılan Britanya vergileri köylülerin alım gücünü yok etti (Tharoor, bunu “iki yüzyıllık sömürge zulmünün doruk noktası” olarak adlandırıyor).

Elbette, yüzyıllar boyunca süren bu muazzam emperyal günahların çağdaş eleştirmenleri de vardı. Örneğin, Amerikan Devrimi’ni ateşleyen ünlü broşür yazarı Thomas Paine, “Çıplak ve eğitimsiz bir Kızılderili, Britanya Kralı’ndan daha az vahşidir,” diye yazmıştı. Onun ateşli sözleri, sömürgeci yerleşimcileri, “eski dünyanın her köşesini zulümle dolduran taçlı eşkıyalar” olarak tanımladığı kraliyet yönetimine karşı kışkırttı. Paine, kralların sözde ilâhî hakkını alaya alarak, Fatih William’ı “silâhlı bir haydut çetesiyle çıkagelen Fransız piçi” olarak tanımlıyordu ve onun, yerli halkın rızasını almadan kendisini kral ilân ettiğini söylüyordu. Paine’in, Amerika yerlilerinin rızasını almadan girişilen soykırımsal istilaları desteklemesiyle ortaya çıkan çelişkiye fazla takılmadan, onun kraliyet hakkını çürütme çabasına odaklanalım: Fatih William’ın “açıkça aşağılık, rezil bir serseri olduğu” ve krallık iddiasının “kesinlikle hiçbir ilâhî yanı olmadığı” sonucuna varıyordu.

Paine, “Britanya’nın Doğu Hindistan’daki korkunç zulümlerinden—binlerce insanın yapay kıtlık nedeniyle ölmesinden” dehşete düşmüştü. Bu ahlâkî refleksi övgüye değer olsa da, verdiği rakamlar gerçeğin binde biri kadar bile değildi ve suçluları tam olarak doğru belirleyememişti. Oysa Britanyalı Başbakan Robert Walpole’ün oğlu Horace Walpole, gerçeği çok daha net ifade etmişti: “Cinayet işledik, hükûmetleri devirdik, talan ettik, gasp ettik—peki ya Doğu Hindistan Şirketi’nin görevlilerinin gıda stoklarını tekelleştirerek Bengal’de üç milyon insanın ölümüne neden olduğu kıtlığa ne demeli?” Unutmayın, Boston’daki ünlü çay protestosu (Boston Tea Party), Doğu Hindistan Şirketi’ne ait çay sevkiyatlarına karşı yapılmıştı. Ancak ne yazık ki, Paine’in böylesine süslü bir zalimliğin “asla ama asla unutulmaması” yönündeki güçlü siyasî arzusu gerçeğe dönüşmedi. Sizin okullarınız bu tarihi öğretti mi? Bir şirketin (kralın ordusunun iki katı büyüklüğündeki özel ordusuyla), “serbest ticaret” ve “yumuşak ticaret” adına milyonlarca insanı öldürdüğünü?

Tüm bu muazzam ahlâkî cehalet ve çıplak kötülüğe başlarını sallayarak hayret eden, ancak Pinker okuyan elitlerimizin bugün asla böyle şeylere izin vermeyeceğine inanan okuyucular, küresel Kovid aşılama krizini düşünsün. “Açgözlülük rasyoneldir,” diyen elitlerimiz, yine kârı insan hayatının önüne koyarak aşı patentlerini kaldırmıyor (bu konuda Pinker’ın dostu Bill Gates, hiç de hayırsever olmayan bir rol oynadı). Yine milyonlarca önlenebilir, çoğunlukla uzaklarda yaşayan, koyu tenli insanlar, her şeye kadir liberal açgözlülük tanrısının sunağında kurban edilmeye bırakıldı. Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus da dâhil olmak üzere birçok Küresel Güney savunucusu, bu korkunç fiyaskoyu “aşı apartheidi” olarak adlandırıyor—çünkü yoksul, beyaz olmayan uluslar hâlâ aşırı derecede korunmasız durumda.

Hakkını vermek gerekirse, o neşeli, jodhpurlu (binici pantolonlu) şık Britanyalıların bugünkü anlamda tam olarak ırkçı olmadığını belirtmeliyiz. Sanayileşmiş bir ölüm makinesi gibi işleyen zalimliklerini İrlandalı komşularına karşı da aynı zarafetle uyguladılar.

Davis şöyle yazıyor: “Hindistan, tıpkı daha önce İrlanda gibi, milyonlarca insanın hayatının her şeye kadir piyasalara duyulan dogmatik inanca karşı bahis konusu edildiği bir Faydacılık (Utilitarianism) laboratuvarına dönüşmüştü.”

Ünlü klasik liberalizm savunucusu John Stuart Mill, İrlanda kıtlığıyla ilgili olarak, “İrlandalılar tembeldir, girişimci değildir,” demişti. Dahası, “İrlandalıları, yaşamak için çalışmaları gerektiğine ikna etmek için yüz bin silâhlı adama ihtiyaç olabilir,” diye korkuyordu (bu görüş son zamanlarda alaycı bir şekilde “bırakın karınlarını özgürlükle doyursunlar” diye özetleniyor). Mill’in, Parlamento’ya Liberal Parti’den girmeden önce Doğu Hindistan Şirketi’ni soyan lordlar için onlarca yıl çalıştığını unutmayın.

İrlanda Kıtlığı’nın detaylarını takip edemediyseniz:

Ve unutmamak gerekir ki, Avrupa seçkinleri iç sömürgeleştirme sürecinde kendi yoksullarını da açlığa mahkûm etti. Ortak kullanımda olan halk toprakları, köylülerin “Altın Çağ” olarak gördüğü refah dönemini sağlayan kaynaklar özelleştirildi. Bu süreç, ekonomik liberalizmi ve yükselen kapitalizmi doğal ve kaçınılmaz göstermek için yürütülen devasa bir siyasî projenin parçasıydı.

Ekonomi antropoloğu Karl Polanyi, The Great Transformation [Büyük Dönüşüm] adlı eserinde şunları yazar: “Kırsal halk fakirleştirildi… Bu, zenginlerin yoksullara karşı yaptığı bir devrimdi.”

1500 ile 1700 yılları arasında:

Polanyi, “Laissez-faire serbest piyasanın doğal hiçbir yanı olmadığını” gösteren geniş kapsamlı kanıtlar sunar.

Burada, Pinker’ı papağan gibi tekrarlayan dindar liberallerin ve açgözlü elitlerin sevgili inançlarından birini yeniden incelemeliyiz: Kendi dizginsiz açgözlülüklerinin insan doğasının değişmez bir parçası olduğuna kesin olarak inanıyorlar. Polanyi, bu fikrin tarihsel ve antropolojik açıdan cahilce, tamamen kendini aklamaya yönelik bir yansıtma olduğunu göstererek çürütür. Dizginsiz bireysel açgözlülük etrafında örgütlenmemiş birçok kültür akademilerde muhtelif çalışmalara konu olmuştur (ve hiçbiri dünya dışı bir kökene sahip görünmüyor). Aydınlanmış Avrupa liberalizmiyle keskin bir tezat oluşturan Polanyi, “Genel kural olarak, ilkel toplumlarda birey, ancak topluluğun tamamı kıtlıkla karşı karşıya kalırsa açlıktan ölme tehdidiyle karşılaşır,” der.

Üç örnek sunar:

“16. yüzyıl Avrupa’sına kadar hemen her tür sosyal organizasyonda açlıktan kurtulmayı garanti eden bir ilke hâkimdi.”

Ne yazık ki, toplumsal yapıları parçalayarak insanları açlık tehdidiyle zorla çalıştırma mantığı, “medenîleşmiş” liberal piyasa pratiğinin standardı hâline geldi (bu yöntem İrlanda’da, Hindistan’da ve çok daha fazla yerde şiddetle dayatıldı).

Polanyi’nin özellikle vurguladığı nokta şudur:

Köylülerin yaşam biçiminin maddî temellerini yok ederek onları kapitalist işçiliğe zorlamak, önce “beyaz insanlar tarafından beyaz nüfuslara” uygulanmış, sonra sömürülebilir “karanlık toprakların” insanlarına ihraç edilmiştir.

Yoksulları aç bırakmanın insan doğasının bir parçası olduğu fikri, liberalizm inancını insan doğasıymış gibi göstermek için endüstriyel ölçekte şeytani bir vaizlik gerektirdi.

Paine, en çok ses getiren eserlerinden biri olan The Rights of Man’de [İnsanın Hakları] şunu yazar: “Sözde medeni ülkelerdeki insanların büyük bir kısmı, sefalete ve yoksulluğa öyle bir düşmüştür ki, hâlleri ilkel bir kabilenin üyelerinden bile kötüdür.”

Klasik liberal piyasa odaklı “medeniyet” tarihsel olarak, bolluk içinde kitlesel açlığı ahlâken kabul edilebilir veya kaçınılmaz bir zorunluluk gibi göstermekle el ele gitmiştir. Örneğin 1830’ların Britanya’sı, “neredeyse mucizevî bir üretim artışıyla birlikte kitlesel açlığın aynı anda yaşandığı” bir dönemdi. Polanyi, Britanya’nın 1834 tarihli Yoksulluk Yasası Reformu’nu “bilimsel zalimlik” olarak tanımlar. Bu yasa sayesinde, daha önce var olan “yaşama hakkı”, iş gücü piyasasının yararına ortadan kaldırılmıştır. Açlık tehdidi, işçi sınıfını çalışmaya zorlamak için “psikolojik bir işkence yöntemi” olarak soğukkanlılıkla önerilmiş ve uygulanmıştır.

Burada “vicdan yönetimi” kavramı bize yardımcı olabilir. Bu, tarihçi Priya Satia’nın 2020 tarihli Time’s Monster [Zamanın Canavarı] adlı kitabındaki en önemli fikirlerden biridir. Bu kitap, tarihçilerin, sömürgeciliğin devasa kötülüklerini meşrulaştıran “ahlâkî anlatılar” oluşturmadaki rollerini inceler. Satia, “İmparatorluk büyük ölçüde kötü adamların eseri değil, vicdanlı davrandıklarına inanan insanların eseriydi,” der. Bazıları (özellikle elitler) “yağma ve macera” için bu düzenin içindeydi, ancak milyonlarcası samimiyetle, özgürlüğü yaydıklarını düşündü. Bu yüzden, “liberal emperyalizm” gibi incelikle tasarlanmış bir oksimoron (çelişkili terim) icat edildi. Sömürgeciliğin devasa şiddeti, medeniyetin nimetlerini vahşi ırklara götürmek için haklı çıkarıldı,  bu mantığa göre bu ırklar medenilere teşekkür borçlu olduklarını sonradan idrak edeceklerdi. Satia, Britanya’nın sömürge yönetiminin “faydalarını” öne çıkaran günümüz savunucularının argümanını benzer bir argümanla karşılaştırarak sert bir şekilde reddeder: “Hitler Yahudilere korkunç şeyler yaptı, ama diğer yandan otoban da inşa etti.”

Hitler’den bahsetmişken, II. Dünya Savaşı sonrası birçok entelektüel ve sanatçı, farklı görüşlerden olmalarına rağmen, Nazi soykırımını “tarihte bir uçurum” olarak yorumlamıştır. Bunun en bilinen örneklerinden biri, Adorno’nun “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır,” şeklindeki beyanıdır. Ancak bu sofistike, akademik hassasiyet, yanlış bir kavrayışa dayanmaktadır, çünkü yukarıda bahsedilen önceki “soylu” soykırımları görmezden gelmeye dayanmaktadır. Nazilerin vahşetini, tarihi yeniden şekillendiren benzersiz bir istisna gibi sunmak, zihinleri felç edici boyutta kolektif bir hafıza kaybını gerektirir—liberal emperyalizmin asırlardır süregelen katliamlarını sistematik olarak bastırmak için büyük bir zihinsel çaba sarf edilmiştir. Üstelik, liberal “medeniyetin” kendi sanatçılarının ve entelektüellerinin, imparatorlukların “ahlâkî anlatılarını” inşa etmedeki rollerini de göz ardı etmek gerekir. Örneğin, Ghosh’un dikkat çektiği gibi, dönemin en büyük şairlerinden Alfred Lord Tennyson, 1849’da doğanın “diş ve pençeleri kanlı” savaşlarının, Avrupalı fatihlerden oluşan “taçlanmış bir ırkın” zaferini garantileyeceğini yazıyordu. Bu, Darwin’in The Descent of Man’i [İnsanın Türeyişi] yayımlamasından on yıl önceydi. Darwin, bu eserinde “medenîleşmiş insan ırklarının, neredeyse kesin olarak, vahşi ırkları yok edeceğini” ilân etmişti. Darwin bir liberal ve kölelik karşıtıydı, ancak ırk sıralamaları yaparak “aşağı” olanların yok edilmesi gerektiği fikri, Ghosh’a göre o dönemin birçok liberal ilerici Batılısı için sadece sağduyudan ibaretti. Kitleler hâlinde öldürmeye verilen bu “bilimsel” izin, Aydınlanma’nın bir başka rasyonel kahramanı olan Francis Bacon’a kadar uzanır. Bacon, An Advertisement Touching on Holy War adlı eserinde, “herhangi bir medenî ve polis gücüne sahip ulusun, medenîleşmemiş olanları yeryüzünden silmesinin hem yasal hem de kutsal olduğunu” öne sürmüştü.

Buradaki mesele, geçmişi bugünün ahlâkî değerleriyle yargılamak değil, aksine, bugün eğitimli insanların Nazi vahşetini “düşünülemez bir istisna” olarak algılaması için ne kadar büyük bir unutkanlık gerektiğini kavramaktır. Oysa bu, asırlardır süregelen bir şiddet modelinin, Avrupa’nın kendi topraklarına geri dönmesinden başka bir şey değildi. Üstelik bu model, “medenîleşmiş” edebiyat ve sanat tarafından uzun süre kutlanmıştı. Örneğin, Rudyard Kipling’in 1899’da yazdığı ve emperyalizmi öven White Man’s Burden [Beyaz Adamın Yükü] adlı şiir, Avrupalı emperyalistleri, “en iyi neslinizi gönderin” diyerek, “tutsaklarına hizmet etmeye” çağırıyordu. Bu tutsaklar, Kipling’in lirik anlatımında, “yeni ele geçirilmiş, somurtkan halklar, yarı şeytan, yarı çocuk” olarak tasvir ediliyordu. Üstelik bu tür fikirlerin “erkeksi gücü” nedeniyle Kipling, 1907’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Aynı şekilde, Avrupa’nın elit entelektüelleri, Hitler’in “tarihi paramparça eden” dehşetini kavramakta zorlandıklarını ifade ederken, liberalizmin aslanı Winston Churchill, 1943’te aldığı kararlarla 3 milyon Hindistanlıyı açlığa mahkûm etmişti.

Bütün bunlar önemlidir, çünkü Satia’nın haklı olarak endişelendiği gibi, “emperyalizmi mümkün kılan tarihsel zihniyet hâlâ sapasağlam ayakta”dır. Ben ek olarak şunu söyleyebilirim ki bu zihniyetin en tehlikeli hâli, bugün “neoliberal küreselleşmenin serbest piyasa büyümesi” anlatısının arkasına saklanmaktadır. Bu, Pinker’in de onayladığı, “bırakın piyasa karar versin” anlayışıyla şekillenen ekonomik doktrindir. Bu görüşe göre elitlerin açgözlülüğü, sihirli bir şekilde herkes için, özellikle de yoksullar için en iyi şeye dönüşmektedir. Ancak gerçekte, bu tür açgözlülüğü aklayan ekonomi, gezegenin yoksullarının tercihlerini, haklarını ve hatta yaşamlarını sistematik olarak önemsizleştirir.

Ekonomik “rasyonellik” ve “verimlilik” gibi kulağa akıllıca gelen kavramların arkasında ne gizlendiğini düşünelim. Sızdırılmış bir belgede, eski ABD Hazine Bakanı Larry Summers, şu korkunç ifadeleri yazmıştı: “Bir kamyon dolusu toksik atığı en düşük ücretli ülkeye boşaltmanın ekonomik mantığı kusursuzdur.” Çünkü: “Sağlığa zarar veren kirliliğin maliyeti, kaybedilen kazançlara bağlıdır... Bu yüzden, belli bir miktardaki kirliliğin yaratacağı maliyet en düşük olduğu yere, yani en düşük ücretli ülkeye yönlendirilmelidir.”

Bu tür “rasyonel” ekonomi, sistematik bir şekilde yoksullara karşı önyargılarla doludur. Bu görüş, en acı Federal Rezerv dipnotlarından biriyle de desteklenmiştir; 2021 yılında Federal Rezerv ekonomisti Jeremy Rudd, “ana akım ekonominin birincil rolünün… baskıcı, sürdürülemez ve adaletsiz bir toplumsal düzenin savunuculuğunu yapmak” olduğunu ifade etti. Bunun, “Federal Rezerv Sistemi Yönetim Kurulu üyelerinin veya personelinin görüşlerini yansıtmak zorunda olmadığını” da ayrıca belirtmişti.

Skandal bir şekilde, çok az sayıda ekonomist gerçekten yoksullukla ilgileniyor (Uluslararası Para Fonu için yapılan bazı araştırmalar, ilk 10 ekonomi dergisinde yayımlanan makalelerin yalnızca %1,4’ünün yoksulluk konusuna odaklandığını bulmuştur). Bu tür ekonomik rasyonalite ve “verimlilik” anlayışına açıkça karşı çıkılmaması, yoksulların üzerindeki yükleri yapısal olarak artırmaktadır. Summers tarzı standart ekonomik ‘mantık’, bir Amerikalının kazanç kaybını, 265 Barundalı’nın kazanç kaybına eşdeğer görmektedir (her ekonomideki tipik kazançları, kişi başına gayri safi yurtiçi hâsıla oranı ile temsil ederek). Pinker’ın hesabına göre ne kadar rasyonel ve “verimli” görünürse görünsün, bu, hem temel ahlâkla hem de kaynak adaletinin herhangi bir biçimiyle açıkça çelişmektedir.

Bu açgözlülüğü aklama işinin en cezbedici hâli, liberallerin sevdiği “win-win” (kazan-kazan) şablonunda vaaz edilmektedir. Burada, elitleri zenginleştiren piyasa açgözlülüğü, milyonlarca insanı yoksulluktan kurtarmak olarak satılmaktadır. Eski BM Yoksulluk Özel Raportörü Phillipe Alston’un yazdığı gibi, bu söylem aslında “kamu yararını zenginleri daha da zengin yapmak olarak yeniden tanımlamak için kullanılmıştır.” “En büyük insan başarılarından biri” olmaktan uzak olan bu “win-win” anlatısı, suçluluk hissi olmadan açgözlülüğü haklı çıkaran bir “uygun mazeret” olmuştur.

Tam olarak neden, yoksullar için her kazanç, zenginler için kazanç gerektirsin? Birçok açgözlü büyüme hayranının, veriye dayalı Pinkercı İncil’lerinin, piyasaların dünya ekonomisinin kazançlarının ve kaynaklarının büyük çoğunluğunu aslında yoksulluğu hafifletmek yerine tam tersine tahsis ettiğini nasıl gizlediğini görmek beni şaşırtıyor. Küresel GSYİH büyümesinin yalnızca %5’i, en yoksul %60’a ulaşırken (geriye kalan %95’i yoksul olmayanların konforuna ekleniyor ve hatta bunun içinde de çoğunlukla en üst %1-10’a kayıyor). Bu rakamlar temel etik testinden geçiyor mu? Nesiller boyu biriken terle anca elde edilecek bir yaşam standardını beklemenin kutsanacak ne yanı var? Hele ki bu nesillerin her biri için gezegenin kaynaklarının çoğu, kazan-kazan modelinde, zengin cüzdanlara akıp gitmişken?

Bu arada, birçok kişi, o tiksindirici derecede düşük resmî yoksulluk sınırının ne anlama geldiğini yanlış anlıyor. Bu, PPP (Satın Alma Gücü Paritesi) üzerinden hesaplanan günlük 1.90 dolar, yani satın alma gücü paritesine göre ayarlanmış bir değerdir. Yani, en iyi şekilde tahmin edilebileceği gibi, şu an ABD’de yılda yaklaşık 700 dolara yaşamaya benzer. ABD’nin resmî yoksulluk sınırının 19’da biri kadar. Ve kuşkusuz, verilerin üzerine kurulduğu şu fikri unutmamak gerekir: Günde 2 dolar kazanıyorsanız (yılda 730 dolar), “aşırı yoksulluktan kurtulmuş” olarak sınıflandırılırsınız.

Buradaki veriye dayalı söylem, ana ahlâkî sorunun şeytanî bir şekilde gözlerden uzak tutulmasıyla maluldür. Pinker’ın öğrettiği zenginlere şefkat gösterme perspektifinin aksine, asıl soru “Şimdi her şey eskisinden daha iyi mi?” değil, “Elimizden gelenin en iyisi bu mu?” olmalıdır. Acıyı minimize etmek için en azından asgari bir çaba gösteriyor muyuz? Ekonomik antropolog Jason Hickel’in de belirttiği gibi, bu açıdan bakıldığında, küresel yoksulluk hiç bu kadar kötü olmamıştır. Dünya her zamankinden daha zengin, ama biz yine de yoksulluğu sona erdirmek için yeterli kaynak ayırmıyoruz. “Aşırı yoksulluğu” sona erdirmek için dünyanın servetinin sadece küçük bir kısmı gerektiği hesaplanmıştır (Hickel, küresel GSYİH’nın %3.9’u olduğunu hesaplamıştır, Our World in Data’dan Max Rosner ise 2013’te 70 trilyon dolarlık bir pastadan 160 milyar doları tahmin etmiştir, yani %3’ün altı). Ancak biz, küresel piyasalara, her yıl dondurma ve yüz kremi için bu miktardan daha fazla para harcamalarına izin veriyoruz (sırasıyla 90 milyar dolar ve 100 milyar dolar). Piyasaların, 150.000.000 çocuğun yetersiz beslenme yüzünden boylarının kısalmasına ve 1.900.000.000 insanın (bugün hayatta olanların %25’i) zengin ülkelerin evcil hayvanlarından daha fazla gıda güvensizliği yaşamasına rağmen, %80 tarım arazisini sığırları şişirmek için kullanmaya karar vermeleri nasıl etik bir anlam taşıyabilir? Buradaki derin veriye dayalı cehalet, GSYİH’nın lüksler ve hayatta kalma temellerini aynı parasal çömlekte karıştırmasından ve ardından “rasyonel” ve “verimli” bir şekilde kaynakları en çok ödeyenlere göndermesinden kaynaklanmaktadır, böylece zenginlerin isteklerini “objektif” bir şekilde öncelikli kılar. Politik veya ahlâkî eğilimleriniz ne olursa olsun, eğer bunlar sizi bu durumu kınamaya ve karşı durmaya yönlendirmiyorsa, muhtemelen bir yeniden ele alınmaya ihtiyaçları vardır. Bu eğilimler, hiçbir tutarlı anlamda insancıl veya aydınlanmış değildir.

Pinker’ın öğrettiği, piyasaların refahı maksimize etme işi yaptığına dair inanç, genellikle şık bir vicdan yönetimi kamuflajı olarak iş görür. Şu anda uygulandığı şekliyle, piyasalar refahı (veya başka bir şey) etik açıdan sağlam bir şekilde dağıtmaz. Şüphesiz, yapılması gereken doğru şey, zengin yaşam tarzlarını daha da geliştirmeden önce her zaman önlenebilir olan sefaleti önlemektir. Neden sefaleti önlemek bu kadar kolayken zengin oyuncaklarına kaynak harcamayı mantıklı buluyoruz? Bu, finansal kaynakları dondurma ve yüz kreminden yoksulluk azaltmaya yönlendirmek kadar basit olmasa da, çok daha zor değildir. Neden dünyanın zenginleri için oyuncaklar ve süs eşyaları, 150.000.000 çocuğun yetersiz beslenerek boylarının kısalmasını engelleyecek olan gıda kadar önemli? Şüphesiz, şu anda eğitilmeyen yüz milyonlarca çocuğun eğitilmesine harcanacak para zenginlerin ıvır zıvır lükslerine harcadıklarından çok daha azdır. Dünya genelindeki 3.000 milyarderin 13 trilyon doları üzerinden %1’lik bir servet vergisi (bu, ikinci bir süper yat ile yetinmeleri gerektiği anlamına gelir) ve bunun karşısında 250.000.000 çocuğun büyük ölçüde iyileşmiş refahı. Gerçekten refahı maksimize etmekle ilgileniyorsanız, bu neden zor bir takas olsun?

Pinker okuyan, veri odaklı, rasyonel iyimser iyilikseverler için önemli bir bulmacayı görsel olarak sunalım: eğer küreselleşme gerçekten milyarlarca insanı yoksulluktan kurtarmakla ilgileniyorsa, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki fark neden hiç olmadığı kadar büyüyor? Her gün alt soldaki gibi göz alıcı veri görselleştirmeleri arasında, sağdaki verilerin neden hiç dikkate alınmadığına dair bir açıklama var mı? Grafik, kişi başına GSYİH’yı gösteriyor, üst çizgi zengin ülkeleri, alt çizgi ise yoksul ülkeleri temsil ediyor. Neredeyse sanki dünyanın kaynaklarını daha adil bir şekilde paylaşmamak için bir plân yapılmış gibi.


Bu satırlar, bir zaferi değil, kaynakların yıllarca yanlış tahsis edilmesinin tiksindirici bir kaydını belgeliyor; bu, kabul edilemez ve ahlâkî olarak şok edici olmalıdır. Birleşmiş Milletler Aşırı Yoksulluk ve İnsan Hakları Özel Raportörü Olivier De Schutter’ın yazdığı gibi: “Büyüme tek başına, çok daha güçlü bir servet yeniden dağılımı olmadan, yoksulluğu etkili bir şekilde ele almayı başaramaz.” Gerçekten de tarihî eğilimlere dayanarak, “5 dolarlık günlük bir sınır altında yoksulluğu ortadan kaldırmak 200 yıl alır ve küresel GSYİH’nın 173 kat artmasını gerektirir.” Mevcut küresel ekonomi, biyosfer sınırlarını çoktan aşmış durumda, bunu göz ardı etmek ve küresel ekonominin 170 kat büyüyebileceğini varsaymak, açıkça bilimin reddidir. Pinker’ın rasyonalistlerinin ekoloji ve yer bilimleri gibi temel gerçekleri göz ardı etme seçimi, son derece çarpıtılmış bir ironidir.

Eğer dünyanın yoksulları için samimi bir endişeniz varsa ve bu gerçeklerle daha önce karşılaşmadıysanız, alternatif bilgi kaynakları bulmayı düşünebilirsiniz. Eğitiminiz ve medya sizi yüzüstü bıraktı. Rasyonel-optimist, zenginlere şefkat gösteren anlatıyı çürütmek zor değildir (ama bu, kendini rahatlatan vicdan yönetimi masalları satmayı tercih eden çok fazla gazeteci ve yorumcunun işine gelmemiştir).

Küresel Güney’de “liberal dünya düzeni” ve “serbest ticaret” gibi ifadeler, bu belirgin kötülükleri çağrıştırır. İrlandalı diplomat Conor Cruise O’Brien, eski kolonilerdeki insanların genellikle “liberalizm” kelimesinden “iğrendiklerini” keşfetti, Pankaj Mishra’nın London Review of Books’ta yayımlanan “On Liberalism and Colonialism” adlı makalesinde belirttiği gibi. Onlar, liberalizmi, “açgözlü bir toplumun soyup soğana çevirdiği dünya karşısında taktığı maske” olarak görüyordu. Mishra, bu tür çelişkilerin “liberalizmin söylemine başından beri içrek olduğunu” belirtiyor. Samuel Johnson’ın şu sözünü alıntılıyor: “Özgürlük lafzı nasıl oluyor da en çok da zencileri sömürenlerin ağzında geziyor?”

“Liberal” terimi, başlangıcından itibaren ikiyüzlülük gerilimleri barındırıyordu. Tarihçi Alexander Zevin, Liberalism at Large: The World According to the Economist adlı kitabında, John Locke gibi düşünürlerin kendilerini liberal olarak tanımlamadıklarını gösteriyor. Bu terimi ilk kullananlar, Napolyon’un yarattığı tahribatın ardından sivil özgürlükler üzerine odaklanmış İspanyol aktivistleriydi. Daha sonra, ekonomik özgürlükleri (genellikle demokrasi gibi küçük ayrıntılardan daha önemli kabul edilen) merkezine alan benzersiz bir Britanya akımı eklendi. Bu, 1843’te The Economist dergisi tarafından açıkça tanıtılmak üzere kurulan ve bugün hâlâ sürdürülen serbest piyasa, “serbest ticaret” ve laissez-faire finans ideolojisidir (hızlı bir özet için Zevin’in “The Refined Sociopathy of The Economist” adlı podcast’ini dinleyebilirsiniz). Britanya’nın açgözlülük temelli bileşeni (yani açgözlüler yönetimi), hem klasik hem de neo-liberalizmin merkezinde yer aldı. Ama klasik liberallerin normları o kadar evrensellikten uzaktır ki, Mishra, Japon ve Çinli Adam Smith ve John Stuart Mill çevirmenlerinin, ‘meşru öz çıkar’ gibi ifadeler için, ahlâkî olarak kınanabilir bencillikten ve görev ihmalinden kaçınan kelimeler bulmada zorlandıklarını bildiriyor. 19. yüzyılın sonlarında Bengalli düşünür Bal Gangadhar Tilak, liberalizmi “görevler sistemi” olarak görüyordu; bu sistemde “ahlâkî davranış, rasyonel öz çıkarın önündeydi.”

Bunu, Hannah Arendt’in Totalitarizmin Kökenleri adlı eserindeki değerlendirmesiyle karşılaştırın: Avrupa’nın “emperyalist olma” zorunluluğu, “bir ulusu yabancı toprakları soymak ve yabancı halkların kalıcı olarak aşağılanması için organize etmek” anlamına geliyordu (liberal aydınlanmanın eksikliği üzerine son derece öğretici). Muhammed Abduh’un söylediği gibi, “Biz Mısırlılar bir zamanlar İngiliz liberalizmine ve İngiliz sempatisine inanıyorduk; ama artık inanmıyoruz, çünkü gerçekler kelimelerden daha güçlüdür. Sizin liberalizminizi açıkça görüyoruz, bu sadece sizin içindir ve sempatiniz de onu yemeyi plânlayan kurdun kuzuya gösterdiği sempati gibidir.”

Yumuşak ticaret büyümesinin ne kadar parlak bir söylemi olursa olsun, en iyi şekilde ayrıcalıklıları korumak ve şişirmek için tasarlandığı anlaşılabilir. Amerikalı diplomat George Kennan’ın 1948’de söylediği gibi, “Dünyanın zenginliğinin %50’sine sahibiz, ama sadece %6.3’lük bir nüfusumuz var… Görevimiz… bu eşitsizlik pozisyonunu sürdürmektir.” Bugün oranlar farklılık gösterse de, ideoloji grotesk bir şekilde kendinden memnun küresel elitin karnını doyuruyor, ancak neoliberalizm, Kennan’ın açgözlülüğe verdiği önceliği sürdürüyor. Liberalizmin iki kalpli ve iki yüzlü canavarının arkasında ne olduğunu dikkatle gözlemleyin.

Serbest piyasa taraftarları ve rasyonel iyimserlerin –bilmeden de olsa– (klasik ya da neo) liberalizmin zarif emperyal ahlâkî canavarlarına benzer şekilde davranmalarını engellemeye yardımcı olalım. Özellikle, “rasyonel” terimini tamamen kendine hizmet etmek için ele geçirmiş olan, açgözlülük tanrısı tarafından yönlendirilen, yoksulluğu ahlâken kabul edilebilir bir hızda hafifletmeyen açgözlü büyüklük sevdalılarına. Serbest piyasalara gömülü olan ve adaleti engelleyen önyargılar daha adil ve eşitlikçi değerlerle karşılanana kadar, ekonomi, küresel yoksulluk veya iklim krizi gibi büyük ahlâkî meselelerde ana kılavuzumuz olmamalıdır.

Jag Bhalla

10 Eylül 2022

Kaynak

Çeviri: Mehmet Ocakçı