Annem’e ve Selvi’ye…
“Bir şeylerin hâlâ anlamlı olduğu zamanlara dönmek istiyorum!”
Komünizm sonrası dönemde çekilen pek çok film, tükenmiş bir deneyimin hem anlamını hem de ruhunu yoğunlaştıran an ve nesnelerden olma bir mozaik derleyip bir hafıza/mekân ödevini başarıyla yerine getirmiştir.
20. yüzyılın başında çekilen filmlerin ortaya koyduğu tarih anlayışıyla, yüzyılın sonunda çekilenlerin tarih anlayışı arasında çarpıcı bir tezat vardır. Eisenstein’ın sineması, geçmişi hem bir estetik tarih biçimi hem de siyasî mesaj kurmaya imkân tanıyan bir deneyim haznesi olarak gören stratejik bir yaklaşımın temsilidir.
Grev (1925), Potemkin Zırhlısı (1925) ve Ekim (1927) başta olmak üzere 1920’lerde çektiği bütün filmler, Rus tarihini “devrime uzanan bir yol” olarak betimler: Ekim’de, Çar heykelinin âsi kalabalığın orta yerine düştüğü sahne, geçmişten kopuşun ve ütopyacı tahayyülün sembolüdür.
Theo Angelopoulos imzalı 1995 tarihli Ulis’in Bakışı’nda ise; kırık Lenin heykeli komünizmin tam da kendisini örnekler: Tuna Nehri’ndeki geçit töreni, komünizmin tarih sahnesinden azledilip bir hafıza mekânına dönüşümünü simgeler. Aynı zamanda bu sekansta kökene dönüş de mevzubahistir: Komünizmin yeniden düşünülmesi ve yeniden inşâ edilmesi…
Angelopoulos’un filmi, Balkanlar boyunca –Yunanistan, Arnavutluk eski Yugoslavya, Bulgaristan ve Romanya– Saraybosna’ya dek süren bir yolculuğu anlatır; modern bir Ulis (Harvey Keitel) iç savaşın göbeğinde, kuşatma altındaki bir şehrin film arşivinde, neredeyse bir asır önce Yunanistan’da çekilmiş ilk filmleri bulur.
Tuna Nehri’nin suları üstünde komünizmin doğum yeri Almanya’ya giden kırık ve melankolik Lenin heykeli gibi Ulis de İthaca’ya geri döner. Aynı anda hem bir son hem de bir öze dönüşe işaret ettiğinden, iki yolculuğun da “âni aydınlanma” yaratan bir havası vardır: Lenin’in Tuna boyunca süren; dua eden bir kalabalığın izlediği ve Eleni Karaindrou’nun hüzünlü orkestra müziğinin eşlik ettiği yolculuğu, hem cenaze töreni hem de bir aydınlanma ânıdır!
Hıristiyan gelenekte bir tebliğdir bu seküler cenaze: Angelopoulos, sahneyi “cenaze merâsimi havasıyla” kuşatır; ama nihai anlamı T.S. Eliot’tan ödünç aldığı ve filmin kahramanlarından birine atfettiği formülde gizlidir: “Başlangıcım sonumdadır benim!”
Bu sahnenin mitolojik bir boyutunun da olduğunu düşünen Arthur J. Pomeray –ki Angelopoulos filmlerinde alışık olduğumuz bir boyuttur bu– Yunan çömlek ustası Eksekias’ın Münih’teki Bavyera Antik Çağ Müzesi’nde sergilenen meşhur vazoya resmettiği Dionysos’un yolculuğuyla benzerlik kurar: Yunan mitolojisindeki Dionysos gibi Lenin de yeniden doğabilir.
Bu bir zafer ilânı değil; her şeyin sil baştan inşâ edilmesi gerektiği gerçeğinin kabulü üzerine kurulu “SOSYALİST BİR ISRAR”dır.
Sol özeleştiri/muhasebe (melankoli?) “Devrim” fikrini yahut daha iyi bir gelecek umudunu bir kenara bırakmak değil; Sosyalizmin anısının yitirildiği, gizlendiği, hafızalardan silinmeye çalışıldığı veya kurtarılması gerektiği bir zamanda onu yeniden düşünmektir. Kaybolan bir ütopyanın matemini tutmak değil; devrimciliğe karşı duran bir çağda kolektif ütopyaları, radikal dönüşümleri yeniden ve sahici hedeflerle somutlamaktır: “Sürekli hata yapıyoruz; artık yapmamak için şimdilik hiçbir şey yapmadan beklemek en iyisi!” fetvaları ancak âhir zaman loser-düşünürlerine yakışır.
Yusuf Ulaş
25 Eylül 2023