Diamond Tema, Agnostisizm ve İlâhi Tragedya adlı kitabını ve konuşmalarını, karmaşık görünen basit argümanlar üzerine kuruyor ve bolca retorik ile süslüyor. Tanım hoş ve bilimsel değil ama jenerik bir isim olarak kullanılabilir; “Z kuşağı” gençlerine çekici geliyor bu karmaşık görünen ama retorik ile süslenmiş basitlik. Buradaki “basitliğin”, meselelerin etraflıca ama net bir şekilde anlaşılmasına yardımcı olan bir basitlik olmadığını belirtmek gerekiyor. Çalışmalarında sınıfsal analiz, ekonomik yapı incelemesi yok (Belki bunları gereksiz, anlamsız ya da “metafizik” bile buluyor olabilir). Din, Tanrı, inanç gibi toplumsal yapılar ile derinden ilişkili konuları ele almasına rağmen, bu konuların sosyal temellerini ve anlamlarını ısrarla görmezden geliyor ve meseleleri bireysel aydınlanmışlık-cahillik karşıtlığı düzleminde tutuyor. Bu metodun, büyük bir kesim tarafından doyurucu bulunması çok ilginç ama zamanın ruhunu göstermesi bakımından da oldukça semptomatik. Bu nedenle, esasında bir birey olarak Diamond Tema’ya değil, Tema’nın ana temasına, yazılarının ve ideolojisinin oturduğu bağlama bakmak gerekiyor.
“Böylece din kurumsallaşmış bir inanç sistemidir ve bu kurumsallaşmış inanç, çok uzun yıllar boyunca insanları bir arada tutmayı, onları bir kimlik altında toplamayı, onlara savaşa gidecek motivasyonu ve insan öldürmek, köleleştirmek ya da ganimet toplamak gibi şeyleri sıradanlaştırmayı başarmıştır.” [Agnostisizm ve İlâhi Tragedya, s. 183.]
Dinin sağladığı toplumu oluşturan bağa, motivasyona ve dinin kimlik verici fonksiyonuna saldırıyor esasen. Burada saldırı sadece örgütlü dinlere değil, insanların örgütlenmesine, bağ kurmasına, kısacası toplumsallaşmasına yol açabilecek, kütle çekimi etkisi yaratabilecek –Hikmet Kıvılcımlı’nın “tarih ve insan üretici gücü” diye adlandırdığı– gelenek, kimlik ve kolektif aksiyon birikimine, kısacası “asabiye”sine saldırı yürütülüyor. Tarihsel bağlarından koparılan bireylerin her türlü olası direniş potansiyelleri yok edilerek mevcut düzen adacıklarının çekim kuvvetine daha sıkı bağlanması amaçlanıyor. Her şey bireyin “aklı, cehaleti, korkusu, ön yargısı, bağnazlığı, menfaati...” üzerinden açıklanıyor. Arada bir insanlardan topluluk olarak ya bağnaz, tüccar din adamları ya cahil kuru kalabalıklar ya da felsefî bilgelik meşalesini elden ele taşıyan elit bilgeler şeklinde bahsediyor. Tüm dünya okuması temelde buna dayanıyor. Bu okuma, içinde bulunulan çağın küçük burjuva katmanlarının ve sınıfsal bilinçten yoksun (kendisini orta sınıf zanneden) beyaz yakalı işçi sınıfı katmanlarının kulağına hitap ediyor; onların biriciklik hislerini, “cahil sürü”den ayrı zeki bireyler olduklarına dair yanılsamalarını besliyor, geniş yoksul kitlelere olan nefret ve küçümseme duygularını meşrulaştırıyor, onlara görmeleri gerekeni göstermeyip, duymak istediklerini duyuruyor. Bu nefret ve küçümseme duygusu, yeni dönem ateizminde ve deizminde (veya agnostisizminde), esasında malumatfuruş bir kılıf içerisinde, sıradan insanlara dönük üst sınıf kibrinde, nefretinde ortaya çıkıyor. Buradan yoksul alt sınıfları gereksiz nüfus fazlası olarak gören yeni dönem nüfus politikalarına, derin ekolojik yaklaşımlara, Dünya Ekonomik Forumu’nun yeni üst-insan tanımlamalarına giden yolun çok da uzun olmadığını söylemek gerekiyor. Toplumun yok edilmesi, artan atomizasyon ve narsistleşme performans öznesini yüceltirken, empati kaybına ve ötekinin yok olmasına yol açıyor.
“Bu pohpohlamanın en büyüğünü ise tanrıya yöneltmiş vaziyetteyiz. Bu, Freud’un deyimiyle, ‘Sonsuzluk/Okyanus Hissi’dir’ ve kendinizi daha büyük bir şeye ait hissetme, bir bütünün parçası olarak görme ihtiyacından kaynaklanır.” [A.g.e., s. 190.]
Bir şeyin parçası olmak kötü bir şey, aşağı bir şey gibi geliyor artık insanlara. Sürünün parçası olmak, vasatlık olarak kabul ediliyor. Oysa aslında sıra dışılıkta bir sıradanlık, vasatlık yarışı sürüyor. Vasatlık esasında, üst sınıfların ya da onlara öykünen beyaz yakalıların tanımladığı şekliyle; alt sınıf mensuplarına, yoksullara, eğitimsiz kalmış kitlelere değil, tam tersi; hayatta kalma ideolojisine, performans toplumu anlatısına, sistemin “farklı olma” buyruğuna ve sözde liyakat anlatısına sıkı sıkıya bağlı olanlara ait bir durumu tanımlıyor. Kapitalizmin “kitle kültürü” çağını haber veren Aydınlanmanın Diyalektiği’nde, herkesin birbirine iyice benzemesi için insanlara benliklerinin tümüyle özgün ve herkesinkinden farklı bir benlik olarak “armağan edildiği” anlatılmış. Günümüzün sosyal medya çağında bu tespit ile esastan bir farklılığa rastlamak mümkün değil. Oysa maharet, sıradanlıkta “sıra dışı” çizgiye ulaşmak, “farklılaşma” baskısına dayalı vasatlığı devrimcileşme ile aşmak… Bu bağlamda da Tema’nın verdiği mesajlar dönemin hâkim anlatısına, egemen sınıf ideolojisine uygun düşüyor.
“Din, insanı bu dünyada sıradanlaştırırken Tanrı’nın huzurunda mükemmelleştirir; felsefe ise insanı bu dünyada mükemmelleştirirken, Tanrı’nın huzurunda hadsizleştirir. Felsefenin kibirliliği bir nebzeye kadar kabul edilebilen bir şeydir, zira haklı bir nedeni olmayan gurura küstahlık denmesi gibi, haklı bir nedeni olmayan övünmeye de kibir denmektedir ve görünen o ki felsefenin böbürlenmeye hakkı vardır zira felsefe tarihi bir anlamda bilim ve gelişim tarihidir.” [A.g.e., s. 203.]
Sekiz baskı yapmış kitabın en ikonik ve öz cümlesi ise şudur herhâlde:
“Dinlerin yapısı diktatörlükle paraleldir, nasıl ki Stalin, zamanında kendisinden çok beslenmiş olduğu Lenin’i o öldükten sonra önemsizleştirmeye çalışmış ve kendisini kahramanlaştırmak çabasına girişmiş ise, aynı bencil ve kıskanç havayı dinlerin de soluduğunu söyleyebiliriz, fakat aynı şeyi felsefe için söyleyemeyiz.” [A.g.e., s. 202-203.]
Kullanılan sözcükler oldukça semptomatik. Lenin ve Stalin üzerinden “anti totalitarizm” vurgulu bir sosyalizm karşıtlığı ve liberalizme yol açılırken, dinlerin (burada özel olarak İslam’ın) diktatörlüklerle benzeştirilmesi, Yeni Dünya Düzeni ve küreselleşmeci ideolojinin, Müslüman halkların yaşadığı coğrafyalara düzenlenen emperyalist saldırıları meşru kılmak için kullandığı “demokratikleştirici savaş” konseptini çağrıştırıyor. Felsefeye verilen epistemolojik ayrıcalığın ise örneğin, “hakikati göstermekten ziyade, yanlışları elemeye dönük” Poppercı tutuma verildiği düşünülebilir. Burada gördüğümüz “anti totaliter” retorik, Soğuk Savaş antikomünizminde Karl Popper ya da Eric Hoffer gibi figürler ile ses bulmuştu. Diamond Tema ve benzerlerinin yaklaşımında temel motif olarak, her tür hakikat tasarımını ve hakikate taraf olmayı, dogmatizm karşıtlığı adına reddeden Antik Yunan sofizmi ve farklı akımları ile skeptisizm göze çarpıyor. Reagan’dan “Özgürlük madalyası” alan Hoffer’ın “kesin inançlılar” eleştirisini hatırlatan bir tarz bu. Hoffer, kitlelerle bağ kuran dinî ve ideolojik hareketlerin karşısına anti-dogmatik retorikle bireyi çıkartıyordu. Burada bir tür üst sınıf kibri ve elitizmi de mevcut. Ortalama dindar insanın, ortalama milliyetçi muhafazakâr insanın ya da ortalama bir sosyalistin cahil avam tabakası olduğuna dair bir kabulden –ön yargı ve küçümseme dolu bir kabulden– bahsediyoruz. Agnostik olmanın üstün insan olduğuna, bir şeylere inanan ve bağlanan insanların ise “alt sürüm” insan olduğuna dair bu örtülü (kimi yerde aleni) kabul, epistemik kararsızlık, hiçbir şeyi değiştirmeye çalışmama ve taraf olmama övgüsüne kapı açıyor (Yani “Yargıyı askıya al” buyruğu ya da “Epokhe” tavrı). Bu taraf olmama, yargıları askıya alma tutumu, “antikapitalist ezberlerin yıkılması” adı altında bayağı bir kapitalizm savunusuna ve vasat bir sağ liberallik övgüsüne doğru ilerliyor. Öyle bir agnostisizm ve öyle bir keskin eleştirel tutum ki, “tüm ezberlere, dogmalara, boş inançlara” karşı savaş açarken, sıra bir türlü kapitalist amentünün, sermaye inancının ya da toplumsal eşitsizliklerin sorgulanmasına gelmiyor. Ne ile karşı karşıya olduğumuz iyi görülmeli. Elbette her felsefî agnostisizm aynı sonucu vermeyebilir ama içinde bulunduğumuz politik sinizm ve konformizm ortamında, felsefî olanı ile karışık bir tür “politik agnostisizmin” de payı bulunuyor. Bu politik sinizm, insanı “veri”ye indirgeyen enformasyon kapitalizmi ve yapay zekâ çağının renksiz, sevgisiz, öfkesiz, silik insanı ile örtüşürken, geleceğin dijital faşizminin de habercisi oluyor.
Bir profanlaştırma (kutsalı yok sayma) çabası var; taraflı da olsa bir hakikate ulaşma ve bağlanma çabasını kıymetsizleştiren, kutsal (dinî ya da dünyevî) kabul edilen hiçbir şey bırakmama isteği. Bu durum, Byung Chul Han’ın 21.yy’ın bir fenomeni, enformasyon toplumunun bir semptomu olarak nitelediği “yeni nihilizm” ile tanımlanabilir. Hakikat olmadan, toplum çözülür. Hakikate dönük saldırı, aslında topluma ve toplumun etrafında kurulacağı bütünsel çerçeveyi sunan anlatılara dönük bir saldırı olarak öne çıkıyor. Tanrı kurgusu ve eleştirisi de bireysel insan zihninden yola çıkılarak yapılıyor. Kendini değerli, farklı, üstün hissetmek isteyen, işçi sınıfının ya da yoksul halkın parçası olduğu hâlde, öylesine “sıradan ve bayağı” bir kuru kalabalığa bağlı kalmak istemeyen gençlerin hislerine hitap ediliyor. Önerilen ise “felsefe dini.” Toplumu oluşturan bağlar gevşetilirken, bir tür üst sınıf elitizmi olarak cazip kılınmaya çalışılan felsefî din; diyalektikten, tarihsellikten, politikadan kaçmanın, idealizm batağına saplanmanın adı oluyor. Bu fikirler, toplumu yok eden neoliberalizmin türevidir. Tabiî çok eski kökleri var, bilebildiğimiz kadarıyla sofistlere kadar gidiyor bu epistemik rölativizm. Net ayrımlara karşı olan, dilde netlik yerine mırıltının övgüsünü yapan postmodern yaklaşım ile de bağı var. Ama çağımızın başka ihtiyaçları da kendini dayatıyor.
Neoliberalizmin o görece sükûnet dönemi bitmek üzere; pek çok yerde savaşlar var, ekonomik krizler ve mülteci krizi gibi sebeplerle milliyetçi tepkiler yükseliyor. Aynı koşullar sosyalizmin ve millî nitelikte bir devrimciliğin de yükselişini hazırlayabilir elbette. Bu nevzuhur agnostikler, rüzgârın estiği yöne uygun bir şekilde, sahte bir kolektivite olarak “Orta Asyacı” bir İslamsız Türklük öneriyorlar. Bunun politik, jeopolitik, tarihî bağlamları tartışılabilir elbette. Ama yapmak istedikleri profanlaştırma, –doğru ya da yanlış– bir şekilde “kutsal” bir değer atfedilen Türk-İslam toplumsallığının saçmaya indirgenerek ıskartaya çıkarılması ve yerine karikatür niyetine bir popüler milliyetçiliğin konulmasını getirecek.
Siyonizm de 19. yy. sonlarından itibaren bu tarz bir yola çıkmıştı. Theodor Herzl, Avrupa devletlerinin yöneticileri ve büyük burjuvazisi ile görüşmeler yaparken “Asya ile Batı arasında kurulacak bir köprübaşı” olma iddiasını masaya koyuyordu. Herzl, Rus Çarlığı’nın içişleri bakanına yazdığı mektupta, “Siyonizmin kaybettiği her şey, devrimcilerin kazanç hanesine yazılacaktır,” diyerek devrim karşıtlığını ön plâna çıkarıyordu. Günümüzde NATO güdümünde hazırlanan yeni tip Türkçülük de benzer bir şekilde, sahte bir kolektiflik adına; bağları, gelenekleri tasfiye etme girişimleriyle beraber ilerliyor. Bu bağlamda, güncel konjonktür ve jeopolitik dengeler içerisinde, Siyonizm ile ortak noktaları sosyalizm karşıtı ve anti-İslam olmaları. Siyonizm, anti-Museviliği çok önemsemiyor, ateist, hatta “Siyonist olmayan” bir tür Siyonizm’i de kabul ediyor. Burada örnek olarak karşımıza son yılların popüler tarihçisi, beyaz yaka orta sınıfın gözde entelektüeli, “hiçbir şey yapmamanın kuramcısı” Yuval Noah Harari çıkıyor. Harari, bir sosyal medya mesajında, “adalet anlayışımızı gerçekliğe zorla empoze etmeye çalışmanın tehlikelerinden” bahsederek politik bir agnostisizmin örneğini veriyor. Harari’nin bakış açısından tarih basit bir mühendislik disiplinine, veri analizine indirgeniyor; “insan tanrı olduğunda tarihin sona ereceğinin” müjdesi(!) veriliyor. Bu “müjde”, Fukuyama’nın ilânının “dataizm” dinine uygun versiyonu. Tüm bu yeni ateizm, agnostisizm görünümlü yeni nihilizm, dataizm dininin kitlesel ve psikopolitik zeminini hazırlama çabası. Evanjelikler de ayrı bir koldan Siyonizm nehrine katkı sağlıyor. “Yeni Ateizm”in önde gelen isimlerinden Dawkins, Dennett, Harris ve Hitchens dörtlüsü, ırkçı-Siyonist emperyalizmi sözde nörobilimsel/evrimsel indirgemecilik adına temize çıkarırken “Evanjelik ateistler” olarak da adlandırılıyorlar. “Evanjelik” ve “ateizm” kavramlarının yan yana gelmesinde tuhaflık görünse de politik bağlamda bir tenakuz yok. Dolayısıyla bu akımların, anti-İslamî, yeni ırkçı sömürgecilik bağlamında da ortak zeminleri var. Leon Cahun ve Vambery’den beri, nerede abartılı İslam karşıtı bir Türkçülük varsa orada tarihî, kültürel, ekonomik, jeopolitik gerekçelerle İbraniyet de aramak lâzım geldiği biliniyor.
İslam’ı protestanlaştırma ve kazıma politikası Türkiye’de yıllarca “cemaatin” asıl işiydi. Emperyalist batıda sesini duyuran ırkçı evanjelik yeni ateizmin, Türkiye gibi yarı sömürge denebilecek bir yerde “utangaç agnostisizm” hâlini aldığı anlaşılıyor. Kısaca ifade edecek olursak, bizde Charlie Hebdo yayımlansa marjinal kalırdı, bu çizgi zor taraftar bulurdu. Tema’nın agnostisizmi, yeni ateistlere sözde karşı çıkıyor ancak hedef aldığı ve vurduğu noktalar birbirlerine çok benziyor. Eylülist darbe sonrası; jeopolitik, sınıfsal, politik hesaplar neticesinde “ılımlı İslam” politikası devreye sokulurken, günümüzde iktidarın dejenerasyonu ile özdeşleştirilen İslam’a karşı daha yüksek perdeden karşı çıkışlar, benzer hesaplar için stratejik bir seçenek olarak elde tutuluyor.
Bu bağlamda bir “çevrenin” varlığını atlamamak gerekiyor. Diamond Tema, “Erlik” rumuzlu operasyon elemanı ve benzer kişilerle yakın çalışıyor, sosyal medya mecrasında birliktelik gösteriyor. Yeni dönemin prototipleri üretiliyor; diğer yandan da yakın tarih ve siyasal kavramlar, toplumsal belirlenimlerinden koparılarak, bu kadroların popüler kanalları üzerinden ters yüz edilerek gençliğe zerk ediliyor. Rand Corporation’un Türkiye ile ilgili Ocak 2020’de yayımladığı raporundaki “milliyetçi rota”, belki de bu ve benzeri grupların rotası olarak hazırlanıyor.
Gençleri etkileyecek olan NATO güdümlü, büyük sermaye yanlısı, içi boş ve Tekeliyet dönemine uygun vatansız Türkçülüğe, anti-İslam elbisesi giydirmek ve bu akımın biraz daha “felsefî”, “derinlikli” görünmesini sağlamak için Diamond Tema kadroya dâhil edilmiş görünüyor. Hakkında çıkarılan gereksiz yakalama kararının da etki alanını genişlettiği görülüyor; geniş kitlelerde “Hükûmet rahatsız oluyorsa bu kişi mutlaka doğruları söylüyordur,” kanaati pekişiyor.
Gençlik, türlü sömürü çarklarının altında ezilip riyadan yaka silkip örgütsüzlük koşulları altında “kaçacak yer” ararken; düzen, önümüzdeki yeni dönem sosyalizmin değil, bunların olsun istiyor.
Umut Doğan
14 Temmuz 2024