Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde Marks şöyle der: “Elbette, eleştiri silâhı, silâhların eleştirisinin yerini tutamaz, maddesel kuvvetin ancak maddesel kuvvette alt edilmesi gerekir ama eleştirisi sanatı kitlelere mal olunca maddesel bir kuvvete dönüşür.” Elimizde onlarca Marksist teorik yayın ve her gün yayınlanan yüzlerce makale varken, Marksistler olarak neden bu topraklarda bir karşılığımız yok? Bunun cevabının; doğru bir tespit yapıp, doğru bir çözüm ortaya koyup, güçlü bir hikâye yaratamayışımızda aranması gerektiği kanaatindeyim. Bunu biraz açmak isterim.
“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir,” sözü, genel geçer söylenmiş ve slogandan ibaret bir belirleme değildi. Marksizm tam da bu nedenle bilimsel bir siyasal ve toplumsal hareket hâlini aldı. Her sınıflı toplum belli bir üretim ilişkisine ve buna bağlı olarak üretici güçlere, sınıf ilişkilerine sahipti. Tarihin her aşamasında bu nesnel zemini doğru yerden yakalayan ve tabir yerinde ise sırtını nereye dayaması gerektiğini çözen kişi ve kolektifler büyük bir kalkışma yaratma imkânına sahip oldular.
Spartaküs’ün köle arkadaşları, Münzer’in köylü dostları, Bedrettin’in Hristiyan, Yahudi, Sünni ve Alevi küçük üreticiler ile köylü yoldaşlarını yakalayan örgütlenmesi, bıçağın kemiğe dayandığı anda yaşanan tesadüfi kalkışmalar değildi; tarihin o anında çelişki ve çatışmanın odak noktasını gören, yanmayı göze alabilecek kuru ağaçların hangi toplumsal gruplar olduğunu doğru yerden tespit eden ve buna mevcuttan daha güçlü bir hikâye yaratmakla cevap veren örgütlenmelerdi. Marks ve Engels de doğru çelişkiyi yakalamış ve ateşe atlamaktan geri durmayacak toplumsal kesimleri tam isabetle tespit etmişlerdi. Çünkü tespit ettikleri toplumsal kesimin, kendi zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Başkan Mao ise anlattığım bu duruma muazzam bir kattı yaptı ve işgal, aşağılanma, sömürü ve açlıkla sınanan köylü yığınlarının devrimci potansiyelini tespit ederek proletarya partisinin komutası altında örgütlemeyi başardı.
Bir örnek olsun: Uruguay’daki Tupamaro Hareketi ülkedeki devrimci potansiyelin farkındaydı; geniş yığınlar sosyalist ideolojinin etkisi altındaydı; aydınların oluşturduğu Marksist gruplar, işçi örgütlenmeleri, çok sayıda işçiyi ve sendikayı etkisi altında tutan komünist parti vardı ama eksik olanın ne olduğu sorusuna cevap arıyorlardı. Buldukları cevap, bu toplumsal potansiyelin darbe yemeyecek güvenli bir alanda devrimci savaş mevziisine çekilmesiydi. İlginç bir şekilde, ülkedeki siyasal ve sendikal örgütlerin “tümüyle” dışında bir savaş örgütü kurarak başlamadılar. Tabir yerindeyse, “kendi kendilerine gelin güvey olarak” var olan tüm parti ve örgütleri kendilerinin kitle örgütü olarak sayıp savaşa başladılar. Burada anlatmaya çalıştığım şey şu: hepsi birbirinden önemli farklılıklar içeren Marks-Engels çizgisinin, Lenin’in, Mao’nun ve Tupamarolar’ın bulundukları zamana ve zemine gerçekçi çözümler üretebilmesiydi. Doğru olan biri değildi, kendi somut koşullarında hepsi doğruydu.
Mesele sadece silâh ve devrimci kavga değil. Örneğin Blankistler, Marksistlere göre çok daha “devrimci” ve çok daha örgütlüydüler. Blanqui öldüğünde cenazesine o güne kadar dünyada görülmemiş düzeyde insan katılmıştı, yüzbinler sokaktaydı (Hz. Muhammed’in ve Marks’ın cenazelerinde 15-20 kişi vardı). Ama sorun sadece dövüşmek değil, çelişkiyi doğru yerden yakalamak; sırtını dayayacağın, sırtını birbirine dayayacak insanları, toplumsal kesimleri doğru şekilde tespit etmek, buna uygun örgütü ve çözümü işaret etmek ve sonucundaki hikâyeyi peşinden koşulacak kadar güzel kurmaktı. Bu nedenlerle Blanqui’nin Mevsimler Derneği değil, o güne kadar dikkate alınmayan proletarya partisi zemin buldu.
Velhasıl, şimdi durduğumuz yerden zamanımıza ve zeminimize baktığımızda ne görüyoruz? Cevap bende olsaydı yazmama gerek kalmazdı, bu zaten çoktan fark edilmiş olurdu. Bu anlamda soruyorum: Tarihin bu aşamasında yanmayı göze alacak birincil toplumsal kesim hangisidir, bunlar nerelerde yaşarlar, nasıl bir kolektifte bulunmaya müsaitler, hangi hikâye onları cezbeder?
Öyle anlaşılıyor ki, miadını doldurmuş sendikaların ve sol örgütlerin eskinin güzel hikâyesini aşamayan proletarya diktatörlüğü anlatısı, seslendikleri işçilerin işini kaybetmeme arzusundan daha etkileyici bir hikâye değil...
Bugün teorik sahada her ne eylenecek ise bu politik arayışa hizmet etmelidir.
Deniz Canören
13 Kasım 2023