Abdülhamid’in Anayasa’yı askıya alması trajediyle neticelendi. Yapısı gereği trajedi, iki taraflı bir olguya verilen isim. Zafer kazananların da kaybını, az sonra idrak edecekleri bir durumu ifade ediyor.
Osmanlı’nın son muktedir imparatoru; meclis fesheden, gerektiğinde sürgün eden, can alan son padişah, kendisine karşı dağa çıkan ordusunun taleplerine boyun eğmek zorunda kaldı, başkentten alınarak Selanik’te bir konağa kapatıldı, Saray’dan ayrılırken malları çalındı, eşleri kendisinden uzaklaştı, kızlarının damat adayları dahi hızlıca aileyi terk etti, bankadaki malına mülküne el kondu, Balkan Savaşları’nda Selanik düşerken konaktan çıkarıldı, İstanbul’da, Beylerbeyi’nde Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasında hastalanarak Şubat 1918’de hapis koşulları altında öldü. Onu devirenler, mallarına devlet adına el koyanlar ve hapsedenler ise padişahın ölümünden dokuz ay sonra İstanbul’dan kaçacaklardı. Bu da trajedinin diğer yüzüydü.
Abdülhamid’in tahttan indirilmesi radikal bir eylem, bir burjuva devrimi gerektirmişti. Zira padişah gerçekten iktidardaydı; modern kapitalist süreçlerin önünü tıkayan gelenekçi bir hat izleniyor, Viyana Kongresi’nde (1815) çizilen monarşist İngiliz-Avusturya Macaristan düzeni takip ediliyordu. Tanzimat rafa kaldırılmış, piyasayı adım adım inşa edecek olan bürokratik elit etkisizleştirilmiş, ülke padişahın mabeyn siyasetiyle, dar bir ekip tarafından idare ediliyordu.
Diğer yandan bu dar ekip ülke genelinde tıbbiye gibi yeni kurumlara can veriyor, iletişim ağlarını genişletiyor, tüm bağımsızlıkçı hareketleri askerî olarak dize getiriyor, Müslüman/Türk hâkimiyeti tahkim ediyor, giderek İslamî tonu ağır bir siyaset atmosferi oluşturuluyor, neticede Cumhuriyet’in ilk yıllarının ve modern Türk siyasetinin zeminini inşa ediyordu. Büyük işlerin yapıldığı, bu büyük işlerin ürünü olan tıbbiyeli, harbiyeli genç kuşağın eski kalıba sığmadığı zamanlar yaklaşıyordu. 1908 budur.
Erdoğan dönemi, gerek saray/mabeyn siyaseti gerek İslamî söylem açısından Abdülhamid dönemine benzetilir. Gerçekte ise onun iktidarı, ne kapitalizmin sınırsız ilerleyişine maraz çıkarmış, ne kalıcı kurumlar inşa etmiş, ne gerçekte gelenekçilik yapmış, ne yeni bir kuşak yaratmış ne de ani ve radikal bir zorlama ile iktidardan uzaklaştırılmayı gerektirecek bir güce erişmiştir.
AKP iktidarı, TÜSİAD’ın Türkiye’nin en büyük sorununu sınıf çatışması tehlikesi olarak tespit ettiği[1] sıkıntılı bir dönemin üzerine, kapitalizmin aparatı olarak iktidara gelecek, Cumhuriyet tarihinin en büyük özelleştirmelerini yapacak, 2007’den itibaren adım adım tüm geleneksel güç kaynakları ile bağı kesilecek, 2016 sonrası hızlıca MHP nezdinde yedeğe alınacak, Erdoğan ve çevresinin zaman zaman bu cendereden çıkış hamleleri ise sonuçsuz kalacaktır.
Gelinen noktada, Ekrem İmamoğlu operasyonları ile AKP’den geriye ne kaldı ise o da geri dönüşsüz biçimde MHP nezdinde Ankara merkezli devlet iktidarının avucuna sıkışmaktadır. Operasyonun radikal bir mecraya girmesi konusunda gösterilen ikircikli tavır bunun sonucudur; Bahçeli’nin radikalleşme çağrıları da Erdoğan’ın onu takip etmesi de. Bir zamanlar AKP’nin kasası olmakla meşhur olup daha sonra İBB Genel Sekreterliği’ne getirilen Can Akın Çağlar gibi isimlerin de gözaltına alınması önemli göstergelerdir. Son operasyon muhalefet tarafından “darbe” olarak adlandırılıyor, gerçekte ise Marx’ın darbenin veya devrimin karşısına koyduğu coup de teté[2] tarifine daha çok uyuyor. AKP iyice girdaba giriyor; “Saddamlaşma” şeklinde tarif edenler de var, bu da işin uluslararası yönüyle daha yakından ilgili. Diğer yandan, uluslararası sahada finans kapital oligarşisinin Trump iktidarı nezdinde girdiği türbülans, İmamoğlu operasyonunu da kolaylaştırmaktadır. Kınama Almanya’dan gelmiş, ABD takip ettiğini ifade etmekle yetinmiştir.
Marx şöyle diyordu: “Hegel, bir yerlerde, dünya tarihindeki tüm büyük olguların ve kişilerin, bir anlamda, iki kez ortaya çıktığını söyler. Şunu eklemeyi unutmuş: Birinde trajedi, diğerinde komedi olarak.”[3] Abdülhamid ve muarızları iki taraflı bir trajediyi yaşamıştı. Bugün, diploma meselesinden belediyenin siyaset komisyonlu ihalelerine, oradan Kürt seçmenden oy alma suçlamalarına ve mahkeme eliyle kongre iptallerine kadar iki taraflı bir komedi yaşanıyor.
Demokrasi komedisi sahneden iniyor.
Gökçe Kutlu
21 Mart 2025
Dipnotlar:
[1] TÜSİAD’ın 1996 yılında 2000 yılı için kendi üyesi sermayedarlar arasında yaptırdığı soruşturmadan aktaran Can Kozanoğlu, İnternet Dolunay Cemaat, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 1997, s. 96-97.
[2] Aceleyle yapılmış, öngörülemeyen ve cüretkâr hareket.
[3] Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Erkin Özalp, Yordam Yayınları, 1. Baskı, 2016, s. 149.