Sahipsiz Tarihin İstismarı
Faşizm kaosa düşen dünyada, bir asrı saadet yanıl(t)masıyla, geçmişi ve geleceği esir alır. Kurgusu genel hatlarıyla şöyledir: “Nasıl olmuşsa dünya kalpsiz bir modernliğin eline düşmüştür. Nifak sokucuların (Yahudi, Marksist, Bolşevik) çıkardığı sınıf kavgası milleti bölmüş, böylelikle doğasından koparak iç kargaşaya düşen milletler dışarıya yem olmuştur. Sefaletimizin sebebi budur.” Birinci Dünya Savaşı’nda, o güne kadar görülmemiş ölçüde kitlesel kıyım yaşanmış, 19. yy. boyunca kendisinden umut beslenen maneviyatsız teknoloji ölüm kusmuştur. Yolunu arayan sahipsiz insanlığın sığınağı, onun gibi sahipsiz kalmış ve istismar edilmiş insanlık tarihi olmuştur. İnsanlık tarihinin geçmiş sınıf mücadeleleri, kabul edilmelidir ki sosyalistler tarafından ne 19. yy.’da ne de 20. ve henüz 21. yy.’da güncel kavgaya, güçlü bir anlatı ile manen bağlanamamıştır.
İtalyan faşizmi, kitlelerin sığınağı olarak Roma İmparatorluğu’nu, onun evrensel düzenini sahneye çıkarır; Nazizm saf Germen topluluk hukukunu, barbar ruhunu. Tabii ki bu anlatılarda, Roma’daki sınıf savaşlarından veya bir vakit adamlarıyla yoldaşlık eden, sonra Roma’yı fethettikçe Romalılaşarak soylulaşan Germen şeflerinden bahis yoktur. Semboller, hatıralar, mitler sınıfsız ve âdeta tarih üstüdür ve keyfekeder kullanılabilir. Zira meydan boştur. Faşist anlatılara göre tarih aşan ulusal hasletler, milletin bağrında yaşamış ve fakat orada bir yerde unutulmuşlardır; küllerinin atılması gerekmektedir. Diğer yandan Germen komünal halk gelenekleri veya Roma kölelerinin isyanları hiçbir zaman bir komünist ilâhiyata dönüşmemiştir; zira kendinden menkul rasyonel akıl için bunlar olmayacak tercihlerdi.
Faşizm, sanayi burjuvazisinin yedeğinde, radikal bir eyleme girişmeden bir adım önce, sınıf savaşımına karşı tarihsel/mitsel ideolojisini inşa etmiştir. İşin bir yanında insanlığın çaresizliği, bir yanında sosyalizm tehdidi, bir yanında ise aşırı finansallaşmadan çıkış arayışları vardır. Çaresizliğin, tehdidin, biriken sermayenin ve arayışın çapı muazzamdır. Bu büyüklükler İkinci Dünya Savaşı’nı zorunlu kılar ki Türkiye bu savaşın dışında kalmıştır. Savaşın dışında kalabilmek ise ancak Recep Peker’in etkisizleştirilmesini ve CHP örgütünün devletçe yutulmasını da içeren bir dizi iç operasyon ile mümkün olmuş; faşizm resmen engellenmiştir. Bu başarılı operasyonların ana sebebi, Türk devletinin geçmişten miras aldığı kapasite sorunudur. Ne birikmiş sermayenin büyüklüğü ne de sosyalizm tehdidi yönetilemez bir hâl almıştır. Türkiye’de de sorun vardır ve fakat çözümü için faşist idare ve savaş gereksiz ve altından kalkılmaz maliyetler olarak görülmüştür. Zira Devlet ilk savaşta paçayı zor kurtarmıştır.
Türkiye’de vaziyet İtalya ve Almanya’dan farklı olsa da burada da zaman zaman sınıfsız, dertsiz tasasız, güçlü asrı saadet anlatılarına ihtiyaç doğar. Batı’da büyük bir savaşa yol açan faşizminin aksine bizdeki vaziyet dışarıda bir patinaj, içeride ise “ötekine” sopa hâlini almıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı çok yakın ve mecburen hasımdı, anlatının dayanağı Osmanlı tarihi olamazdı; bu yüzden Orta Asya hanlıkları gündeme alındı. Buna olsa olsa Osmanlı’nın “saf” kuruluş yılları ve aşağı/saf “halk edebiyatı” eklenebildi. Sonra yeterince eskidiğinde Osmanlı’ya da sıra geldi. İş televizyon dizilerine vardı, repertuvar genişledi. Ne de olsa meydan boş. Sömürüsüz, sınıfsız ve tabii ki güçlü Selçuklu/Osmanlı anlatısı, son on yılda yoğunlaşan dönemsel yayılma faaliyetlerinin gerektirdiği ülke içi atmosferi besledi. Kılcal damarlarına kadar proleterleşmiş, güçsüzleşmiş ve sermayenin her türlü oyununa karşı korumasız kalmış toplumun sığınacağı bir kapı oldu. “Biz buyuz ve aslında göründüğümüzden güçlüyüz!” Neticede Devlet, yayılma politikasından ricat ettiğinde, bu türlü bir anlatı savaş ortamını besleme özelliğinden ziyade salt psikolojik bir sığınak olarak kaldı. Bu şimdiki görünüm.
Toplumsal vaziyet giderek kötüleştiği ve emek sömürüsünün daha da derinleştiği koşullarda, manevî boşluğu dolduran savaş ideolojisi yerini uzun erimli diplomatik bir sürece terk ettiğinde, örneğin, tarihin televizyon dizilerinin komedi nesnesi hâline gelerek hatırlanması, vaziyete fazla bağlananların ise toplumsal intihara meyletmeleri, kadere küsmeleri mümkündür. Gerçek intihar furyası ise tarih mistifikasyonunun fiilî topyekûn savaşla tamamlandığı Batı’da, İkinci Dünya Savaşı sonunda, ideolojinin ve ordunun çöküşünü takip eden dönemde yaşandı. Sınıfsal çelişkileri yok sayan, örtmeye çalışan faşizmin insanlığa yıkımdan başka getirisi olamazdı. Yıkım ise kapitalizme meydanı temizleme, yeniden kendi adıyla arzı endam etme imkânı vermekteydi. “İnsanlığın bu cendereye düşmemesi mümkün müydü?” sorusu değerlidir ancak olan olmuştur. Esas soru bugüne kadar başarılamayanın nasıl başarılacağıdır. Kitlelerin derin bir sömürüye sürüklenip varlık yokluk girdabına girdiği anda, tutunacak bir kök aradıklarını görmek, buradan başlamak gerek.
Kılıç ve Tüfek Arasında Bölünmüş İsyan Haritası
Türkiye’nin toplumsal formasyonunda, 2000’li yıllara kadar, kente göçerek proleterleşmiş kesimleri de içerecek biçimde kırsal özellikler ağır basmaktaydı. Doğal olarak ezilenlerin maneviyatı, şehir çeperleri de dâhil olmak üzere, esasen Alevi toplumunun tarihsel mücadele mirasından beslenmişti. Zira Alevi toplumsal mücadelesinin bugüne yansıyan izleği, feodal dönemde ve feodal sahalarda şekillenmiş, 16. yy. belirleyici olmuştur. Pir Sultan Abdal, geçmiş mücadeleleri kendi toplumunun mücadelesine bağlarken “Zülfikar’ın keskinliği[nin] birazcığı[nın] kılıçta” olduğunu söylüyordu. Kılıç basit bir savaş âleti değildi, onu savaşta kullanacak düzeyde ustalaşmak yıllar alıyor, paranın dolaşımda olmadığı feodal ekonomide onu kullanacak savaşçının ücreti fief/tımar biçiminde toprak tahsisi ile temin ediliyordu. Zamanında Türk ve Kürt aşiretlerinin “kitlesel intisap” yöntemi ile Aleviliğe geçtiği bugün giderek gün yüzüne çıkmaktadır. Aşiret düzeni veya özgür köylülüğe dayalı formasyonlar birebir feodal özellikler göstermeseler de bu ayrım, sonradan masa başında yapılan analizlerde ortaya çıkar. En nihayetinde bu nevi sistemler, feodal dönemlerde başat üretim biçiminin belirlediği koşullarda varlıklarını sürdürüyordu.
Feodal düzen, Osmanlı ülkesinde zamanla dönüşmüş; mutlakiyetçi iktidarın inşasıyla paralel olarak ateşli silahlar teknolojisinde ilerleyen Osmanlı’yı geriden takip edebilen Safevîler, aldıkları yenilgilerle, Alevi toplumu açısından bir umut olmaktan çıkmış; Şah, Pir Sultan’ın beklentisinin aksine “sancağı çekip İstanbul’da oturamamıştır.” Diğer yandan 16. yy.’dan başlamak üzere, Aleviler varlık gösterdikleri şehir merkezlerinin çoğundan sürülmüşlerdir. Bu tarihsel dönemeçten sonra Alevi edebiyatı, kurucu bir iktidar anlatısını terk etmek zorunda kalmış; Alevi toplumunun bir kısmı, “yaylar aşıp şaha gitmiş”; kalanlar açısından direniş, inat ve ahlâk değerleri öne çıkmış ve bu değerler geleceğe aktarılmıştır. Söz gelimi, 80’lerden 2000’lere sol ruh hâlini belirleyen özgün müziğin ritmi ve içeriği bu izleği sürmüştür. Kavga, artık özünde “şehirli, devletli ve iktidarlı” değildir. Ama yaşadığımız hayat öyledir; şehrin, devletin ve iktidarın her an etkisi altında bir toplumsal hayat sürülmektedir. Aradaki açı farkı, gerçek hayatta hissedilen manevî boşluğa da denk düşer. Bu boşluğu, bizatihi Aleviler nezdinde, paradoksal olarak, MHP örgütlenmesinin doldurduğu dahi olmuştur.
Yine 16. yy.’da, örneğin; Manisa, Bursa, Kastamonu, Afyon, Yozgat, Urfa ve Halep’te para hâkimiyeti inşa ediliyor, kırdan koparak bir araya gelmiş işsiz güçsüzlerin oluşturduğu “cemiyetlerin” ve medrese öğrencilerinin (suhte) yarattığı kargaşa düzen bozuyordu. İsyancılar genellikle; eski asker, bölge yöneticisi, kadı vb. unsurlarla ittifaklar kurarak, bir önder etrafında derleniyor ve bu durum bölgesel iktidar iddiasına evriliyordu. Celâli/suhte isyanlarının baş gösterdiği bölgelerde para dolaşımının artması, devletin para politikalarına bağlı fiyat artışları, tüfeğin yaygın ve ulaşılır olması belirgin olaylardı. Para dolaşımının artması, feodal işleyişe aksine, verginin mal yerine para ile ödenmesi zorunluluğunu beraberinde getiriyor; bu durum toplumun geniş kesimleri açısından nakde ulaşmayı zorunlu kılarak ezici bir etki yaratıyordu. 16. yy. itibariyle kapitalist üretim tarzı Batı’da giderek başat bir hâl alırken fiyat ve silah devrimleri ülkeleri kasıp kavurmakta, Osmanlı’nın da piyasalara entegre olmuş bölgeleri bu süreçten nasibini almaktaydı. Devletin para piyasaları üzerinde yürüttüğü; devalüasyon yapmak, belli para bölgelerine özel önlemler almak, piyasaları tekleştirmek gibi aktif ve bilinçli politikalar da meselenin özgün tarafında duruyor; neticede belirgin nüfus artışı gibi başka etmenlerin de bileşik etkisi altında kırdan kopan kitlelere karşı Türkiye’de de Kapital’deki ifadeyle “Kanlı Yasalar” uygulanıyordu. “Tüfeng eşkıyâ eline düşüp Celâlî zuhuruna (ortaya çıkmasına) ve memleket ihtilâline bâis (sebep) olduğu” devlet kayıtlarına geçmekteydi. Bir vakit feodal senyöre tâbi olarak kılıç, ok gibi silahları temin etmesi ve kullanmayı öğrenmesi imkânsız olan köylünün, kendi bölgesinden koparak geldiği sahalarda tüfeğe erişmesi, kısa sürede talim ederek ustalaşması mümkün oluyordu.
Celâli/suhte (aynı çağda Batı’daki adlandırmalarla anacak olursak; serseri, kanun kaçkını, orman adamı, aylak, yersiz yurtsuz) isyanlarının on yıllar içinde bastırılması, yeni entegre para piyasalarının inşası ve fiyat politikalarının oturması, bir yerde kırdan kopan kitlelerin istihdamı için yeniçerilik mekanizmasının dönüştürülmesi gibi gelişmelerin neticesinde, 17. yy.’da iktidarın padişahın mabeyninden bürokrasi ve sermayeye doğru dağıldığı, kendi kapasitesi dâhilinde modern bir “İkinci İmparatorluk” doğmuştur. 17. yy.’ın sonunda malikâne usulü adı altında toprağın özel mülkiyetin konusu hâline getirilmesi bir sürecin tamamlanmasına işaret eder. Bu imparatorluk, Türkiye Cumhuriyeti’nin zeminini teşkil etmiştir. Cumhuriyet idaresi, Celâli düzeninin bastırılmasında kullanılan kavram, yol ve yöntemleri kabul ve tatbik ederek oturmuştur.
16. yy. ve devamında cereyan eden sınıf savaşımlarının hazırlık evresi olarak da görülebilecek olan Bedreddin vakası da bu bağlamda ele alınmalıdır. Bedreddin hareketi; şehirli, devletli ve iktidar odaklı bir kavgadır; devletin başkentinde iktidar da sürmüştür. Cumhuriyet’in tarih ideolojisi, onu bir aşağı halk kültür hikâyesine kapatmayı becermiş; 2021 yılında gösterime giren Hakikat Şeyh Bedreddin bu sebeple gerçeğe yaklaşamamış, Şeyh Bedreddin’in iktidar yıllarının filmini yapmak akla dahi gelmemiştir. En basitinden, iktidar yıllarında toprak dağılımının zenginlerden gazilere doğru yeniden tanzim edilebilmiş olduğu, bunun bir vakit becerilebildiği, bir sanat anlatısının merkezine oturtulabilmeliydi. Ezilenlere ve işçi sınıfına, nasıl da ahlâklı ve estetik yenildikleri ve yenilmeye mahkûm olduklarının dahi anlatılmakla yetinilmiş olması bir yerde manevî boşluğun göstergesidir. Egemenlerin önce tarihsel ve manevî sahada yenilebilir oldukları vicdanlara nakşedilmelidir.
Tarih İşçi Sınıfının Ne işine Yarar?
En temelde, bahsettiğimiz süreç insan etkinliğinin bir ürünüdür. “İnsanî olduğu için bize yabancı görülmemelidir.” “Bizim hikâyemize” gelince, biz kimiz, nereden geliyoruz, ne yaşadık? Kim haklı, kim haksız? Bu sorulara karşı akademik irdelemeyi aşarak bugünün ezilenlerinin ve işçi sınıfının malı olmuş cevaplara sahip değiliz. Süreci madden ve manen kavramak, anlatmak ve hikâyesini özümsemek; kapitalizmin, modern devletin ve bugünkü idare tekniklerinin kavranması, bu konuda kolektif bilinç ve vicdan inşası işlevi görecektir. Para, piyasa, vergi, sömürü, şehirleşme, özel mülkiyet, fazla nüfusun idaresi, devletin güçlenmesi, bürokrasinin hâkimiyeti gibi olgular salt bugünün maddî meseleleri olmaktan kurtarılmalı, tarihsel bir anlatı dâhilinde manen de kavranmalıdır. Anlamak ve anlatabilmek için çok yönlü bir çabaya ihtiyaç vardır. “Soğukkanlı gözlemcinin” mantıksal çıkarımlarına göre bu süreç elbette “ilerleme” olarak da görülebilir. Bu okumanın neticesine yazının başında değinilmişti. Bu soğuk ve kanlı ilerlemenin ıstırap çeken kitleleri ittiği yer, radikal kapitalist fraksiyonların sahte bir sıcaklık yayan kucağı olmaktadır. Bakılması gereken yer ise mantığın soyut işlemler sahası değil, toplumda ortaya çıkmış ve çıkması muhtemel umut ve iktidar olanaklarıdır.
Bugün şiddetle proleterleşmiş ve şehirleşmiş bir yapıda olan toplumsal formasyonumuzun, giderek derinleşen bürokratik baskı ve emek sömürüsü karşısında çürümemesi, sahte kurtarıcıların istismarına muhtaç hâle gelmemesi ancak tarihsel bir maneviyata kavuşması ile mümkün olacaktır. Bu maneviyat inşa edilebilirse, hak mücadelesinin bugüne kadar kendisini kapatmış görünen Türk/Sünni geniş toplum kesimlerine açılması gerçek anlamda gündeme gelecektir. Halklar arasına örülmüş duvarların aşılması ihtimali doğacaktır.
Mitler ve efsaneler, bir yerde, geçmiş sınıf mücadelelerinin tarih aynasında eğilip bükülmüş görünümleridir. Faşizm bir mit örgüsüne sarıldı ve ihtiyaç doğdukça farklı görünümlere de sarılacaktır. Sosyalizm bir gerçeğe tekabül edecekse; bir toprağa, ülkeye ve halka mâlik olacaksa, mite de mâlik olmalıdır. Kaldı ki faşistler yalan söylüyor, çarptırıyor ve örtüyor; hakikat sosyalizme yetecektir. Kapitalizmin gelişim safhalarında, Türkiye coğrafyasında devletin oynadığı kurucu ve kahredici rolü, acımasız tercihleri kolektif bilince çıkarmanın kendisi dahi bir izlek açacaktır. Bizim mitimiz artık şehirli ve devletli bir iktidar kavgasının izini sürmeli, bize hitap etmelidir. Biz olmadan, ittifak da memleket ihtilâli de mümkün olmayacaktır.
Onur Şahinkaya
24 Ağustos 2023