Geçtiğimiz günlerde, Devletin aslî ideolojik aygıtlarından biri olan Cumhuriyet gazetesinde “İnönü’nün bana söylediği!” başlıklı bir yazı yayımlandı. İdeolojik formasyonunu paylaşmasak da üretimleri ve samimiyetine güvendiğimiz demokrat bilim insanı Türkkaya Ataöv’ün kaleme aldığı yazıda, İsmet Paşa’nın kendisine anlattığı bir anıya yer veriliyor. Buna göre, Mustafa Kemal, 1930’lu yılların sonlarında doğru İsmet Paşa’ya şu soruyu yöneltiyor: “Bir eksiğimiz var, yeni düzenin temeline saldırmayan bir muhalefet mutlaka olmalı. Bu nedenle, ben cumhurbaşkanlığından ayrılmak istiyorum. Arkadaşlar hükümeti kursunlar, biz onların yaptıklarını eleştirme görevini yüklenelim. Buna hazır mısın?” İsmet Paşa’nın ise buna cevaben, sesini gururla haykırarak, “Hazırım!” dediği aktarılıyor.[1]
Burada bahsedilen kontrollü muhalefet girişimi, Sol hareketin genellikle “düzen partisi” şeklinde tabir ederek olağan zamanlarda eleştiri yağmuruna tuttuğu fakat her seçim döneminde kuyruğuna takıldığı CHP’den başkası değildir. Bu partinin politik misyonu, henüz daha o günlerde çizilmiştir.
Yine geçtiğimiz yıllarda Murat Bardakçı da eline geçen bir belgeden hareketle benzer bir olayı aktarıyordu. Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde 01027719-01 numarada muhafaza edilen belgede, Mustafa Kemal’in 31 Ekim 1920 tarihli bir mektubu yer alıyor. Burada ise, “Komünizm cereyanı en nihayet ordunun en büyük kumandanlarında kalmalıdır,” deniyordu.[2]
Esasında bu tarihsel gerçekler, mücadele içerisinde olanların yıllardır bildiği, bilmese dahi ensesinde “hissettiği” fakat bir türlü anlamlandırmadığı veya duygusal nedenlerle konduramadığı bir mekanizmanın işleyişine dair en yalın ifadelerdir. Devletin işleyişine dair devletlû kesimlerce aktarılan anekdotlar önemsiz görülmemelidir.
Devletine olan bağını resmiyete kavuşturmadan önce yayımladığı bir kitabında Orhan Gökdemir, “Önemli olan devleti kurtarmaktır ve bunun için hangi tarz siyaset gerekiyorsa ona yığınak yapmakta sakınca yoktur,” şeklinde ifade ediyordu bu politikayı.[3] Bu yerinde tespiti yaptıktan sonra da, kendisine “fısıldanan” tarzda siyaset yapmak üzere 180 derecelik bir dönüş yaparak teori ve pratiğin birlikteliğini kendine özgü bir tarzda tersyüz ederek sürdürmeye girişmiştir. Yetiştiği ocağın hakkını vermektedir.
* * *
Solun Aydınlanmacı damarı, Suphilerin tasfiyesinin ardından Şefik Hüsnü’nün paltosundan çıkmıştır. İki sınıfsal damar vardır ve bunlar, tarih ve sınıf bilincinden yoksun olan kesimler eliyle bugün var olan örgüt enflasyonuna bir “ortak kök” bulma çabasına[4] âlet edilemeyecek ayrımlara sahiptir; dolayısıyla bu çaba beyhudedir. Bu kesimlerin de dâhil olduğu Aydınlanmacı damar, Menderes’te vücut bulan Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte, o günden AKP’ye kadar olan tüm “sağ” iktidarları birbirinin devamı şeklinde okumaktadır. Bir süreklilik olduğu doğrudur fakat tahlil eksik ve hatalıdır. CHP eliyle var edilen DP, Sol tarafından yutturulmaya çalışıldığı gibi 1923 Cumhuriyeti’nden bir kopuşa değil, onun yönetim kademesini emanet ettiği bir siyasî örgütlenmeye tekabül etmektedir. O dönem DP ile CHP arasında nasıl ki gerçek anlamda bir “karşıtlık” yoktuysa, bugün de Erdoğan ve Kılıçdaroğlu arasında böyle bir durum söz konusu değildir. Kökeni kuruluşunda yatan bir Devlet politikası yürürlüktedir ve buradaki kayıkçı kavgasının hiçbir kıymeti yoktur. Yukarıda aktarılan anı, buna dair ilk elden söylenmiş olandır.
Kontrollü muhalefet, yalnızca Meclis’te koltuğu bulunan siyasî öznelerden ibaret sanılmamalıdır. Bardakçı’nın aktardığı belgede de görüldüğü üzere, resmî TKP, Cumhuriyet’in ilânından dahi önce alınmış bir önlemdir ve kimi zaman oraya sokulmuş olan çomakların dışında sorunsuz işlemektedir. Dönemsel olarak adı değişmiş olsa da her daim aktiftir. Günümüzdeki tezahürü, o günden farklı olarak parçalı bir vaziyet almıştır, zira merkezdeki klik yayılım alanını bu şekilde genişleteceğini düşünmektedir. Bir parçası Meclis’e bırakılmış, kalanı da paylaştırılan bölgelere göre konuşlandırılmıştır.
Aynı parçalı bütün, ana gövde konumundaki burjuva partiler için de geçerlidir. Siyasî partilerin sayısı arttıkça politika azalmaktadır. Politikasızlık, politika hâline getirilmiştir.
* * *
Aydınlanmacılık, zihinlere zerk edilmiş bir takozdur. Bilindiği gibi takoz, kımıldanması istenmeyen yere konur. Hareket alanının sınırları, yerleştirilen takozun gevşekliğine bağlı olarak çizilir. İp varsa, muhakkak ipi tutan birileri de vardır, olmak zorundadır.
Misal, son yıllarda Spinoza’ya karşı ilginin arttığı görülmektedir. Sol tandanslı yayınevleri eliyle Spinoza’ya dair çokça kitabın boca edilmesi, aslında yukarıda zikredilen Aydınlanmacı Solun kendinden menkul bir materyalizmcilik oynamasıyla alâkalıdır. “Bugün materyalizmle diyalektiği karşı karşıya getiren ve diyelim, Spinoza üzerinden materyalizmcilik oynayan kesimlerin bir tür alt-devletleşme niyeti taşıdıkları görülmelidir.”[5]
Bu kaba materyalizm, yalnızca çocuksu bir ateizme yol açmaktadır ve bu da küçük burjuvazinin “geleneksel değerler”e tâbi olmayı reddederek dönemsel bir radikallikle kendini var etme çabasında olan öğrenci çağındaki kesimini tav etmektedir. Sol hareketin ana hedefi bu kesimdir, oltalar bu alana doğru atılmakta, kovalar doldurulmaktadır; öğrencilik yıllarının sonunda kovaların terk edilmesi, hedefe yerleştirilenin dönemselliği ve sınıfsallığıyla ilgilidir. Bir taban ve sirkülasyon vardır, ancak mekanizma; kıyma makinesinde olduğu gibi, bütün hâlinde yutulanın öğütülerek parçalar hâlinde ayrışmasıyla son bulmaktadır. Ayrıştırılan parçalar bir daha yan yana gelememektedir. Müesses nizam, bekasını bu yöntem ve aparatlarla korumaktadır.
SSCB’de hazırlanan Materyalist Felsefe Sözlüğü’nde yazdığına göre Spinoza, halk kitlelerinin değil, yalnızca bilge kişilerin özgür olabileceğini söylüyordu. Ona dair ilginin nedenlerinden biri de bu olsa gerek. “Aydınlanma Çağı” denilen dönemde toplumun ezici çoğunluğu cahil ve yeni fikirlere tümden kapalıydı. Dönem, aslında gizli örgüt/cemiyetlerin devriydi ve bir yerde toplumsal hayatı belirleyen de onlardı. Âşina olmayanlar için ilginç gelecektir belki fakat dönemin büyük beyinleri ve bugünün bilimci ideolojisine tapanların bayraklaştırdığı düşünürlerin neredeyse tamamı, aynı zamanda gizli ilimlerle uğraşan büyücülerdi. Spinoza’nın da bu cemiyetlerle olan ilişkisi sır değildir. Umberto Eco, laik modernistlerin Orta Çağ’ın karanlıklarından sıyrılır sıyrılmaz, kendilerini Kabala ile büyüye adamaktan daha iyi bir şey bulamadıklarını söylüyordu.[6] Hâliyle, inançlı birinin bilimle uğraşamayacağı veya bilim insanının inançlı olamayacağına dair, bilimcilerce sık dile getirilen argüman anlamsızdır. Adını andığımız çalışmasında dönemi özet hâliyle aktaran Gökdemir, bir yerde şöyle diyordu:
“Boş inanca karşı amansız bir savaş açmış olan bu devrimci atılımı saygıyla selâmlıyoruz ama yenmiş gibi göründüğü boş inancın yerine geçirdiği şeyin de boş akıl olduğunu söylemeyi bir borç biliyoruz.”[7]
Bugün o “boş aklın” liderliği, alıntıladığımız satırların sahibine ve yardakçılarına kalmıştır. Esasında “boş akıl”, bu “bilgeler” eliyle toplumun “sol” kesimine zerk edilmektedir. Beyinler o derece iğdiş edilmiştir ki; materyalist geçinenler, “aydın” olmakla övünenler, üretim araçlarının sahipliği, yani somut olanın belirlediği sınıfsallığı zihinlerden atmış; tüm siyasî formasyonu birilerinin “gerici”, birilerininse “ilerici” olduğu soyut ve toplumsal hayatta karşılığı olmayan tanımlardan ibaret kılmıştır. “Özgürlük” denilirken, en fazla Spinoza’nın anladığı şekliyle sahip olunacak olandan bahsedilmektedir. Bu hâliyle, nasıl ki Aydınlanmacılar kendileriyle yoksul kesim arasına mesafe koyduysa, bugün o bayrağı taşıdığını iddia edenler de aynı mesafeyi korumanın derdindedirler. Bundan dolayıdır ki, işçiyle bir bağ kuramayan Nevzat Evrim Önal ve Mustafa Erdemol gibi isimler, en fazla Ayşe Kulin’in yanında boy gösterebilmektedirler.[8] Boy gösterilen kişinin, malî oligarşinin beyin takımının istihdam edildiği örgütün Rahmi Koç eliyle kurulan yerel şubesine mensup oluşu Aydınlanmacıları rahatsız etmemektedir. Koç’a yönelik tüm eleştiriler burada anlamını yitirmektedir.
* * *
Yalnızca Tanrı’nın varlığını reddetmeye dair bir çaba, O’nu kanıtlamaya dair olandan farksızdır. Her ikisinin de işçiye ve onun mücadelesine zerre hayrı yoktur.
“Tanrı’ya inanmadığını gururla ilân eden materyalist, aksine her şeyin Doğa tarafından yönetildiğine, Doğa’nın yasalarınca belirlendiğine inanır. Doğa değil de tarihin yasalarından söz etmesi çok az farklılık arz eder. Adlı adınca panteist olan kişinin Tanrı’sından başka bir şey değildir bu.”[9]
Aydınlanmacılık oynayanların Tanrı’sı, burjuva bilimi ve cumhuriyetidir. Her şeyin başı ve sonu buraya dairdir. Sınırlar buradan çizilmiş, zihinler burada tutsak edilmiştir.
Tahir Yılmaz
22 Ekim 2023
Dipnotlar:
[1] Türkkaya Ataöv, “İnönü’nün bana söylediği!”, 20 Ekim 2023, Cumhuriyet.
[2] Murat Bardakçı, “Mustafa Kemal Paşa’nın elyazısı ile Türkiye’nin ilk resmî Komünist Partisi’nin kuruluş talimatı”, 07 Ocak 2018, HaberTürk.
[3] Orhan Gökdemir, Aydınlanma Tarikatı, Chiviyazıları, 2003, s. 89.
[4] Doğan Baran, “Ortak devrimci mirasımız: Türkiye Komünist Partisi”, 10 Eylül 2023, Odak.
[5] Eren Balkır, “GKAH”, 28 Şubat 2016, İştirakî.
[6] Umberto Eco, Foucault Sarkacı, Çeviren: Şadan Karadeniz, Can Yayınları, 2013 (18. Basım), s. 244.
[7] Orhan Gökdemir, a.g.e., s. 94.
[8] “ÇYDD’den ‘ÇEDES’lere karşı laik eğitim’ paneli”, 11 Ekim 2023, soL.
[9] Andy Blunden, “Marx Neden Ateist Değildi?”, Haziran 2006, İştirakî.