Loading...

Mücadele Zeminimiz (III)


“Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmesin önlerine”

[Nâzım Hikmet]

Devlet ve Toplum

Gazi, tarihsel seyirde önce kurucu ve kurtarıcı özneyi, daha sonra egemenlerin eline düşmüş bir “unvanı” ifade eder. Moğol istilaları altında Anadolu’ya sıkışan kitleler, gazi akınları ile açılan yollardan ilerleyerek; korunarak hayatta kalmıştır, denilebilir. Dönemin kitle dinamiğinin diğer parçaları arasında dervişler, Taptuklular, ahiler gibi örgütlü yapılar sayılır. Gazilik, siyaseten ve iktisaden, yaklaşık olarak 15. yy. başlarında Şeyh Bedreddin nezdinde yenildikten sonra, ihtiyaca binaen kullanılan bir meşrulaştırma aracı olarak ele alınmıştır. Yıkım tehlikesi karşısında İslam siyasetine mecbur kaldıklarında Abdülhamid ve Mustafa Kemal, gazi unvanını sahiplenmişlerdir. Dönemine göre, Abdülhamid tuğrasına işletmiş, Mustafa Kemal ise TBMM kararı biçiminde edinmiştir. Colin Imber’in “donmuş meşruiyet” dediği şey bir yerde budur.

Gazinin ayrılmaz parçası ise nöker (yoldaş) idi. Silâh arkadaşlığı ve paylaşım temelinde başlayan ilişki devlete kulluğa dönmüştür. Bozulmanın izi mevcuttur: Nöker, bugün Kars ve civarında “ev hizmetlisi erkek” anlamında yaşar, Moğollarda ise “eş” (karı/koca) olarak varlığını sürdürür. Osman Gazi, ölüm döşeğinde oğlu Orhan’a nökerleri ile eşitlikçi temelde bir düzen kurmasını değil, onlara “ihsanda bulunmasını” tembihler. Zira tembihin muhatabı “Or-Han”dır. Gaziliğe atılan ilk çelme bu adın konmasına içkindir; buraya döneceğiz. Nasihat şu hatırlatmayla biter: “ki senin ihsanın onun hâlinin tuzağıdır.”[1] Devlet inşa edilmektedir. İsim siyasetinden, ekonomi politikaya tercihler bu gerçeğe göre şekillenmiştir.

Osman âdeta “kazan kazan” politikası izliyordu. Bir yandan, Moğol muhasebe kayıtlarında “ucatta” (uçlarda) olarak sınıflanan Beylik, Moğollara tâbiydi, haraç ödüyordu. Diğer yandan Moğollarla çatışıp yenilerek batıya göçenleri bünyesinde topluyor, Anadolu beyliklerini soğuruyor ve Bizans üzerine sevk ediyordu. Kritik anlarda gaza faaliyetleri bıçak gibi kesiliyor ve ortam müsait olunca devam ediyordu. İran Devleti’nin düzenini görmüş ve batıya kaçmak zorunda kalmış bürokratlardan hazine tutmayı, kayıt almayı, muhasebeyi öğreniyor, devletleşiyordu.

İnşa edilen denge siyaseti (Bugüne kadar sürecektir) Osman’ın çocuklarına verdiği isimlere de yansıyordu. Orhan, daha Osman hayattayken inisiyatifi elinde bulunduruyor ve kardeşlerini dahi idare ediyordu; iktidar çizgisinin çok erken çekildiği anlaşılıyor. Bu çizgi, güçlüye tâbi olurken, zayıfa gaza etmeyi gerektiriyordu. Çizginin başlangıç noktasını İlhanlı saray metinlerinde bulabiliriz.

Oğuznâme’nin bugüne ulaşan iki nüshasından birisi, Moğol saray bürokratı Reşideddin tarafından Farsça yazılan dünya tarihinde (Camiü’t Tevarih) yer almaktadır. Oğuzların ve Türklerin tarihi başlığı altında verilen metin daha önceki metinlerin aktarılması mahiyetindedir ancak Reşideddin çağının tanıklıklarını, metinde geçen bilgilerin o günlerde ne ifade ettiğini, halk arasında nasıl yankılanmakta olduğunu yer yer not düşer.[2] Destana göre Oğuz’un büyük hanlık serüveni, babası ve amcalarına karşı verdiği savaş neticesinde onları ezmesiyle başlar. Or-Han dâhil, amcalarını doğuya sürer, onları orada sefalet içinde bir hayata mahkûm eder. 13. yy.’da Türklerin arasında, Moğolların Or-Han ve diğer amcaların neslinden türediğine inanıldığını, Reşideddin’in metne düştüğü nottan öğreniyoruz.

“Oğuz” dururken, çok erken yaşta yönetmek üzere hazırlanan şehzadeye Or-Han isminin konması, iki mesajı barındırıyordu: Size tâbiyiz ve aslında çok yakınız. Oğuz adı, çok sonra ancak “öteki padişah” Cem’in oğluna konacak ve Oğuz, babası Avrupa’da sürgündeyken iki yaşında boğulacaktır. Bir tarafı giderek zayıflamak kaydıyla, Cem’e kadar gelen iki ayrı çizgiden bahsedebiliriz.[3]

Yunus adın sâdıktır bu yola geldin ise 

Osman Gazi’nin politik isim tercihleri Or-Han’la sınırlı değildi. Diğer oğluna verdiği Melik Nâsır ismi ile devrin Memlük Sultanı el-Melikü’n-Nâsır Muhammed’e; bir diğerine verdiği Çoban ismi ile devrin Moğol emiri Çoban’a selam vermekteydi.[4] Bu sıralarda Anadolu halkı imkân buldukça ayaklanmakta, şiddetli emperyal sömürüyü başından atmaya çalışmaktaydı. Kitleler, dönemin iktisadî ve siyasî şartları altında, Babailerden, Türkmen beylerinden, hatta merkezle çatışan Moğol valilerinden liderler etrafında toplanmaktaydılar. İşte bu Emir Çoban, 1299 ve 1314’te isyan hâlindeki Anadolu halkı üzerine yürüyüp son seferinde, yağma ve talan sonrası, beyliklerden ve Ermeni kralından biat alırken, huzuruna çıkan beyler arasında Osman veya idareyi fiilen elinde bulunduran Orhan bulunmamaktaydı. Gerek olmadığı, zaten uyumlu oldukları anlaşılıyor. Halil İnalcık, 1314 hadisesi esnasında Osman’ın beyliğinin askerî faaliyetini dondurduğuna, 1299 karışıklık yılının ise resmî tarihte Osmanlı’nın kuruluş tarihine denk düştüğüne işaret eder. Neticede Osman ve Orhan Moğollarla zıtlaşmamış ancak fırsat gözetmişlerdir.

Vergi, yağma ve talan ağırlıklı olarak doğudan gelmekle beraber, özellikle Osman karşısındaki Koyunhisar bozgunundan sonra giderek sıkışan Bizans’ın 1303-4 yılları arasında Anadolu’ya soktuğu Katalan birlikleri de yağmaya dâhil olmuşlar, Beyliklere ciddi zararlar vermişlerdi. Yağma haddini aşıp genel bir nitelik kazanınca Bizans saray komplosuyla Anadolu’dan çıkarılan Avrupalı askerler, Atina’ya saldırarak burada uzun yıllara yayılan bir iktidar kurmuşlardı. Olay her yönüyle ilginç fakat hadisede temel bir gariplik göze çarpıyor. İşsiz kalan Katalan bölüğünün lideri Roger de Flor’un, özellikle Osmanlı tehdidine karşı Bizans’a iş teklifi götürdüğü kayıtlı.[5] İstanbul’dan çıkışları Balıkesir üzerinden oluyor, pek çok beylikle çatışmalarına ve batı Anadolu’da şehirden şehire dolaşmalarına rağmen, nasılsa Anadolu’ya giriş sebeplerini teşkil eden Osmanlılarla karşı karşıya gelmiyorlar.

Gâh bir gazi olam Efreng ile ceng eyleyem 

Yunus’un bu dizesinin, Katalan bölüğü hadisesiyle yakından ilgisi olması gerekir fakat günümüzde yorumlanırken Yunus’un, Avrupalı (freng) imgesi ile nefsini kastettiği ileri sürülür. Yunus’un sözünün tarihsel ve toplumsal bağlamının örtülmesi işinde tasavvufun bir perde gibi kullanıldığına bir başka örnek de budur. Yine Katalan hadisesinden üç veya dört sene sonra (H. 707) kaleme aldığı nasihatler kitabında (Risâlet’ün Nushiyye) Yunus ortamı şu şekilde tarif eder:

Sınıktı [kırıldı, bozguna uğradı] cümlesi gerü kayıkmaz [dönmez]

Döker oğlun kızın ardına bakmaz

Bunaldı cümlesi durmâdı kaçar

Kılıç lâzım değil iş oldu nâçar [çaresiz]"

Tarif edilen sıkıntılı ortam, Osman ve Orhan’ın hâkim oldukları bölgenin dışında kalmaktadır. O zaman Risâlet’ün Nushiyye’nin aynı bölümünde, sıkıntılı hadiseleri takip eden şu olumlu gelişmeler de Osman ve Orhan’a atfedilmiyor olsa gerek:

Kılıçlar kanlıdır erleri gazî

Uçar kuşlar gibi atları tâzî

Tama’dan [sömürüden] kurtarırlar il ü şehri"

Dizeler, yazıldığı günlere ve 1240’lardan beri içinden geçilen yıkım ve derleniş çabalarına kayıt düşmektedir. Bu karmaşanın arasında siyasî bir odak belirir ve doğum izleri bugüne kalır. Sürmekte olduğumuz toplumsal ve siyasî hayatın karar anlarının Osmanlı idaresinin şekillendiği 14. yy. başından itibaren atıldığını özetle göstermeye çalıştık. Kuruluşun karakterinin, hiçbir surette kurucuların “öz niteliklerine” indirgenemeyeceğini de göstermeye çalıştık; kaçınılmaz olarak, her netice birçok faktörün bileşik etkisi altında ortaya çıkmaktadır.

Bir çerçeve çizecek olursak; denge siyaseti, büyük güçlerin çatışmasından ve direnişçi güçlerden istifade etmek, önemli ölçüde bu istifade faaliyeti esnasında içerdiği aristokrasi dışı/karşıtı güçleri ve ideolojileri tasfiye etmek, onlardan mülhem ethosu kullanışlı bir söyleme indirgeyerek araçsallaştırmak, gerektiğinde halkın hayat kaygısını ve birlik arayışını tahrik etmek, Anadolu merkezli siyasî erkin bileşik stratejisi olarak belirginleşmiştir. Mücadeleye niyeti olanın muhatabı budur. Türkiye’de sosyalist öznenin, kendisini zihnen ve bedenen ayırdığı din ve millete ilişkin tasavvuru, devletin süregelen bu stratejik müdahalelerini göz ardı etmektedir. Göz ardı edilirken, mücadele imkânları, daha muhatap olunmadan heba edilmiş olmaktadır.

Mücadele imkânlarının heba edilmesinin iki yönü var: Birincisi, her özne kendi nesnel zeminine mahkûmdur; inkâr ve küsme apolitik bir iştir. İkinci yönü ise bu nesnel zemini daha önce deneyimlemiş toplumun mücadele biçimlerinden ve duyarlıklarından habersiz kalmaktır. Örneğin, egemenlerin dayattığı gündemin dışında, toplumun dipten akan gündemine dâhil olma, onu belirginleştirme ve netleştirme bilinci giderek zayıflamıştır. Şöyle ifade ediyor Yunus:

Şeriat oğlanları bahis da’va kılurlar

Hakikat erenleri da’vîye kalmadılar"

Şeriat ehlini sömürücü Moğol egemenleri ile bir gören, “Tatar” olarak kodlayan Yunus için burada gösterilen tutumun açık ve mistik yönleri esasen birdir. “Dava” bugünün anlayışıyla ayrıma tutularak ister ilahî ister dünyevî mânâda kavransın, egemenlerin açtığı kapıdan girmemek direnişin ilk adımıdır. Egemen ile sömürülen arasında, olaylara verilen anlamlar, beklentiler ve takip edilen amaçlar zaten maddî koşulların getirdiği zorunluluk gereği ayrıdır; öncünün de bu ayrıma tâbi olması gerekmektedir. Toplumsal zemine, geçmişe ve tarihten gelen tutum alışlarına yabancılık, ister istemez, egemenlerin açtığı bahislere balıklama dalmayı da beraberinde getirmektedir zira toplumun ayrı bir gündemi ve yorumu olabileceği, toplumun, kendine dıştan bakanın değil, kendisinin gerekli gördüğü anda başkaldırabileceği varsayılmamaktadır.

Toplumun sömürüye karşı başını kaldıracağı durumun, onun maddî ve tarihsel koşullarından ayrı olmadığını, Anadolu toplumunun tarih dışı ve durağan bir varlık olmadığını, özgün şartları altında bir hafıza geliştirdiğini ve tuzaklara muhatap olduğunu ifade etmeye, devlet/toplum ilişkisinin başlangıç dinamiklerine işaret etmeye çalıştık. Bu çalışmayı bir giriş mahiyetinde görüyoruz. Yunus’un dilinde belirginleşen çizgide birbirine bağlanan öznelerinin tanıtılmasından, bu öznelerin maddî koşulları içerisinde kavranmasına ve onlardan hasıl edeceğimiz imkânlara değin pek çok mesele tartışılmayı beklemektedir. Yunus’un silsilesinde yer alan öncüleri takip edenlerin kurdukları zaviyeler, ileride Bedreddin’in takipçilerine sığınak olacaktır. Zira bu sığınaklar aynı fırtınalarının ittiği yerlerde inşa edilmiştir.

Yûnus’a Tapduk’tan oldu hem Barak’tan Saltuğ’a 

Sarı Saltuk’un Balkanlara geliş hikâyesi ve sonrası, önemli izlekler sunmaktadır. Diğer yandan ele alınan hadise ve stratejilerin özgün olduğu kadar evrensel yönleri de bulunmaktadır; irdelenmeleri gerekmektedir.

Bu virgülde bizim çıkardığımız özet ise şudur: Dert anlamak ciddi ve devrimci bir iştir; tarih bilinci gerektirmektedir. Toplumsal mücadele tarihi ise arkamızda değil, yüzümüzü dönmek üzere önümüzde durmakta, biz istemesek de bizi rüzgârı ile geriye yani geleceğe doğru itmektedir; gözlerimizi başka yere çevirmek gerçeği değiştirmemekte; inkâra, dalından kopuk yaprak misali savrulmaya hizmet etmektedir.[6]

–yazı dizisi sonu–

Onur Şahinkaya

10 Mayıs 2024

Resim: José Moreno Carbonero, Roger de Flor’un Konstantinopolis’e girişi, 1888.

Dipnotlar:

[1] Âşıkpaşazâde, Tevârîh-i Âl-i Osmân, 24. Bâb sonu.

[2] Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanı, Reşideddin Oğuznâmesi, Tercüme ve Tahlili, Enderun Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1982, s. 119 vd.

[3] Moğol işgalinden Bedreddin devrine kadar isyan hâlinde olan Torlaklar, Türkmenler gibi zümrelerin Cem’in tarafında yer alması hakkında Bkz. Samet Altıntaş, Öteki Padişah Cem, Lejand Kitap, İstanbul, 2023, s. 68, 89 vd.

[4] Bu siyasetin ucatta Osman’a has olmadığı anlaşılıyor, Osman’ın ittifak kurduğu çevrelerden Samsa Çavuş’un kardeşi Sülemiş, bir başka Moğol emirinin adını taşımaktaydı.

[5] Byzantium And The Crusades, 1261-1354, s. 45, ayrıca The Catalans In Greece 1311-1380, s. 169; içinde Kenneth M. Setton [Editör], A History Of The Crusades, The University Of Wisconsin Press, 1975, Londra, İngiltere.

[6] Walter Benjamin, “Tarih Felsefesi Üzerine”, 1940, Sosyalizm.