Loading...

Neoliberal “Atık” Yönetimi: Fazla Nüfusu Nasıl Bertaraf Etmeli?


Değersiz Kargo: Jetsam

Batma tehlikesiyle karşılaşan bir geminin yükünü hafifletmek için kargonun bir kısmının denize atılması, literatürde “jetsam” olarak adlandırılır. Antik çağlardan beri bilinip uygulanan jetsam, modern deniz hukukunda da meşru bir önlem olarak kabul edilir. Kaptan, geride kalan mal ve insanların selâmeti adına bunu yapmaya yetkilidir. Diğerlerine kıyasla “düşük değerli” ya da önemsiz olduğu varsayılan kargonun jetsam statüsüne geçme olasılığı –doğal olarak– daha yüksektir. Kaptanın burada teamüllerin (ya da sigorta şirketinin) öngördüğü çerçevede hareket etmesi beklenir. Sözcüğün “işe yaramaz, artık, değersiz” gibi ikincil anlamları bu çerçeveden türemiş olup, zamanla faydasız addedilen ve toplumda istenmeyen kişi ya da gruplar için de kullanılır olmuştur.

Olağandışı koşullarda, bir nesnenin gözden çıkarılabilir olması, (1) onun maddî değerinin “cüz’i” oluşu yanında, (2) fiziksel özellikleri (rengi, kokusu, boyutları, ağırlığı vs.) itibarıyla görece değerli kabul edilen diğer nesnelerle yan yana ya da iç içe bulunmasının uygun olmaması ve (3) muhafazasının ya da idamesinin gerektirdiği maliyetlere katlanmanın ahlâkî kayda değerliğin (moral considerability) kapsamı dışında bulunması şartlarına bağlıdır. Keza, olağan koşullarda, örneğin taşınırken çöpe attığımız ya da hurdacıya bıraktığımız eşyalardan dolayı üzülmek bir yana, çoğu kez belli belirsiz bir iç huzuru duymamız da genellikle bu üçlü değerlendirmenin sonucudur.

Nesnelerin gözden çıkarılmasıyla ilgili varsayım ve kurallar, insanlar (hatta bazı durumlarda hayvanlar) söz konusu olduğunda kolayca işlemez. Devreye giren etik-moral kaygılar, gerek bireysel gerekse toplumsal düzeyde can sıkıcı değerlendirmelere konu olabilir. Örneğin bakıma muhtaç bir yaşlıyı bakımevine teslim etmekte zorlanırız ya da bir kazazedenin imdat çığlığını duymazdan gelemeyiz. Muhtaç bir insanı gözden çıkarmak, çoğu kez onu ölüme terk etmekle eşdeğer sonuçlar doğurur; sağduyulu hiç kimse böyle bir sonucun nedeni olmak istemez.

Gözden çıkarma gereğinin karşısına çıkan ahlâkî yaptırımlar, ancak kurban adaylarında bazı “uğursuz” ya da lanetli özellikler varsaymakla geçersiz kılınabilir. Yunus peygamberin hikâyesi bu anlamda öğreticidir: Özetle, bindiği gemi büyük bir fırtınaya yakalanmıştır. Yükün bir kısmını denize atan gemiciler, bunun sıradan bir fırtına olmadığını fark ettiklerinde aralarında tanrıları öfkelendiren birinin bulunduğunu anlarlar. Onu tespit etmek için çektikleri kura kendisini gösterince Yunus denize atılır ve fırtına hemen diner. Uğursuz bir yolcudan kurtulmakla yükü hafifleyen gemi güvenli bir şekilde yoluna devam eder.

Kura çekmek pratik görünse de kritik momentte kimlerin gözden çıkarılacağı konusunda insanlık daha etkili yol ve yordamlar geliştirmiştir. Kurban, bir seri katil, toplumun sırtında bir yük, asalak bir serseri, uyumsuz bir yabancı, azılı bir din ve devlet düşmanı vb. olarak etiketlendiğinde gözden çıkarılıp “dışarı” atılması kolaylaşır. Uygulamanın kolaylık derecesi, büyük ölçüde üretici güçlerin bulunduğu düzeye ve –dolayısıyla– sınıfsal kutuplaşmanın “husumet” (antagonizma) doğurma kapasitesine bağlıdır. Neoliberal söylem ve politikaların, özellikle son yirmi yılda bu kapasitenin küresel gelişimine katkısı önemlidir. Bu katkının kapsam ve boyutlarının teşhisi, şimdiki ve gelecekteki gözden çıkarma operasyonlarının doğası hakkında fikir verebilir.

Neoliberalizm, teknik anlamda piyasalar ve devletin bu piyasalardaki (veya bu piyasaların bir parçası olarak) rolü hakkındaki temel fikirler dizisine atıfta bulunur. Neoliberaller, piyasaların mümkün olduğunca “serbest” olması, eş deyişle rekabet tarafından yönetilmesi ve sınırların ötesine açık olması gerektiğine; devletin ise mülkiyet haklarını güvenceye alan, rekabeti garanti eden ve serbest ticareti teşvik eden kurumsal çerçevenin oluşturulmasında ve korunmasında sınırlı bir role sahip olması gerektiğine inanırlar (Schmidt ve Thatcher, 2013: 4). Siyasal anlamda neoliberalizm, sadece ekonomi politikası olarak değil, aynı zamanda piyasa değerlerini ve ölçütlerini yaşamın her alanına yayan ve insanı yorumlayan bir yönetim rasyonalitesi olarak anlaşılır. Bu rasyonalitenin ana akım hâline gelmesi, kapitalizmin toplumsal yapılara gittikçe daha fazla nüfuz etmesini mümkün kılar.

Etik Yurttaşlık

“Hiç yoksul insan kalmaması için ne yapmak gerekir?”

Aynı zamanda bir Cizvit rahibi olan sosyal psikolog Ignacio Martín-Baró (1989), “El Salvador’da toplumsal sınıf kavramının oluşumu” üzerine yürüttüğü bir araştırma kapsamında, farklı toplumsal sınıflara mensup çeşitli yaşlardaki 200’ün üzerinde çocuğa bu soruyu yöneltir. Üst sosyal sınıflardan çocukların çoğu şu cevabı verir: “Hepsini öldürmeli!”

ABD’deki Beyaz ırkçılar bu tür önerilere genellikle olumlu yanıt verirlerdi. 28 Ağustos 1955 günü, Drew kasabasında (Mississippi), Emmett L. Till (14) adlı siyahî genci –iddialara göre– Beyaz bir kadına ıslık çaldığı için işkenceyle sakatlayıp, ardından öldürdüler ve boğazına bir ip bağladıkları cesedi Tallahatchie nehrine attılar. Cansız bedeni üç gün sonra bulunan Emmett’in testisleri, dili ve burnu kesilmişti (Giroux, 2007: 305). Cinayetin ardından yakalanan ve suçlarını itiraf eden katiller J.W. Milam ve Roy Bryant, jüri tarafından suçsuz bulundu.

Uzun süredir refah dağıtımını “çaktırmadan” sınırlamanın yolları üzerinde çalışan hükûmetler, “hepsini öldürmeli” önerisinin ardındaki müdahale mantığına yabancı değillerdi. 1990’ların başında, ABD’li muhafazakârlar –gelişkin think tank ağları sayesinde– siyasal ve entelektüel ortamı o kadar radikal biçimde sağa kaydırmışlardı ki Demokratların adayı Clinton bile “bildiğimiz şekliyle refaha son verme” vaadiyle kampanya yürüttü. 1994 ara seçimlerinde Kongre’de çoğunluğu ele geçiren Cumhuriyetçilerin iki yıl süren baskısının ardından “Kişisel Sorumluluk ve İş Fırsatları Uzlaşma Kanunu”nu (PRWORA) onayladı (22 Ağustos 1996). Böylece yoksul çocuklu annelere nakdi yardım programlarını sonlandıran Clinton, yurttaşlık sorumluluğuna sahip tüm Amerikalılara “gönüllülük ve toplum hizmeti” için güçlü bir çağrıda bulunmayı da ihmal etmedi. PRWORA, adının da ima ettiği gibi, artık can sıkıcı olmaya başlayan “refah bağımlılığı” sorununa çözüm olarak, kendi kendine yeterliliği, istihdam ve piyasa kurallarına uyarlanmayı öngörüyordu. Refaha son verme politikası, özellikle 2008-12 küresel ekonomik krizinin ardından kapitalist sınıflar arasında geniş bir taraftar kitlesi ve uygulama alanı buldu.

Uygulama, yoksullukla mücadele ve sosyal hizmet odaklı gönüllü çalışmaların neoliberal anlayışa uygun biçimde yeniden yapılanmasıyla sonuçlandı. Her şeyi devletten beklemek, ikide bir “vergilerimiz nereye harcanıyor” diye sormak doğru değildi. Ekonominin her türlü ahlâkî kaygıdan uzak “nötr” bir alan olarak yönetilmesi gerektiğine inanan neoliberal bilgin ve politikacılar, özellikle yoksullukla mücadele ve sosyal hizmet alanlarında bireylerden “etik yurttaşlık” talep etmekteydi. Antropolog Andrea K. Muehlebach’ın (2012: 17) tespitiyle, etik yurttaşlık, yeni bir sosyal ve ahlâkî faillik biçiminin, yurttaşların hak ve görevlerine dair yeni varsayımların doğuşuna işaret eder. Etik yurttaşlığa ilişkin bu fikir ve varsayımlara, kamu politikası ve yeni yürürlüğe konulan yasal ve bürokratik çerçeveler aracılık etmektedir. Ekonomi alanı, “ortodoks” akıl ve rasyonel müzakere ile yönetilirken bireysel ve toplumsal refah alanı, moral duyguların harekete geçme kapasitesine emanet edilecektir.

Bu mantığa göre, örneğin yaşlılar ve emekliler, çok az şey yaptıkları ama kendilerini hak sahibi hissettikleri bu geleneksel toplumsal konumdan çıkmalıdır. Onlar, sosyal kaynakları ve sağlık hizmetlerini yiyip bitiren asalaklardır; ekonomik anlamda “ıskarta” ya da “fazlalık” kategorisinde değerlendirilmeleri gerekir. Ülkelerin durumuna göre, işsizler, sığınmacılar, düzensiz göçmenler vb. uğursuzlar da listeye eklenebilecektir. Özellikle kapitalist Batı dünyasında geniş kabul gören bu argüman, esasen bu dünyadaki 20. yüzyıl refahının dayandığı temel ilkelerle çelişmektedir. Buna karşılık, gönüllü sosyal çalışmaların ve hayırseverliğin “refah sonrası devlette iyi vatandaşlığın ön koşulları” olarak kutsanması, neoliberal politikalarla uyumludur.


Refah dağıtım politikası, kimlerin “dışarı” atılacağını da belirler (foto: wikipedia).

Bırakınız Ölsünler!

Clinton’ın Amerikalılara yönelik etik yurttaşlık çağrısının geçerliği, Emmett Till’in cesedinin bulunmasından elli yıl sonra, ABD’nin güneydoğu kıyılarını vuran Katrina Kasırgası (23 Ağustos 2005) üzerinden test edildi. Bir haftadan fazla etkili olan kasırga, geride New Orleans kentinin %80’ini istila eden sularda yüzen şişkin cesetler bıraktı. İlk başta doğal bir felâket gibi görünen şey, çoğu siyahî, Latin, yaşlı ve birazı da Beyaz olmak üzere yüz binlerce yoksulun gıda ve su talebiyle New Orleans Superdome’a ve kentin kongre merkezine doluştuğu ya da çatılarda mahsur kaldığı görüntülerin ana akım medyada yayımlanmasıyla kısa sürede sosyal bir fiyaskoya dönüştü. Yıkımın boyutları, gönüllü çabalarla baş edilemeyecek kadar büyüktü.

Sel sularının yavaş yavaş çekilmesinin ardından federal ordu ve özelleştirilmiş kiralık askerlerin kentte kontrolü sağlamasıyla birlikte, ulusal ve küresel medyaya daha fazla ceset görüntüsü düştü. Sokaklarda, verandalarda, hastanelerde, bakım evlerinde, tekerlekli sandalyelerde ve yıkılmış evlerde öylece bırakılmış, çoğu yoksul siyahî bedenler karşısında The New York Times, “toplumun en temel sözleşmelerinden birinin –çaresizlerin yardımına koşmak– çöküşünü” ilân etti. Kasırga New Orleans’ı yutarken yaşlılar ve kritik hastalar, “ilk kurtarılacaklar” listesinin en altına düşmüşlerdi. Umumi manzara, Emmett Till’in hırpalanmış bedeni gibi, muhafazakâr siyasetçilerin sadece görmeyi reddetmekle kalmayıp, aynı zamanda son yirmi yılın büyük bölümünü kendilerini şeytanlaştırmak için harcadıkları nüfusun en yoksul ve savunmasız kesimini ortaya çıkardı. Katrina kurbanlarının açıkta çürüyen cesetleri, patolojik biçimde renklere takıntılı bir toplumda yaşamanın muhafazakâr kurgusunu paramparça etti.

Katrina, giderek zayıflayan bir demokrasiye işaret eden ırksal ve sınıfsal fay hatlarını açığa çıkarmakla kalmadı. Nüfusun belirli kesimlerini devlet (ve bütçe) üzerinde yük olarak kabul eden ve onlara “tek kullanımlık” (disposable) muamelesini layık gören yeni bir siyaset türünün yükselişini de ifşa etti (Giroux, 2007: 307).

2000’li yıllardan itibaren kapitalist dünyanın diğer bölgelerinde yaşanan benzer felâketler karşısında çoğu hükûmet, –üstelik seçim kaygısına düşmeksizin– aynı kayıtsız tutumu sergiledi. En güncel örnek, son yirmi yılına neoliberal ekonomi politikalarının damgasını vurduğu Türkiye’dir: Ülkenin güneyinde Almanya büyüklüğünde bir alan 6 Şubat 2023 günü peş peşe şiddetli depremlerle sarsıldığında, ayrıntılı felâket kurtarma plânları bir türlü raftan indirilip masaya kon(a)madı. Sınırlı sayıda gönüllünün enkaz altındaki insanların çok azına ulaşabildiği koşullarda, AFAD, Kızılay, TSK gibi operasyonel kapasitesiyle bilinen kurumların bariz biçimde ağırdan aldığı görüldü. Resmî açıklamalara göre 53.537 kişinin hayatını kaybettiği deprem bölgesinde OHAL ilân eden hükûmetin, toplumsal tepkileri polis şiddetiyle bastırmakta ve afet konutu ve enkaz kaldırma ihalelerini başlatmakta gösterdiği çabukluk dikkati çekti. Felâketi “kader plânına” bağlayan açıklamalar, yurttaşların kitlesel ölümünden duyulan memnuniyetin grotesk ifadesi olarak kayıtlara geçti.

Çok sayıda benzer olay, “tek kullanımlık” politikasının sadece (1) devletin birincil aktör olduğu yaygın bir şiddet üretmekle kalmadığını, aynı zamanda (2) siyasî egemenliğin temeli olarak yeni ve güçlü bir önem kazandığını da göstermektedir. Kitlesel ölümler karşısında gösterilen kayıtsızlık, küresel finans sermayesine karşı üstlenilen taahhütlerin, yurttaşları ölüme terk etmekle ifa edilen biyopolitik bir boyutunun da bulunduğu teziyle uyumludur. Neoliberal politikaların egemenliğinde, iktidarın kullanılması giderek daha fazla sosyal sorumluluktan kaçmakla ilgili hâle gelirken hükûmetlerin kamusal yaşamı küçümseyip bireycilik ve açgözlülüğü kutsaması, etik yurttaşlığın doğasını baltalamaktan daha fazlasına mâl olmaktadır. Yoksullara, göçmenlere, emekçi ve emeklilere verilen mesaj şudur: “Sizi ne istiyor, ne umursuyor ne de size ihtiyaç duyuyoruz.”

Bütün bu umursamazlığa rağmen ölmemeyi başaran her bir “fazlalık”, devlet için bir polislik, gözetleme ve hapsetme nesnesidir. Dünyanın en zengin ülkelerinin her yıl sözde iklim değişikliğinin zararlarını hafifletmekten daha fazla sınır güvenliğine yatırım yapmaları bundandır (Transnational Institute, 2021). AB’nin Türkiye, Libya ve Fas ile otoriter Göç Yönetimi’ni dış kaynak olarak kullanmak için yaptığı çeşitli anlaşmaları da bu kapsamda saymak mümkündür. Keza, İngiltere’nin ülkedeki sığınmacıları Ruanda’ya gönderme politikası da fazlalıkları güvenlik gerekçeleriyle uzaklaştırma amacı taşır. Buna karşılık, İngiltere ve Ruanda arasında 25.04.2024 günü yürürlüğe giren anlaşmanın “Göç ve Ekonomik Kalkınma Ortaklığı” (Migration and Economic Development Partnership); hemen ardından (28.05.2024) onaylanan Türkiye-Ruanda anlaşmasının “Turizm Alanında İşbirliği Anlaşması” gibi örtmece başlıklar taşıması anlamlıdır.


İngiltere, Ruanda’ya göndereceği her bir sığınmacı için 170.000 sterlin ödeyecek (foto: wikipedia).

Kapitalist devletlerin fazlalık sayılanların çoğalmasına tepkisi, bu nüfusun varlığını “securitize” etmektir: Fazlalıklar bir ulusal güvenlik sorunudur. Bu nedenle, genel nüfus içindeki oranı hızla azalan özgür mülk sahiplerinin çıkarlarını güvence altına almak için polis güçlerinin ve akıllı sınırların çoğaltılması; medenî ve siyasî hakların kısıtlanması gerekir. Sürekli krize giren bir ekonomi ve artan fazlalık nüfus, neoliberalizmin refah vaadini insanlığın küçük bir kesimiyle sınırlarken, özgürler topluluğundan dışlananlar çıplak devlet şiddetine maruz kalacaktır.

Iskarta Hayatlar

Neoliberalizmin ve artan militarizasyonun koruması altında gelişen kapitalizmin yeni mantığına göre, jetsam artık sadece maddî malları değil, aynı zamanda insanları, özellikle yeni küresel ekonomide gereksiz hâle ge(tiri)lenleri; artık geçimini sağlayamayanları, malları tüketemeyenleri ve en temel ihtiyaçları için başkalarına bağımlı olanları da kapsamaktadır. Bu insanları yoksulluk ve hastalık gibi korkunç talihsizliklerden ya da kaderin rastgele darbelerinden koruma fikrinin sınıf iktidarı açısından takdir edilecek bir yanı yoktur. Bilâkis yoksulluk sosyal dışlanma ile cezalandırılabilen bir günahtır. Bu günah, özellikle ekonomik ve politik olarak her zaman risk altında olan etnik azınlıklar ve göçmenler/mülteciler için geçerlidir.

Günümüzde bu tür grupların sürekli büyüyen bir yoksullar ve işsizler ordusunun parçası hâline gelmiş olması, Marx’ın (2011: 609) kapitalizmin doğasında teşhis ettiği “nispi artık nüfus” (relative surplus population) üretiminin tarihsel uzantısıdır. Kapitalizm, kendinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak sadece artık değer değil artık nüfus da üretir. Sermayenin, emeğin üretken kapasitesini emeğin yerini alan teknolojilere yoğunlaştırma yönündeki sürekli eğilimini vurgulayan Marx’a göre:

“Aslında, sahip bulunduğu enerji ve genişlikle doğru orantılı bir şekilde, sürekli olarak bir göreli, yani sermayenin ortalama değerleme ihtiyaçları açısından aşırı, bu nedenle de fazla ya da artık işçi nüfusu yaratan, kapitalist birikimin kendisinden başka bir şey değildir. […] Bu artık nüfus, sanki üretilmesinin bütün masraflarını o karşılamış gibi mutlak olarak sermayeye ait olan bir kullanılmaya hazır yedek sanayi ordusu oluşturur. Artık nüfus, sermayenin değişen değerlenme ihtiyaçları için, gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, her an sömürülmeye hazır insan malzemesini yaratır.”

Burada dikkatimizi çekmesi gereken şey, neoliberal politikaların, Marx’ın “modern sanayinin varlık koşulu” olarak gördüğü artık nüfusun da ötesinde bir insan kitlesini ekonomi-politik anlamda değersizleştirmeyi mümkün kılmasıdır. “Atık tüm üretimlerin karanlık, utanç verici sırrıdır” diyen sosyolog Zygmunt Bauman (2008), Iskarta Hayatlar [Wasted Lives] başlığıyla Türkçeye çevrilen kitabında bu imkânı şöyle açıklar:

“Iskarta ilân edilmek, gözden çıkarılabilir olduğunuz için gözden çıkarıldığınızı gösterir; tıpkı boş ve geri iadesiz bir plastik şişe ya da kullanılmış bir şırınga, alıcısı olmayan sevimsiz bir eşya, kalite uzmanlarının üretim hattından çıkarıp attıkları, standartlara uymayan bozuk bir ürün gibi. ‘Iskartaya çıkmak’ deyimi, ‘ihtiyaç fazlası’, ‘hurda’, ‘defolu’, ‘çöp’, ‘atık’ gibi sözcüklerle aynı anlam dünyasını paylaşır. İşsizin, ‘emek ordusunun yedek askeri’nin geleceği, yeniden hizmet saflarına çağrılmaktı. Hurdanın geleceği ise diğer hurdaların yanına, çöplüğe atılmaktır.”

Kapital’dekinden farklı olarak, Iskarta Hayatlar’da tanımlanan kitle öyle bir fazlalıktır ki antopolog Tania Murray Li’nin (2017: 1251) yerinde tespitiyle, “bir kısmı yarın ölse bile kâr oranı aynı kalacak ve etkilenen ülkelerdeki GSYİH artacaktır.” Sermaye için “yokluğu varlığından hayırlı” bir nüfus söz konusudur.

Gönüllü çalışmalar da esasen bu kesimleri ıskarta konumunda tutmaya hizmet eden “insanî” araçlardır. Yaşlıların evlerinde; yoksulların varoşlarda; mültecilerin kamplarda; KHK’lıların Kod 37’de; LGBT bireylerin fuhuş endüstrisinde tutulması gerekir. Ne de olsa bu koşullarla baş etmeleri kolay olmayacaktır. Küresel kaynak dağılımı sisteminde “kaybedenler”, hayatta kalmak için ellerinden gelenin en iyisini yapsalar da –finansal sermayenin rehin aldığı– hükûmetler tarafından alınan kararlara hemen uyum sağlayamazlar. Düzenli gelir, gıda ve temel sağlık hizmetlerinden yoksun insanların öngörülebilir ölümleri bir tür kurtuluş sayılabilir. Atıldıkları deniz, Yunus’u karnında misafir eden türde balıklardan ziyade köpekbalıklarıyla doludur. Jetsam ya yüzecek ya da batacaktır.

Bu koşullarda bile kendilerine uzatılacak can simidini “hak etmiş” olmaları gerekir. Refahın neoliberal anlayışa uygun olarak yeniden yapılandırılması süreci, bazı bireylerin “hak etmemiş” olarak işaretlenmesi eşliğinde ilerler. Iskartaya çıkarılmak, kişisel karakterin veya tercihin meşru bir sonucu olarak algılanır. Bu algının nasıl üretildiğini araştıran tarihçi Michael B. Katz (2013: 6), yoksulları etiketlemek için kullanılan ahlâkî kategorilerin, onların yoksulluklarını talihsizliğin doğal bir sonucu olarak değil “tembellik ve ahlâksızlık” ve dolayısıyla kendi kendine zarar veren iradi bir sonuç olarak gösterdiğini saptar. İmkân ve kabiliyetlerini gelişen koşullara uyarlamak, bireyin kendi sorumluluğudur. Hatalı ürünün piyasadan toplatılması gibi, kusurlu birey de toplum dışına atılacaktır. Bu anlamda yoksulluk, artık mücadele edilmesi değil dışlanması ve “görünmez” kılınması gereken bir olgudur. Asıl olan, hak etmişliktir.

Hak etmişliği (deservingness), yoksulluk ve yapısal ayrımcılığın ahlâkileştirildiği bir süreç olarak analiz eden antropologlar Andreas Streinzer ve Jelena Tošic (2022), “haklar” dilinin “ihtiyaçlar” dili yerine ikâme edilmesinin, refah devleti ilkesinin altında yatan mantık ve gerekçeleri geçersiz kılmada önemli bir rol oynadığını gösterdiler. Hak etmişlik, bu anlamda kemer sıkma politikalarının eşitsiz ve yıkıcı sosyal ve insanî etkilerinin depolitize edilmesine katkıda bulunmaktadır.

Harcama kesintileri, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, ücret artışlarının frenlenmesi gibi politikalar, (1) vatandaşlar ve devlet arasındaki ahlâkî yükümlülüklerin yeniden tanımlanmasını ve böylece (2) vatandaşlık haklarına ve gelir düzeylerine dair olumlu taahhüt ve beklentilerin aşağı yönlü güncellenmesini gerektirir. Devlet borçlarının belirleyici bir toplumsal yükümlülük olarak fetişize edilmesi, her iki gerekliliğin de tanınmasını kolaylaştırır. İlâve olarak, Türkiye gibi ülkelerde sıkça işitilen “hepimiz aynı gemideyiz” tarzı çağrılar, özellikle muhafazakâr yurttaşların ekonomi-politik sistem lehine küreklere asılmasını kolaylaştırıcı etkiye sahiptir.

Keza, büyüme, istihdam, eğitim, sağlık, barınma gibi “ihtiyaç” temelli gündem maddelerinin yerini alan bütçe açığı, cari açık, tasarruf, malî disiplin, verginin tabana yayılması vb. söylem ve terimlerin sıkça kullanımı, kemer sıkma politikalarıyla doğrudan bağlantılı biçimde artan toplumsal eşitsizliği ve sınıfsal kutuplaşmayı doğallaştırmaya hizmet eder. Bu tür söylem ve terimlerin siyaset diline nüfuz etmesi, küresel finansal sermayenin o devletin maliye politikasını ele geçirdiğinin en popüler göstergesidir. Bu ele geçirme, antropolog Laura Bear’ın (2015: 178) tespitiyle, insanların ihtiyaçlarının, ahlâkiliklerinin ve toplumsallıklarının şiddet, yoksulluk ve soyutlamanın nüfuz ettiği bir “hesap evrenine” (universe of calculi) teslim edilmesine yol açmıştır.

Yoksulluğun Yeni Anlamı: Hak Etmeyen

Ghanalı şair Hadji Omar “Yüce Tanrı bile yoksulluktan nefret eder. Çünkü isimlerinden biri de Gani’dir,” derken çok da haksız sayılmaz.[1] Günümüzde yoksulluk, bireyin “yukarı doğru hareketlilik” özlemlerine veda etmesini gerektiren bir tür “ıskartaya çıkma” durumunu ifade etmektedir. TÜİK’in (2023) güven vermeyen ölçümlerinde bile nüfusun %12.3’ü “sürekli yoksulluk”[2] koşullarında yaşarken “geçinemiyorum, eve ekmek götüremiyorum” türünden yakınmalara sokak röportajları dışında nadiren rastlamamızın bir nedeni de budur. Hiç birimiz yoksul görünmek ya da bilinmek istemeyiz. Düşük gelir düzeyine rağmen yoksulluk kendi sorunu değilmiş gibi davranma eğilimindeki çoğu birey, genellikle işini kaybettiğinde, ameliyat olması gerektiğinde, çocuğu okula başladığında ya da kredi borçlarında temerrüde düştüğünde kendisinin de yoksul olduğu gerçeği ile yüzleşir.

Yoksulluk, bireyin hayatın olağan akışına katılımını engelleyerek sosyal rollerine bağlı yükümlülükleri ifa etme yeteneğini sınırlar. Bu sınırlama, sosyal mekânlarda hesap öderken şimdilerde sıkça duyduğumuz “birlikte mi ayrı ayrı mı” ve benzeri klişeler üzerinden günlük dili biçimlendirir. Yoksulun kıt kaynakları, onu sıradan yaşam kalıplarından ve faaliyetlerden dışlar. Sosyal dışlanma ve yoksulluk ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır.

Refah karşıtı politikaların başarısının ön koşulu olan bu bağlantının normalleştirilmesi, özellikle ABD ve AB bölgesinde gönüllü çalışmaların neoliberal anlayışa uygun biçimde yeniden yapılanmasıyla mümkün olmaktadır. Clinton’un çağrısının da bu bağlamda okunması gerekir. Muehlebach’ın (2012: 6) tespitiyle, neoliberal kapitalizm, ahlâkî ideolojiler ve toplumsal yükümlülüklerle uyumsuz olmaktan ziyade görünüşte piyasa mübadelesinin kirletici mantıklarından etkilenmemiş, hayırseverlik veya gönüllü çalışma gibi “ücretsiz bölgelerin yaratılması” yoluyla işler. İlk bakışta olumlu görünen bu süreç, refah devletinin üstlendiği pek çok sosyal yükümlülüğün kitlelerin ahlâkî kaygılarına havale edilmesiyle tamamlanır. Gönüllü çalışmalar, hayır organizasyonları ve bağışlar teşvik edilir. Böylece kronik hâle gelen bütçe açıklarının “zorunlu” kıldığı kesintiler, kemer sıkma politikalarının algılanan meşruiyetini artırır.

Bu refah karşıtı “minimum” hükûmet modelinin, yoksulların ihtiyaçlarının karşılanmasında yüksek vasıflı, becerikli ve çoğunlukla kadınlardan oluşan geniş bir gönüllüler topluluğunun varlığına bağımlı olduğu açıktır. Gönüllülük çağrısı, hem yoksulları hem de yoksul olmayanları, artık refah sonrası devlette iyi vatandaşlığın ön koşulu olarak kabul edilen özyönetim görevlerini etkin bir şekilde yerine getirmek için gerekli maddî kaynaklara erişimleri açısından orantılı kılan sahte bir eşitlikçiliği ilân etmektedir.

Gönüllü çalışmaların neoliberal politikaların başarısı açısından bir diğer avantajı da şudur: Yoksulluğun ekonomik yeniden yapılanma, emeğin ve sermayenin küreselleşmesi, yatırımsızlık kalıpları, ırk ayrımcılığı, zenginler lehine vergi düzenlemeleri ve belki de en açık şekilde kamu kaynaklarının yoksulların istifadesine kapatılması gibi süreçlerin bir sonucu olduğu dikkate alındığında, onun azaltılmasına yönelik çözümlerin de en azından bir kısmının benzer şekilde devlet düzeyinde alınacak önlemler olması gerektiği açıktır. İşte gönüllülük söylemi, bu tür politika girişimlerinin tartışılmasını engelleyerek bu yöndeki taleplerin meşruiyetini baltalar. Devletin yoksulları kendi hâline bıraktığı yönündeki eleştiriler, “her şeyi devletten beklemeyelim” tarzı klişelerle geçersiz kılınır. Muhtaçlar ve afetzedeler, artık devletin değil Haluk Levent ve Ahbaplarının ilgi alanındadır.

Sınırlı ama önemli bir antropolojik literatür, hem ahlâkî çabalar hem de siyasî ve ekonomik projeler olarak gönüllü örgütlenmelerin (STK’lar, gıda bankaları, kiliseler vb.) neoliberal kemer sıkma rejimlerinin sürdürülebilirliğine nasıl katkıda bulunduğunu göstermiştir. Örneğin antropolog Antonio Maria Pusceddu (2022), refah devleti ilkesindeki neoliberal esinli dönüşümün Güney İtalya’daki hayır kurumlarında yol açtığı bürokratikleşmenin yerel gönüllüler arasında çelişkili algıları tetiklediğini saptar. Ona göre, “hayırseverliğin moral ekonomisi” kavramı altında topladığı bu çelişkilerin altında, neoliberalizmin ahlâkî tarzının (moral style) etkili bir şekilde ifade edilmesi yatmaktadır. Neoliberal ahlâk tarzı, yoksullar söz konusu olduğunda refah topluluğunun “sevgi dolu öznesi”nin [gönüllüler] devletin modern rasyonalitesinin yerini almasını ifade eder. Bu ahlâk tarzının başarısı, devletin, seferber ettiği karşılıklılık, dayanışma ve ötekilere adanmışlık gibi ahlâkî duyguların ardına bireyci ve hesapçı homo economicus’u gizleme kapasitesindedir.

Pusceddu’nun saptadığı çelişkili algılardan en önemlisi, “hak eden-hak etmeyen” ayrımının nasıl yapılacağı, daha doğrusu böyle bir ayrımın etik olup olmadığı ile ilgilidir: Daha önce sınırlı sayıda yoksula gıda sağlayan kiliseler ve gıda bankalarının, refah karşıtı politikaların ardından yoksullaşan ve işsiz kalan çok sayıda genç ve sağlıklı bireyin yardım talebiyle karşılaşması, gönüllülerin baş etmesi gereken bir dizi ahlâkî ikileme yol açtı. Kamuoyunda “yeni yoksullar” (nuovi poveri) olarak tanınan bu sıra dışı alıcılar karşısında gönüllüler kendi rollerini yeniden değerlendirmek zorunda kaldılar. Onlara göre, devletin yurttaşlara uygun geçim fırsatları sağlamaktaki yetersizliği, esasen en yoksul bireylerin ihtiyaçlarıyla ilgilenmesi gereken gönüllüleri devletin vekili konumuna itmişti. Devletin yoksullarla ilgili sorumluluğunu hayır kurumlarına “delege etme” eğilimi, tarafları ayıran rollerin devlet lehine bulanıklaşmasına yol açtı. Burada, devletin sözde yetersizliğinin meşru bir mazeret olarak algılanmakta oluşu önemlidir. Her şeyi devletten beklemek artık “etik” değildir.

Hak etmeyen yoksul kavramı, esasen yardımseverlik ve dayanışmayı hak ve liyakat açısından sosyal beklentilere uyanlarla sınırlama konusundaki paradoksal düşüncemizin bir ürünüdür. Bazı birey kategorileri, örneğin yaşlı, hasta ve sakatlarla çocuklar ve dullar, maruziyet (vulnerability) durumları nedeniyle “hak etmiş” yoksullar olarak nitelenirken diğerlerinin, özellikle kendi yoksulluklarından sorumlu tutulanların kolektif desteği hak etmediği varsayılır. Sosyal desteği hak etmediği düşünülen bir yoksul kategorisinin varlığı, sadece devletin refah politikasının değil toplumun daha geniş normatif düzeninin bekası açısından zorunludur. Türkiye’nin bazı illerinde “fakir fukara fonu” kapsamında kaymakamlıklara yapılan başvuruların önce Jandarma tarafından incelenmesi, KHK’lılara ait başvuruların incelenmeksizin reddedilmesi böyledir.

Sosyolog Herbert J. Gans (1994), hak etmeyen yoksulların sosyal bir fenomen olarak var olmaya devam etmesinin başlıca nedeninin, yoksul olmayan nüfus lehine bir dizi “yararlı işlev” ifa etmeleri olduğu görüşündedir. İlk ve en öngörülebilir işlev ekonomiktir: Refah dağıtım ödenekleri doğası gereği sınırlı olmakla, devletlerin muhtaç vatandaşları koruma kapasitesi de öyledir. Dolayısıyla, sosyal yardım programlarını düzenleyen uygunluk kurallarında açıkça formüle edilmiş olsun ya da olmasın, “hak etme” kriterlerini karşılayanlara öncelik verilmesi nesnel bir zorunluluktur.

İkinci olarak, hak etmeyenlerin varlığı, kabul edilebilir sosyal değerlerin ve davranış biçimlerinin toplumsal bir hatırlatıcısı ve “hak etmiş” sayılanlar için bir “norm güçlendirme” aracıdır. Refah politikası, önce egemen sınıflar için “sapkınların” (deviant) kim olduğunu tanımlayan; ardından onları sistemin artıkları olarak damgalayan bir ahlâkî sistemin parçasıdır. “Hak etmeyen” olmak, bu şekilde etiketlenenleri onları etiketleyenlerden uzaklaştırır. Etiketleyenler, belirli kişi ya da grupları hak etmeyen olarak damgalayarak, kendilerini onlarla ilişki kurma hatta onlara ahlâkî eşitleri gibi davranma sorumluluğundan kurtarırlar –ki bu da onlar tarafından incitilme ya da onların öfkesine maruz kalma riskini azaltır.

Dahası, hak etmeyen yoksullar, itiraz edemeyecek kadar zayıf olduklarından aslında neden olmadıkları sosyal sorunlara neden olmakla suçlanabilir (günah keçisi) ve daha iyi durumdaki insanların kendi sorunlarının yanı sıra ekonominin, siyasetin ya da başka herhangi bir kurumun sorunlarını boşaltabilecekleri “katartik nesneler” (bağırsak temizleyici) olarak hizmet edebilirler. Bu anlamda örneğin Beyazın zenciye, Türkün Kürde (ya da Suriyeli göçmene) ihtiyacı vardır. Çünkü kendi içinde barındırdığı ama taşımayı tahammül edilemez bulduğu şey her ne ise (şiddet, asalaklık, aptallık, sapkınlık vs.) ancak zenciler, Kürtler ya da Suriyeliler tarafından taşınabilir.

Üçüncüsü, hak etmeyenlerin varlığı ve onların etrafında üretilen retorik, siyasî gündemin ideolojik olarak meşrulaştırılmasını kolaylaştırır. Hak etmeyenlerin sözde sorumsuz ve sapkın davranışlarına dair olumsuz temsiller ve basmakalıp sınıflandırmalar, onların refah sistemine bağımlılıklarını azaltma gereğine odaklanan neoliberal anlatıları doğrulayabilir ve dışlanmaları için halka psikolojik rahatlama sağlayabilir.

Yeni Çitleme Hareketi: Küresel Toprak Gaspı

2008 krizinin ardından özellikle Afrika, Asya ve Uzakdoğu ülkelerinde geniş arazileri tarımsal, sınaî ya da madencilik amaçlarıyla yatırımcılara tahsis etme yönünde bir eğilim gözlenir. Bir tür “çitleme” formunda gelişen bu girişimler, on binlerce insanı toprağa erişimden mahrum bırakarak yerinden ederken yeni iş alanlarının ortaya çıkmamış olması, bu nüfusu sermayenin ihtiyaçları açısından “fazlalık” hâline getirdi. Onlar artık “sanayi için yedek işçi ordusu” olarak bile tanımlanamazdı.

Li’nin (2010: 73) aktardığı verilere göre, bu süreci tetikleyen tarımsal çitleme hareketinin en büyükleri, palm yağı üretilen ağaç alanının 1990’da 3 milyon hektardan 2003’te 9 milyon hektara ulaştığı Malezya ve Endonezya’da yaşandı. İlâve plânlamalar, yüksek fiyatlar ve biyoyakıtlar için beklenen talep tarafından teşvik edilmektedir. Palm yağı alanının yaklaşık %60’ı, özel şirketlerin veya “parastatal” [hükûmet yanlısı] şirketlerin doğrudan yönetimi altındadır. Geri kalan alanlar da çoğunlukla sözleşmeli küçük toprak sahipleri tarafından yönetilmektedir. Dönüştürülen arazilerin çoğunun yasal statüsü tartışmalıdır ve protesto hareketlerinin kanıtladığı gibi, on binlerce yerel toprak sahibi ya tahliye edilmiştir ya da zorunlu şartlarla üretime dâhil edilmiştir.

Palm yağı plantasyonlarının emek hazmetme kapasitesinin aşırı düşüklüğü not edilmelidir. On bin hektarlık bir palmiye alanı, bir işleme fabrikası ile birlikte 10 hektar başına 1 (bir) kişi olmak üzere toplam 1.000 işçi istihdam etmektedir –ki bu sayı çaydan (hektar başına iki ilâ üç kişi) ve kauçuktan (bir ilâ iki kişi) daha azdır. Dolayısıyla, palm yağı söz konusu olduğunda toprak ile emek arasındaki kopukluk derinleşir. Böylece gelecek on yıllar boyunca palm yağı için çitlenen devasa arazinin çok az iş üretmesi garanti edilmektedir. Dahası, palm yağı furyası bir gün sona erdiğinde –buldozerler, kimyasallar ve yoğun “mono-cropping” ile örselenen– bu arazilerle neler yapılabileceği de şüphelidir.

Uzakdoğu’daki büyük ölçekli çitlemeler, 2008’de gıda fiyatlarındaki küresel artışın Çin’i ve diğer zengin ama gıda güvenliğinden yoksun (food-insecure) ülkeleri, özellikle Japonya ve Körfez emirliklerini Kamboçya, Filipinler, Endonezya, Myanmar ve Laos’ta arazi satın almaya ya da kiralamaya kışkırtmasıyla yeni bir döneme girdi. Bu yeni çitlemelerin en büyüğü, Binladin Group (Suudi Arabistan) liderliğindeki bir konsorsiyum tarafından pirinç yetiştirmek üzere satın alınan Endonezya’ya bağlı Batı Papua’daki 1.6 milyon hektarlık arazidir. En güncel veriler, 2000-2023 yılları arasından bağıtlanan 2081 sözleşme üzerinden Asya, Afrika, Doğu Avrupa, Latin Amerika ve Karayipler’de yaklaşık 61.6 milyon hektar alanın endüstriyel tarım ve hayvancılık amaçlarıyla kiralandığını göstermektedir.


Yıllar itibarıyla kiralanan küresel arazi büyüklüğü (The Land Matrix).

Ancak ekonomist Jennifer Clapp’ın da (2009) işaret ettiği gibi, zengin ülkeleri yoksul ülkelerde arazi kapatmaya sevk eden “gıda krizi”, FAO, Dünya Bankası (DB) ve OECD gibi uluslararası kuruluşların iddialarının aksine gıda arz veya talebindeki değişimlerden kaynaklanmamıştı. Fiyat artışının ana itici gücü, özellikle 2008 krizinin ardından büyük kurumsal yatırımcıların dolardan emtiaya geçmesiydi. Tarım arazileri, özellikle devam eden gıda ve yakıt kıtlığı olasılığı dikkate alındığında görece güvenli ve yüksek kazançlı bir “varlık sınıfı” (asset class) olarak görülüyordu.

Emtia endeks fonlarındaki (commodity index funds) spekülasyonun 2003’te 13 milyar dolar iken Mart 2008’de 260 milyar dolara yükseldiğine dikkati çeken Clapp (tarımsal emtia, bu endeks fonlarındaki emtianın yaklaşık %30’unu oluşturmaktadır), bunun yanında bir dizi uluslararası makroekonomik faktörün (doların düşen değeri, küresel gıda sisteminin kontrolünün az sayıda firma elinde toplanması, tarımsal yatırımlardaki istikrarlı küresel düşüş, ticaret kurallarındaki ve gıda yardım politikalarındaki uzun vadeli dengesizlikler) dünyanın en fakir ülkelerindeki dalgalanmaların uzun vadeli kırılganlığını şekillendirmede önemli rol oynadığını gösterdi.

Sözde gıda krizi geri çekilirken doğrudan hükûmetler arasında müzakere edilen ya da şirketler tarafından başlatılıp, Uluslararası Finans Kurumu (IFI) ve Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) gibi kuruluşlar tarafından desteklenen bir dizi “küresel toprak gaspı”[3] için güçlü bir gerekçe bıraktı. Food-insecure ülkelerin hükûmetleri, artık gıda ithalatına güvenerek nüfuslarını açlık riskine sokamayacaklarını savundular. Gıda tedarikini güvenceye almak için doğrudan deniz aşırı gıda üretimine katılmak zorundaydılar. Şirketler de artan küresel gıda talebinin kâr getireceği beklentisiyle bu girişimlere katıldı. DB, yabancı yatırımların “kalkınma” getireceğini savunarak toprak mülkiyeti yasalarını gevşetmeleri için hükûmetler üzerindeki baskısını artırdı (GRAIN, 2009). Baskının sonuç verdiği ülkelerin çoğunun, DB sınıflandırmalarına göre düşük veya düşük-orta gelirli ülkeler olması anlamlıdır.

Bu süreçte dikkate alınmayan tek şey, yeni çitleme hareketinin yerinden ettiği kırsal nüfusun nasıl hayatta kalacağıdır. Neoliberal iktidarlar bu konuda belirgin bir iyimserlik içindedir: Onlar kendi kendilerine yetebilecek güçtedir. Bu fikrin “bilimsel” varyasyonlarını, “sosyal dirençlilik” (social resilience) temalı çalışmalarda (bkz. Altun, 2023) çokça görmek mümkündür.

Keza, sınıfsal çelişkilere ilgisizliği ile bilinen antropolog Clifford Geertz’in (1963) Java kırsalı örneğinden hareketle geliştirdiği, “köylülerin kendi başlarının çaresine bakacağı” ve benzeri pastoral mitler de hükûmetlerin kırsal kalkınma odaklı programlara ilgisini kaybetmesinin bir başka nedenidir. Geertz’in, Java kırsalını, herkese bir yer temin edildiği “paylaşılan yoksulluk” ve sonsuz emek hazmetme vahası olarak tanımlaması, Endonezyalı yetkililerin etik kaygılar duymaksızın sömürge dönemi mülksüzleştirme politikalarını sürdürmesinde etkili oldu. Ne de olsa “Java köylü yaşamının incelikle susturulmuş dilinde, ‘sahip olanlar’ ve ‘sahip olmayanlar’ değil, yalnızca ‘ancak yeterli olanlar’ (tjukupanlar) ve ‘oldukça yeterli olmayanlar’ (kekuranganlar) vardı.”

Güneydoğu Asya ekonomik krizinin (1997-1998) vurduğu Endonezya’da, bazı uzmanların yerinden edilmiş kentli işçilere, köy ekonomisine yeniden katılabilecekleri için bir “güvenlik ağı” sağlamaya gerek olmadığını savunması da benzer pastoral mitlerle ilgilidir. Hatta sosyologlar Breman ve Wiradi’nin (2002: 3) aktardığına göre, belediyeler ücretsiz “tek yön otobüs bileti” dağıtarak kriz nedeniyle işsiz kalan bu göçmenlerin köylerine dönmelerini kolaylaştırdı. Kuşkusuz asıl amaç, gıda isyanlarını kışkırtma ve siyasî kargaşayı körükleme potansiyeli olan bu “fazlalıkları” kentlerden uzaklaştırmaktı.

Bu kadarla kalmadı; DB (2008), Endonezya örneğini “kentsel şoklar” için bir çare olarak müjdelediği “çiftlik tarafından finanse edilen sosyal refah” (farm-financed social welfare) etiketiyle yüceltti. Kıyamet senaryolarını reddeden DB uzmanları (Poppele, Sumarto & Pritchett, 1999), özellikle alt gelir gruplarının krizle başa çıkmada esasen “daha başarılı” olduklarını düşünüyordu. Onlara göre, krizin kentler üzerinde kırsal ekonomiye kıyasla daha keskin bir olumsuz etkisi olmuş; hatta refah içinde yaşayanları yoksullardan daha sert vurmuştu. Bir başka DB uzman ekibi (Jellinek & Bambang, 1999) daha ileri giderek kriz olarak adlandırılan şeyin aslında gerçek bir ekonomik patlama yarattığını iddia etti ve “mini-komünal-kapitalist sisteme geçiş” olarak adlandırdığı şeyi övdü. Özetle, kırsalda refah vardı; yoksullar krizlere karşı şerbetliydi; öyleyse asıl zenginler için bir şeyler yapmak gerekirdi!

Bu gibi gözlemlerdeki kritik kusur (ya da kasıt), kırsal alanlardan çıkanların büyük bir kısmının çiftliği olmaması ve bazılarının birkaç nesilden beri topraksız olmasıdır. Çiftlik tarafından finanse edilen sosyal refah, eğer işe yarıyorsa müreffeh toprak sahipleri için de işe yarayacaktır.

Yoksulluğu küresel anlamda anlam kaymasına uğratan gelişmelerden biri de “yeşil, sürdürülebilir, temiz, iklim dostu” vb. meşrulaştırıcı terimler eşliğinde başlatılan sömürgen ve/veya toksik endüstriyel girişimlerdir. Küresel finans kapitalin desteği ve hükûmetlerin işbirliği altında plânlanan bu girişimler, çoğu kez yerel sakinlerin zorla yerinden edilmesini gerektirir. Uluslararası kuruluşlar ve neoliberal literatür, enerjide arz güvenliği ya da sözde iklim değişikliği ve onunla bağlantılı küresel gelişmelere atıf yapsa da bu tür girişimlerin arkasındaki güç dinamikleri tanıdıktır. Hindistan’ın Tamil Nadu eyaletindeki Kudankulam köyü yakınında kurulması plânlanan nükleer santrale karşı köylülerin direnişini izleyen antropolog Raminder Kaur (2021), 2006 yılında balıkçılar, kadınlar, çiftçiler, çevreciler, doktorlar, öğretmenler ve diğer topluluk liderleri de dâhil olmak üzere yaklaşık yirmi kişiyle katıldığı bir toplantıda, katılımcılardan birinin ağzından gerçek failleri ifşa eder:

“Dinî liderler satılmış durumda. Siyasî liderler aptal. İşadamları para kazanmaya meraklıdır ve hepsi bu. […] Bu, yoksulluk ve güçsüzlükle ilgili bir konu. En çok etkilenecek olanlar yoksul insanlardır. Neler olduğunu bilmiyorlar. Güçsüz insanlar daha savunmasızdır. Orta sınıflar başka bir kasabaya veya şehre kaçabilir.”

Mütevazı kamulaştırma bedelleri karşılığında başlıca geçim kaynaklarını (ve ileride muhtemelen sağlıklarını) kaybeden köylüler, çok geçmeden yetkililer tarafından bölge için daha fazla kalkınma, iş bolluğu ve ucuz elektrik konusunda verilen sözlerin gerçekleşmediğini gördüler. İnşaatı tamamlanan nükleer santralde yerel halk için çok az istihdam fırsatı olduğu ortaya çıktı. Esas olarak uzak şehirler ve endüstriler için plânlanmış görünen elektrik ucuzlamadı. Dahası, ilk reaktör 2013 yılında faaliyete geçip, –yükselen radyasyon seviyeleri nedeniyle– yatırımcılar bölgeye ilgisini kaybettiğinde köylüler kendi kaderleriyle baş başa kaldılar. Siyasî liderlerin aptal olduğunu düşünmeleri, bu koşullarda mazur görülebilecek bir yanılsamaydı.

Büyük ölçekli toprak gaspının yerinden ettiği yoksul nüfus, hem yerli hem de yabancı unsurların müdahil olduğu koşullarda fazlalık hâline gelir. Örneğin Kamboçya’da 2001 yılında yürürlüğe giren arazi kanununun açtığı fırsatları değerlendiren yerli elit sınıflar, yavaş yavaş geniş arazilerin mülkiyetini ele geçirdiler. O kadar ki 2005’te BM Konut Hakları Özel Raportörü Miloon Kothari, “Kamboçya’daki zengin ve güçlülerin toprak edinmek için ülke çapında çılgınca bir yarışa girdiğini” bildiriyordu. Gayrimenkul geliştirme işinin arazi fiyatlarında yol açtığı artışın ardından bu toprakları işleyen yerel halk zorla tahliye edildi. Kentsel alanlara göçen insanlar, topraksız ve evsiz olarak yoksulluk tuzağına düştüler (Yang ve He, 2021). Hükûmetin yeni sözleşmeleri durdurduğu 2012 yılına kadar, iki milyon hektardan fazla arazi (ülke topraklarının %12’si) uzun süreli sözleşmelerle yerli ve yabancı firmalara kiralanmıştı. 2000-2023 yılları arasında, yaklaşık 734.000 insanın bu sözleşmeler nedeniyle yerinden edildiği tahmin edilmektedir (Camps, 2023).

Buna karşılık, 2001 yılından bu yana çok uluslu petrol ve doğalgaz şirketi ExxonMobil tarafından işletilen Doğu Java’daki (Endonezya) 167.000 hektarlık petrol ve doğalgaz sahası Cepu Block, bölgedeki elitleri zenginleştirirken yerel yoksulları mülksüzleştirdi. Buradaki geniş arazi gaspı, birbiriyle ilişkili iki gelişmenin sonucuydu: (1) Devletin sermaye yaratımını teşvik etmek için yeni imar düzenlemeleri üretmesi ve (2) böylece rant peşindeki bürokratların ve topluluk liderlerinin müdahil olduğu spekülatif bir arazi piyasasının kurulması (Bachriadi ve Suryana, 2016). İhtiyaç duyulan projeler ve iş ağlarının yaratılması, toprak mülkiyetinin transferi ve yeni sermaye çevrimlerinin örgütlenmesinin ardından, toprakların fiilî sahipleri, ya bu yeni sermaye çevrimlerine emek olarak dâhil edildi ya da topraklarından çıkarıldı.

Kırsal toplulukların yaygın çitlemeler yoluyla mülksüzleştirilip yerinden edilmesinin farklı bir örneği, Paraguay’daki neoliberal soya rejimidir. Dünyanın dördüncü büyük soya ihracatçısı olan ülkede, 1990’ların sonlarında genetiği değiştirilmiş (transgenic) tohumların benimsenip yaygınlaştırılmasından bu yana soyanın endüstriyel “mono-kültür” hâline gelmesini eleştiren siyaset bilimci Arturo Ezquerro-Cañete (2016), tarım ilâçlarının yoğun kullanımının yol açtığı çevresel kirlilik ve bozulmanın, “yaşamın kültürel, ekolojik ve sosyal yönlerinin bağlantı noktasında radikal bozulmalar” yarattığını tespit etti. Ezquerro-Cañete, kırsal toplulukları geçimlerinin temelini oluşturan çevresel kaynaklara erişimden ve bunlar üzerindeki kontrolden mahrum bırakma sürecini “toksik mülksüzleştirme” olarak adlandırmaktadır.

Toksik mülksüzleştirme sürecini karakterize eden iki kritik gelişme söz konusudur: (1) Küçük toprak sahibi köylülerin, yakındaki soya tarlalarının havadan ilâçlanmasının (fümigasyon) getirdiği zirai kimyasal sürüklenmesi nedeniyle gıda ürünlerinin, sularının ve soludukları havanın kirlenmesi yoluyla zorla yerinden edilmesi. Biyoteknolojik uygulamalar eşliğinde yaygınlaşan soya tarımı, geleneksel köy tarımının (campesino) yapıldığı komşu küçük çiftlikleri yaşanmaz hâle getirerek köylüleri varlıklarının bir kısmını veya tamamını daha zengin (genellikle Brezilyalı) kırsal kapitalistlere satmaya zorladı. (2) Tarımda istihdam edilen mevsimlik işçi sayısının, soya tarımının yaygınlaşmasına paralel biçimde, 1991-2008 döneminde 946.040’tan 238.674’e düşmesi. Bu %74.8’lik düşüşün bariz sonucu, kırdan kente göçlerdeki dramatik artış oldu. Buna karşılık, Paraguay Latin Amerika’nın en az sanayileşmiş ülkelerinden biri olmakla, kentsel alanlardaki istihdamda göçle gelenleri hazmedecek bir genişleme görülmeyecekti. Sonuç, tarım dışı istihdamın %70.7’sinin kayıt dışı ekonomiden oluştuğu bir “soya cumhuriyeti” oldu.

Kalabalık bir kırsal nüfusun endüstriyel tarımın ihtiyaçları karşısında “fazlalık” hâline gelmesi, ekonominin diğer sektörlerinde istihdam için alternatiflerin yokluğu ile birleştiğinde, onları –sınıf iktidarının gözünde– “gözden çıkarılabilir” kılıyordu. Paraguay’ın neoliberal soya rejiminde kemalini bulan mono-kültür, jetsam konumuna indirgediği kırsal işgücünü zaten işsizlik ve eksik istihdamla boğulmuş kentsel sektörlere atmakla, kalkınmanın antitezidir.

Özetle, küresel endüstriyel ya da tarımsal girişimlerle yerinden edilen kırsal nüfusun hikâyesi, belirli bir dehşet boyutu içermiyor gibi görünse de gözden çıkarılma anlamında Katrina ya da deprem kurbanlarının hikâyesinden özde farklı değildir. Sermaye sözcülerinin bu “fazlalıklara” vermesi muhtemel cevabı Marx’tan (2011: 613) dinleyelim:

“Biz fabrikatörler, sizlerin hayatlarınızı sağlamak için var olması gereken sermayeyi çoğaltarak sizler için elimizden geleni yapıyoruz; bundan sonrasını ise sayınızı geçim araçlarının miktarına uydurarak sizin yapmanız gerekiyor.”

Sonuç

Marx’ın kapitalist mübadele şemalarının toplumsal ilişkiler üzerindeki etkilerinin izini sürmekteki ısrarı, kapitalist dünyadaki yeni süreç ve olgularla sürekli teyit edilmektedir. Buna karşılık, Marksist kuramcılar kapitalizmin krizlerle baş etme yeteneğini hafife almış olmakla eleştirilebilir. Sistem, –şu veya bu nedenle– krize girdiğinde bir kısım uğursuzları denize atarak “denge” durumuna geri dönebilmektedir. Bunun yol açabileceği etik kaygılar, denize atılanların ötekileştirilmesiyle bertaraf edilir. Onlar artık devletin değil toplum gönüllülerinin ilgi alanındadır. Böylece devlet, geride kalanların refah taleplerine daha hızlı ve etkili biçimde yanıt verebilecektir. Bu açıdan bakıldığında yoksulluktan kurtuluşun yolunu bütün yoksulları öldürmekte gören El Salvador elitlerinin çocukları, neoliberal akademisyen ve siyasetçilerden daha masum sayılabilir.

Küreselleşme sürecinin sonuçlarını “kaybedenler” açısından değerlendiren Bauman’ın Iskarta Hayatlar’ında ve benzeri yayınlarda, alternatif sosyal düzenlemeler için ilham verecek çok az şey vardır. Dahası, bu gibi analizler, “devletlerin ekonomiyi yönetemediği, kronik bütçe açıkları ve borçlanma gerekleri yüzünden artık eskisi gibi refah sağlayamayacakları; dolayısıyla nüfusun bir kısmını sistem dışına itelemek zorunda kaldıkları” mealinde bir kaçınılmazlık duygusu yaratarak, eleştirir göründükleri neoliberal anlatıları –farklı bir bağlamda– yeniden üretmektedir. Analizde faillik için yer kalmadığında ve sistem deterministik göründüğünde insanların “ıskarta” olduğu fikri de reddedilemez hâle gelir. Yine de bu kadar çok insanın yerinden edilmeye karşı direnmeyi, yollarına konan duvarlara rağmen göç etmeyi, işsizliğe karşı hurda toplayıp satmayı, hatta çöp karıştırmayı strateji hâline getirmesi, bize insanın –mecazi anlamda bile olsa– asla ıskarta olarak etiketlenmemesi gerektiğini hatırlatmaktadır.

Kuşkusuz güçlü alternatiflerin yokluğunda, neoliberalizmin hâlihazır direncinin azalacağını düşünmek aşırı iyimserlik olur. Keza, kitlelerin radikal siyasal programlara ilgi ve inançlarını kaybettiği koşullarda, mevcut sistemin ıskarta hayatlar üretmeye –bir noktada– son vereceğine inanmak için de çok az neden vardır. Bununla birlikte, neoliberalizmin yücelttiği piyasa ekonomisinin ezelden beri var olan doğal bir sistem olmadığını bilmek önemlidir. Merkezî plânlamaya dayalı sosyalist bir sistem de aynı şekilde doğal değildir. Bir ekonomik sistem, ekonomik yaşamın karakteri hakkında “son derece politik bir kararın” sonucu olan sosyal bir inşadır (Bonefeld, 2017: 22). Bu inşa üzerinden devletin “müdahale” kapasitesine dair sınıfsal bir kavrayış geliştirilmesi, sosyalist bir sistem tasarımı açısından yaşamsal önemdedir: Devlet, egemen sınıfın (bugün için sermaye) bir ajanı olarak, tam rekabetin dayandığı toplumsal ve etik önkoşulları güvence altına almak için müdahale edebiliyorsa, devrimsel koşullar altında belirli kolektif amaçlar için ya da güçlü sosyoekonomik çıkarlar adına da müdahale edebilecektir.

Daha açık söylemek gerekirse, neoliberal politikaların açtığı stratejik alan, bilinen engel ve kısıtlamalarının yanı sıra devlet dönüşümlerinin geleceğini şekillendirmek için ilerici güçler, işçiler ve fazlalık hâline getirilen nüfusun oluşturacağı bir koalisyon için nesnel fırsatlar da sunmaktadır. Süregelen krizlerin kapitalist sistemde açtığı sınıfsal fay hatları ve çatlaklara baktığımızda, üretim ve değişim ilişkilerini politik olarak yeniden inşa etme olasılığını görebiliriz. Keza, alternatif plânlama biçimleri ve üretken faaliyetlerimizin mülkiyeti de dâhil olmak üzere gelecekteki devrimci derlenişin tohumlarını teşhis edebiliriz. Amacımız, vaktiyle sözde Komünizm tehdidini savuşturmak adına geliştirilen refah devleti politikalarını savunmak değil, üretim araçlarının özel mülkiyetini gayrimeşru ilân eden daha radikal programları kitlelere tanıtmak olmalıdır.

Muhsin Altun

21 Temmuz 2024

Dipnotlar:

[1] Hadji Omar’ın alıntıladığımız sözlerinin de bulunduğu “Yoksul ve Zengin” başlıklı şiiri, antropolog Jack Goody’nin (2013) Yemek, Sınıf, Mutfak: Karşılaştırmalı Sosyoloji Çalışması başlıklı kitabında yer almaktadır.

[2] EUROSTAT ve güven vermeyen TÜİK ölçümlerinde, “dört yıllık panel veri kullanılarak hesaplanan sürekli yoksulluk oranı, eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert medyan gelirinin %60’ına göre son yılda ve aynı zamanda önceki üç yıldan en az ikisinde de yoksul olan fertleri kapsamaktadır.” 2022 yılı itibarıyla, kalıcı yoksulluk oranında AB Bölgesinde yer alan toplam 36 ülke arasında, Türkiye 31. sırada yer almaktadır (Kaynak: eurostat).

[3] Uluslararası Arazi Koalisyonu’na (International Land Coalition) göre, toprak gaspı, yerli arazi kullanıcılarının önceden rızası olmadan ve sosyal veya çevresel etkileri dikkate almadan insan haklarını ihlâl eden her türlü arazi edinimidir.

Kaynakça:

Altun, M. (2023). Travma ve Esneklik: İki Neoliberal Kavramın Sınıfsal Analizi (erişim: 12.07.2024).

Bachriadi, D., & Suryana, E. (2016). Land grabbing and speculation for energy business: a case study of ExxonMobil in East Java, Indonesia. Canadian Journal of Development Studies, 37(4): 578-594.

Bauman, Z. (2018). Iskarta Hayatlar: Modernite ve Safraları (çev. O. Yener). İstanbul: Can Yayınları.

Bear, L. (2015). Navigating Austerity: Currents of Debt along a South Asian River. Stanford, CA: Stanford University Press.

Bonefeld, W. (2017). The Strong State and the Free Economy. New York, NY: Rowman & Littlefield.

Breman, J., & Wiradi, G. (2002). Good Times and Bad Times in Rural Java: case study of socio-economic dynamics in two villages towards the end of the twentieth century. Leiden, NL: KITLV Press.

Camps, F. (2023). The intractable problem of land grabbing in Cambodia (erişim: 15.07.2024).

Clapp, J. (2009). Food Price Volatility and Vulnerability in the Global South: Considering the Global Economic Context. Third World Quarterly, 30(6): 1183-1196. 

Dünya Bankası (2008). World Development Report 2008: Agriculture for Development (erişim: 12.07.2024).

Ezquerro-Cañete, A. (2016). Poisoned, Dispossessed and Excluded: A Critique of the Neoliberal Soy Regime in Paraguay. Journal of Agrarian Change, 16(4): 702-710.

Gans, H.J. (1994). Positive functions of the undeserving poor: uses of the underclass in America. Politics and Society, 22(3): 269–283.

Geertz, C. (1963). Agricultural Involution: The Processes of Ecological Change in Indonesia. Berkeley, CA: University of California Press.

Giroux, H.A. (2007). Violence, Katrina, and the Biopolitics of Disposability. Theory Culture Society, 24: 305-309.

GRAIN (2008). Seized: The 2008 landgrab for food and financial security (erişim: 12.07.2024).

Jellinek, L., & Bambang, R. (1999). Survival Strategies of the Javanese during the Economic Crisis. Jakarta: The World Bank.

Katz, M.B. (2013). The Undeserving Poor: America’s Enduring Confrontation with Poverty. Oxford, UK: Oxford University Press.

Kaur, R. (2021). Southern Spectrums: The Raw to the Smooth Edges of Energopower. T. Loloum, S. Abram, & N. Ortar (Eds.), Ethnographies of power: a political anthropology of energy (24-51). New York, NY: Berghahn Books.

Li, T.M. (2009). To Make Live or Let Die? Rural Dispossession and the Protection of Surplus Populations. Antipode, 41(S1): 66-93.

Li, T.M. (2017). After Development: Surplus Population and the Politics of Entitlement. Development and Change, 48(6): 1247-1261.

Martín-Baró, I. (1989). Political violence and war as causes of psychosocial trauma in El Salvador. International Journal of Mental Health, 18(1): 3-20.

Marx, K. (2011). Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi (1. Cilt) (çev. M. Selik, N. Satlıgan). İstanbul: Yordam.

Muehlebach, A.K. (2012). The moral neoliberal: welfare and citizenship in Italy. Chicago, IL: The University of Chicago Press.

Poppele, J., Sumarto, S., & Pritchett, L. (1999). Social Impacts of the Indonesian Economic Crisis: New Data and Policy Implications. Jakarta: SMERU (Social Monitoring and Early Response Unit).

Pusceddu, A.M. (2022). The Moral Economy of Charity: Advice and Redistribution in Italian Caritas Welfare Bureaucracy, Ethnos, 87(1): 168-187.

Schmidt, V., & M. Thatcher (Eds.) 2013. Resilient Liberalism in Europe’s Political Economy. New York, NY: Cambridge University Press.

Tošic´, J., & Streinzer, A. (2022).  Introduction. Deservingness: Reassessing the Moral Dimensions of Inequality. A. Streinzer & J. Tošic (Eds.), Ethnographies of Deservingness: Unpacking Ideologies of Distribution and Inequality (1-30). New York, NY: Berghahn Books.

Transnational Institute (2021). Global Climate Wall: how the world’s wealthiest nations prioritise borders over climate action (erişim: 12.07.2024).

Yang, B., & He, J. (2021). Global Land Grabbing: A Critical Review of Case Studies across the World. Land, 10(324): 1-19.