İtalya seçim sonuçları üzerinden, içeride ve dışarıda ana akım medya ve sosyal medya mecralarında yoğun tartışmalar yapılmaktadır. Tartışmaların odağında, seçimi kazanan İtalya’nın Kardeşleri Partisi’nin (FDI) faşist bir parti ve Giorgia Meloni’nin Mussolini’den sonra iktidara gelen “ilk aşırı sağcı” başbakan olması fakat iktidara yürüyüş sürecinde halkçı-sol bir dil kullanması yer almaktadır. Bu eksende yapılan değerlendirmelerin bilindik ezberleri tekrar etmekten öte bir anlamı yok elbette. Hâkim sol bakış açısı temel vurguyu Meloni’nin faşistliğine, faşist akımdan gelmesine, Avrupa’da faşizmin yükselişine ve Meloni’nin kullandığı, İtalyan faşistleri tarafından da sıkça kullanılan “Tanrı, vatan ve aile” sloganının gericiliğine yapmaktadır. Bu vurgular teknik mânâda, şekiller, şablonlar evreninde doğru olabilir ancak bu değerlendirmelerin olup bitenleri açıklamak noktasında gayet yetersiz ve sığ olduğunu söylemek lâzım. Ayrıca şunu da belirtmek gerekiyor: Covid-19 sürecinde İtalya’da sağ bir yönetim yoktu ancak İtalya bu süreçte karantina, kapatma, aşı pasaportu, zorunlu aşılama vb. konularda muazzam gerici-faşist bir yönetim sergiledi.
***
Trump’ın da 2016’da başkanlık seçimini kazanmasının ardından aynı popülist değerlendirmelerin yapıldığı hatırlanırsa ne demek istediğimiz biraz daha anlaşılır hâle gelebilir. Öyle ki muhafazakâr, sağcı, ırkçı argümanlar ile değerlendirilen Trump, kendinden önce iki dönem başkanlık yapan Obama ve kendinden sonra seçilen Biden’a kıyasla, beklentinin tersine oldukça “iyi” bir pratik sergilemiştir. Demokrat Obama ve Biden için solun ırkçı, sağcı, muhafazakâr, faşist vb. değerlendirmeleri tabiî ki olmadı ve her iki isimde kuvvetli küresel liberal sol bir destek ve barış yanlısı bir kamuflaj ile iktidar oldular. Obama döneminde gittikçe yükseltilen proxy/vekâlet savaşları; Suriye, Mısır, Tunus, Yemen, Cezayir ve Libya’yı içine aldı, istikrarsızlık ve çatışma bütün Ortadoğu’nun tek gerçeği hâline geldi. Obama’nın başkan olduğu sekiz yıl içinde Amerikan Ordusu Ortadoğu’da 26 bin hava saldırısı düzenledi.[1] Trump başkan seçildiğinde medya tekelleri eliyle dünya büyük bir karamsarlığa sürüklendi ancak somut gerçekte, Obama’dan sonra dünya halkları bir nebze rahat bir nefes alabildiler.[2] Biden da Obama gibi, büyük bir destek ile Başkan seçildi ve kısa bir zaman sonra çatışma/savaş tamtamlarını çalmaya başladı. Nihayetinde Ukrayna-Rusya çatışmasının fitili ateşlenmiş oldu. ABD bugün, Almanya ve Rusya’nın yeniden anlaşma zemini olabilecek Kuzey Akım-2 boru hattına saldırı düzenleyebiliyor.[3]
***
Amerika’da cumhuriyetçi-muhafazakâr halk tabanının Meloni'ye olan yakınlığının benzeri, Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ı kucaklamasında görülmektedir. Dünyanın farklı yerlerinde muhafazakâr halk yığınları belli meseleler özelinde ortak bir bağ ve zemin etrafında buluşuyor. Göç, cinsiyet, cinsellik, kürtaj, iklim gibi başlıklar konusundaki liberal sol propaganda ve kültürel-politik dayatmalar muhafazakâr bir karşı duruşu ortaya çıkardı. Bütün bu başlıklara pandemi sürecindeki aşı zorunluluğu, aşı pasaportu, karantina, kapatmalar vb. faşist uygulamalar eklendiğinde saflaşma kaçınılmaz olarak daha da belirgin hâle geldi. Tüm bunlara eşik eden önemli iki olgu ise “nüfus seyreltme” ve “büyük yer değiştirme” (grand remplacement).[4] Akademi ve sol entelektüellerin her somut, yakıcı meselede olduğu gibi, “nüfus seyreltme” ve “büyük yer değiştirme” olgularına da komplo olarak baktığını söylememize gerek yok elbette. Oysa özellikle merkez Avrupa ülkelerinde halkın sezgisel olarak iliklerine kadar hissettiği bu korku temelsiz değildir. Zira Avrupa halkları, sanayi kapitalistlerinin çok uzun bir süredir serbest düşüş modunda seyreden kâr oranlarının artmasını sağlayacak her türlü tedbiri alabileceğini özünde iyi bilmektedir.[5] İşte Meloni’yi, Viktor Orban’ı iktidar yapan faktörlerin başında derinden hissedilen bu korku gelmektedir. Sanayici kapitalist elitlerin Batı ülkelerindeki “yerli” nüfusları Asya ve Afrika’dan gelen göçmenlerle değiştirmeye çalıştığı fikri halkı muhafazakâr-sağ bir eksende birleştirmiştir.[6]
***
Devletler ve uluslar, bir organizmanın yaşama güdüsü ile neredeyse aynı hareket salınımını sergiler, zira bu yapıların tarihsel akış içinde şekillenmiş bir bedeni ve ruhu vardır. Dolayısıyla devletler ve uluslar da tarihsel karakterlerine uygun olarak somut, maddî koşullara göre hazırlık yapar, konum belirler ve bu yaşama tutunma-hayatta kalma projeksiyonuna göre de ittifaklar yapar yahut eski ittifaklarını dağıtır. Beden ve ruhun hayatta kalması, neslini ve varlığını geleceğe taşıması realpolitik-jeopolitik-jeostratejik triosunu doğru tatbik etmesiyle ilgili bir meseledir. Bu alanda devletler ve imparatorluklar arz-ı endam eder. İngiltere’nin Avrupa Birliği’ne girme kararında (bir anlamda zorunluluğunda) yatan anlam ile Brexit ile Avrupa Birliği’nden ayrılmasında yatan anlam aynıdır. Bu anlam kitleler nazarında çoğu zaman bilinmez çünkü kitleler simetrik, egemenler ise asimetrik düşünür. Bu bağlamda hiçbir realpolitik-jeopolitik-jeostratejik ihtimali göz önünde tutmadan, dümdüz yapılan değerlendirmelerin popüler olması sebebiyle alıcısı da çoktur. İtalya özelinde jeopolitik bir gerekçe de genel plâna dâhil edilmelidir. Çünkü İtalya, Avrupa bütünlüğü içinde Almanya’nın consensual hegemony (rızaya dayalı hegemonya) politikasının pasif bir elementidir. Bu önermenin arka plânına göz atmakta fayda var. Öyle ki 1945’te, İkici Dünya Savaşı’nın henüz yeni son bulduğu bir momentte üst düzey bir Fransız memuru ve bir filozof olan Alexandre Kojève, “Latin İmparatorluğu: Fransız Politikası İçin Bir Doktrinin Ana Hatları” adlı bir makale yazar. Bu makale, aslında Geçici Hükûmet başkanı General Charles de Gaulle’e bir not olacak şekilde yazılmıştır. Şaşırtıcı derecede bir öngörü sergileyen Kojève, savaşı kaybetmiş ve şehirleri yerle bir olmuş Almanya’nın yakında Avrupa’nın ana ekonomik güç merkezi hâline geleceğini ve Fransa’nın Batı Avrupa içinde ikincil bir güce indirgeneceğini iddia eder. Ayrıca, feodal siyasî oluşumların gerilemesiyle modern ulus-devletlerin de kaçınılmaz olarak, ulusal sınırları aşan siyasî oluşumlara yerini bırakacağını, dolayısıyla gelecekte Avrupa tarihini belirleyen ulus-devletlerin de yine imparatorluklar tarafından yutulacağı öngörüsünde bulunmuştur.[7]
Bu eksende Fransa’nın Almanya tarafından politik, ekonomik etki altına alınması ve bastırılması bir vakadır. Alman derin devlet aklının tarihsel stratejisi, her ne kadar iki dünya savaşında da akamete uğrasa da Fransa’yı yutmak, Rusya’yla uzlaşmak üzerine kuruludur. Dolayısıyla bugün Alman hegemonyasına karşı, İtalyanlar ulus-devlet refleksleriyle Kojève’yi referans göstererek “Latin Birliği” çağrısı yapmaktadır. Bu aslında ilk defa, yakından tanıdığımız İtalyan filozof Giorgio Agamben tarafından 2013 yılında dillendirilmiş[8], Kojève tarafından başlatılan bir öneri olan “Latin Birliği” (Güney Avrupa ülkeleri birliği) fikrini Agamben yeniden canlandırmıştır. Öneri elbette “Latin İmparatorluğu” imasını da içinde barındırmakta ve Almanya’nın Avrupa’da oynadığı baskın role karşı bir ağırlık oluşturabileceği düşünülmektedir. Meloni ile kristalize olan İtalya stratejisi Fransa’yı yanına alarak Latin Birliği oluşturmak üzerine kuruludur. Bu nedenle Meloni, konuşmalarının çoğunda, Macron dolayımıyla Fransız halkıyla konuşmaktadır. Macron’un politikalarının, Afrikalı göçmenlerin ülkelerini terk edip Avrupa’ya gelmelerine yol açtığını vurgulayan Meloni bu politik söylem ile Fransız sağ-muhafazakâr halkla derin bir bağ kurmaktadır. İlerleyen zamanda Latin Birliği temasına dayalı bu jeopolitik-jeostratejik-realpolitik yönelimin Fransa’da Marine Le Pen çizgisinde bir karşılığının olup olmayacağını göreceğiz.
Yazı kapsamında çok boyutlu bir inceleme mümkün olmasa da İtalya-Çin ilişkilerine kısa da olsa değinmek gerekiyor. Çünkü Çin, masif yapısı, kütlesel çekim gücü itibariyle ülkelerin politik kararlarında belirleyici bir role sahip olabiliyor, dolayısıyla denkleme mutlaka dâhil edilmesi gereken bir unsur olarak orta yerde durmaktadır. İtalya ve Çin, özellikle kabaca son 20 yıllık süreçte önemli ilişkiler geliştirmiş, 2019’da Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” (OBOR) projesine katılan ilk G7 ülkesi olmuştur. OBOR kapsamında bu ilişkiler kurumsallaşarak iyice gelişmiştir. Öyle ki İtalya, yine Ekim 2019’da Birleşmiş Milletler Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi’nde görüşülen Çin’in “Uygurları hedef alan kitlesel gözetim ve diğer insan hakları ihlâlleri ve suistimallerinin” kınanması bildirisini desteklemeyen tek G7 ülkesi olmayı göze alabilmiştir.[9]
İlginç olan bu noktadan sonra İtalya, OBOR’a katılımının üzerinden henüz iki yıl geçmişken ani bir kararla “Bir Kuşak Bir Yol” projesine katılımını sonlandırdı. Bu dönemin başbakanı olan Draghi’nin bu kararının İtalya ve Avrupa Birliği için önemli bir dönüm noktası olduğu yorumları yapılmıştı. Meloni’den sonra İtalya’nın bu yönelimi iyice derinleşecek mi, yoksa geri bir adım ile yine İngiltere-Çin merkezli jeopolitik şemsiyeye sığınacak mı, bunu zaman bize gösterecek. Bütün bu meseleler iç içe geçmiş, girift birçok olguyu barındırmaktadır. Mevcut somut durum, zorunluluklar-mecburiyeler, tarihsel arka plân, kapitalist dönüşümde gelinen yeni evre, süreci ifade eden ama kavramayı da zorlaştıran temel meseleler.
İrfan Özgül
28 Eylül 2022
Görsel: Avrupa’yı bir kraliçe şeklinde gösteren ilk harita, 1537’de Johannes Putsch tarafından yapılmıştır.
Dipnotlar:
[1] “Obama’nın Ortadoğu mirası: 26 bin bombalı saldırı”, 8 Ocak 2017, Yeni Şafak.
[2] Uzun yıllardır medyanın bağımsızlığı ve sansürden bahseden, sansür raporları yayınlayan hâkim sol ideoloji, Twitter, Facebook ve YouTube eliyle Trump’ın hesaplarına yönelik alınan sansür kararlarını savunmuşlardır. Bu sosyal medya mecraları, Trump’ın hesabını askıya alarak dijital faşizmin âdeta bir provasını icra etmiştir.
[3] Kuzey Akım-1 ve Kuzey Akım-2 projeleri Avrupa jeopolitiğinde önemli bir yer kaplamaktadır. Bu projelerin Rusya ve Almanya’yı, daha geniş anlamıyla Orta Avrupa’yı mecburiyetler dairesinde bir araya getiren bir muhteviyata sahiptir.
[4] “Büyük ikame teorisi” olarak da bilinen bu görüş 2010 yılında Renaud Camus tarafından popüler hâle getirildi. Wikipedia.
[5] “Robotlaşma, dijitalleşme, otomasyon-yarı otomasyona dayalı az insan/insansız üretim insan yığınlarının büyük bölümünü gereksiz hâle getirmiştir. Bu noktada burjuva iktisatçılar Malthusyen politika ve uygulamalar önermektedir. Kapitalist üretimin yeni evresinde, kâr oranlarının artmasını sağlayacak şekilde; az enerji ve gıda tüketme alışkanlığı olan insan topluluklarının üretimin içinde olması, çok enerji ve gıda tüketme alışkanlığı olanların ise reel üretimin dışına itilmesi, devamında ise nüfuzsuzlaştırılması kurgusu bulunmaktadır. Bu kurgu uyarınca, yeniden biçimlenen kapitalist üretim merkezlerinde, göçmen emeğine dayalı üretim, sanayi kapitalistlerinin kâr oranlarının artmasını sağlayacak başat bir mesele haline gelecektir.” Bkz. İrfan Özgül, “Kapitalist Dönüşüm”, 17 Nisan 2022, Sosyalizm.
[6] Bu bağ ve birleşme organik bir gelişimin sonucu olarak mı yoksa bir plân-program ve kurguya mı dayalı olduğunu zaman gösterecek. Benzeri hikâyelerde halklar, filmin sonunda çoğunlukla tabiî ki kandırılıyor. Kavalcı, uyuşturan, teskin eden büyülü müziği çalarak yığınları uçurumun kenarına kadar getirmeyi başarıyor. Bu noktada Yunanistan’da iktidara gelen SYRİZA ve Aleksis Çipras örneği kitle mücadelesinde büyük bir hayal kırıklığı örneğidir.
[7] Giorgio Agamben, “The ‘Latin Empire’ should strike back”, 26 Mart 2013, Voxeurop.
[8] Agamben Alman kültürünün dayatmacı, baskın karakterini sorgulamakta ve diğer kültürleri dönüştürücü, tahakküm altına alan baskıcı yönlerini irdelemektedir aslında, nihayetinde bundan kurtulmanın yolunun ise Latinlerin kendi kültür dairesinde bir birlik etrafında toplanması gerektiğini söylemektedir. “Agamben bazen küçük, ama ehemmiyetli dokunuşlar yapıyor. Örneğin ‘başlangıçta kelam vardı’ ifadesinde ‘kelam’ın (logos) değil, köken/başlangıç yanında emir/buyruk anlamına gelen arkhe’nin daha başat olduğunu, dolayısıyla Batı kültürünün köken/buyruk takıntılı olduğunu gösteriyor.” Ahmet Demirhan, 13 Temmuz 2022, Twitter.
[9] Louis Charbonneau, “Countries Blast China at UN Over Xinjiang Abuses”, 30 Ekim 2019, HRW. Aynı konu bağlamında, Yunanistan’da limanlar ve ticaret yolları/rotaları vasıtasıyla Çin ile geliştirdiği kapsamlı ilişkilerden sonra Çin’deki insan haklarıyla ilgili kınama çabalarını AB’de engellemeye başladığı görülmektedir. Bkz. “Yunanistan, AB’nin Çin’deki insan hakları eleştirisini veto etti”, Haziran 2017, QHA.