Siyasal İktisat
“Ayağını yorganına göre uzat” atasözü, artık çok işitmesek de tasarrufun ve ölçülü harcamanın erdemini vurgulamak içindir. Buradaki yorgan, aylık gelirimizi; ayak, harcamalarımızın ve/veya borçlanma kapasitemizin azami sınırını temsil etmektedir. Devletler söz konusu olduğunda ise bir ülkenin borç yükü konusunda hükûmetlerin ne zaman endişelenmesi gerektiğini bilmek –neoliberal perspektiften– önemli görünür.
Harvard Üniversitesi’nden Carmen Reinhart ve Kenneth Rogoff (bundan böyle ‘R&R’), devletlerin ayağını ne kadar uzatması gerektiğini tahmin eden “Borç Zamanında Büyüme” (2010) başlıklı bir çalışma yaptılar.
R&R, üç veri seti altında (1946-2009 yılları arasında 20 gelişmiş ekonomi, 1790-2009 arasındaki uzun tarihsel dönem boyunca aynı 20 ekonomi, 1970’ten 2009’a kadar 20 yükselen piyasa ekonomisi) 44 ülkenin merkezî hükûmet borcu, enflasyon ve büyüme verilerini analiz etti. American Economic Review dergisinde (AER) yayımlanan makalelerinde, GSYH’nin %90’ını aşan dış borç seviyelerinin “önemli ölçüde daha düşük büyüme sonuçlarıyla ilişkili olduğu” sonucuna vardılar:
“Ana sonucumuz, büyüme ve borç arasındaki bağlantının ‘normal’ borç seviyelerinde nispeten zayıf görünmesine rağmen GSYH’nin kabaca yüzde 90’ının üzerinde kamu borcu olan ülkeler için medyan büyüme oranlarının diğerlerinden yaklaşık yüzde bir daha düşük olduğudur; ortalama büyüme oranları yüzde birkaç daha düşüktür.”
Dahası, R&R’nin kamu borcu ve büyüme arasında saptadığı “ilişki”, sadece gelişmiş ekonomiler için değil, gelişmekte olan piyasalar için de geçerli görünüyordu.
Makale politika yapıcıları heyecanlandırdı. Özellikle neoliberal hükûmetler, “mal bulmuş mağribi gibi” R&R’nin önerilerini sahiplendiler. Bulgular, 2010’dan bu yana ABD ve AB ülkelerinde sesleri yükselen kemer sıkma yanlıları için güçlü bir “bilimsel” destek sağladı. ABD’de, Bütçe Komitesi Başkanı Paul Ryan’ın (2013) adıyla anılan Cumhuriyetçi Parti’nin “Refaha Giden Yol” başlıklı bütçe teklifi, yüksek kamu borcunun büyüme üzerindeki olumsuz sonuçlarını şöyle açıklıyordu:
“Ekonomistler Ken Rogoff ve Carmen Reinhart tarafından tamamlanan iyi bilinen bir çalışma […] ekonominin %90’ını aşan brüt borcun (devlet güven fonlarında tutulan borçlar da dâhil olmak üzere bir hükûmetin ödemesi gereken tüm borçlar) ekonomik büyüme üzerinde önemli bir olumsuz etkiye sahip olduğuna dair kesin ampirik kanıtlar buldu. Bu, brüt borcun geçen yıl GSYH’nin %100’ünü aştığı ABD için kötü bir haberdir.”
AB Komisyonu’nun ekonomik işlerden sorumlu başkan yardımcısı Olli Rehn (2013) ise 9 Nisan 2013’te, ILO’nun Avrupa Bölgesel Toplantısı’nda (Oslo) yaptığı konuşmada adını vermeden makaleye atıf yapacaktı:
“Avrupa’da kamu borcunun ancak 2014 yılına kadar istikrar kazanması ve bunu GSYH’nin %90’ının üzerinde yapması bekleniyor. Ciddi ampirik araştırmalar, bu kadar yüksek seviyelerde kamu borcunun büyüme üzerinde kalıcı bir engel olarak hareket ettiğini göstermiştir. Eğer azaltılmazsa ekonomilerimiz üzerinde giderek daha ağır bir yük hâline gelecek ve istihdam yaratmayı desteklemek için gereken üretken yatırımlara kanalize edilebilecek kaynakları tüketecektir.”
Ancak bir sorun vardı: R&R’nin makalesi, AER dergisinin hakemli olmayan bir sayısında (Papers & Proceedings, Vol.100, No.2) yayımlanmış, bu tür ampirik çalışmalarda zorunlu olan hakem değerlendirmesinden (peer review) geçmemişti. Dahası, yazarlar sonuçlarını dayandırdıkları veri setini yayımlamış değillerdi. Nihayet Massachusetts Amherst Üniversitesi’nden (UMASS) T. Herndon, M. Ash ve R. Pollin’in (bundan böyle ‘HAP’) ısrarlı takibi sonunda verilerini onlarla paylaştıklarında (4 Nisan 2013) gerçek ortaya çıktı.
Öncelikle gelişmiş ekonomiler için 1946-2009 dönemine odaklanan HAP, R&R’nin kullandığı verileri ve tanımlamaları kullanarak onlarla aynı sonuçlara ulaşmayı denediğinde (replication) istatistiksel analizlerde ciddi kusurlar bulunduğunu fark etti. Özetlemek gerekirse:
1) R&R, ulaştığı sonuçları desteklemek adına orijinal Excel tablosundaki verileri kullanırken kodlama hataları yapmış (Bu hatalar, 1946-2009 örneklemi ile hem ortalama hem de medyan GSYH büyümesinin yanı sıra, 220 yıllık 1790-2009 dönemi boyunca örneklem için ortalama ve medyan GSYH büyümesi hesaplamalarını etkilemiştir).
2) Tezlerini desteklemeyen –II. Dünya Savaşı sonrasında büyük kamu borçlarına rağmen yüksek büyüme gösteren Avustralya (1946-50), Kanada (1946-50) ve Y. Zelanda’ya (1946-49) ait– verileri dışarıda tutarken aynı dönemde negatif büyüyen ABD’ye ait verileri dâhil etmiş.
3) Özet istatistikleri sıra dışı biçimde ağırlıklandırmıştı (Verili bir kamu borcu/GSYH kategorisinde kaç yıl göründüğüne bakılmaksızın her ülkenin tek bir gözlem olarak sayılmasıyla, ülkeye göre ortalama alarak GSYH büyümesi için ortalama değerler üretilmiş, böylece bir ülkenin 19 yıllık deneyimi ile diğer bir ülkenin 1 yıllık deneyimi eşdeğer tutulmuştur).
HAP’a göre (2014: 259), doğru bir şekilde hesaplandığında, kamu borcu/GSYH’si %90’ın üzerinde olan ülkeler için 1946-2009 yılları arasındaki ortalama reel GSYH büyüme oranı, R&R’nin iddia ettiği gibi ‘negatif’ 0.1 değil, aslında ‘pozitif’ %2.2’dir […] R&R’nin aksine, ülkelerin kamu borç seviyeleri GSYH’lerinin %90’ının üzerine çıktığında ortalama GSYH büyümesinde dramatik bir düşüş olduğuna dair bir kanıt bulamıyoruz.
HAP’ın muhtemelen nezaketi korumak adına “seçici veri dışlama” (selective data exclusion) olarak nitelediği sahtekârlıklardan en çarpıcısı, İngiltere’ye ait verilerin işleniş şeklinde görülür: 1949-1964 arasındaki 16 yıl boyunca, %90’ın üzerindeki borç/GSYH oranıyla, yıllık ortalama %3.29 büyüyen İngiltere, R&R’nin hesaplamalarında dikkate alınmamıştır. Buna karşılık, İngiltere’nin %60’ın altında bir borç/GSYH oranıyla ortalama %2.43 büyüdüğü 1971-2009 arası dönem (düşük borç oranıyla yüksek büyüme) hesaplamalara dâhil edilmiştir.
Analize konu veriler bir bütün olarak değerlendirildiğinde HAP’ın eleştirel çalışması, yüksek bir borç/GSYH oranı ile ekonomik büyüme arasında doğru ya da ters orantılı bir ilişki bulunmadığını göstererek R&R’nin tezini çürütmüştür. Daha doğrusu, R&R’nin tezi baştan itibaren çürük bir temel üzerine bina edilmiş, neoliberal hükûmetlere siyasal avantaj sağlayacak şekilde formüle edilmişti. HAP’ın yaptığı aslında bu sahtekârlığı ifşa etmekten ibaretti.
HAP’ın eleştirel makalesinin yayımlanacağı yer, normal koşullarda AER dergisi olurdu. Esasen editörler sayfalarını bu tür bilimsel polemiklere açmayı severler. Ama öyle olmadı; AER dergisi, HAP’ın “Yüksek Kamu Borcu Sürekli Olarak Ekonomik Büyümeyi Boğuyor mu? Reinhart ve Rogoff’un Eleştirisi” başlıklı makalesini hakeme bile göndermeden reddetti. Makalenin yazarlarından Robert Pollin’in, durumu sorgulayan Heterodox Economics Newsletter editörü Jacobs Kapeller’e (2014) verdiği yanıta bakalım:
“AER makalemizi geri çevirdi. Bunun nedeni, orijinal R&R makalesinin, makalelerin hakem değerlendirmesine tâbi olduğu sayılarından birinde değil de ‘Makaleler ve Bildiriler’ (Papers & Proceedings) sayısında yayımlanmış olmasıydı. Bu sayıda yayımlanan makalelere verilen yanıtları yayımlamama konusunda katı bir politikaları olduğunu söylediler.”
Ne kadar ikna edici değil mi? R&R’nin makalesi, hakem değerlendirmesinden geçen makalelere nasip olmayan güçlü bir koruma kalkanına alınmıştı. Korumanın gücü, sınanmaya açık verilere dayanan ve kritik politika önerileri içeren bir makalenin nasıl olup da hakem görüşünden geçmeden yayımlandığını öğrendiğimizde daha iyi anlaşılacaktır.
R&R’nin makalesindeki kodlama hatasının AER gibi ciddi bir dergiden nasıl geçtiğini sorgulayan Business Insider muhabiri Bob Wile’ın (2013) bulguları, makalenin olağandışı koşullar altında yayımlandığını gösterdi. Makalenin yayımlandığı sayının editörü Profesör William R. Johnson’a göre, bu yıllık baskı, “makalelerin Amerikan Ekonomi Topluluğu’nun (AEA) yıllık toplantısında yapılan sunumlardan çıkması bakımından” diğerlerinden farklıydı. Makaleler, AEA başkanı tarafından bir komite ile istişare hâlinde seçilirken –R&R’nin makalesinin de dâhil olduğu– “bildiri” (proceeding) formundaki çalışmaların incelenmesinde aynı titizliğin gösterilmesi zorunlu değildi: “Bunlar için, AER’nin diğer sayılarında olduğu gibi normal hakem değerlendirmesi yapılmaz.”
HAP’ın Nisan 2013’te UMASS “Working Paper” serisinde yayımlanan makalesi, nihayet Mart 2014’te Cambridge Journal of Economics tarafından –hakem görüşünden geçirilerek– yayımlandığında artık çok geçti. ABD, AB ve onları izleyen pek çok hükûmet dramatik bütçe kesintilerine gidip, kitlesel işten çıkarmalar yaygınlaşırken R&R’nin makalesine 5636 kez atıf yapılmıştı. Bariz hesap hatalarına rağmen ne yazarlar ne de AER makaleyi geri çekti (Uygulamada ‘retraction’ olarak bilinen böyle bir prosedür mevcuttur). HAP’ın eleştirilerini 17 Nisan 2013 tarihli The New York Times’ta yanıtlayan R&R (2013), kodlama hatalarını kabul ederken seçici veri dışlama ve ağırlıklı ortalama alma yöntemine dair tespitleri pişkinlikle geçiştirdiler:
“Daha yakın döneme ait verilerle karşılaştırabilirdik ve kalite verilerini incelememiştik [...] Her bir ülke için ortalama büyüme oranlarını alıyoruz ve ardından sonucun ortalamasını alıyoruz. Bu bize tamamen doğal görünüyor […] Açıkçası borç ve büyüme konusunda daha fazla araştırmaya ihtiyaç var ve tüm çabaları memnuniyetle karşılıyoruz.”
Eleştiriler HAP’ın makalesiyle sınırlı kalmadı. Yazarları “inanmak istedikleri şeyi (devlet borcunun kötü olduğu) destekleyen kanıtlar” üretmekle suçlayan Modern Para Teorisi’nin (MMT) öncülerinden L. Randall Wray (2013), R&R ikilisini “ara sıra üniversite ofislerinden çıkmaya ve gerçek dünyayla yüzleşmeye” çağırırken “ters nedensellik” (reverse causality) olasılığını değerlendiren A.J. Bell vd. (2014: 11), zayıf ekonomik büyümenin de yüksek borç seviyelerine yol açabileceğini gösterdi. Borç ve büyüme arasındaki ilişkiler ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, buradan genel bir kural türetmek anlamsızdı.
Ünlü ekonomist Paul Krugman’ın (2013) tespitiyle, “R&R olayının gösterdiği şey, kemer sıkma politikalarının ne ölçüde sahte iddialarla satıldığıdır.” Olayı tartışan ekonomist Altuğ Yalçıntaş’ın (2016) teşhis ettiği “entelektüel yol bağımlılığı” yanında, makalenin ancak halk düşmanlarının takdir edeceği ciddi bir ideolojik bağnazlıkla malûl olduğunu söylemek gerekir. Yazarların sahtekârlıkla suçlanmamış olması, karşı akademisyenlerin nezaketiyle ilgilidir.
Siyasal İklim
“Araştırma ve diğer meslekî faaliyetler, yalnızca siyasallaşmış bir akademik müesses nizam tarafından onaylanan belirli yönlere kanalize edildiklerinde profesyonel olarak ödüllendirilir: Finansman, makalelerinizi yayımlama kolaylığı, prestijli pozisyonlarda işe alınma, prestijli komitelere ve kurullara atanma, meslekî tanınma vb.”
3 Ocak 2017’de Georgia (ABD) Teknoloji Enstitüsü’ndeki görevinden ayrılan ünlü Yer ve Atmosfer Bilimleri profesörü Judith Curry (2017) istifa gerekçesini böyle açıkladı. “Küresel ısınmanın baş rahibesi” olarak zirveye taşıdığı kariyerini bir “iklim şüphecisi” olarak tamamlamıştı. Curry, “İklim bilimi alanındaki ‘çılgınlıkta’ nasıl yol alınacağı konusunda öğrencilere artık ne söyleyeceğimi bilemez hâle gelmiştim,” diyerek üniversitelere, iklim biliminin akademik alanına ve bilim insanlarına karşı artan hayal kırıklığını dışa vurdu. Mart 2023’te The Australian gazetesinde yayımlanan yazısında ise BM Hükûmetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC), iklim müzakerelerindeki baskın otoritesi sayesinde bir bilgi tekeli kurduğunu savunan Curry, IPCC raporlarını “politik olarak üretilmiş bir konsensüse otorite sağlamak için” bilimin genel itibarını kullanmakla suçladı.
Curry’nin istifası, büyük ölçüde küresel ısınma, iklim değişikliği, iklim krizi vb. terimler altında yürütülen tartışmaların gittikçe siyasallaşan doğasıyla ilgilidir. Yeryüzündeki “insan kaynaklı” (antropojenik) faaliyetlerin iklim üzerindeki olumsuz etkilerinin ciddiyet derecesi, hükûmetlerin müstakil ya da ortak müdahalesini çağrıştırmakla, bu müdahalenin olası ekonomi-politik sonuçları önem kazanmaktadır. Dolayısıyla, tartışmalar da başlıca iki karşıt grup arasındadır:
(1) “Ana akım” diyebileceğimiz teorisyen ve siyasetçiler, “hepimiz suçluyuz, karbon ayak izimizi küçültmeliyiz” vb. klişeler altında ezilen sınıfların hayatını zorlaştıracak öneriler geliştirmekle meşguldür.
(2) Geniş bir yelpazedeki muhalifler, somut gerçekliğin boyutları konusunda yarı akademik, yarı siyasal bir tartışma yürütmekte ve şu sorunun cevabını aramaktadır: İklim Değişikliği Bir “Sorun” mu? (Aşure, 2024). Eğer öyleyse sorunlar bizden istenen fedakârlığı haklı çıkaracak kadar ciddi mi?
İklim değişikliğinin antropojenik olduğunu savunanların, bu değişimi karakterize etmek için en sık kullandıkları nicelik “küresel ısınma” olup, küresel ısınmadaki değişiklikler, küresel kümülatif karbondioksit (CO2) emisyonlarıyla “yarı doğrusal olarak bağlantılı” kabul edilmektedir (IPCC, 2021: 1541). Atmosferdeki CO2 konsantrasyonu, özellikle fosil yakıt emisyonları nedeniyle sanayi öncesi çağlardan bu yana %40 artmış, okyanuslar yayılan CO2’nin yaklaşık %30’unu emerek asitlenmiştir. “Atmosferin ve okyanusların ısınmasında, küresel su döngüsündeki değişikliklerde, kar ve buzdaki azalmada, küresel ortalama deniz seviyesindeki yükselmede ve bazı aşırı iklim koşullarındaki değişikliklerde insan etkisi tespit edilmiştir.” IPCC tarafından geliştirilen modellere dayanarak küresel iklimdeki değişimleri öngörmeye çalışan bilim insanlarına göre, CO2 başta olmak üzere ısı tutucu gazların atmosferdeki daha yüksek konsantrasyonu küresel ısınmaya yol açmaktadır. Dolayısıyla, antropojenik sera gazı emisyonları “önemli ölçüde ve sürekli olarak” azaltılmadığı takdirde fırtınalar, kasırgalar, sel, kuraklık, aşırı soğuk ve daha asidik okyanuslar gibi “aşırı hava olayları” sıklaşacak; buzullar erirken küresel deniz seviyesi yükselecektir (IPCC, 2013: 11-29).
Son derece açık ve kesin öngörüler… Fen bilimlerinden beklenen de zaten bu değil midir? Bu beklentinin siyasallaşmasına “iklim anlatısı” ya da “yeşil anlatı” diyoruz. Bu tür anlatıların gürültüsü; iklim kanunu, karbon vergisi vb. düzenlemelerin, sera gazı emisyonlarının azaltılmasından ziyade kitlelerin mülksüzleştirilmesini amaçladığı (Kuzey, 2025) mealindeki seslerin bastırılmasında işlevseldir. Küresel ısınmada hepimizin payı(?) olduğuna göre, devletimiz bacası tüten her işletmeyi yeniden ruhsatlandırıp karbon kotası tayin ederken bizler de bahçemizde marul, maydanoz vs. yetiştirme alışkanlığına son vermeliyiz.
Buna karşılık, Curry’nin de aralarında bulunduğu “şüpheci” bilim insanları, IPCC iklim modellerine dayandırılan “insan kaynaklı iklim değişikliği” teorisinin, küresel ısınmanın doğası ve nedenleri hakkında belirsizlikler taşıdığını savunmaktadır. Onlara göre, gözlemlenen iklim verileri, hızlanan sıcaklıkları veya aşırı hava koşullarının sıklığını göstermediği gibi, küresel ısınmanın da bilâkis azaldığını göstermektedir. Bu bilim insanlarından R. Spencer (2014) ve J.R. Christy (2015), 1980 ve 2015 itibarıyla küresel sıcaklıkları öngören iklim modellerinin, aynı dönemlerde uydular ve hava balonları tarafından ölçülen sıcaklıklardan daha fazla ısınma gösterdiğini saptadı. Onlara göre, bu modellerden elde edilen çıktılar (gelecekteki iklim tahminleri ve CO2 artışının iklimle spesifik bağlantısı), iklim değişiklikleri ve sera gazları arasındaki bağlantıların kanıtını sağlamaz. Bu modeller, sıcaklık gibi ölçebileceğimiz iklim değişikliklerinin nedenlerini açıkça belirleyen ölçüm cihazlarının yokluğunu telafi etmeye çalışan karmaşık bilgisayar programlarıdır.
Keza, liberal görüşleriyle bilinen Cato Enstitüsü’nden P.J. Michaels ve P.C. Knappenberger (2015), iklim üzerindeki antropojenik etkinin, “ana akımın” (IPCC) öngördüğü etki aralığının alt sınırına yakın olduğunu öne sürdüler. Küresel iklim davranışını “simüle etmek” için geliştirilen modellerin antropojenik sera gazı emisyonlarının etkisini abarttığını savunan yazarlar, aksi yöndeki bilimsel bulguları Lukewarming: The New Science That Changes Everything başlıklı kitaplarında paylaştılar. ABD’deki CO2 emisyonlarının sıfırlanmasının gelecekteki ısınmayı 2100 yılına kadar sadece 0.137°C azaltacağını savunan Michaels ve Knappenberger’e (2014) göre, Temiz Enerji Plânı’nın benimsenmesi hâlinde küresel sıcaklıklardaki artış 0.018°C azalacaktır ki bu da “tespit edilemeyecek kadar küçük”, eser miktarda bir azalıştır.
D. Kemp vd.’nin (2015) çalışması, Michaels ve Knappenberger’in teşhis ettiği abartının nedenini açıklar gibidir: Modern zamanlara ait oranlar daha yüksek görünse de aslında geçmiş veriler uzun süreler boyunca daha büyük değişiklikler göstermiştir. Buna karşın “uzun jeolojik ölçüm süreleri”, geçmiş iklim değişikliği oranlarının hafife alınmasına yol açmaktadır. Kemp vd.’nin tespiti, günümüzün iklim değişimlerinin benzersiz bir şekilde hızlı olduğu fikrine meydan okurken daha kısa zaman ölçeklerinde iklim dinamikleri konusundaki bilimsel anlayışın sınırlılığını ifşa etmesi anlamında da önemlidir. Bir bilim insanının mevcut küresel ısınmayı “benzeri görülmemiş” (unprecedented) olarak nitelemesi, yaşı yetmiş amcaların, “Ömrümde böyle sıcak görmedim,” demesinden çok farklı değildir.
Avustralya Meteoroloji Bürosu’nun (BOM), geçmişteki rekor sıcaklık kayıtlarını düzelterek ülkedeki küresel ısınma olgusunu 1960 gibi görece yakın bir tarihten başlatması bu anlamda öğreticidir. 31.11.1923-07.04.1924 tarihleri arasında kesintisiz 160 gün boyunca 100F (37.8°C) üzerinde rekor sıcaklıkların ölçüldüğü Marble Bar (Pilbara) kasabasının hikâyesi, 2015 yılında BOM’un web sitesinden kaldırıldı (Avustralya Ulusal Kütüphanesi tarafından arşivlenmiştir). BOM tarafından 2011 yılında yürürlüğe konulan “Avustralya İklim Gözlemleri Referans Ağı” (ACORN) veri seti, kesintisiz aşırı sıcaklık süresini 160 günden 128 güne indirmiş, 8 Mart 1924’te Pilbara’da ölçülen hava sıcaklığının 38.2°C değil, 36.5°C olduğunu saptamıştı! 1910 öncesindeki ölçüm verilerinin dâhil edilmediği ACORN, “homojenlik ayarlaması” (homogeneity adjustment) adı verilen yöntemle 20. yüzyılın ilk yarısında ölçülen bütün sıcaklıkları 1°C'den fazla düşürdü ve yapay olarak “minimum sıcaklıklar için +0.0136°C/yıl ve maksimum sıcaklıklar için +0.0180°C/yıl” şeklinde bir ısınma eğilimi belirledi (Parker, 2015: 247). Böylece ülkenin geçmişindeki aşırı sıcak günler soğutulmuş oldu.
Keza, resmî istatistik yıllıklarında 1999 yılına kadar yer verilen rekor sıcaklıklar (17.01.1877, Bourke/Yeni G. Galler: 52.8°C; 14.12.1888, Winton/Queensland: 50.7°C; 16.01.1889, Mildura/Victoria: 50.8°C; 22.01.1906, Eucla/B. Avustralya: 50.7°C), ertesi yıldan itibaren kısmen, 2012 yılına gelindiğinde ise tamamen çıkarıldı. BOM’un ACORN uygulaması sayesinde 1910-1963 yılları arasındaki 40’tan fazla çok sıcak (40°C+) günü kayıtlardan silmesi, 2011 yılının Avustralya için “geçen yüzyılın en sıcak yılı” olarak kaydedilmesini sağladı. Özetle, artık kimsenin hatırlamadığı günlere kadar geri gitmeye ve “Aşırı sıcaklar eskiden de vardı,” demeye gerek yoktur. Ülkenin iklim tarihini yeniden yazan İşçi Partisi azınlık hükûmeti, 1 Temmuz 2012 günü “Temiz Enerji Kanunu” adı altında karbon vergisini yürürlüğe koydu.
Avustralya’dan daha radikal görünen Kanada’daki liberal hükûmet, 21 Haziran 2018’de yürürlüğe giren “Sera Gazı Kirliliği Fiyatlandırma Yasası” (GHGPPA) ile kendi karbon fiyatlandırma sistemine sahip eyaletlerin uygulamasına yeknesaklık getirdi. Bununla yetinmeyen hükûmet, 2019 yılında 1850-1949 arasındaki tüm hava durumu verilerini iklim değişikliğini izlemeyi amaçlayan federal web sitesinden çıkarttı. Artık gerçek sıcaklık okumaları yerine “modellemeler” kullanılacaktı. Örneğin 1852’de 32.2°C gibi yüksek bir hava sıcaklığı deneyimleyen Toronto için rekor hava sıcaklığını 31.7°C (2017) olarak kaydetmek daha uygundu. Bakanlık sözcüsüne göre, araştırmacılar 1850-1949 arası dönem için “güvenilir bir veri seti oluşturmaya yeterli hava istasyonu bulunmadığı” sonucuna varmıştı. Montreal Bilgisayar Araştırma Enstitüsü tarafından 1950-2011 arasındaki hava durumu verilerini kullanarak geliştirilen tarihsel simülasyonlar, 15 Ağustos 2019 günü hizmete açılan “ClimateData.ca” sitesine yüklendi. Dönemin çevre bakanı Catherine McKenna, web uygulamasını, “karar vericilerimize uzun vadeli plânlama için önemli iklim verilerine daha fazla erişim sağlamada ileri bir adım” olarak tanıttı.
Guelph Üniversitesi’nden (Kanada) R.R. McKitrick (2014), yüzey sıcaklığı kayıtlarına ve alt atmosferin küresel uydu verilerine dayanarak, küresel ısınma oranının 1998’den 2013’e kadar yavaşladığını savunurken, bizzat bir IPCC Çalışma Grubu tarafından hazırlanan Climate Change 2014 başlıklı rapor (2014), 1998’ten 2013’e kadar yüzey ısınma oranının 1951’den bu yana hesaplanan ısınma oranından daha yavaş olduğunu saptadı. 1998’den bu yana gözlenen daha yavaş ısınma oranının, insan kaynaklı CO2 emisyonlarındaki artışa rağmen meydana geldiğine dikkati çeken Curry (2015), “İklim modeli tahminleri ile gözlemler arasındaki artan tutarsızlık, ulusal ve uluslararası enerji ve iklim politikalarının temeli olarak kullanılan iklim modelleri hakkında ciddi soruları gündeme getirmiştir,” demektedir.
IPCC tarafından tahmin edilen ve fiilen gözlemlenen iklim değişikliği arasındaki artan kopukluk, Alabama Üniversitesi’nden J.R. Christy’nin (2015) 8 Aralık 2015’te ABD Senato Alt Komitesi (Uzay, Bilim ve Rekabet Edebilirlik) önünde verdiği ifadede belirgin biçimde ortaya çıktı. Christy’nin dünyanın aktif hava bölgesini oluşturan Troposfer’in orta katmanındaki tahmin edilen ve gözlemlenen sıcaklık verilerine dair açıklamaları, felâket senaryolarının dayandırıldığı IPCC modellerinin gerçekleşen sıcaklıkları tesadüfen bile doğru ölçme olasılığının bulunmadığını gösterdi.
IPCC tahminleriyle uydu ve balon ölçümleri arasında açılan fark (Christy, 2015)
Christy’nin ifadesini özetleyen grafikteki kırmızı çizgi, IPCC’nin en son (2013) bilimsel değerlendirmesinde yer alan ve Orta Troposfer’de sıcaklık artışı öngören 102 bilgisayar modelinin beş yıllık ortalamasıdır (Dairesel noktalar balonlara; kare noktalar uydulara ait gözlem verilerini gösterir). Son elli yılı (aynı zamanda en yüksek sera gazı konsantrasyonuna sahip dönem) temsil eden grafikteki bilgiler, modellerin fiilî ölçümlere kıyasla atmosferi aşırı ısınmış gösterme eğiliminde olduğuna dair açık kanıtlar sunmaktadır.
Özetle, IPCC modelleri tarafından öngörülen hızlandırılmış ısınma ve gerçekte gözlemlenen sıcaklık verileri arasındaki gittikçe açılan fark, bu gibi modellerin küresel iklim ve sıcaklık değişimlerinin kesin olmayan bir temsili olduğunu göstermektedir. Bu fark bir şeyi daha gösteriyor: İktisatta olduğu gibi, iklimde de çok sayıda bilimsel sahtekârlıkla karşı karşıya olabileceğimizi…
NASA’nın popüler iklim uzmanlarından James Hansen’in (EPW, 2008), Haziran 1988’de Senato Çevre ve Bayındırlık Komitesi önünde verdiği ifade, bu tür sahtekârlıkların siyasetten bağımsız gelişmediğini göstermesi açısından öğreticidir. İfadesinde, “Dünya, 1988’de enstrümantal ölçümler tarihindeki herhangi bir zamandan daha sıcak. Küresel ısınma, artık sera etkisine yüksek derecede güvenle bir neden-sonuç ilişkisi atfedebileceğimiz kadar büyük,” diyen Hansen, medya önünde de iklim konusunda abartılı tahminler (1998 itibarıyla küresel atmosfer sıcaklığının 0.8°C artacağı, Kuzey Buz Denizi’nde buzul kalmayacağı vs.) yapmayı sürdürdü. Böyle yapmasının nedenini Natural Science’ta (2003) yayımlanan bir makalesinde açıklayacaktı: “Aşırı senaryolara vurgu yapmak, halkın ve karar vericilerin küresel ısınma sorunundan nispeten habersiz olduğu bir zamanda uygun olabilirdi.”
Kendisini “küresel ısınma konusunda dünyanın önde gelen araştırmacısı” olarak tanıtan CBS News’in “60 Dakika” programına (23 Mart 2006) konuk olan Hansen (EPW, 2008), Demokrat senatör John Kerry’yi başkanlık için (2004) desteklemesi karşılığında Kerry’nin eşi tarafından yönetilen vakıftan (Heinz Foundation) 250.000 dolarlık bir hibe aldığını kabul etti. Programın sunucusu Scott Pelley ise Hansen’in iklim değişikliği konusunda Natural Science’ta yayımlanan görüşleri konusunda seyirciyi neden bilgilendirmediği sorusunu yanıtlarken küresel ısınmaya şüpheyle yaklaşanları haklı çıkarmamak için bu konuyu dışladığını, onları “Holokost inkârcıları ile eşdeğer” gördüğünü söyleyecekti.
IPCC tahminlerine bakılarak yürürlüğe konulan “önlem” paketlerinin başarısızlığı da sahtekârlık olasılığını güçlendirmektedir. Örneğin, Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA, 2025) enerjiyle ilgili CO₂ emisyonları için verileri içeren Global Energy Review 2025 başlıklı raporu, 2024 yılında küresel enerjideki artışın yaklaşık %60’ının fosil yakıtlardan (kömür, petrol ve doğalgaz) geldiğini saptamıştır. Küresel CO₂ emisyonları artmaya devam ederken “yeşil enerji dönüşümü” nedense bir türlü başarılamamaktadır. İddia edilen küresel ısınma, ne büyük sanayileşmiş ülkeleri ne de çokuluslu şirketleri korkutmaktadır.
Hâl böyle iken neoliberal akademisyen ve politikacılar, “yeşil enerji” projelerinden ziyade, kitlelerin “kesinlik” lehindeki algılarına yatırım yapmayı sürdürür. Ekonomik ve sosyal haklara yönelik yeni kısıtlamaları meşrulaştırmak için her zaman paniğe kapılmaya hazır olan Liberal/Yeşil Sol, kıyamet senaryolarını pazarlamaya devam eder. Bunun için “fen bilimlerine içkin belirsizlikler, iklim anlatısından aldatıcı bir kesinlikle dışlanır” (Aşure, 2024). Küresel ısınma ile insan kaynaklı CO2 emisyonu arasındaki “ilişkiyi” gösteren kesin kanıtların yokluğu, Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) ve alınıp satılabilen karbon kotası gibi önerilerin yasalaştırılmasını –geciktirse de– engellemez.
Dolayısıyla, muhafazakâr-sağcı Trump’ın iklimsel konulardaki yer yer abartılı açıklamalarına bakarak onunla aynı çizgide görünen Curry ve diğer uzmanların tespitlerini göz ardı etmemeliyiz. İklimin kendisinden daha fazla endişe duymamız gereken şey, bu alanının meslekten olan ya da olmayan herkesin korkutucu veriler paylaştığı bir alan hâline gelmesidir. Spencer’in (2010) esprili bir dille ifade ettiği gibi, “bu işte yanılmak gerçekten çok kolay.”
Gelişmelere sınıfsal perspektiften bakabilenler için iklim biliminin –iktisatta olduğu gibi– neoliberal politikaların uygulama aracı hâline geldiğini görmek de aynı derecede kolaydır. İlâve bir kolaylık olarak, “içeriden” birinin, 2008-2015 yılları arasında IPCC 3. No.lu Çalışma Grubu Eş Başkanı olan Ottmar Edenhofer’in sözlerini (Investor’s Business Daily, 2017) şuraya bırakalım:
“Uluslararası iklim politikasının çevre politikası olduğu yanılsamasından kurtulmak gerekiyor. Bunun artık çevre politikasıyla, ormansızlaşma veya ozon deliği gibi sorunlarla neredeyse hiçbir ilgisi yok. Bizler, iklim politikasıyla dünyanın zenginliğini fiilen yeniden dağıtıyoruz.”
Sonuç
Biri sosyal, diğeri fen bilimleri arasından seçtiğimiz iki örnek, sahtekârlık toleransı yüksek bir akademinin, başarılı bir bilim-siyaset iş birliğinin ön koşulu olduğunu düşündürmektedir. Hemen herkesin “devlet borcunun kötü olduğuna” inandığı koşullarda, verileri teorilerine uyacak şekilde tahrif etmekten çekinmeyen akademisyenler, ulusal borcu “fetişize” eden sözde bilimsel bulgular üzerinden kemer sıkma politikalarına meşruiyet sağladılar. Böylece devletin, şirketlerden ve hane halklarından farklı olarak, hem ayağa hem de yorgana hükmedebildiği gerçeğini ustalıkla gizlemiş oldular.
Keza, iktisat gibi iklim de artık siyasaldır. Rüzgâr ve güneşten ziyade, veri tahrifatından beslenen yeşil anlatılar gücünü akademiden almaktadır. Aşırı hava olaylarını insan kaynaklı faaliyetlere atfeden bilimsel çalışmalar, büyük ölçüde küresel sermayenin ulusal kamuoylarını ve siyasal süreçleri, sözde iklim krizine karşı harekete geçmeye teşvik etmek için bir tür felâkete duyduğu ihtiyaçla ilişkilidir. Türkiye dâhil 194 ülke ve AB tarafından onaylanan Paris İklim Anlaşması ve ardışık yasal düzenlemeler bu ihtiyacın ifadesidir. Başlıca amaç, hava durumunun “tecime elverişli” vasıtalarla yönetilmesidir. TBMM’de görüşülmesi şimdilik ertelenmiş görünen İklim Kanunu teklifinin 10. maddesindeki “Karbon Piyasası Kurulu” esasen bunu ima eder. “Yeşil Büyüme” ve “Net Sıfır Emisyon” gibi şirin terimlerle sarıp sarmalanmış olsa da hayatın yapıtaşı olan karbonu müzayedeye çıkarma niyeti aşikârdır.
Muhsin Altun
21 Nisan 2025
Kaynakça:
Aşure, A. (2024). İklim Değişikliği Bir ‘Sorun’ mu? Sosyalizm.org [24 Haziran 2024]
Bell, A.J., Johnston, R. & Jones, K. (2014). Stylised fact or situated messiness? The diverse effects of increasing debt on national economic growth. Journal of Economic Geography, 15(2): 449-472.
Christy, J.R. (2015). Testimony before the Subcommittee on Space, Science, and Competitiveness, Committee on Commerce, Science, and Transportation, U.S. Senate, December 8, 2015 (PDF).
Curry, J. (2015). Statement to the Subcommittee on Space, Science and Competitiveness of the United States Senate by Judith A. Curry, December 8, 2015 (PDF).
Curry, J. (2017). JC in transition. Climate Etc. [January 3, 2017].
Curry, J. (2023). UN’s climate panic is more politics than science. The Australian [March 29, 2023].
EPW (2008). Don’t Panic Over Predictions of Climate Doom - Get the Facts on James Hansen (Press Release). U.S. Senate Committee on Environment & Public Works [June 23, 2008]
Hansen, J. (2003). Can we defuse the global warming time bomb? Natural Science [Aug. 1, 2003].
Herndon, T., Ash, M., Pollin, R. (2014). Does high public debt consistently stifle economic growth? A critique of Reinhart and Rogoff. Cambridge Journal of Economics, 38(2): 257-279.
IEA (2025). Global Energy Review 2025. IEA: Paris.
Investor’s Business Daily (2017). Another Climate Alarmist Admits Real Motive Behind Warming Scare [08:58 AM ET 06/05/2017] (Edenhofer’in sözleri, 13 Kasım 2010’da Neue Zürcher Zeitung’tan Dr. Charles Battig’e verdiği mülâkattan alıntılanmıştır).
IPCC (2014). Climate Change 2014: Synthesis Report. IPCC, Geneva, Switzerland.
IPCC (2021). Climate Change 2021: The Physical Science Basis. Cambridge, UK: Cambridge University Press.
Kapeller, J. (2014). Heterodox Economics Newsletter. Issue 160, March 03, 2014.
Kemp, D.B., Eichenseer, K. & Kiessling, W. (2015). Maximum rates of climate change are systematically underestimated in the geological record. Nature Communications, 6: 8890.
Krugman, P. (2013). The Excel Depression. The New York Times [April 18, 2013]
Kuzey, D. (2025). İklim Kanunu Mecliste. Sosyalizm.org [7 Mart 2025].
McKitrick, R.R. (2014). HAC-Robust Measurement of the Duration of a Trendless Subsample in a Global Climate Time Series. Open Journal of Statistics, 4: 527-535.
Michaels, P.J. & Knappenberger, P.C. (2015). 0.02°C Temperature Rise Averted: The Vital Number Missing from the EPA’s ‘By the Numbers’ Fact Sheet. Cato Institute [June 11, 2014].
Michaels, P.J. & Knappenberger, P.C. (2015). Climate models versus climate reality. Climate etc. [December 17, 2015].
Parker, A. (2015). The Acorn Adjustments of Australian Temperatures are in the Wrong Direction. Physical Science International Journal, 6(4): 245-252.
Rehn, O. (2013). Recovery from the crisis: Coherent policies for growth and jobs. European Commission - SPEECH/13/294.
Reinhart, C.M. & Rogoff, K.S. (2010). Growth in a Time of Debt. American Economic Review: Papers & Proceedings, 100(2): 573-578.
Reinhart, C.M. & Rogoff, K.S. (2013). Full Response from Reinhart and Rogoff. The New York Times [April 17, 2013].
Ryan, P. (2013). The Path to Prosperity: A Blueprint for American Renewal, Fiscal Year 2013 Budget Resolution. House Budget Committee.
Spencer, R. (2014). 95% of Climate Models Agree: The Observations Must be Wrong [February 7, 2014].
Wile, B. (2013). The Famous Reinhart-Rogoff Debt Paper Did Not Go Through The Normal Refereeing Process. Business Insider [April 18, 2013].
Wray, L.R. (2013). Why Reinhart and Rogoff Results are Crap. Economonitor [April 20, 2013].
Yalcintas, A. (2016). Intellectual path dependence in economics: why economists do not
reject refuted theories. New York, NY: Routledge.