Loading...

BİRTEK-Sen Genel Başkanı Mehmet Türkmen ile Söyleşi


2022 yılında Gaziantep’te kurulan Birleşik Tekstil, Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası (BİRTEK-SEN) Kurucu Genel Başkanı Mehmet Türkmen ile “Model Şehir Gaziantep” dosya çalışmamız kapsamında gerçekleştirdiğimiz söyleşi; Antep işçi sınıfının ve sanayisinin yapısı, güncel göç meselesi, göç ve pandemiyle birlikte gelişen dönüşüm ve BİRTEK-SEN’in kuruluşunu da koşullayan yakın dönemin sendikal gelişmeleri ele alınmaktadır.

 

Sosyalizm.org: Kendi hikâyenizden de başlayabiliriz Mehmet Bey. Atölyelerden büyük organize sanayiye geçiş nasıl  ve hangi temelde gelişti? Etkileri ne oldu?

 

Mehmet Türkmen: Organize sanayi burada 1980’lerin sonunda, 88’de faaliyete geçti. O zaman Aktes, Yıldız İplik, Okan Tekstil gibi ilk iplik fabrikaları vardı; iplik fabrikaları yoğunluklu açılmıştı. Şimdi o fabrikaların bir kısmı yok. Daha önce büyük fabrikalar şehrin çeşitli yerlerine dağılmıştı. Örneğin Sanko, Nizip yolu üzerindeydi ve ayrıca Oğuzeli yolu üzerinde fabrikası vardı; çok daha önce şehir içinde Veli çiftlik iplik fabrikası vardı. Yine Nizip Caddesi diye bildiğimiz bir bölüm var, Kale altı civarı, orada çeşitli fabrikalar vardı. İplik ve Halı fabrikaları gibi.

 

Halı sanayisinin halı atölyelerin halı imalatı asıl yoğunlaştığı yer ise 60’ların sonu ve 70’lerin başından beri Ünaldı idi. 2000’leri başına kadar da öyle idi. Ben 88’de daha ilkokul öğrencisi iken çocuk işçi olarak 9 yaşında işe başladım Ünaldı’da. 2000’e kadar da Ünaldı’da çalışıyordum. Sonra Organizeye geçtim, ardından en son çalıştığım yer de Merinos’tu. Merinos’un fabrikası da Merveşehir’de idi. 2002-2003’e kadar Merinos organize sanayide değildi. 2000’lerin başında organize sanayide bir fabrika açmıştı ama asıl büyük işletmesi Merve Şehir diye bildiğimiz otogar yolundaydı; şimdi mağaza olarak kullanıyor orayı. 2000’e kadar Antep’te hem büyük fabrikalar hem atölyeler ağırlıklı olarak şehrin muhtelif yerlerine dağılmış durumdaydı.

 

Bir bölge de Körkün’dür, mesela hâlâ orada irili ufaklı fabrikalar var. Nurgana diye bir bölge var, Gatem’in ilerisinde Küsget bölgesinde fabrikaların, işletmelerin olduğu bir bölge var. Şu an bilinen Organize Sanayi Bölgesi dışında da 6-7 tane irili ufaklı sanayi bölgesi vardır ama 2000’lerden sonra daha hızlı bir şekilde Organize Sanayi Bölgesi daha merkez bir sanayi bölgesi olmaya başladı. Yani Ünaldı’da halı dokuma işleri bakımından da süreç şöyle oldu: Merinos’un eski ismi Erdemoğlu’ydu; 98’de Merinos adını aldı. Merinos Bursa merkezli kamusal bir fabrikaydı, isim hakkını aldı; Ünaldı dışında, Merveşehir’de ilk kurulan fabrika Merinos’tu.

 

O zamana kadar halı dokuma üretim merkezi büyük oranda Ünaldı idi. Ünaldı da biliyorsunuz 1996’da büyük bir direniş yaşanmıştı; 20 bine yakın halı dokuma işçisinin katıldığı o direnişte ben de genç bir işçi olarak yer almıştım. O zaman Ünaldı bir mahalle adıydı ama Ünaldı’dan daha fazla mahalleyi kapsayan bölgeye biz Ünaldı diyorduk. Bir ucu Yazıcık, bir ucu Çıksorut, bir ucu Perilikaya kadar dayanan 7 mahalleyi kapsayan yerdi Ünaldı.

Orada biraz çalışma şartları ve koşulları daha esnekti. 12 saat çalışılırdı ama böyle fabrikalardaki gibi servisle gidip gelme, sabah girip akşam fabrikadan çıkma şeklinde değildi. İrili ufaklı atölyelerden oluşan mahallede yemek saatinde dışarıda geçirebilirdiniz, çıkıp dinlenebilirdiniz.

 

Yemek ve dinlenme 12 saatin içinde miydi? Ayrıca kaç kişilik atölyelerden bahsediyorsunuz?

 

Tabii, tüm bunlar 12 saate dâhil. Atölyeler 150-200 kişilik de vardı; Ceyhan Halı, Seydi Bulut Halı gibi büyük işletme yerleri vardı. Ama 3 makine, 5 makine, 2 tezgâh gibi küçük atölyeler; 3 kişilik, 5 kişilik, 10 kişilik atölyeler de vardı. Toplamda 540 işletme mevcuttu.

 

Yani bu sayılarda şöyle aklıma geliyor, sonradan daha da artmıştır, Ünaldı direnişine öncülük eden dernekte bütün bunların istatistikleri vardı; 540 işyeri sayısı oradan aklımda kalmış. 7 ayrı mahallede hepsinin bir arada olması mümkün değildi. Örneğin Ceyhan halı dokuma büyük işyerlerinden biriydi ama bu şekilde 4-5 işyeri vardı sanayi içerisinde. 5 tezgâh bir yerde, 10 tezgâh bir yerde, hepsinin aynı yerde olması fizikî ve altyapı olarak mümkün değildi Ünaldı’da. Düşünün, apartman gibi bir binanın içerisinde bloklar var ve makineleri döşemişler. Zaten oraya 30 tezgâh sığdırmanız mümkün değil.

 

Yani Başpınar’daki fabrikalar gibi fabrika çatılı bloklar değil, mahalledeki apartmanlar gibi yapılardan bahsediyoruz; şimdi aynı binalar konfeksiyon atölyeleri olarak kullanılıyor. 96 grevine katılan işçiler arasında organize sanayinin direnişi engellemek için açıldığı inancı yaygınıdır. Bu yönü de vardır ancak asıl olarak sermayenin üretim ihtiyaçlarından dolayı ortaya çıktı. 2000’lere doğru ve sonrasında hızlanacak şekilde teknolojik değişim oldu çünkü Ünaldı’daki halı dokuma tezgâhları, abartısız bir şekilde herhâlde 80-100 yıl öncesinin teknolojisiydi.

 

İşçilerin böyle düşünmesi de doğaldır çünkü 96 grevi o zamana kadar dokuma işleri içinde yaşanmış en önemli, hatta Antep’in tarihindeki en önemli işçi direnişidir ve çok önemli kazanımlar elde edilmiştir. 93 ve 96 arası böyle bir süreç var. Aslında 93’te başlar bu çalışma, 95’te dernekleşir; 96’da en büyük grev olur. Çünkü 93 ve 95’te de grevler oldu, orada da büyük zamlar, kazanımlar elde edildi. Ben o grevlerde de genç bir işçi olarak bulundum ama 96 bu sürecin zirvesidir. Çünkü bir ay boyunca sürdü ve 20 bin kişinin tamamı katıldı.

 

Üretim ihtiyacına dayalı dönüşümü biraz daha açabilir miyiz?

 

Organize sanayiye dönüşümün asıl sebebi dediğimiz gibi ekonomik zorunluluktu. Yani artık eski teknoloji ve eski atölye şeklindeki ilkel çalışma koşullarıyla bunu sürdürmesi mümkün değildi, miadını doldurmuştu o süreç. Ünaldı’da buna uygun sermaye gücü olanlar, bugün hâkim olan bilgisayarlı dediğimiz daha teknolojik halı makinelerini aldılar. Mesela 2000’li yılların başında bir makinenin fiyatı 1 milyon TL civarındaydı; şimdi daha da artmıştır çünkü makineler sürekli yenileniyor. O zamanlar Ünaldı’da çok tartıştığımız şöyle bir hesap da var: ilkel mekanik makinelerin 10 tanesinde, en az 8 tanesinde ve toplamda kırka yakın işçi ile yaptığımız üretimi, bugün bu makinelerin birinde 3 vardiyada 6 kişi de yapabiliyorsun. Çok net, 40 kişi ile üretimi bugün 5 kişi ile hatta daha az kişi ile (Örneğin Merinos’ta her makinede 1 kişi çalışıyor) çıkarabiliyorsun; 10 kat farktan oluştu.

 

Bugün Antep, dünya halı pazarı bakımından hem içeriye teknoloji transferi yani makine satışı, hem de dünyada makine halısı üretiminin önemli bir merkezi olmaya doğru gidiyor. Tedarik zincirinde Antep’e biraz böyle bir rol verilmiştir. Mesela burada şu anda halı fabrikalarında kullanılan makinelerin iki menşei var; biri Belçika, diğeri Almanya. Orada üretim yapmıyor. Makineyi üretip Antep’e satarlar. Şu anda dünyada makine halısı üretiminin %45’inden fazlası Antep’te üretiliyor. Makina Antep’te kurulduktan sonra, makinenin tamamı olmasa bile (şimdi daha zor) eskiden tamamı mekanik olduğu için Antepliler, Antepli tornacılar bunu yapıyordu. Şimdi işin içinde elektronik de daha fazla yer aldığı için o kısımlarını yapamıyorlar ama mekanik aksamında Antep’te yapılamayan yan parça yok. Yani yan parça sanayisi de çok gelişmiştir Antep’te.

 

Büyük teknoloji transferinde 2000’lerin başı milât alınabilir mi?

 

Evet. Bizim Ünaldı’da çalıştığımız tezgâhların ilk modeli Almanya ve Belçika tarafından 100 yıl önce yapılmış ve Antep’te kalmış; bu makineler kopyalanarak 2000’lere kadar gelmişti. Mesela 3 tane makinist adı vardır, Antep’te bütün eski dokumacılar bilir ve 3 tane farklı tezgâh vardır. İşte birinin kolu, birinin mekik atışı farklıdır; ona göre isimleri vardır. 3 tane makinistle özdeşleşmiştir bunlar. Vakkas’ın yapısı, Bahattin’in yapısı, Emin’in yapısı derler. Bu 3 kişi de Ünaldı’da meşhur 3 makinist. Birisi bir markayı model almış, diğeri başkasını. Ünaldı da böyle idi. 1960-70’lerden sonra Belçika’dan ya da yurtdışından tek bir makine parçası dahi gelmemiştir. Tamamı burada yan sanayide tornalarda yapılmıştır.

 

İthal parça ihtiyacı burada ikâme oluyordu yani?

 

Aynen. Burada iplik fabrikalarında da meşhurdur bu durum.

 

60’lar ve 70’lerde Türkiye ekonomisi için söylenen ithal ikâme meselesinin somut örneği burada yaşanmış

 

Aynen. Ama artık öyle sürdürülemez hâle geldi çünkü bir tarafta 40-50 kişinin yaptığın üretimi çok daha az kişi ile, 4-5 kişiyle çok daha kısa sürede yapma imkânı tanıyan bir teknolojiyle senin yarışabilmen mümkün değil ve o pazarda hayatta kalabilmek için o teknolojik dönüşüme ayak uydurmak zorundasın. 2000’lere kadar buna direnildi. Antep sanayisi 2000’den sonra ayakta kalıp daha da büyümek, pazarda daha büyük aktör olabilmek için dönüşüme girdi. Örneğin Erdemoğlu 2000’lerin başında kadar amiyane tabir ile sadece borusu Antep’te öten bir firma iken bugün dünya çapında üretim yapmaktadır. Bunu sağlayan teknolojik dönüşüm sadece Erdemoğlu’nda değil, ona eklenen bir sürü markada görüldü: Sanat Halı, Festival Halı ve benzerleri.

 

Dönüşümün hemen ekonomik krizden önce kısa sürede gerçekleşmesi, ciddi sermaye giriş çıkışlarının yaşandığı döneme denk gelmesi düşündürücü.

 

O zaman Başpınar’a geçen fabrikalar o makineleri kurarken, yatırım yaparken önemli oranda Avrupa merkezli krediler aldılar, bu makinelerin bir kısmını kredi şeklinde alıp sonradan üretimle, zamana yayarak ödediler. Aynı zamanda dolaylı bir biçimde pek çok destek oldu. Özellikle iktidardan ve yerel iktidardan bedava yer tahsisi ve benzeri kimi teşvikler, kredi borçlarının ve kimi borçlarının sigorta primlerinin ötelenmesi, hatta bazı fabrikaların uzun yıllar inşaat gibi gösterip vergi ödememeye kadar uzanan kolaylıklar gösterildi. Antep sanayicilerinin genelde ağzından düşmeyen bir şey var: Antep Türkiye’de devletten hiç destek almadan, hiçbir kamu desteği olmadan, kendi yağıyla kavrulan girişimcilerin örnek kentidir falan; hikâye. Antep’te büyük patron olmuş ve devletten çeşitli ve dolaylı bir şekilde bu imtiyaz ve teşviklerden yararlanmamış tek bir patron bile yoktur. Dolayısıyla işin o kısmı hikâye.

 

Başta söylediğim şeye bağlamak gerekirse işçiler içinde şöyle bir şey gelişti. İşte “sırf Ünaldı’daki birliği dağıtmak için Başpınar’a taşıdılar,” fikri, hâlâ tek tük de olsa Ünaldı dönemini yaşamış ve Başpınar’da çalışmaya devam eden işçiler ya da emekli olanlar arasında yaygındır. Dernek bütün işçilerin birliğini sağlamıştı; artık bir sendika gibi 6 ayda bir liste yayınlıyordu. Yani patronlar sendika gibi muhatap almak zorunda kalıyordu. Sözleşme gibi protokol imzalandı dernek ve patronlar arasında. Sigorta hakkı bile 96’da direnişten sonra yaygın biçimde kazandığımız bir hakka dönüştü. Öncesinde her iş yerinde bir tane ustabaşı falan sigortalı olurdu. O yüzden işçiler de öyle bir algı oldu. Ünaldı’da her sokakta bir kahvehâne, bir çay ocağı, dürümcü olurdu; toplantı yerlerimiz işte sokaklardaki dürümcülerdi, kahvehânelerdi, çay ocaklarıydı ve her iş yerine girip çıkabilirdik, yani işçilerin toplanması, bir araya gelmesiyle haberleşmesi, mesai saatleri içinde bile toplanıp bir meseleyi konuşması çok olanaklıydı.

 

Başpınar döneminin artık fabrika sistemine göre modem işçi sınıfının bazı yönleriyle modernleşmesi bakımından da ileri yönleri var. Çünkü evet, Ünaldı’da işçilerin örgütlenmesi için uygun bir zemin vardı ama bir yönüyle de aslında daha ilkel kalan, yani işçi sınıfının gerçek anlamda fabrika işçisine, proletere dönüşmesine engel olan ilkel yanları da var. Biraz bu avantajlar ortadan kalkınca, öbür fabrika diğer fabrikayı görmeyince böyle yorumlandı. Diğer yandan tam da 2000’lerde başlayan bu dönüşüm, aynı zamanda 96’dan 2000’lere kadar da az çok etkisi devam eden mücadele geleneğini, dernek etrafında toplanarak oluşmuş örgütlü gücü dağıtmak bakımından da patronlar için değerlendirdikleri bir fırsat oldu tabii.

 

Dosya çalışmasını yaparken, kıyı kentlerinden sonra içeride ilk yapılan Serbest Bölgelerin, Kayseri (1997) ve ardından Gaziantep’te (1998) olduğunu gördük. 2000’lere doğru aslında bir yönelimin de olduğu, sermayenin ihracata dönük bir vizyonunun olduğunu da gösteriyor. İhracat onla başlayıp onla bitmiyor ama 2000’lerden önce iç bölgelerde ilk adımın da Antep’te olmasının bir anlamı vardır herhâlde?

 

90’lardan sonra İstanbul sermayesi dediğimiz TUSİAD dışında, Refah Partisi’nin iktidar ortağı olduğu dönemlerde daha çok tartışılmaya başlanan Anadolu sermayesi, Anadolu kaplanları, İslam’ı dediğimiz şeyin Kayseri ile birlikte sayılan iki ana merkezden biri de Antep’ti. Gelen iktidarların taban yaratma, kendi siyasî görüşüne göre sermaye yaratma bakımından da örnek kentlerden biriydi.

 

20 yıl önce bir atölye düzeyinde olup bugün Türkiye’nin ilk 500’üne giren firmalar var artık. Bu çok hızlı dönüşümü, bir firmanın kendi girişimci yeteneği ile açıklamamız mümkün değil; kamusal bir destek almadan, devletten bir imtiyaz almadan, benzeri teşviklerden yararlanmadan yapabileceğiniz bir şey değil bu. Türkiye’de aslında işçi sınıfının örgütlü mücadelesini dağıtmak, “sorunsuz” bir alan açmak bakımından da Antep önemli bir yerdi.

 

80’leri, 90’ları ve 2000’leri ele alırsak işçi kompozisyonu nasıldı? 2000’lerden sonra bir dönüşüm oldu mu?

 

Eskiden alarak bu dönüşümü tamamıyla analiz edecek birikime sahip değilim ama en azından kendi çevremizden, kısmen de geriye dönük edindiğimiz deneyimler, yaptığımız okumalarla şu değerlendirmeleri yapabilirim: Antep’in böyle bir sanayi merkezi olmasında Osmanlı dönemine kadar uzanan, coğrafî konumuyla da bağlantılı olarak geçmişinin etkisi var. Örneğin Antep’te 30’lu yıllarda 5-6 bin tane dokuma tezgâhı olduğuna dair bilgiler var. Hatta 90’lara kadar havlu dokumacılığı da mevcuttu ama sonra havlucular bir greve çıktı; sonra hangi dinamikler rol oynadı çok bilemiyorum ama Uşak tarafına kaydı.

 

Ama halı ilginç bir şekilde hep büyüyerek ilerledi. Dediğim gibi burada hem yan sanayi yedek parça bakımından çok gelişmiş bir alt yapı var ve bunu sıfırdan yaratmak çok çok zordur. Coğrafî olarak hem Ortadoğu’ya hem Doğu Avrupa ülkelerine yakınlığı ve İpek Yolu üzerinde bir kent olması; yanı sıra uluslararası taşımada iş gücü birikmiş bir kent olması Antep’i avantajlı bir kent hâline getirdi. Bunun dışında ben daha böyle Türkiye’nin siyasal konjonktürüne dair özel nedenleri de olabileceğini düşünüyorum. Birincisi, tam sınırında yani Doğu ve Güneydoğu’nun en batı sınırında iken ve her ne kadar da Güneydoğu sınırları içinde, hatta Kürdistan coğrafyasının bile bir parçası, Mezopotamya’nın bir parçası olsa da, orijini bakımında aslında Türk ağırlıklı bir kenttir.

 

Özellikle daha 80 öncesinden başlayarak da Urfa, Malatya, Maraş gibi kendine sınır daha doğu illerinden ve Adıyaman’dan çok yoğun göç almış bir kent. 80’den sonra işte Van’a kadar gidiyor. Van, Şırnak, Cizre, Siirt buralardan da çok yoğun bu göçler sonucu da şu anda Antep nüfusunun abartısız yarısı Kürt’tür. Bazılarına göre daha fazla. Zaten Antep’in Nizip, Yavuzeli başta olmak üzere büyük ilçelerinin kırsalında da büyük oranda Kürtlerin yaşadığı bölgeler var, İslahiye’nin yine aynı şekilde; o yüzden biraz daha kozmopolit bir yapısı var.

 

Göçenler eskiden beri, önemli oranda üretime entegre olmuşlar.

 

Evet, ekonomik göçlerdir bunlar. 90’larda köy yakmaların, köy boşaltmaların en yoğun yaşandığı dönemde bile Antep’in Doğu ve Kürt illerinden aldığı göç; ekonomik göçtür. Örneğin, gidin mesela Antep daha yakındır ama işte köy yakmalardan ve politik nedenlerden dolayı asıl göç Adana’dadır, Mersin’dedir ve İstanbul’dadır. Antep’te ise daha sınırlı sayıdadır. Antep’te 80’den önce buraya yerleşmiş, artık Antep şivesinden dolayı bunu ayırt edemeyeceğimiz Vanlılar vardır mesela. Siirtliler vardır, 60-70’li yıllardan beri ekonomik nedenlerle gelip göçmüşler ve sonrasındaki göçlerde hep akraba hemşeri ilişkisi ile mesleklere göre de şekillenmiş. Vanlılar, Siirtliler genelde taşımacılık işi ile uğraşıyorlar ya da mesela gıda sektöründe, buğday, un, yem fabrikalarının sahipleri genelde Cizrelidir.

 

Antep, 2000’den sonra da giderek batısından da şimdi Osmaniye’de, Adana’dan göç alan bir kent. Adana Sanayi büyük oranda tasfiye oldu biliyorsunuz. Özellikle tekstil ve emek yoğunluklu sektörler bakımından Antep’te sadece organize sanayi bölgesinde 200 bin işçi çalışmakta. Türkiye’nin yüzölçümü olarak en büyük organize sanayi bölgesi hâline geldi. Bu gibi nedenlerden dolayı Antep hep göç aldı. 90’lara kadar Antep işçi profilinde, bugüne oranla görece sol fikirlerin, daha mücadeleci geleneklerin işçiler içinde daha güçlü olduğunu biliyoruz. Ünaldı’da örneğin 1977’de, 78’de grevlerden bahsedilir. 70’lerden beri mesela Ünaldı iplik işçileri içinde yaşanmış grevler, direnişler ve devrimci sol örgütlerin, işçiler içinde, bu işçi havzalarında hep işçi çalışması olmuştur. Ünaldı’da işte dokuma işleri içinde Halkın Kurtuluşu geleneği, iplik işçileri içinde Emeğin Birliği gibi gruplar hep bir şekilde etkin olmuştur. Hatta buradan işçi önderleri çıkmış, bir şekilde sol siyaset içinde de etkili olmuştur.

 

90’lardan sonra, 90’ların sonunda özellikle göç daha bir ivme kazandı. Ondan önce diyelim Antep senede 10 bin göç alıyorsa bu 50 bine çıktı. Bu hep sanayinin büyümesiyle birlikte oldu. Hâlen göç alıyor, hatta hızlanmış durumda. Çünkü Antep’te eğer bir fabrikada az çok vasıf gerektirmeyen bir işi yapabilecek durumdaysanız işsiz kalmazsınız, hâlâ öyledir. O yüzden Antep, sürekli kolayca iş bulunabilir bir merkez. Hem sanayi hem ticaret bakımından yüz binlerce işçinin çalıştığı bir kent olması bu şekilde oldu ve bu tabii işçi sınıfının profilinde de bir değişime neden oldu. Çünkü büyük oranda göçü kırsaldan aldı. Kırsal kesimlerden sınıf bilinci, sınıf mücadelesi bilinci hiç olmayan, işçileşmemiş kesimler yığınlar hâlinde fabrikalara ve üretimin içine dâhil olunca işçi sınıfının ana gövdesini oluşturdular kısa bir sürede.

 

Nasıl bir etkisi oldu?

 

Şöyle bir etkisi oldu: işçilerin öteden beri az çok eğilim, gelenek hâline getirdikleri, kimi önemli talepleri için örgütlenme ve mücadele etme kültürünü tabii ki biraz geriletti. Örneğin daha ağır koşullarda, sosyal hakları talep etmeden çalışmaya razı olmak arttı. Dünyanın her yerinde göçle gelenler çaresizliğinden göç etmiş insandır, ekonomik olarak olduğu yerde artık hayatını sürdüremediği için gelmiştir ve geldiğin yerde hayatta kalmak için oranın yerlisi, yerleşik olanına oranla daha kötü koşulları kabul etmeye yatkındır. Dolayısıyla işçilerin daha önce yerleşik olan işçilerin taleplerini de baskılayan sonuçlara yol açtı ve bu ciddi gerilimlere de neden oldu. Mesela ben yine Ünaldı’dan örnek vereyim. 96 grevine kadar, yani o 95, 96 dönemine kadar ben kendim de bizzat bu duyguyu hatırlıyorum. Ünaldı’da mesela Urfalı işçilerden nefret ederlerdi, yani Antep’in yerlisi olan dokuma işleri Urfalı işleri sevmezdi.

 

Bozova’nın bir köyünden adam gelmiş ve dokumacılığa başlamış, 2-3 yıl sonra onun akrabaları da gelerek aynı iş yerinde çalışıyor. Suriyeliler için olan duyguların aynısı, “Urfalılar yüzünden biz işimizi kaybediyoruz, Urfalılar yüzünden zam alamıyoruz, Urfalılar yüzünden biz daha çok çalışıyoruz, Urfalılar yüzünden biz daha çok eziliyoruz çünkü onlar hiçbir şeye itiraz etmiyor.” Hakikaten de ilk yıllar öyle: Sen pazar çalışmazsın, o çalışır; sen zam istersin, o istemez, daha azına kabul eder falan. O zaman biz genç bir işçiyken, yemek saatinde derneğe uğrardık; dernekte şu tartışmaları hatırlıyorum: İşte biri “Urfalılar yüzünden…” deyince, dernek yönetimi, daha çok Emek Partili işçilerin öncülük ettiği, onların kurduğu bir dernekti, hep bize, “Böyle düşünürseniz bu patronların işine yarar,” derdi. Mesela Mikail abi işçilere önderlik eden kişi, kendisi de Suruçludur, şöyle derdi: “Bugün evet, Urfalı işçiler yeni geldiği için sizden daha zor koşullarda çalışmayı kabul ediyor olabilirler ama onlar işçileşecek, yarın sizinle birlikte mücadele edecekler, siz bugün onlardan nefret ederek onlara düşman olursanız ancak patrona hizmet edersiniz. Sizin tam tersine, bizim patrona karşı Urfalı, Siirtli, Antepli, Besnili, Adıyamanlı diye bölünmeden birlik olmamız lâzım.”

 

Bu öngörü doğrulandı. 95’ten giderek 96’ya geldiğimizde, o direniş Urfalı işçilerin, özellikle Suruçlu işçilerin militan tutumu olmasaydı bir ay boyunca kesinlikle sürmezdi; bunu çok somut söyleyebiliyorum. Çünkü bugün bile çok büyük sendikaların örgütlü olduğu bir iş yerinde bile bir grevi bir ay kırılmadan, çözülmeden sürdüremiyoruz tek bir fabrikadaki direnişi. Ünaldı’yı bir düşünün, bu kadar esnek bir yapı, 40-50 tane iş yeri, bu kadar şeyi kontrol altında tutmak, bu grevin kırılmadan, çözülmeden, bölünmeden sürmesi mucize gibi bir şey. Bir talep etrafında bölünmeden, çözülmeden ve grev kırıcılığına izin vermeden bunu yürütmek çok zor iş. Burada elbette derneğin, öncülük eden işçilerin yeteneğinin de payı çok büyük. Ama bir sebebi de en militan kesimlerini Suruçlu işçilerin oluşturduğu, direniş boyunca Ünaldı’da ve sanayinin içinde sürekli sokak denetimine çıkan, o zaman vurucu timler dediğimiz, işçilerin devriye faaliyetlerinin de önemli payı vardır. Bir yerde gizli çalışan var mı, girip grev kırıcılığı yapmaya çalışan var mı? Oluyordu da! Biz her gün, işte şurada grev kırıcılığı yapanlar dayak yemiş, şurada hastanelik olmuş, şurada girmişler çözgüsünü kesmişler (çözgüsünü kesmek demek de bir hafta tezgâhın çalışamaması demektir) diye haberler duyardık. Gizli gizli kapı kapatılır ama yerin altında bile olsa sesini duyarsın, yani çok gürültülü bir makine. Bir yerden mekik sesi geldi mi bir saat sonra o ses kesilirdi. Yani biz bilirdik ki Suruçlular buna müdahale etmiş. Antep’in göçü üretime ekleme geleneği de herhâlde Suriye Savaşı’ndan sonra buraya emek akını da belirleyen şeylerden birisi oldu.

 

Suriyeli göçünün başladığı ve yoğunlaştığı dönemde Antep’te yaşanan dönüşüme geçecek olursak, nasıl bir çerçeve çizersiniz?

 

Suriye’den buraya yoğun bir göç oldu. Şu anda yanılmıyorsam nüfusun yüzde 25’i Suriyeli; bunların önemli bir oranı imalat sanayinde çalışıyor. Antep’in geçmişi bunu alıp absorbe etme imkânı sundu. Ucuz işgücü olarak değerlendirip imalata yönlendirebilme özelliği göç çekmede etkili oldu. 2011-13’te ilk geldiklerinde, şehir içinde, Urfalıların ilk gelişlerine benzer biçimde sınıf içinde etki yarattı. Benzer bazı yönleriyle ama birebir aynı değil çünkü Urfalılar sonuçta iç göçle gelmiş insanlar, ne kadar hâlâ Kürtler bu ülkenin temel unsuru sayılmasa, ırkçı yaklaşımlar olsa da sonuçta ülke içinde bir yerden bir yere göç etmiş insanlardan bahsediyoruz. O yüzden Suriyeli mülteciler bu bakımdan bazı yönleriyle daha dezavantajlı, bazı yönleri ile avantajlı; politik nedenlerle, iktidarın onların bazı kesimleri ile kurduğu ilişki bakımından birebir aynı değil.

 

İlk 2-3 yıl, 2014’e kadar olağan bir göç ortamı vardı. 2014 başladığında bu duygu değişmeye başladı. Esad’ın öyle kolay kolay yıkılmayacağının anlaşılması etkili oldu. İşte neydi, Emevi Camii’nde namaz kılacağız, 6 ay sonra bilmem ne yapacağız, bölgesel lider olacağız… Çünkü bu söylemler şunu motive ediyordu: “Belli bir süre Suriyeliler misafirimiz, zaten savaşta bir süre sonra bitecek, Esad iktidarı da yıkılacak, insanlar ülkesine geri dönecek.” O yüzden o misafir kavramı hakikaten karşılığı olan bir kavram oldu ve hatta 1- 2 yıl gerçekten evini paylaşan, dayanışma duygusu gösteren, yemeğini veren, ev bulmalarına yardımcı olan oldu çünkü orada bu duyguyu motive eden şey geçicilikti. Ama 2013 sonu, 2014’ten sonra artık bu insanların öyle misafir falan değil, bayağı bayağı kalıcı olduğu ve giderek sayılarının arttığı fikri, “Artık o bu misafirlik de fazla oldu,” duygusunu geliştirmeye başladı. Antep, Türkiye’de herhâlde Suriyelilere yönelik ilk linç ve ev kundaklamalarının yaşandığı yerlerden biridir.

 

Biz o zaman üç hafta boyunca birlikte yaşadıkları en zor mahallelerde iki dilli, Arapça ve Türkçe, 20 binden fazla bildiri dağıttık; hatta birkaç yerde dayak yiyorduk. “Siz neden bunların avukatlığını yapıyorsunuz?” falan denildi bize. Savaşın, AKP’nin propaganda ettiği gibi öyle hemen sonuçlanmayacağı, bu insanların bugün yarın geri dönmeyeceği ve bayağı bayağı kalıcı olduğunun görülmesi; okullarda ve mahallelerde gettolaşmanın başlaması, parklarda sürekli Suriyelileri görme ve artık pek çok sosyal ve kültürel alışkanlıkların da tehdit edildiğinin düşünülmeye başlaması, onları kendisine bir tehdit olarak görmeyi beraberinde getirdi.

 

Asıl 201’'ten sonra, yani Türkiye’deki ekonomik olanaklar bakımından daha rahat olduğu dönemin etkisi 2015’e doğru geçmeye başlayınca, dış sermaye girişi ve kredi bolluğu bitince, AKP’nin işçi ve emekçileri ekonomik anlamda tatmin edecek rezervleri bitince işçi ve emekçiler, ekonomik olarak zorluklar, kısıtlamalar başlayınca bu Suriyelileri müsebbip olarak görme durumunu da getirdi. Örneğin, kiraların astronomik bir şekilde yükselmesi, özellikle Suriyelilerin çaresiz durumunu istismar etmeye, zorda bırakmaya başladı. 2014’ün başlangıcında işsizlik arttı. Suriyeliler başta merdiven altı dediğimiz atölyeler sektörü, taşıma, inşaat ve burada ayakkabı başta olmak üzere, hızlı bir şekilde işçileşmeye başladılar. Bu bölgenin en zor, en kötü, en güvenli olmayan yerlerinde yerlilerin yerini almaya başladılar. Bu iş aslında 2011’de başladı ama bu bir gerilime neden olmadı. Antep’te herkesin yapabilecekleri dışında sayacılık (Halep’ten gelenler bunu biliyordu çünkü Halep’te ayakkabıcıların olduğu siteleri falan vardı; gittiğim için biliyorum), ikincisi de konfeksiyonun makine işlerini de biliyorlardı. Bunları bildikleri için çok hızlı arttılar. Mesela Antep’te şu anda Ünaldı’da 20.000 civarında konfeksiyon işçisi vardır. Eski halı atölyelerinin yerini konfeksiyonlar almıştır. Penye, kazak ve benzeri giyim, ayakkabı, ayakkabı tabanı fabrikaları vardır. Ayakkabıcılar Sitesi vardır; abartısız yarıdan fazlasının sahipleri artık Suriyelidir. Yani artık bir süre sonra iki makine, üç makine alıp ya da birkaç kişi birleşip patron, yani esnaf hâline de gelmişlerdir. Bu iki bölgede de hem çalışan hem de iş yeri sahipleri oranı yerlilerden fazladır.

 

Bu durum 2014’e kadar bir gerilime neden olmadı. Şimdi Başpınar’da, mesela halıda, halı dokumada bu mümkün değil ama halının diyelim konfeksiyon bölümünde, halının makineden çıktıktan sonra yapılan işlemlerinde ve benzeri paketlemeye girdiğimiz bölümlerde, çok vasıf gerektirmeyen işlerde Suriyeliler çalışıyor. Onun dışında biraz daha az vasıf gerektiren, diyelim iplik fabrikalarının ara işlerinde, şurada burada… Ama burada da büyük ve kurumsal fabrikalarda az sayıdaki Suriyeli işçiler, zaten sigortalı olarak, çalışma izni alarak çalışıyorlardı. 2020’lerin başına kadar çalışma izni olup, yani sigortalı çalışan işçi sayısı 1200 civarındaydı. Projelerden yararlanmak için süreli istihdam eden, sigortayı ödeyen fabrikalar da oldu. Özellikle plastik paketleme, ambalaj gibi fabrikalarda kayıt dışı bir şekilde işçileri istihdam ederler. Örneğin, bir tane fabrika var bizim arkadaşlarımızın da çalıştığı; fabrikanın yarısından çoğu Suriyeli, hepsi sigortasız. Ama bunlar, genelde sayısı 50 ilâ 200-250 arasında değişen küçük ve orta ölçekli fabrikalardır. Hâlâ bunu yapıyorlar ama diğer daha büyük fabrikalar genelde sigortasız işçi çalıştırmadıkları için Suriyeli çalıştırıyorsa bile onda bir oranında sınırlama var; daha fazla sigortalı çalıştıramıyor, o yüzden sigortalı ve izinli çalışan işçi sayısı bugün organizenin genelinde bin, iki bindir en fazla. 200.000 işçi varsa Organize’de bunun en fazla 7-8 bini, yani Suriyeli taş çatlasa 10 bindir. Bunun da bir iki bini sigortalı ve kayıtlıdır, geri kalanını dediğim gibi kaçak, kayıt dışı çalışan işçilerdir. O yüzden asıl 500-550 bin Suriyelinin büyük bir kısmı diğer güvencesiz sektörlerde çalışıyor. Konfeksiyon makinecileri… Bunlar usta işçiler ama dediğim gibi güvencesizler. Yani 12 saat sigortasız, düşük ücretle çalışılan sektörlerde daha yaygın çalışıyorlar.

 

Şimdi 2014’ten sonra yükselen tepki işçiler içinde daha az oldu onu söyleyeyim. Yani özellikle hem oturduğu mahallede hem çalıştığı işyerinde sektörde Suriyelilerle iç içe işçiler. Evet, yani bizim gibi demokrat düşünmüyorlar ama böyle orta sınıflar gibi “Dışarıdan böyle bunlar geldi ya!” gibi de değildir. Daha “insanî” oldukları söylenebilir. Öyle düşmanca bir şey olmadı. Hiç olmadı anlamına da gelmiyor. Ama en azından daha orta sınıfların oturduğu mahallelerdeki gibi ya da lümpen kesimlerinki gibi değil. Çünkü onun yoksulluğunu görüyor. Aynı yoksulluğu yaşıyor. Aynı mahallede oturuyor, birlikte çalışıyor falan. Orada o başka bir duyguya dönüşebiliyor.

 

Şimdi, birincisi buydu dediğim tepkinin. İkincisi de, “Bunların yüzünden bizim ücretlerimiz düşüyor, bunların yüzünden biz işsiz kalıyoruz, bunların yüzünden bizim pazarlık gücümüz kalmıyor, eskiden işçi kıymetliydi, eskiden işçiler patronlar tarafından daha kıymetliydi çünkü beğenmezsek bırakırdık, patron bize muhtaç olurdu, talebimizi kabul ederdi ama şimdi bizim yerimize çalıştıracağı bizim on katımız Suriyeli var, öyle olunca bizim değerimiz kalmadı, bizim kıymetimiz kalmadı, bunlar geldi işimiz elimizden aldı, bunlar yüzünden biz de daha düşük daha kötü koşullarda çalışmak zorunda kaldık…” Özetle bu. İşçiden duyacağımız şey bu. “Yani ben Suriyelilere bir şey demiyorum. İşte Allah yardım etsin, savaş yüzünden gelmiş falan. Ama…” dediğinde saydığı gerekçeler bu oluyor.

 

Lokal kalan, henüz genel bir eğilime dönüşmemiş şeyler de oldu. Mesela birincisi Saya işçilerinin greviydi; Antep’i de kısmen etkileyen. Antep’te Adana gibi, İzmir gibi etkili olmadı. Biliyorsunuz, bundan yaklaşık 4 yıl önce Adana’da başlayıp işte İstanbul, İzmir hatta Konya ve Antep’e uzanan, bir iki hafta süren grevler olmuştu. Bu grevlere Suriyeli işçiler de katıldı. Yani ilk kez Türkiye’de Suriyeli ve yerli işçiler ortak bir talep için iş bıraktı. Bence hem Suriyeli işçilerin işçileşmesi ve Türkiye’deki sınıf mücadelesine dâhil olma bakımından, bir adım atma, bir bağ kurma bakımından çok önemli bir kırılmaydı. Hem de daha çok mücadele içinde işçilerin, Suriyelileri sadece dışarıdan gelip işini almış Suriyeliler olmaktan öte, patrona karşı çıkarların aynı olduğu bir sınıf kardeşi olduğunu, en azından ilkel düzeyde bile olsa kavramaları bakımından önemli bir kırılma noktasıydı. Çok değil, işte bundan beş altı yıl öncesine kadar her yerde asgari ücretin yarısına çalışan Suriyeliler görürdünüz. Ama artık çalışmıyorlar.

 

Neden?

 

Çünkü örgütleniyorlar. İlkel de olsa, doğal bir şekilde çalıştıkları sektörlere göre örgütleniyorlar. Çünkü ayrımcılık, Suriyelilere yönelik düşmanca yaklaşım, kendini rahat ve güvende hissedememe...

 

Nasıl bir yapısı var o örgütlenmenin?

 

Bir kere zaten gettolaşmışlar, doğal olarak. Çünkü kendilerini güvende hissetmiyorlar. Hele bir de kaç kere linç ve benzeri dalgalar yaşadılar. Bir de memleketin hâli hiç güven duyulacak gibi değil. O yüzden olabildiğince, bazı yerlerde yoğunluklu olarak gettolaştılar. Hatta en son İçişleri Bakanlığı’nın mahallelerdeki yoğunluğu yüzde yirmi ile sınırlandırma gündemi var.

 

Fabrikalarda ortak örgütlenme bakımından da deneyimlerimiz ortaya çıktı. 25 tane Suriyelinin çalıştığı bir işyerinde 25 işçinin 23’ü, 24’ü sendikaya üye oldu ve hatta Türkiye’deki ilk kez ortak bir sendikal örgütlenmede yer aldılar. Ve Türkiye’de ilk kez Suriyeli bir işçi ile yerli işçi, sendikalaşmada işten atıldıkları için fabrikada direniş yürüttü. Yani böyle deneyimler de yaşadık. O da çok öğreticidir; hem işçiler için hem bizim için. Mesela Koza Halı’da Suriyeli üyelerimiz de vardı. Hâlâ mesela sendikaya gelip gider. BİRTEK-SEN’e de üye olan ve işçi toplantılarına katılan Suriyeli işçi arkadaşlarımız vardı. En son, 1 Mayıs öncesi işçi kurultayı yaptık. Orada Suriyeli işçiler de vardı. Hatta biri çıktı konuştu, tartışma da oldu. Hatta bu pazar günü 20 Haziran vesilesiyle, mülteci ve yerli işçilerle ortak bir etkinlik yapacağız; göç ve mülteciler tartışmasını yapmak için.

 

Sosyal medyada acayip örgütlüler. Bir mahallede, genelde aynı işi yapanlar aynı yerde oturuyor. Mesela Ünaldı, en yoğun çalıştıkları yerlerden biridir. Arkadaşlarımız da bilir ve bildiri dağıtmaya gittiklerinde Ünaldı’ya akan yollar vardır. Ünaldı diye, bir düzlük gibi düşünün, onun bir de sırtlarında işçi mahalleri vardır. İşte Ünaldı, Perlikaya, Ocaklı, Vatan, Beydilli, Fırat diye gider. Sabah 7’den 8’e kadar gidin ve o caddelerinden birinde durun. Örneğin, bin tane bildiriyi yarım saatte sadece durarak bitiriyorsun. Yani böyle akın akın ve her on kişiden 9’u, olsun 8’i Suriyeli. Ünaldı’nın içindeki dürümcülerin bile artık çoğu Suriyelidir. Orada doğal olarak, kendi aralarında ister istemez bir örgütlülük var. Aynı işi yapanların Whatsapp grupları var. Mesela diyelim ki bir yerde pazarlık yapıyorlar, adam makineci, haftalık 500 liraya çalışıyor, 700 lira istiyor, çalışmıyor. Diyor ki: “Biz şu kadar istedik, sizde gitmeyeceksiniz.” Karar alırlar aralarında; bunun altına kimse çalışmayacak.

 


Pandemi sonrası tedarik zincirlerindeki bozulma tablosu: %50.3 ile nakliye ilk sırada.

 

Şu anda Ünaldı’da bir tekstil işçinin orada aldığı ücret ne kadar?

 

Asgari ücretinin üstü, yani mesela şöyle aracılar vardır, el altılar vardır, meydancılar vardır. Onlar hâlen asgari ücretin altı ücrete çalışır; çocuk, kadın gibi kişiler falan. Ama makineci olup da asgari ücret, asgari ücretin altına ücret alan kalmadı.

 

Yani yerli işçi ve Suriyeli işçi ücreti aynı. Ünaldı’dan verdiğim örnekteki gibi bir işçileşme ve giderek işçileştikçe Antepli işçinin talep ettiğini talep eder hâle gelme bilinci de gelişti. Ündaldı’da eşit. Ama Başpınar’da işçiler eşit değil. Ünaldı’da kalan yerli işçiyle eşit.

 

Göçün patladığı yılın ertesinde, 2013’te işsizlik Antep ve çevresinde birden yüzde 13’ten yüzde 8’e düşüyor. Sonra yavaş yavaş yeniden artmaya başlıyor. Ciddi bir sermaye hareketi de olmuş olmalı.

 

Şunu çok rahat söyleyebiliriz. 2012-13’ten bugüne Antep’te işçi sayısı tam iki katına çıkıyor.

2012’den 2013’e işsizliğin şiddetli şekilde düşmesini sağlayan şey nedir? Ne gözlemlediniz?

 

Burada iki şey oldu. Önce yakın tarih için olanı söyleyeyim. Bir kere özellikle tekstil ve emek yoğunluklu iş kollarında dünyadaki tedarik zincirinin değişimini en iyi değerlendiren kentlerden biri Antep oldu.

 

Biraz daha açabilir miyiz?

 

Yani mesela şöyle; örneğin, bundan 10 yıl önce Başpınar’daki tekstil fabrikaları dünyada 100 civarında ülkeye ihracat yaparken, şu anda 198 ülkeye ihracat yapıyorlar. Antep’te tekstil fabrikalarının, son 5- 6 yıldır daha yoğun olmak üzere, ihracat rakamları bir önceki aya, önceki yıla göre istikrarlı bir şekilde sürekli artıyor. Çok değil, 6 yıl öncesine kadar Antep’te tekstil fabrikalarının pazarı Ortadoğu’ydu, Türkî cumhuriyetlerdi. Giderek, daha fazla; Batı Avrupa ülkeleri, Amerika, Kanada vb. olmaya başladı. Özellikle Çin, Uzak Asya tedarik zincirinin pandemide değişmesi ile oldu. Türkiye’nin, hem coğrafî olarak Avrupa’ya, Batıya yakınlığı, hem yetişmiş işgücü, hem işgücünün ucuzluğu ve benzeri şeyler de bir pazarlama avantajına dönüştürerek… Hükümetin de bu konuda biliyorsun özel bir yaklaşımı oldu. Üretim arttı. Yani daha fazla üretim, daha fazla yatırım oldu. Ben ikisi birbirini etkiledi diye düşünüyorum. Bir de âtıl işgücünün buraya düne göre daha fazla yığılmış olması, elbette üretimi daha ucuza mal etmek, ucuz iş gücü ihtiyacını gidermek bakımından önemli bir avantaj. Ve ikincisi; Antep’te biraz, nasıl diyelim, yetişmiş, birikmiş bir iş gücü sayesinde vasıfsız iş gücünün kolay bir şekilde o işi öğrenme süreci bir Urfa ya da bir Kayseri’den daha hızlı oluyor. Bunun tam olarak işleyişini anlatamam belki ama...

 

Anlaşılıyor ifade etmek istediğiniz süreç.

 

Yani Antep’te bu işi daha kolay öğreniyor. Çünkü daha fazla işçi var. Yani öğrenme olanağı daha fazla, daha fazla iş yeri var. O yüzden az çok işi bilen vasıflı iş gücü hâline gelmesi süreci de daha kısa Antep’te. Mesela 2013’te üç tane organize bölgesi varken şimdi 5’e çıktı ya da işte 100-120 bin kişiden bahsediyorduk şimdi 200 bini geçti.

 

Şimdi iller arası ortak sanayi bölgesi konuşuluyor.

 

Osmaniye ortak bölgesi konuşuluyor. Havaalanı civarına yeni yerler yapılması düşünülüyor. Yer bulamıyor fabrikalar. İkincisi, sadece büyük entegre fabrikalar, işletmeler bakımından değil, atölye düzeyi işletmeler de arttı. Normalde işleyişi nedir? Hani genelde klasik ezberci bir şey vardır ya; işte kapitalizmde, emperyalizmde sermaye sürekli tekelleşir, büyükler küçükleri yutar. Oysa kapitalizmde küçükler de kendini yeniden üretir. Ve böyle dönemler de aslında buna olanak bulunduğu dönemlerdir. Antep bunun en büyük örneklerinden biri. Yani hem büyük fabrikalar tekelleşiyor, giderek büyüyor. Ama hem de onların bıraktığı pazarlar, onların artık eskisi gibi kârını görmediği alanlar küçüklere kalıyor.

 

2014 yılına vurgu yaptınız. Fatma Şahin 2014 senesinde Gaziantep Belediye Başkanı olduktan sonra, aynı zamanda Bütün Şehir Yasası yürürlüğe giriyor. Köy tüzel kişilikleri lağvoluyor. Kendisi köy olup adı mahalle olan yerler var. Aynı süreçte fon akışının arttığını gözlemliyoruz. Fatma Şahin Belediye Başkanı olur olmaz, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) üçüncü ofisini Gaziantep’e açıyor; diğer ikisi İstanbul ve Ankara’da. EBRD Gaziantep’i Ortadoğu’nun merkezi olarak ilân ediyor. “Yeşil Dönüşüm” adı altında bazı projeler fonlanmaya başlıyor. Batıda köprü, yol, tüp geçit fonlanması gibi; Gaziantep’te de 10 yıldır bitmeyen, Kamu-Özel İşbirliği ile yapılan Şehir Hastanesinin EBRD tarafından fonlanması söz konusu. Ardından F. Şahin Belediyeler Birliği Başkanı oluyor (2018). 2014’ten itibaren Uluslararası fon ilişkileri üzerinden Gaziantep daha görünür oluyor. Emek cephesinden bakınca o yıllarda Belediye’nin rolünde bir değişim oldu mu?

 

Fatma Şahin’in belediye başkanı olması bile başlı başına bir meseledir. Özellikle imar ve alt yapı işleri çok önemli. AKP’nin son yerel seçimlerde bazı Büyükşehirleri kaybetmesinin nasıl bir bölüşüm krizine sebep olduğunu gördük. Fatma Şahin ismi sembolik değildir. Gaziantep’teki büyük sermaye çevreleri tarafından, belediyenin imkân ve kaynaklarının kendileri adına seferber edilmesi adına özel olarak tercih edilmiştir. Fatma Şahin daha önce Konukoğlu’nun fabrikasında kimya mühendisi olarak yöneticilik yapmıştır. Kendisi Konukoğlu’nun, dolayısıyla Gaziantepli sanayicilerin kontenjanından önce milletvekili, sonra bakan ve son olarak belediye başkanı olmuştur. Gaziantep’te Fatma Şahin öncesinde de CHP’nin Celal Doğan dönemi de dâhil olmak üzere halk belediyeciliği yapılmamıştır. Onlar da Gaziantepli sermaye ve patronlarla ilişkisini iyi tutmayı ve belediyenin kaynaklarını olabildiğince sermayenin çıkarına kullanmayı gütmüşlerdir. Ama Fatma Şahin belediyeciliği sadece basit imar ilişkilerini şahsi kararlarla “hâlleden” belediyecilik olarak değil, belediyenin tüm imkânlarının seferber edilerek, tamamen sermayenin çıkarlarına adanmış bir belediyecilik olarak işlemektedir. Belediyenin imar vb. meseleler üzerinden imkânları artmış, hem uluslararası ilişkiler üzerinden fonlanmış, hem de Avrupa bankalarından krediler alınarak belediye finanse edilmiştir (Bu açıdan Gaziantep en borçlu belediyelerden biridir). Bu imkânların tümü hem sanayi sermayesinin, hem de müteahhit firmaların ihtiyaçlarına göre kullanılmaktadır.

 

İmar ve kentleşme planları üzerinden düşünürsek, konut bunların gözünde çok önemli bir yer tutar. Dar gelirliler üzerinden düşünülen konut planları bile bunların (sermaye çevreleri) çıkarları üzerinden planlanır. Örneğin Beykent, Organize Sanayi Bölgesi’ne en yakın bölgelerden birisidir. İlk kurulduğunda dağın başında, doğru düzgün ulaşımın olmadığı, dairelerin en ucuz olduğu ve kimsenin gitmek dahi istemediği bir bölgeydi. Şimdi her yerde olduğu gibi orası da konut fiyatı ve nüfus bakımından arttı. Şimdi yanına bir de Kuzey Şehir eklendi. Kuzey Şehir Gaziantep’in daha da dışında, Organize Sanayi Bölgesi’nin uzağında, kentle günlük bir ilişki kurulması mümkün olmayan bir yerdir. Burası da yine Organize Sanayi Bölgesi’nde çalışan işçiler için yapılan bir toplu konut projesidir. Fatma Şahin belediyeciliği demek, çevre-kent-konut planları yapılırken yüksek gelirliler için ayrı konut imkânları, işçiler içinse sadece Başpınar’daki Organize Sanayi Bölgesi ile temas hâlinde olabilecekleri konut imkânları yaratmaktır. Yani iki tip konut projesi; birincisi, orta ve yüksek gelirliler için inşa edilen konut planları; ikincisi, Beykent ve Kuzey Şehir gibi, sadece Başpınar Organize Sanayi Bölgesi ile ilişki kurulabilecek, yalnız işe gidip-gelinebilecek konut planları yapılıyor.

 

Şu an bölge ne durumda?

 

Beykent biraz gelişti ama Kuzey Şehir atıl durumda. Oradan konut alan birçok işçi servis sorunu çözülmediği için evlerinde oturamıyor. Eğer tren yolu biterse kısmen sorun çözülebilir. Oradan konut almak da birçok işçi için pahalılıktan dolayı hâlâ kolay değildir. Yani planlandığı gibi olmadı. Çok az yerleşim olduğu için fabrikalar servis çıkaramıyor. O yüzden çoğu işçi de ya evini kiraya vermeye çalışıyor ya da satmaya çalışıp şehrin başka yerlerine gidiyorlar.

 

Konut projelerine benzer biçimde, belediyenin yoksulları, emekçileri günlük hayatta kontrol altına alabilmek için geliştirdiği dijital puanlama girişimi oldu ancak tepkiler üzerine bu da başarılamadı.

 

Bu kadar yaygın tepki bence de beklemiyorlardı. Bahsettiğiniz konuları daha tam olarak hayata geçiremediler. Ama bir taraftan da işçi sınıfının üzerinde denetim kurma ve bu denetimi üretim dışındaki hayatı da kapsayacak şekilde genişletme gibi amaçları var sermayenin. Yani işçi sınıfının hem işletmelerde ve fabrikalarda denetimini artırma hem de fabrika dışındaki hayatı da denetim altında tutmak gibi bir niyet söz konusu. Çünkü dışarıdaki hayatın dinamikleri, işçi sınıfının kendisine dayatılan koşullara karşı örgütlenmesini ve bunun tasfiye edilebilmesi imkânlarını taşıyor. Örneğin, 2011-12 yıllarında yaklaşık 8-10 blok olarak Beykent’te oturan ilk işçiler Naksan Holding işçileriydi. Daha önceleri Merveşehir’de Merinos’un denemeleri var.

 

Tam olarak ne yaptılar?

 

Naksan Holding, 10 yıl ve üzeri çalışmış olup içeride tazminatı birikmiş olan işçilere “konut yapıyoruz” reklâmıyla giriş-çıkış yaptırdılar. Birikmiş tazminatları evlerin peşinatı olarak saydılar ve evin büyüklüğüne göre fiyat belirleyip maaşlardan aylık kesintiler yapmak suretiyle işçileri kendilerine bağladılar. Bu konutları yaparken hükümetle ve kamu bankalarıyla anlaşarak kredi de aldılar. Yani ceplerinden bir kuruş çıkmadan konut yaptılar ve bu bedavaya gelen evleri işçilere parayla sattılar. Bunu da “İşçiyi ev sahibi yapıyoruz,” diye reklâm yaptılar. Sadece bu da değil; güvenlik görevlilerine talimat vererek, Evrensel gazetesinin içeriye sokulması hâlinde işçileri fişleyip işten çıkarma gerçekleştirdiler. Yani o konutlar, oturan işçinin dışarıda okuduğu gazetenin, konuştuğu sendikacının denetlendiği bir alana dönüştü.

 

Gaziantep, üretim sürecindeki bazı değişikliklerin kalıcı hâle getirildiği ve bunun laboratuvarı olarak kullanıldığı yerlerden biridir. Mesela pandemide de en çarpıcı şeyler burada yaşandı. Örneğin, ilk sokağa çıkma yasaklarında ilaç ve bazı temel gıda üreten yerler dışında fabrikaları da kapattılar ama Gaziantep’te hiçbir fabrika kapatılmadı. İşçilerin yaşamının, tamamen sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesinin en pervasız örnekleri Gaziantep’te yaşandı. O dönem DİSK Tekstil İşçileri Sendikası’ndayken kapsamlı bir rapor hazırladık. Fabrikalardaki hastalık, ölüm ve işçileri tehlikeye sokan uygulamaları gündem hâline getirdik. İşçilerin öldüğü fabrikalarda, işçinin çalıştığı bölümde bile üretime ara verilmedi. Sadece 2-3 aylık süreçte 12-13 işçi ölümü yaşandı. Vaka ve şikâyetler olmasına rağmen işçilere izin, üretime ara verilmedi. Bunlarla ilgili yaptığımız açıklamalardan dolayı üç tane patronun şikâyetiyle ben gece yarısı evden gözaltına alındım. Ama 3 gün ara ile 2 işçinin öldüğü fabrikada (Çelik Aslan Tekstil) bu işçilerden birisi gece vardiyasında yüksek ateş şikâyetiyle hastaneye gidiyor. Doktor saat 16:00’dan sonra test yapılamadığını ama işçinin işe gitmemesi gerektiğini ve yarın test yapılabileceğini söylüyor. İşçi fabrikayı arayıp durumu anlattığında, “Bugün gelmezsen yarın çıkışını yaparız,” söylemiyle karşılaşıyor. İşçi işe gitmek zorunda kalıyor ve ne yazık ki o işçi daha da ağırlaşıyor ve bir hafta sonra vefat ediyor. Üstelik tazminatı da verilmiyor. Başka bir fabrikada bir işçi Covid teşhisi sonrası ölüyor. Yanındaki işçi temaslı olduğunu belirtmesine rağmen ona izin verilmiyor. O da hastalanıp tüm ailesine bulaştırınca, aileden anne-baba ve kardeşi ölüyor. Sonrasında bu işçi de tazminatsız işten atıldı. Bir başka çarpıcı örnek Sam Köyü’nden… Şu an mahalle olarak geçmekte olan, Organize Sanayinin içinde kalmış bir işçi mahallesidir. Mahallenin %80-90’ı Başpınar Organize Sanayi’sinde çalışıyor. Pandeminin ilk döneminde Sam Köyü’nde vakalar çok artınca Hıfzıssıhha Kurulu mahalleyi iki haftalığına karantinaya alıyor. Ama mahallelinin ağırlıklı olarak çalıştığı Güler Çuval ve Has Çuval’ın patronları valiliği arayarak karantinayı iki saat sonra kaldırtıyor. Yalnızca bir sokak kalıyor. O köyde 5-6 bin kişi çalışıyor. O işçilerin temas ettiği diğer işçileri ve onların da ailelerini düşündüğümüzde yüz binden fazla insanın hayatı, iki patronun üretiminin aksamaması için tehlikeye atılıyor. İşte Gaziantep böyle bir yerdir.

 

Çanakkale Dardanel fabrikasının “kapalı devre” çalışması ile ilgili bir karar alındı. İl Hıfzıssıhha Kurulu’nun kararında fabrika ismi verilmeden “bir fabrika” deniyor. O kararda fabrika yetkilisinin imzasının da olması, devlet ve sermayenin nasıl iç içe geçtiğini ve nasıl ortak kararlar aldıklarını gösteriyor. Bu kapsamda, özellikle pandemiden sonra tedarik akışında Çin aksarken, Gaziantep tedarik zincirini aksatmamış. Bu anlamda öne çıkmış ve önemli bir boşluğu doldurmuş olmasını nasıl yorumluyorsunuz?

 

Çin, kimilerine göre hâlâ “sosyalist” gibi görülebiliyor. Ama işçilerin çalışma koşulları, aşırı disiplin, işçilerin köle gibi çalıştırılması vb. uygulamaların olduğu Çin’de bile halkın güvenliği için karantina uygulanırken, burada liberal ekonomi olmasına rağmen, Gaziantep’te işçiler pazar günleri bile çalıştırıldı. Yani işçilere evde kalmak yasaklandı.

 

Emperyalistler arası iş birliğinde tedarik anlamında Türkiye’ye yeni bir rol verildiği, belli bölgelerin bilinçli kapatılıp, belli alanlarınsa bilinçli olarak açıldığına dönük iktisadî yönü de olan bir tartışma var. Çin gibi bölgeler kapatılabilirken –ki Şangay yakın zamanda yeniden kapatıldı– tedarik anlamında, üretim kapasitesinin belli bölgelere kaydırılması ile ilgili tartışmalar da var. Zannedildiği gibi kendiliğinden olmuyor olabilir. Bunları sonradan görebiliyoruz ama üzerine düşünülmesi gereken meseleler. Türkiye’de emeğin durumu bu gelişmeleri kolaylaştırıyor mu?

 

Bazı istatistikler var ve bu istatistiklerin gerçekleşmesinde Gaziantep’in önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Türkiye ekonomisi 2020’deki çakılmaya rağmen, son 7 yılda her yıl %4 büyüdü. Bunun içinde işçilerin millî gelirdeki payı %8 geriledi. Bu ne demek? İşçilerin verimliliği artarken gelirleri düşmüş. Bir diğer çarpıcı şey, çalışabilir nüfusa beş milyon altı yüz bin kişi eklenmiş ama bunun sadece iki milyon sekiz yüz bini istihdam alanında yer almış. Yani geri kalanı istihdam içinde yer almamış. Bu 7 yılda yaklaşık sadece %1’lik bir istihdam artışı olmuş. Yani üretim ve çalışma artarken istihdam aynı oranda artmamış. Yeni fabrikalar kurulmuş ama istihdam artmamış. Örneğin, ben 2003’te Merinos’ta çalışırken dokuma operatörüydüm. Bir dokuma operatörü asgari ücretin 4 katı ücret alıyordu. Şu an 1,5-2 katına inmiş durumda. O dönemde bir makinede 3 kişi (bir kalfa, bir telci, bir arka cağcı) çalışırdı. Şimdi her makinede bir kişi çalışıyor. Yani Merinos 15-20 yıl önce bir kişiye verdiği ücreti şimdi iki kişiye paylaştırıyor. Merinos üç kişiye yaptırdığı işi bir kişiye yaptırırken nasıl kâr ediyorsa, geçmişte üç kişiye yaptırırken de kâr ediyordu. Kârlılık oranları çok büyük oranda değişmedi, sömürü arttı. Merinos 20 yıl önceki üretim biçimiyle devam etseydi bugün Gaziantep’te dört bin yerine sekiz bin kişi istihdam etmesi gerekecekti. Bu bile aslında işçinin verimliliğinin, sömürüsünün ne kadar arttığının, karşılığında reel ücretinin ne kadar eridiğinin göstergesi. Buradan işçi ücretlerinin nasıl hesaplandığını, Marx’ın 150-160 yıl önce Ücret- Fiyat-Kâr’da anlattığı, ücretin belirlenirken emeğin yeniden üretimi, ücretin belirlenirken işçinin asgari ihtiyaçları vs. yok artık. Bu Gaziantep’te de Türkiye’de de yok artık. Gaziantep Başpınar’da vasıflı ustabaşı gibi, işçi aristokrasi dediğimiz küçük bir kesim dışında aldığı ücret ile temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir işçi yok.

 

Biz geçen hafta sendika olarak Başpınar’daki işçi arkadaşlarla kahvaltı örgütledik. 150-200 işçi arkadaş çağırdık ama 30 kişi gelebildi. Gelemeyenlerin tamamına yakını ya pazar mesaisi yaptığı için ya da ek iş yaptığı için katılamadı. Yani full mesai yapmadan ya da fabrikasında mesai yoksa ek iş yapmadan geçinebilen işçi yok artık. Normalde ücret nedir? Bir işçi çalışıyorsa zengin olmasa da en azından bir işi vardır ve bu iş onun temel ihtiyaçlarını karşılar. Çok değil, bundan 10 yıl önce Başpınar’da bir işçi 5-10 yıl çalışır, bir arsa alır, üzerine ev yapardı. 10 yıl çalışıp bir ev alamayan işçi ayıplanırdı. Şimdi işçi kirasını ödeyemiyor. Bir çarpıcı örnek daha: Başpınar grevlerinde biz fabrikaların önüne gittik. Her fabrikanın önünde zam tartışmaları vs. hepsinin içindeydik. Patron ile işçi arasındaki zam pazarlıklarına şâhit olduk. O pazarlıklardan sonra işçilerin pazar mesaisi çalışmasının garantisini istediğine şâhit olduk. 150 yıl önce hafta tatili, 8 saatlik çalışma hakkı için bedel ödemiş işçiler, şimdi işçiyi insan yapan tatilinden, pazarından vazgeçmiş durumdalar. Çünkü başka türlü karnını bile doyuramıyor. O yüzden biz şunu tartışıyoruz: Haftada 5 gün, 7 saati geçmemek üzere, haftalık 35 saatlik çalışma ve kesintisiz 2 gün tatil hakkı. Eğer daha fazla kesintisiz çalışma gerektiren sektörler varsa, daha fazla işçi istihdam edilmesi… İşçilerde şu algının değişmesi lâzım: Daha çok çalışarak daha fazla kazanırım. Mesele daha fazla çalışmak değil çünkü daha fazla çalıştıkça aldığı ücret daha fazla düşüyor. Dünyada asgari ücretin en yüksek olduğu ülkeler, çalışma saatinin en düşük olduğu ülkelerdir; Danimarka, Lüksemburg vb. Haftalık çalışma saatinin en yüksek olduğu ülkelerden biri 52 saatle Türkiye’dir ve asgari-genel ücretlerin en düşük olduğu ülke de Türkiye’dir. Demek ki mesele çok çalışmak değil, bizim fazla mesai talep etmeden, tatil-izin yaparak insanca çalışma koşullarında yaşamamızı sağlayacak temel bir ücret talebidir.

 

Kapitalizm ideolojik olarak, kâr olgusunu çok olumlu bir şeymiş gibi gösteriyor.

 

İşçiler tarafından bile kanıksanmış, her kesimin ortak çıkarıymış gibi bir algı oluşturulmuş.

 

Hâlbuki kâr ciddi bir sorun. Hem ücret aleyhine, hem hayatı pahalılaştıran, enflasyonu arttıran ciddi bir sorun. Ve ne yazık ki bunu bilince çıkaramamış durumdayız. Sendikaların, sosyalistlerin, toplumdan yana düşünenlerin kâr meselesini bilince çıkartmaları lâzım. Bizim kâr diye bir sorunumuz var. Kapitalizmin kâr etmesi diye bir sorunumuz var. O da bize düşük ücret, kötü hayat koşulları olarak dönüyor. Bu meseleyi anlatabilmek lâzım… Birtek-Sen’in doğuşunu, DİSK’te yaşanan süreçleri anlatmanızı isteyeceğiz. 2022 başında Antep’te yaşanan grev dalgası öncesini de özetler misiniz?

 

Özetle, benim DİSK-Tekstil İşçileri Sendikası’nda görev almam şöyle başladı: Ben işçilik dönemimde DİSK-Tekstil İş’e üye olmuş, orada görev almış, hatta bu yüzden işten atılmış bir işçiyim. Ünaldı’dan sonra Başpınar Organize’de, 2000 senesinde Nobel Halı’da çalışıyordum. Orada bir sendikalaşma mücadelesinde bulunmuştuk. 100-110 kişinin çalıştığı, Çerkezköy Gümüşsuyu’na fason üretim yapan bir fabrikaydı. O süreçten beri DİSK-Tekstil İş’in örgütlü olduğu, 1500 kişinin çalıştığı Ak Tekstil’de… Başpınar’daki en büyük fabrikalardan biriydi o zaman. Sanko’dan sonra en büyüğüydü hatta. Sonra iflas etti 8-10 yıl önce. 1500 kişi çalışıyordu orada ve ben orada işe başladım. DİSK-Tekstil İş de orada yeni örgütlenmişti. Çalıştığım bölümde en büyük iki fabrika vardı. En büyük yerde ben temsilci adayı gösterildim. Sözleşme yapıldı. O zaman işçiler içinde bizim canlı bir sürecimiz oldu; tartışmalar, toplantılar, sendikaya gidip gelmeler... Sonra temsilcilik adaylığı sürecinde bir anda kendimi kapı önünde buldum. Muzaffer Subaşı vardı o zaman, sendikanın Antep Şube Başkanı. Daha sonra sendikanın genel sekreteri oldu; Süleyman Çelebi döneminde de, Rıdvan Budak döneminde de. Oradan başlayan bir iltisâkım vardı DİSK-Tekstil İş ile. Sonrasında 2003’de, Emek Partisi’nde Genel Yönetim Kurulu’na seçildim ve profesyonel düzeyde çalışma yürütmem istendi. Ben o zaman işçiliği bıraktım. 15 yıllık işçilik sürecinden sonra, 2003’te Emek Partisi’nde hem GYK üyesi olarak hem de il örgütünde profesyonel düzeyde, yine işçiler içinde çalışma yürüterek devam ettim.

 

Bu süreçte de tekstil ve dokuma sendikaları Antep’te işçi hareketinin en dinamik gücüdür. Yani Ünaldı ve oradan sonra Başpınar’da yaşanan direnişler, grevler genelde hep tekstil ve dokuma sektöründe yaşanmıştır. Tekstil ve dokuma sektöründe 90’ların başından beri her bir örgütlenme, her bir ayağa kalkma, birleşme, yani sınıf hareketine dair her önemli gelişme her seferinde sendikal bürokrasinin ihanetine uğrayarak yara almıştır. Ünaldı da buna dâhildir. Örneğin, bahsettiğimiz 96 Ünaldı direnişinden sonra, o direnişe öncülük eden politik işçiler, derneğin kalıcı bir örgütlenmeye elverişli bir araç olmadığını ve işçi sınıfının modern örgütünün sendikalar olduğunu bildiklerinden, o zaman Ünaldı’da, atölyelerdeki sigortasız ve güvencesiz çalışma biçiminin giderek fabrikalaşmaya dönüşme sürecini de gördükleri için burada sendikalaşma gerekir diye ilk DİSK-Tekstil İş ile, Muzaffer Subaşı’na gidiyorlar. Diyorlar ki: “Biz dernek öncülüğünde bu kadar şey yaptık; grevler, direnişler… Binlerce işçiyi birleştirdik. Bu örgütlülüğümüz de devam ediyor ama biz bunu sendikalı olsun istiyoruz. Bize orada bir temsilcilik ya da bir şube açın. Biz dokuma işçileri olarak DİSK-Tekstil İş’e örgütlenelim. Yani size bağlı olalım yine.” Muzaffer Subaşı “hayır,” diyor. Bizzat açık açık kalkıp diyor ki: “Sizin gözünüz benim koltuğumda mı?” Kabul etmiyor. Yani düşünün 20 bin işçi grev yapmış. Bu greve öncülük etmiş, grevin çatısı olan dernek ve işçi önderleri diyor ki: “Biz bu örgütlülüğü DİSK-Tekstil İş’e taşımak istiyoruz.” DİSK-Tekstil İş, oradaki işçilerin biraz da politik, mücadeleci işçiler olduğunu bildiği için, kendi konforlu koltuğunun tehlikeye düşeceğini düşündüğü için bunu kabul etmiyor. Ve işçiler mecburen çıkıp Teksif’e gidiyorlar. Teksif’e aynı teklifi yapıyorlar. Teksif kabul ediyor. Ünaldı’da bir de irtibat bürosu açıyor. Yani o Ünaldı direnişine öncülük eden, dernek başkanı olan, nam-ı diğer Balık Hüseyin diye bilinir, şimdi yurtdışında yıllardır. Hüseyin Özdemir’i de uzman olarak atıyor. Ve Mikail ağabeyler, daha önce Emek Partili olup, o dernek örgütlenmesine öncülük eden işçiler, oradaki sendikal örgütlenmeye de öncülük ediyorlar. Ve Ünaldı’da Seydi Bulut gibi, Ceyhan gibi 11 tane büyük iş yerinde 1100’den fazla işçiyi üye yaparak yetkiyi alıyorlar. 11 işyerinde yetki alınıyor, bazılarında patron itiraz etmiyor. Çünkü bir işçi atılıyor, direniş oluyor falan... Diyor ki, “Tamam gelsin sendika, sözleşme yapalım.” Tekstil sendikası gidip sözleşme yapmıyor. 11 işyerinde yetki alınmış, örgütlenmiş, çoğunluk alınmış. Seydi Bulut’ta 8 aydır direniş yapıyor işçiler. Sendika gidip sözleşme yapmıyor. “Neden gelip sözleşme yapmadın?” diye sorulduğunda diyor ki, “Ünaldı’da bütün işyerlerini örgütleyelim, sonra yapalım.” Bahane bu…

Ama orada aslında başka bir müdahale var. Orada Konukoğlu ve valilik devreye giriyor. “Ünaldı’daki örgütlenmenin başındaki işçiler, politik işçiler, mücadeleci işçiler. Böyle bir sendikal mevzi, sendikal örgütlenme, yarın Antep sermayesi için ciddi bir tehlike. O yüzden siz gidip sözleşme yapmayacaksınız,” diyorlar.

 

Teksif orada yetki aldığı işyerlerindeki işçileri yüzüstü bırakıyor. Sözleşme yapmıyor. 11 iş yerinde yetki alıyor ve öyle kalıyor. Sendika gidip sözleşme yapmıyor. Bu mesela bir ihanettir. İkincisi 98’de Sanko işçilerinin direnişidir. 98’de Nizip yolundaki fabrika ve Örme-San başta olmak üzere, toplu sözleşme döneminde Teksif, her zaman yaptığı gibi işçiye sormadan toplu sözleşme yapıyor. Sözleşme de aslında o zaman %30-40’lık bir sözleşme yapılıyor ama işçiler bunu kabul etmiyor, bize sormadan imzaladınız diye. O zaman da Sanko’da yine Emek Partili işçilerin öncülük ettiği bir komite var. Birisi Seyfettin Bayramoğlu… Hatta partinin de Antep’teki kurucularından. Elektrik ustası o zamanlar. Onun başında olduğu bir komite ile işçiler ayaklanıyor. Her gün servisleri sendikaya getiriyorlar. Sendikanın bürosu hâlâ oradadır, Emek Partisi ile aynı sokakta. Servisler oraya geliyor, 500 işçi geliyor, 500 işçi gidiyor. En son şimdi sendikanın genel başkan yardımcısı olan Ali Seyran’ı sendikanın üçüncü katından aşağı atma noktasına geliyorlar. “Bu sözleşmeyi ya yırtacaksın ya da buradan cesedin çıkmaz,” diyorlar. Korkusundan Evrensel’e demeç veriyor. Diyor ki, “Biz işçilerin bu kadar duyarlı olduğunu bilmiyorduk. İşçilerin tutumundan dolayı biz bu sözleşmeyi yenileme kararı verdik.” İmzalanmış sözleşme yırtılıyor, %114’den imzalanıyor. Enflasyonun çok üstünde bir zam alıyorlar. Enflasyon o zamanlar %60 falan. Bunlar altında kaldı diye itiraz ediyor, %114 ile imzalanıyor. Ve oradan aldıkları cesaretle işçiler kongrede bir liste çıkarıyor. Kızılay Düğün Salonu vardı eskiden, orada kongre oluyor. Ama işçiler, sendika merkezi divan-bürokrasi engellemesine uğramamak için seçim gününe kadar listeden haber vermiyorlar. Seçim gündemine geçilince liste ortaya çıkıyor ve oy sayımı başlıyor. Açık ara farkla işçilerin listesindekilerin alacağını gördüklerinde kongrede kavga çıkartıyorlar. Divan da kongreyi güvenlik yok gerekçesiyle iptal ediyor. İki ay sonra kongreyi Sanko’nun yemekhanesine alıyorlar. Ve yemekhaneye kadar Konukoğlu kongreye kamp kuruyor. Tek tek çağırıyor delegeleri; “ya istifa ya kapı”yı belirterek. O kongreyi alıp tekrar Ali Seyran’a veriyorlar. Bu da ikinci tehlikedir.

 

Orada bir mevzi kazanmak demek, artık Antep’te tekstil faslının tehlikeye girmesi demektir. Burada daha sonra kırılma durumları da var. Mesela DİSK-Tekstil İş görece daha mücadeleci bir yerde duruyordu. Teksif ve Öz İplik İş gibi daha açıktan iş birliği yapamıyordu. Zaten Öz İplik İş doğrudan patronların örgütlediği bir sendika olarak ortaya çıktı. O yüzden biz daha çok 96-98 sürecinde, Teksif’in de artık bu açık ihaneti ile devletin ve patronların doğrudan kontrolüne girmesinden sonra organizede örgütlenmemizi, oradaki bürokratik yapıyı bilmemize rağmen, daha çok Tekstil İş ile sürdürdük. Sonuçta mevcut sendikaları dönüştürmek de mücadelenin bir parçası. Yani onların başında bürokrasi var diye sendikaları onlara bırakacak hâlimiz yok.  Mesela, 2000’den 2010’a kadar Tekstil İş ile bizzat benim de içinde olduğum 7-8 tane fabrika örgütledik. Toplamda 5 binden fazla üye yaptık. Bunların içinde bazılarını yetkiyi, çoğunluğu alma pahasına… Ve Tekstil İş’in ihanetinden dolayı bunların hiçbirinde başarılı olamadık. Ya işçiler atıldı, sahip çıkmadılar, ya da yetki gelmesine rağmen işçi kıyımına göz yumdular. Yetki geldi, içeride işçi kalmadı. Ya gittiler çok uyduruk bir sözleşme yaptılar ya da bilerek yetki sürecini geçirdiler, para yediler, işçileri yüzüstü bıraktılar.

 

Hangi noktada ayrıştınız?

 

Kırılma noktası Çemen Tekstil direnişidir. Çemen direnişi yine benim özellikle içinde, merkezinde olduğum bir örgütlenmeydi. Tekel direnişi ile aynı dönemde yaşandı. 75 gün sürdü, 2010 yılında. 75 gün boyunca süren bir grevdi ama fabrika örgütleniyor, çoğunluğu alıyor. 200-220 kişinin çalıştığı bir fabrika. 200’e yakını sendika üyesi olmuş. Yetki alınmış. Yetki geldikten sonra itiraz süresi sonuçlanmış. Artık patron ısrarla masaya oturmadığı için, çağrıya yanıt vermediği için sendika grev kararı almış. Grev kararı aldıktan sonra da biliyorsunuz 60 günlük bir süreç var. 60 günün sonunda greve çıkmazsanız yetki düşer. Altmışıncı gün biz işçilerle sendikayı basarak grev kararı aldırdık; yoksa yetki düşecekti. Yani sendika gözden çıkarmış zaten. Altmışıncı günden bir gün önce biz işçileri uyardık, “Bunlar yarın grevi ilân etmezse yetki düşecek!” diye. İşçinin bundan bile haberi yok. Grev öyle ilân edildi mesela. O 60 günü patron şöyle değerlendiriyor: Fabrikanın zaten mevcudu 200-220… Ama o sendikanın ağırdan aldığı grev sürecini, içeriyi grev kırıcı doldurarak değerlendiriyor. 200 kişilik fabrikaya 200 kişilik grev kırıcı alıyor. Tam 200 kişi. Fabrika tam kadro çalışıyor. Greve çıktı işçiler, içeride üretim, servisler full çalışıyor. Ve sendika, normalde yasal olarak bile yasak olan şeye itiraz etmiyor ve içeride grev kırıcılar çalışmaya devam ediyor.

 

Grev ilân edildiğinde fabrikaya gittik. Açıklama yapıldı, pankart asıldı. Muzaffer Subaşı, “Haydi arkadaşlar, burada iki gözcü bırakacağız, biz sendikaya gidelim,” dedi. “Burada beklemeyecek miyiz?” diye sorulunca, “Burada beklemek yasak, iki gözcü kalsın, biz fabrikaya dönelim,” dedi. “İçeride çalışan işçiler var, bu nasıl grev?” diye sorulduğunda, “Yasalar böyle, fabrikaya 200 metreden fazla yaklaşmamız yasak, çadır kurmak da yasak, sendikada bekleyeceğiz,” karşılığını verdi. Bağ kurduğumuz işçi arkadaşlara, “Gidecekseniz bu iki gözcüyü de götürün, boşuna burada onları rezil etmeyin,” dedim. Çünkü böyle grev olmaz. Grev demek üretimi durdurmak demektir. Sen burada durmaz, içerideki işçiyi rahatsız etmezsen, üretimi durduracak bir şekilde baskı oluşturmazsan neye yarar. Sendika başka dese de sendikayı dinlemeyeceksin. “Nasıl yapacağız?” dediler, “Toplanıp içinizde 10 kişilik komite kuracaksınız. Kararları bu komite ile alacaksınız. Siz kararlarınızı söyleyeceksiniz, sendika size uyacak. Sendika size servis tutacak, buraya çadır kuracak, siz burayı terk etmeyeceksiniz,” dedim.

 

Hemen bir komite kurduk. Sendikaya gidip, “Biz buradan gitmiyoruz,” dediler. Bazı işçi arkadaşlar, “Sen bizi satıyor musun?” diyerek Muzaffer Subaşı’nın üstüne yürüdüler. 75 gün direniş sürdü. Tabii içeride üretim devam etti. Ama o 75 gün içerisinde servis durakları eylemeleri, fabrikanın önünü işgal etmeler, servislerin önüne yatma vs. oldu. Grevin üçüncü gününden itibaren Çemen Tekstil fabrikalarında polis ekipleri eskortlar hâlinde servisleri götürmeye başladılar. Çünkü gece vardiyalarında işçi arkadaşlar servis duraklarına gidip çalışanlarla konuşuyorlardı. İkinci gün işe giderlerse engel oluyorlardı. Bu şekilde 200 kadar grev kırıcıyı 40’a kadar düşürdük. Ve en son gün de fabrikanın önünü işgal ederek, yarattığımız kamuoyuyla DİSK Başkanlar Kurulu’nun burada olmasını sağladık. DİSK Başkanlar Kurulu toplantısı Antep’te yapılırken, biz fabrikanın önünü, vardiya değişim saatinde, aileler-çocuklar oradayken işgal ettik ve bir anda 1500 kişi olduk. Başkanlar Kurulu, Süleyman Çelebi falan hepsi gelmek zorunda kaldı. Böyle olunca fabrika işgali 18 saat sürdü. İçerideki işçiler çıkamadı. Patron engelliydi, dışarı çıkmak istiyordu, polis işçilere yalvarıyordu, “Adam ölecek, izin verin,” diye. Ama işçiler öylesine bilenmişti ki gözleri hiçbir şey görmüyordu. Fabrika işgalinde iki kere gaz sıktılar, jopladılar. İşçi kenetlenmiş, gözleri dönmüştü; bir de kamuoyundan destek gelince Çevik Kuvvet geri çekildi. Sabah 05:30’da patron geldi, ağlayarak yalvardı, “Ne istiyorsanız kabul ediyorum, yeter ki bitirin!”

 

Orada dişiyle-tırnağıyla direnerek, işçiler patronu dize getirdi. Ama bir gün sonra işçilerden habersiz; Süleyman Çelebi, Rıdvan Budak, Muzaffer Subaşı valiliğe gittiler (Biz o dönem DİSK’in tümünü hedefe koymayalım diye R. Budak ve M. Subaşı’nı öne çıkardık ama o masada Süleyman Çelebi de vardı). O masada şu konuşuluyor:

 

“Bizim DİSK olarak sözleşme yapmamız şart, bu işin başında EMEP var, bu süreci biz yönetmiyoruz, bizim de sözümüz geçmiyor. O yüzden tek şansımız var: Bir yıllık sözleşme yapalım, dokuz ayı geriye dönük olsun. Üç ay sonra zaten yetkimiz düşecek. Yeniden yetki başvurusunda da bulunmayacağız. Kamuoyu baskısı da var. O yüzden biz, bir yıllık sözleşme yapalım, ondan sonra siz de kurtulacaksınız, biz de…”

 

Ben bunu nasıl öğreniyorum? Oradaki örgütlenmenin başında olduğum için mecburen beni örgütlenme uzmanı yaptılar. 1-2 görüşmeye beni götürmüyorlar. Ben kendimi dayattım. O toplantılardan birine gittiğimde, patronun bir muhasebe müdürü var, özellikle benim duymam için, “Bizi niye bu kadar çok sıkıştırıyorsun başkan, valilikteki görüşmede bizzat S. Çelebi de vardı, siz de vardınız (Sendikayı kastediyor). Siz bize söz vermediniz mi, sözleşmeyi bir yıllık yapmadık mı, hani siz yetki başvurusunda bulunmayacaktınız, şimdi niye işçiye baskı var diye dert ediyorsunuz?” gibi cümleler sarf edince M. Subaşı “yok,” bile diyemedi, rengi attı ve ben oradan çıktım. İşçileri topladım, istifa ettim. Sendikayı bastık, önümüze geleni dövdük. O zaman TV’ye bile çıktı. Beni DİSK’ten ihraç ettiler. M. Subaşı ve o zamanki şube başkanı temiz bir dayak yedi. Bir buçuk sene Antep’e gelemedi. O, DİSK-Tekstil İş’in kırılma noktasıydı.

 

M. Subaşı ve R. Budak dönemi 2014 ya da 2015 kongresinde bitti. O ekip gitti, Kazım Doğan ekibi geldi. K. Doğan, Çemen direnişi varken Malî Sayman’dı. Kendisi de onlardan farksız ama biz tabii o kadar tanımıyoruz.  M. Subaşı ve R. Budak dönemi geçince, 2015’te bunlar beni arayıp görev vermek istediler. Gaziantep’teki şubede çalışmamı istediler. Ama ben şubeyi de biliyorum; M. Subaşı’ndan çok da farklı olmayan “kirli” adamlar var. “İnisiyatifin tamamen bizde ve işçilerde olacağı bir durum olmadan olmaz,” dedik ve reddettik. 2019 ortalarında yine aradılar beni çünkü baraj sınırına gelmişlerdi. Gıda-İş, Seyit Aslan üzerinden ulaştılar. Gidip görüştüğümüzde ben bir şart söyledim:

 

“M. Subaşı ve R. Budak dönemindeki  yöntemler olacaksa hiç birbirimizi yormayalım. Sendikal anlayışımızın aynı olmadığını da biliyoruz. O konuda da birbirimizi kandırmaya gerek yok. Örgütlenmeden sözleşme aşamasına kadar işçi inisiyatifi ve iradesini temel alırım. Buna gölge edecek, yukarıdan müdahale edecek herhangi bir şey olacaksa hiç birbirimizi yormayalım. Bütün yetki ve inisiyatif bizde olacak. Bir işçi bile atılırsa biz direniş yaparız, bunlar göz önüne alıyor musunuz?”

 

Verilen cevap şu şekildeydi:

 

“Tamam, orada tüm yetki senin, kimse sana müdahale etmeyecek, sadece Gaziantep değil, bütün bölgede senin sendikal anlayışına hiçbir müdahale etmeyeceğiz, istediğin her olanağı sağlayacağız…”

 

Öyle de yaptık. İki yıl boyunca bir işçi için bile fabrikanın önünde direniş yaptık. Yasin Kaplan, Güven Boya, Angel Halı gibi fabrikaların önünde direniş yaptık ve bunların da kazanımları oldu. Direnişle aldırdığımız işçiler, Kod-29’a karşı yaptığımız direnişler gibi… Ama düşündüğümüz gibi olmadı. Her direnişte “açıktan yapma” diyemiyordu ama arkadan dolanıyor, harcamaları göndermiyor; biz dayanışmamızla örgütlüyoruz. “Gidip dava açsınlar, biz direniş yapamayız,” diyor. Güven Boya’da yetkiyi kaçırmayalım diye patronla anlaşmalar yaptı. Biz karar alıyoruz, onlar eylem yapmamaya çalışıyor, derken en son Uğur Tekstil bunun finali oldu.

 

Bu 2 yıllık süreçte, Antep ve Urfa’da 1200’e yakın üye yaptık. Bu bölgelerde yaptığımız üyelerle de barajı aştılar Temmuz 2021’de. Ve son yetki aldığımız yer olan Uğur Tekstil’de de çok kısa sürede çoğunluğu aldık. Patron öğrenince her türlü baskıyı yaptı, hepsini püskürttük. En sonunda da fabrikayı kapattı, 310 kişiyi tazminatlarını vererek işten attı. Biz tazminatı verilerek işten atılan bütün işçileri geri aldırdık. Fabrika önünde direniş başlattık, biraz uluslararası ilişkiler, marka, küresel sendika üzerinde de ciddi bir baskı oluşturduk. Türkiye’de bir örneği yoktur herhâlde. Kapatılmış bir fabrikayı baskıyla geri açtırıp, işçileri işe geri aldırdık. Çünkü hileli bir kapatmaydı o. Bir iki aylığına işçiler ve sendikadan kurtulduktan sonra fabrikayı geri açacaklardı. Bunu da boşa çıkarttık ve patron sendikayı tanımak zorunda kaldı.

 

Tam o süreçte K. Doğan, işçilerden ve bizden habersiz patronla görüşmelere başladı. İlk görüşmede, küresel sendika temsilcisi de katıldığı için ben çok fazla katılmak istedim. “İşçi temsilcileri de katılsın,” dedim. Birincisine iyi niyet göstergesi olarak katılamadık ama ikincisine ben katılmasam bile iki işçi temsilcisinin katılmasını söyledim. Ben ilk örgütlenmeden beri işçilerle hep aynı şeyi konuştum, “Sizin iradeniz dışında hiçbir karar alınmayacak.” Ben sendikacılık dönemim boyunca hiçbir patron ve işveren temsilcisiyle, yanımda iki temsilci olmadan görüşme bile yapmadım. İşçilere bunu söylediğim için arkasında durmam gerekirdi ama orada duyduk ki toplu sözleşme pazarlığı bile başlamış işçiler olmadan ve ben de buna itiraz edince beni görevden aldılar. Ben görevden alındıktan sonra jandarma zoruyla 100 işçi işten atıldı. O işçilerin nasıl ortada bırakıldığı, patronla nasıl iş birliği yapıldığı ortaya çıktı. Ben görevden alındıktan sonra bile o işçileri işe aldırmak için eylemler örgütledik, direniş yaptık, markalara yazı yazdık, sendikayı sıkıştırdık, Zara’nın önünde eylemler yaptık. Bunun sonucunda işçileri işe aldırdık. Sendika patronla birlikte, “Bu işyerinde sendikal hak ihlali yoktur,” diye küresel sendika ve markaya yazı yazıyor. Ve mahkemede sendikanın genel başkan yardımcısı işçilere karşı patronun tanıklığını yaptı. Bu akıl almaz seviyede işçiye ihanettir. İşyerine açılan sendikal tazminat davasında sendika üye listesini göndermiyor. Gönderdiği listede de “97 kişi işten atılmış sadece. Biz 150 kişi ile yetki aldık. Bizim burada 54 üyemiz vardı,” diyor. İşçiler davayı kaybetsin diye mahkemeye sahte bilgi gönderiyor. O kadar namussuzlar. Bu süreçte, DİSK-Tekstil İş ve öncesi döneminde ve BİRTEK-Sen’de fabrikalardaki işçi grupları, işçi komiteleriyle toplam 14-15 fabrikadan işçiler ile bir araya geldik. Bu işçilerin içinde Ünaldı direnişine öncülük etmiş işçiler de var, Çemen direnişine öncülük etmiş işçiler de var, 2012’de Başpınar direnişine öncülük etmiş işçiler de var, son iki yıl DİSK-Tekstil İş’te Yasin Kaplan, Güven Boya, Angel Halı direnişine öncülük eden işçiler de var. İşçilerde bağımsız sendika talebi çok baskındı. Biz de, “İşçilerin eğilimine göre hareket edeceğiz,” dedik. İşçiler de, “Aslolan işçilerin fiilî örgütlenmesi, fiilî birliğidir ve işçinin ihtiyacı olan kesinlikle bürokrasinin olmadığı, işçinin karar aldığı, işçinin yönettiği gerçek bir işçi sendikası. Biz ne pahasına olursa olsun, tekstil iş kolunda böyle bir örnek yaratmak istiyoruz,” dediler.

 

Urfa ve Antep’ten, toplamda 17-18 fabrikadan işçi grupları, işçi komiteleri, işçi temsilcileri ile beraber kurmuş olduk sendikayı. Ve şu an sendikanın kurucuları arasında Ünaldı direnişine öncülük etmiş işçiler de var, Çemen direnişine öncülük etmiş işçiler de var, Başpınar direnişine öncülük etmiş işçiler de var ve son iki üç yılın direnişlerine öncülük eden işçiler de var. Bu bizim en önemli avantajımız. Antep’in son 25 yıldaki tekstil ve dokuma iş kolunda yaşanmış bütün önemli işçi direnişlerine ve sınıf mücadelesinin birikimi fizîken de bu sendikanın içinde. Hep ona öncülük etmiş işçiler var. Bu bence bizim en önemli olanağımız. Çok zorluklar var önümüzde ama böyle bir işçi iradesine, böyle bir mücadele birikimine dayanarak ortaya çıkmış olması en önemli avantajımız.

 

Tam da kurulur kurulmaz, 96 Ünaldı direnişinden sonra en büyük işçi eylemlerinin, Başpınar OSB’de şubat başında başlayıp 35 fabrikaya yayılan eylemlerin içine doğmuş olduk; birikim ikiye katlandı. O birikimle emekleye emekleye de olsa bunu sürdüreceğiz. Antep dışında da örgütlenme çalışmalarımız başladı. İstanbul, Trakya, Uşak, Denizli bölgesinde temsilciler belirledik, işçi grupları oluşturmaya başladık. Önümüzdeki dönem kongreden sonra Antep dışında en az 8-10 işçi havzasında daha da yaygın bir örgütlenme çalışması başlatacağız.

 

Kolay gelsin. Teşekkür ederiz.

 

Biz teşekkür ederiz.

 

17 Haziran 2022