İşçi sınıfı, klasik kapitalist ilişkilerin ve sermaye sömürüsünün olabildiğince çıplak yaşandığı dönemde, sınırları ve ağırlığı belirli, dönüştürücü kapasitesi korkutucu bir sınıfken; bugün silahları elinden alınmış, vatansızlaştırılmış, topraksızlaştırılmış, dolayısıyla soysuzlaştırılmış bir sınıf hâline gelmiştir. İşçi sınıfının kolektif aklı ve sezgisi, bugünlerin temelinin atıldığı dönemde, gelmekte olanı sezdiği noktada makine kırıcılığı yapmış ancak sınıfın öfkesi ve devrimci dönüştürücü gücü dönemin sosyalistlerinin pozitivist, ilerlemeci ve modernist ideolojilerinin kurbanı olmuştur. Oysa makine kırıcılar yani “Luddistler”[1], serbest piyasanın teknoloji üzerindeki tek belirleyici güç olmasına karşı çıkıyor, ayrıca teknolojinin toplumun ortak yararı için kullanılması gerektiğine inanıyorlardı. Makine medeniyetinin doğurduğu mekanik dünya görüşü, gelişi itibariyle bilim ve teknoloji tapınıcılığına kolaylıkla evrilebilir bir mahiyete sahipti. Eski toplum düzenini ifade eden dinsellik ve tutuculuğun, ilerlemecilik ve modernizm adına reddedilmesinin, “teolojik sineği kovarken bilimsel yarasanın yutturulduğu” bir durumu ortaya çıkardığı muhakkaktır. Zira “makinecilik” bir dünya görüşünü ifade ettiği anda, teolojiden bile daha kısıtlayıcı olabilir.[2]
Makine kırıcılığı dalga dalga dünyanın her yerine yayılmaya başlayınca burjuvazi sert tedbirler almış, makine kırıcılığını suç olarak tanımlamış ve buna yönelik özel yasalar hazırlamış, hatta bir süre sonra idam cezası da getirilmiş ancak yine de makine kırıcılığının önüne tam anlamıyla geçilememişti. Makine kırıcılar, fabrikaları hapishane, makineleri ise gardiyan olarak görüyor ve makinelerin egemenliğindeki yeni kapitalist üretim sürecinde, makinenin kontrolünde, onun bir uzantısı ve parçası olmayı reddediyorlardı.
Spartaküs önderliğinde köle sahiplerine karşı ayaklanan irade şimdi burjuvaziye karşı ayaklanıyordu; özgürlük, zaman ve mekân tanımaksızın makine kırıcılarında tecessüm etmişti.[3] Proletarya, fabrikaların sadece teknolojik yenilikler nedeniyle inşa edilmediğini, daha çok kendisinin gücünü sınırlamak ve özgürlük ruhunu kırmak için bir “sosyal kontrol projesi” olarak inşa edildiğini de gayet iyi biliyordu. Öyle ki, İngiltere’de endüstriyel gelişmenin en büyük savunucularından biri olan Andrew Ure, şöyle yazmıştı: “Bilim sermayenin hizmetine sunulmuş olsaydı, inatçı işçinin uysallığı güvence altına alınmış olurdu.”[4]
Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı çalışmasında makineleşme ve fabrika üretiminin işçiyi zihin ve benden yönünden “bodurlaştırdığını” yazmaktadır. İlgili çalışmasında Engels, bu durumu şöyle ifade eder:
“Fabrikada böylece canlı canlı gömülmeye mahkûmiyet, yorulmak bilmez makineye sürekli dikkat harcamak, işçilere en keskin işkence gibi gelir; bu işkencenin zihin ve beden üzerindeki edimi, en yüksek dereceden bodurlaştırmadır.”[5]
Hareketin ortaya çıktığı İngiltere’de makine kırıcılığının yaygınlaşmasıyla, çok sayıda fabrika yönetimi Luddistlerin ellerine geçmeye başlamıştı. Bu süreçte burjuvazinin askerî tedbirlerinin[6] yetersiz geldiği noktada, henüz yeni yeni kurulan sendikalar, hareketi evcilleştirmek ve etkisiz kılmak konusunda çok daha başarılıydı. Zira sosyalistler ve sendika aristokrasisi için makine kırıcılığı işçi sınıfının vahşi kapitalizme karşı verdiği ilkel ve muhafazakâr bir tepki biçimiydi ve bir biçimde ehlileştirilmeliydi. Dolayısıyla işçi sınıfının yıkıcı devrimci gücünü ehlileştirmek konusunda oldukça istekli olan sendikalar, İngiliz burjuvazisi tarafından bu momentte açıkça desteklenmiştir.
Makine kırıcılığının ortaya çıktığı İngiltere, bu dönemde dünyanın açık ara en fazla sanayileşmiş kapitalist ülkesidir. Burada hiçbir burjuva güvende değilken, işçi aristokrasisi burjuvalarla uzlaşmış ve böylece işçi sınıfının makine kırıcılığı bastırılmıştır. Bu dönemde sendikalar, İngiliz yasalarına göre teknik olarak yasa dışı olsalar da mahkemeler onları yasal olarak kabul etmeye başlamıştı. Sendikalar, düzen içindeki hâkim unsurlar tarafından, işçileri yatıştırmanın bir aracı olarak görülüyordu. Sendikalar, işçilere sabotajdan[7] uzak durmalarını ve sistemle savaşmak yerine fabrika sahipleriyle müzakere etmelerini söylüyordu. John Zerzan bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Sendikacılık, sendikaların tasarladığı bölünmeler, kafa karışıklığı ve enerjilerin saptırılması yoluyla [Luddismin] yenilgisinde kritik bir rol oynadı.”[8] Devamında, işçi sınıfını gittikçe hiçleştiren, sürüleştiren ve üretimden gelen gücünü elinden alan bütün teknolojik ilerleme ve yenilikler, büyük ölçüde teknoloji/bilim dostu olan (teknofil) sosyalistler tarafından hevesle karşılanmıştı. Marksizmin makineleşmeye ve makineye değil, “sermaye makinesi”ne karşı olma durumu elbette ilerlemeci, aydınlanmacı, modernist, pozitivist ve Batılı kökleriyle alâkalıdır. Oysaki Luddistlerin parçaladığı makineler “sermaye makinesi”nin asıl yaşamsal gücünü teşkil ediyordu. Makine kırıcılar bir anlamda, “Düşmanını yaralanacağı yerden vur”[9] stratejisine uygun davranıyordu. Sonraki süreçlerde proletaryanın yıkıcı gücünü, enerjisini ve şiddetini temsil eden devrimci irade, Marksizmin “evrimci” çizgisi tarafından ezilmiştir.[10]
“Çok seyrek okuyabiliyorlar, ondan daha seyrek yazabiliyorlardı; kiliseye düzenli giderlerdi, hiç politika konuşmazlardı; birinin arkasından dolap çevirmezlerdi, hiç düşünmezlerdi, beden eğitimine bayılırlardı; İncil okunurken, babadan oğula geçen bir saygıyla dinlerlerdi ve ‘daha üst’ sınıflara karşı aşırı ölçüde iyi duygularla ve tam bir alçak gönüllülükle yaklaşırlardı. Ama beyinsel olarak ölüydüler; yalnızca küçük, özel çıkarları için, dokuma tezgâhları ve bahçeleri için yaşarlardı; onların ufkunun ötesinde insanlığı baştan sona saran güçlü hareket hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Sakin, otsu yaşamlarında huzurluydular; sanayi devrimi olmaksızın, sıcak-romantikse de insana yakışmayan bu yaşamdan asla çıkamazlardı. Gerçekte, onlar insan değildi; o zamana kadar tarihe rehberlik etmiş bir avuç aristokratın hizmetinde çalışan makinelerdi. Sanayi devrimi, işçileri basit ve salt makineler yaparak onlardan, bağımsız etkinliğin son kırıntılarını da çekip aldı ve böylece onları, insana yaraşır bir konumu düşünüp istemeye zorlayarak, süregelmiş durumu, kendi mantıklı sonucuna ulaştırmış oldu.”[11]
Makineleşmenin yaygınlık kazanması ve kuşatıcılığının artması, işçinin emeğini üretim faaliyetinde değersiz kılıyordu. Bunun, işçinin yabancılaşma ve mülksüzleşme sürecine katkısı da büyüktü. Alman İdeolojisi’nde, “El değirmeni feodal lordlu toplumu yarattıysa, buharlı makine de sanayici kapitalisti olan bir toplumu yaratacaktır,”[12] saptamasına karşın, “Yapay zekâ ve robotlar nasıl bir toplum yaratacaktır?” sorusunu sormak gerekiyor. Kapitalistin, işçi sınıfının ürettiği ürünleri kendisine mal etmesi ve kendisi de bir emek ürünü olan makinenin, işçiyi bizzat ürettiği artı-değer üzerinden mülksüzleştirmesi at başı gitmektedir. Çünkü teknoloji, sermayenin elinde, işçiye yöneltilmiş bir mülksüzleştirme aracıdır. Fordist seri üretim kapitalizmi, makineleşmeyi üst bir aşamaya taşıyarak, kapitalist tahakkümü ve burjuva toplum düzenini her boyutuyla kurumsallaştırmıştır.
“Fakat makineleşmenin büyük çapta ortaya çıktığı yol ve hele perakende ilerlemesinin yolu bu değildir. Bunun yolu ayrıştırma yoludur: iş bölümü aracılığıyla, işçinin işlevleri giderek o ölçüde mekanik hâle gelir ki, belli bir noktada artık mekanizma onun yerine geçebilir. Burada belirli bir emek çeşidinin işçiden sermayeye aktarılması ve bu transfer nedeniyle işçinin emek kapasitesinin değerini kaybetmesi, dolaysız olarak görülmektedir. Eskiden canlı işçinin olan etkinlik, makinenin etkinliği hâline gelmektedir. Sermayenin emeği kendine mal edişi ‘vücudu aşkla dolar gibi’ özümleyişi burada en kaba biçimiyle işçinin karşısına dikilmektedir.”[13]
Aldous Huxley’in Fordist seri üretim düzenini anlatan distopyasında, ölümden sonra cesetler de fabrikalarda işlenerek hammadde olarak değerlendiriliyordu. Bugün yeşil kapitalizm Huxley’in distopyasında bahsettiği şeylerin ötesinde bir projeksiyona sahiptir. Karantina, kısıtlama, seyahat yasakları, zorunlu aşılama gibi pandemi önlemleri ve adım adım hayata geçen iklim değişikliği politikaları Huxley ve George Orwell’ın distopyalarını aratmayacak niteliktedir. Bugün de yarı ve tam robotik üretim, yapay zekâ, otomasyon, nesnelerin interneti, karanlık fabrika, metaverse vb. olgular insan az/insansız bir kapitalist üretimi koşullamaktadır. Dolayısıyla somut gerçekte ve güncel durumda, klasik anlamda bir işçi sınıfından bahsedemeyeceğimiz gibi, kapitalistlerin de işçi sınıfıyla mücadele gibi bir gündemleri kalmamıştır. Onlar için asıl ve temel mesele üretim alanından boşa çıkan insan fazlalığının ne olacağı sorunudur.
Sözü edilen teknolojik yeniliklerle birlikte sanayi üretiminde çalışan işçi sayısı küresel ölçekte anlamlı ölçüde azalmakta, reel üretim alanından uzaklaştırılan yığınlar hizmet iş kollarına kaydırılmaktadır.[14] Ayrıca yapay zekâ tabanlı robotik teknoloji ve otomasyon sistemleri hizmet sektörleri içinde de hızla yaygınlaşmaktadır. Hizmet ağırlıklı iş kolları devletlerin ve sanayi burjuvalarının kalıcı/etkili bir çözüm bulana kadar geçici bir ara durağı olarak kurgulanmaktadır. Devletler kamu olanaklarının sınırlarını zorlayarak hizmet sektörünü sübvanse etmekte, mevcut “yük” ve maliyetlerin büyük bir kısmını da sanayi burjuvazisi üstlenmektedir. Nüfusun ve hizmet sektörlerinin teşvikler, krediler, fonlar vb. enstrümanlarla sürekli sübvanse edilme mecburiyetinin, sanayi kapitalistlerinin üretimden elde ettikleri kâr oranlarının düşmesi yönünde önemli bir etkiye sahip olduğu söylenebilir. Zaten uzunca bir dönemdir küresel ölçekte sanayi kapitalistlerinin kâr oranlarının düşmesi bir vaka iken, sanayi burjuvazisi artık bu durumun sürdürülebilir noktayı çoktan aştığını düşünmektedir. Dolayısıyla üretim alanının yeniden düzenlendiği bu aşamada temel motto, insan az/insansız kapitalist üretimdir. Bu noktada asıl “sorun” kapitalist örgütlenmenin boşa çıkacak insan yığınlarını nasıl “besleyeceği” ve hangi araçlarla yönetileceğidir.
21. yüzyılın Kapital’ini yazdığını iddia eden iktisatçı Thomas Piketty’ye göre, yavaş büyüme ve özellikle sıfır hatta negatif demografik büyüme rejimine dönmek, sermayenin yeniden yükselişe geçmesi demektir. Piketty, açıkça verimliliğin artması ve nüfusun azalmasının yapısal büyümenin önünü açacağını, bu durumun sağlanamadığı yerde de kapitalistlerin gerçekten de kendi mezarlarını kazmış olacaklarını vurgulamaktadır.[15] Programın sahipleri, dönüşümün icracıları ve burjuva ideologlar, düşen kâr oranlarını yeniden yükseltmek, enerji ve kaynak yetersizliğini dengelemek için nüfusun azaltılması gerektiğini aslında açıklıkla söylüyor, milyonlarca insanın yeni kapitalist işleyişte “gereksiz” hâle geldiğini ifade ediyorlar. Sözü edilen sürecin baş teorisyenlerinden olan Yuval Noah Harari, yeni kapitalist evrenin “gereksizler sınıfı” doğuracağı üzerinde durmaktadır.[16]
Bütün bunlara rağmen icra edilen politika ve uygulamalar için gerekli toplumsal desteği de bir şekilde elde edebiliyorlar. Daha da çarpıcı olanı ise, pandemi ve iklim politikalarıyla, üretim ve toplumsal alanın her noktasını yeniden düzenleyen kapitalist dönüşümü, sistemin sahipleriyle birlikte solcular-sosyalistler-anarşistler-komünistler[17] ve bunlarla birlikte anılan muhtelif öznelerin de desteklemesidir. Bu sürecin yeni bir mülksüzleştirme, köleleştirme, sosyal kontrol ve hatta nüfus azaltma amacı taşıdığını söyleyenler, anılan hareketler tarafından gayet tanıdık bir saldırıyla karşılanmaktadır; “ilkel”, “muhafazakâr” ve “komplocu.” Ancak unutulmaması gerekiyor ki işçi sınıfını ve halkı evcilleştirmeye çalışan unsurlar olduğu kadar, toplumların bağrında makine kırıcılar da barınmaktadır.
İrfan Özgül
14 Ocak 2023
Görsel: Victo Ngai’ye aittir.
Dipnotlar:
[1] “Luddit” adının kökeni tam olarak belli değildir. Hareketin ismini, 1779’da iki çorap makinesini kırdığı iddia edilen ve adı makine kırıcılarının simgesi hâline gelen Ned Ludd’dan aldığı söyleniyordu. Ancak Ned Ludd tamamen kurgusaldı ve hükümeti şok edip kışkırtmanın bir yolu olarak kullanıldığına inanılmaktadır. İsim, Robin Hood gibi Sherwood Ormanı’nda yaşadığı söylenen hayali General Ludd veya Kral Ludd’a dönüşmüştü ve Luddistler Britanya Kralı’na değil, kendi seçtikleri Kral Ludd’a bağlıydılar.
[2] Lewis Mumford, Makina Efsanesi, Çeviren: Fırat Oruç, İnsan Yayınları, 1996, s. 55-70. Mumford’ın uzun yıllar önce dikkat çektiği bu husus, içinden geçtiğimiz dönemde çok daha çıplak görünmektedir. Pandemi uygulamaları ve yeşil dönüşüm merkezli gelişmelerde, bilim ve teknoloji, devletlerin elinde bütün faşizan uygulamalar için oldukça kullanışlı enstrümanlardır. Bilim insanları da âdeta tekno-faşist bir cunta yönetiminin generalleri olarak faaliyet göstermektedirler.
[3] Makine kırıcılarının önemli destekçisi olan İngiliz şair Byron (1788–1824), ölümünden sonra yayınlanan Luddistlerin Şarkısı adlı şiirinde şöyle diyordu: “..biz / Dövüşerek öleceğiz ya da özgür yaşayacağız / Kral Ludd dışındaki tüm kralları devireceğiz.”
[4] Alıntılanan ifade Andrew Ure tarafından 1835’te yazılmıştır. Bu tarih aslında, makine kırıcılığının artık sönümlendiği bir tarih olmasına rağmen, sermaye sahipleri yine de ellerindeki gücü yetersiz buluyordu. Andrew Ure ayrıca ilginç bir karakter, öyle ki kendisi, frenik siniri uyararak boğulma veya asılma durumlarında hayatın geri yüklenebileceğini iddia ediyordu. Mary Shelley’nin Frankenstein (1818) adlı kitabındaki ana karakter konusunda Andrew Ure’den esinlendiği iddia edilmektedir. Spartacus Educational.
[5] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Çeviren: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1997, Ankara, s. 243-244. Makineleşme konusuna yaklaşım ve kavrayış bakımından Marx ve Engels arasında bazı farklar görmek mümkün. Marx’ın, makineleşme ve sanayileşmedeki gelişmelerle birlikte işçi sınıfının da gelişeceğine ve güçleneceğine olan inancı büyüktü. Bu nedenle kapitalist endüstriyel gelişme ve üretimde açık ara önde olan İngiltere işçi sınıfının devrim yapacağını beklemişti. Engels de aslında İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı çalışmasını yazdığı 1844 tarihinde, muhtemel bir proleter devrimi İngiltere’den beklemektedir. Ancak Engels’in bizzat babasının bir fabrika sahibi olması ve kendisinin de gerçek-somut kapitalist üretimin içinde bulunması, onun “makineleşme” olgusuna daha tedbirli yaklaşmasını sağlamıştır. Engels en azından, adı geçen çalışmasında, kapitalist sanayileşmenin işçi sınıfı üzerinde ne tür etkiler yarattığını çok daha yakından irdeleyebilmiştir. Bu nedenle Marx’ın “gelişmiş sanayi gelişmiş işçi sınıfını doğurur” önermesine onun kadar iyimser yaklaşmamıştır. İlginç olan şu ki; Marx, makinenin teknolojik evrimini ve toplumsal yaşayışa dair etkilerini açıklarken, büyük ölçüde Engels’in bahsi geçen çalışmasından yararlanmış, Kapital’deki makineler üzerine bölümü de yine bu çalışma ışığında geliştirmiştir.
[6] Devletin baskı araçları başarısız olunca, kuzeybatıda bir işgal ordusu örgütlendi ve giderek daha fazla asker gönderildi. Mayıs 1812’de binlerce süvari ve tam donanımlı topçu birliği dâhil 14.400 kişi vardı. Ülkenin İçişleri Bakanı, Nottinghamshire’daki Luddite isyanını bastırmak için gönderilen gücün ülke tarihinde kullanılan en büyük güç olduğunu kabul etmişti. Ancak 1 Mayıs itibariyle, ‘Luddite Üçgeni’nde yedi kat daha büyük bir ordu faaliyet gösteriyordu. Varlığın ölçeği öyleydi ki ilçelerde her yetmiş kişiden biri askerdi. Sadece on bin kişilik bir kasaba olan Huddersfield’da konuşlanmış bin asker vardı. The Anarchist Library.
[7] Hemen hemen aynı zamanlarda Fransız işçiler de fabrikadaki makineleri sabote etmeye, bunu yapmak için “sabot” denilen tahta ayakkabıları hassas makine dişlilerine atmaya başlamışlardır. Sabotaj kavramı bu dönemden kalmadır. Functionize.
[8] İlgili bağlantıda yer alan ve müstear isimle yazılan yazı, Kirkpatrick Sale’in 1995 yılında yazdığı, Türkçeye “Geleceğe Karşı İsyancılar” olarak çevirebileceğimiz Rebels Against the Future başlıklı kitabı ile John Zerzan’ın Who Killed Ned Ludd? (Ned Ludd’u Kim Öldürdü?) ve Industrialisation and Domestication (Sanayileşme ve Evcilleştirme) denemelerinin bir özeti niteliğindedir.
[9] Bu ifade Theodore John Kaczynski’ye dair bir göndermedir. Kaczynski; nam-ı diğer Una Bomber (bir bombacı) olarak tanınmıştır. Kendisi tekno-endüstriyel toplum düzenine karşı yaptığı bombalama eylemleriyle tanınmaktadır. 1942 yılında Amerika’nın Illinois eyaletinde doğmuştur. Harvard ve Michigan gibi üniversitelerde öğrenim görmüş ve kendi zamanında, Berkeley Üniversitesi’nde görev alan en genç öğretim üyesi olmuştur. 1978’den 1995’e dek on yedi yıl boyunca havaalanlarına, teknolojinin geliştirildiği üniversitelere, teknoloji enstitüleri ve teknolojinin gelişimi açısından önem içeren diğer kurumlara, alanında ünlü genetikçilere, teknik üniversitelerdeki profesörlere bombalı paketler göndermiştir. Sanayi Toplumu ve Geleceği adlı manifestosunda eylemlerine gerekçe olarak teknolojinin durmak bilmez gelişimi ve makineleşmeyle insan gücünün önemsiz hâle gelmesinin evcil hayvan statüsüne kadar gerileyecek olmasını göstermiştir. Uzun yıllar boyunca ormanda tek başına yaşayan Kaczynski, manifestosunun yayınlanmasından sonra bizzat kendi kardeşinin ihbarı sonucunda yakalanmış, idamla yargılanmış ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştır. 10 Haziran 2023 tarihinde, Kuzey Karolina’daki Federal Tıp Merkezi’ndeki hücresinde ölü olarak bulunmuştur.
[10] Bu genellemenin elbette istisnaları vardır. Yazı bütünlüğü içinde önemle vurgulamak istediğimiz husus: Küresel/evrensel düzeyde ana akım sosyalist-komünist hareketler “evrimci” bir çizgiye sahiptir ve bu hareketler devrimci enerjileri/dinamikleri soğurmaya ve akamete uğratmaya yönelik bir pratik sergilemektedirler.
[11] K. Marx – F. Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, 1992, Ankara, s. 32.
[12] K. Marx – F. Engels, a.g.e., s.109.
[13] Friedrich Engels, “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü”, içinde: K. Marx – F. Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: III, Sol Yayınları, 1979, Ankara, s.650-651.
[14] Özgür Bayram Soylu ve Mihriban Turalıoğlu, “İşgücü Piyasasındaki Gelişim Süreci AB-OECD-Türkiye Karşılaştırması”, Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, 2020, Cilt 15, Sayı 1, s. 129-139. İlgili kaynakta yer alan Dünya Bankası verilerine göre İstihdamın Sektörel Dağılımını (%), (1990-2019) gösteren grafikte; 1991 yılında tarım-sanayi ve hizmet sektörlerinde istihdam oranları sırasıyla OECD ülkelerinde tarım %9.4, sanayi %29.6, hizmet %61.0, AB ülkelerinde tarım % 9.4, sanayi %33.2, hizmet %57.4, Türkiye’de tarım % 47.8, sanayi %20.2, hizmet %32.0’dir. 2019 yılında ise istihdam oranları OECD ülkelerinde tarım % 4.5, sanayi %22.5, hizmet %73.0, AB ülkelerinde tarım % 4.1, sanayi %23.7, hizmet %72.2, Türkiye’de tarım % 19.1, sanayi %26.1, hizmet %54.8’dir. Merkez kapitalist ülkelerde tarım ve sanayi sektörlerinin daraldığını ve hizmet sektörlerinin büyüdüğünü görmek mümkün.
[15] İrfan Özgül, “Kapitalist Dönüşüm”, 17 Nisan 2022, Sosyalizm.
[16] İrfan Özgül, “Sürü,” 17 Ekim 2022, Sosyalizm.
[17] Görebildiğimiz kadarıyla anılan hareketlerin kapitalist dönüşüme verdiği destek, istisnaları olmakla birlikte evrensel niteliktedir. Bununla ilgili Kaczynski’nin manifestosunda özellikle “solculuk” ve türevleri ile ilgili değerlendirmeleri önemlidir. Kaczynski, kategorik olarak sol, anarşist, yeşil anarşist vb. başlıklarda “muhalif” olarak konumlanan hareketlerin nihayetinde tekno-endüstriyel toplum düzeninin ayrılmaz bir parçası yahut kutbu olarak iş gördüğünü, bunların aslında “otoriter sol” diyebileceğimiz sistem içi bir mekanizmaya bağlı olduğunu, yani modern uygarlıkla meselesi olanların değerler ve somut-maddî ilişkiler yönünden ziyadesiyle modernleştiğini ve uygarlaştığını, bu durumda bunların ancak hâkim düzenin bir dişlisi olabileceğini söylemektedir.