Mülksüzleştirme Hukukunun İnşası


Genel Yoksullaştırma Dalgası ve Şehirlerde 2012 Milâdı

Geçtiğimiz üç yılda merkezinde para basmaya dayalı istemli enflasyonun yer aldığı servet aktarım sürecine şâhit olduk. Pandemi döneminde, zorunlu kapanmaları çeşitli adlar altında para dağıtılması takip etti. Para basılarak yürütülen sürecin yol açtığı yüksek enflasyon, günlük/aylık geliri ile hayatta kalan işçi sınıfının gıda vb. temel emtiaya erişmek için giderek daha fazla harcama yapmasını, şirket kârlarının patlamasını sağladı. Şirketlerin kârları üzerinden ödediği vergiler yoluyla Devlet de süreçten kazançlı çıktı.[1] Aynı dönemde üretim zincirlerinin kırılması, dijital pazarlarda çok aranan nadir element vb. ürünlere ulaşımın zorlaştırılması, kredilerin merkezî planlama marifetiyle belli kanallara akıtılarak enerji fiyatlarının uçurulması dünya genelinde enflasyonu körükleten diğer kasıtlı girişimlerdi.[2]

Neticede dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de işçi sınıfı şiddetli biçimde yoksullaştı; eş zamanlı olarak krediye ulaşma olanakları daraldı. Daha önce günlük hayatının idâmesinin bir adım ötesinde, erişilebilir birikim olanağı olarak duran otomobil gibi metaların edinilmesi artık kalıcı olarak olanaksızlaştı. Şehir merkezlerinde ev kiralamak veya kiralanan evden bir sebeple çıkılması hâlinde aynı muhitte kalabilmek ihtimal dışına çıktı. İşçi sınıfı pandemi öncesine nazaran güçsüzleştirildi. Özetle, bir süreç tamamlandı. Pandemi öncesi global ölçekte sıfır noktasına yaklaşan şirket kârları yukarı eğilim göstermeye başladıysa da, kâr oranlarında düşüş eğilimi bir yasadır.[3] Düşüşe karşı daha etkili tedbirler gereklidir. Güçsüzleştirme, diğer adıyla çaresizleştirme, yeni gasp sürecinde merkezî bir rol oynayacaktır.

Bugün sermayenin, alt gelirlilerin sahip olduğu konutlara ve arsalara çökme sürecinin eşiğinde bulunmaktayız. Gayrimenkul yağması, tarih boyunca mülksüzleştirmenin temel belirleyeni olmuştur. Marx, enflasyon yoluyla kapitalistin zenginleşmesini, reel ücretlerin erimesini ve mülk yağmasını birlikte ele almıştır. Bugün yaşanan süreci idrak etmek için meseleyi çok yönlü ve derinlemesine çalışmak zorunludur. Süreç yeni olmadığı gibi oldukça girift fakat çözülemez değildir. Bu yazıda güncel vaziyet üzerine notlar düşmeye, bağlam kurmaya çalışacağız. Mülkiyetin gaspı ilk intibânın aksine her zaman hukukî bir olgu şeklinde temayüz etmiştir zira hukukî çerçeve olmaksızın geniş ve kalıcı gasp mümkün değildir.

2012 yılı belirleyici bir yıl olmuştur. “Afet yasası”, “kentsel dönüşüm yasası” gibi adlarla meşhur olan 6306 sayılı kanunun çıkarılması milât olarak belirlenebilir. Bu yasayla muazzam bir yetki genişliğine ulaşan Devlet, “afet/risk” önlemekten ziyade ekonomi politik bir müdahale silahına kavuşmuştur.

Yasanın tam adı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” olup afet riskine karşı herhangi bir kamusal önleme modeli getirmemiştir. Sistem, müşteri/müteahhit ilişkisinin kolay kurulması, konutların kolay tahliyesi, anlaşmaya varmayanların paylarının kolay tasfiyesi üzerine inşa edilmiştir. Devlet’in esas rolü ise şehrin kritik rant alanlarında ve özel dönemlerde kullanılmak üzere getirilmiş riskli alan ve rezerv alan belirleme yetkisiyle belirginleşmektedir. Riskli alan ve rezerv alanlar, kanunda bilinçli olarak muğlak bırakılmış, içeriği keyfi biçimde doldurulabilecek, temelde nüfusu bir yerden boşaltıp başka bir yere depolamaya imkân veren muğlak tanımlamalardır.

Sermaye ve Devlet, 2012 yılında şehirlere yönelik bütünlüklü bir müdahaleye girişmiştir.

“12.11.2012 tarihinde kabul edilen 6360 saylı kanunun (On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi Ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun) birinci maddesi ile Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Erzurum, Gaziantep, İzmir, Kayseri, Konya, Mersin, Sakarya ve Samsun büyükşehir belediyelerinin sınırları, il mülkî sınırları hâline getirilmiş, bu illere (ve ayrıca İstanbul ve Kocaeli’ye) bağlı ilçelerin mülkî sınırları içerisinde yer alan köy ve belde belediyelerinin tüzel kişiliği kaldırılmış, köyler mahalle olarak, belediyeler ise belde ismiyle tek mahalle olarak bağlı bulundukları ilçenin belediyesine katılmıştır. Ayrıca bu illerdeki il özel idarelerinin tüzel kişiliği de kaldırılmıştır. Büyükşehir Belediyesi olamayan illerde de nüfusu 2.000’in altındaki belde belediyeleri lağvedilmiştir. Kanunla birlikte 29 İl Özel İdaresi, 1591 Belde Belediyesi ve 16.082 Köyün tüzel kişiliği kaldırılmıştır. Böylelikle imar, ulaşım, alt yapı ve vergilendirmede Büyükşehir Belediyesi, sayılan illerde tüm şehre hâkim konuma getirilmiştir.”[4]

Temelde 2011 (Kanal İstanbul Projesi) ve 2012 yılında atılan adımlar, büyük etkilerini göstermeye yaklaşmıştır. Geniş ve kalıcı mülkiyet gaspları, servetin yukarıya aktarılması ve işçi sınıfının şehir merkezlerinden “rezerv alanlara” doğru kitlesel biçimde sürülmesinin alt yapısı, pandemi döneminin tozu dumanı arasında 2020 Temmuz’unda çıkarılan bir yasayla sağlamlaştırılmıştır. Bir eşikte bulunmaktayız.

Dava Açma Süreleriyle Oynanması[5]

Konut, barınma imkânı vermesinin yanında, giderek finansal bir araç hâlini de alan, genel kredi hacmini doğrudan etkileyen bir ekonomik değer hâlini almıştır. Bu metanın değeri günümüzde imar haklarına bağlıdır, yani doğrudan devlet ve hukuk tarafından belirlenir. İmarlı bir arsanın veya imar mevzuatına uygun bir konutun değeri ile aksi özelliklere sahip olanlarının değerleri arasında uçurum oluşur. İmara uygunluk konutun edinilmesinde banka kredisi kullanılıp kullanılamayacağını belirler. Konutun kendisi aynı zamanda potansiyel bir kredi teminatı da olduğundan, onun imar mevzuatına uygun olup olmaması genel kredi hacmine etkisi nedeniyle parasal genişlemeye de olumlu veya olumsuz yansır.[6] Diğer yandan eski bir konutun yeniden imar edilebilmesine izin verilmesi veya verilmemesi riskli hâle gelmiş ise içindekilerin zorunlu tahliyesine yol açabilir. Riskli hâlin takdiri, tahliye uygulaması gibi işlemler de devletin yetkisi dâhilindedir. Özetle, bir konutu barınılabilir hâlde tutmak, bu hâlden çıkarmak; ekonomik değerinin ve ekonomiye etkisinin belirlenmesi devletin elindedir. Bir önceki başlıkta da belirttiğimiz gibi, devletin belirleyiciliği, 2012 yılında çıkarılan bütün şehir ve kentsel dönüşüm yasaları ile –özellikle kentlerde– artmıştır.

Güç kullanımında yaşanan keyfilikler, bugüne kadar mahalle halkının fiilî meşru mücadelesi veya eşlik eden toplu/tekil davalarla sınırlanabilmiştir.

İmar düzenlemeleri, bir defa yapılıp on yıllarca değişmeden kalan işlemler değildir. Teoride öyledirler fakat pratikte, şehircilik ilkeleri gerekçeleriyle veya rant beklentileriyle sürekli değişikliğe uğrarlar. Bu değişiklikler ilgili kişilere yazılı olarak bildirilmez, askıya çıkarılarak ilân edilir. Doğaldır ki geniş kesimlerin, belediyenin bir koridorundaki panoda asılı olan kâğıttan haberi olmaz, olsa da kendisine olan etkisini idrak edemez.

Konutlarını inşa ettikleri alanların önemli bir bölümü bir anda kamuya geçen, daireleri içinde yaşanamayacak kadar küçülen veya bir rant projesinin gölgesinde kalanlar, durumdan haberdar olmadan planlar kesinleşir. Kişiler ancak evlerini, iş yerlerini yeniden inşa ettirecekleri zaman kendilerine verilen ruhsat vb. evraklarla haklarında yapılan düzenlemeden haberdar olurlar ve bu andan itibaren dava açma hakları yeniden doğar. Daha doğrusu, 2020 yılının temmuz ayına kadar durum böyleydi.

Pandemi–kapanma–yasaklama sarmalının tam ortasında İmar Kanunu’nda (madde 8) sessiz sedasız yapılan değişiklikle imar planlarına karşı dava açma hakkına beş yıllık üst sınır getirilmiştir. Buna göre imar planının askıya çıkıp inmesinin üzerinden beş yıldan fazla zaman geçtikten sonra durumu öğrenen kişiler 2025 Temmuz’undan itibaren dava açamayacaktır. Bu tarih itibari ile 2020 Temmuz’u öncesi yapılıp kesinleşmiş imar planları, ilgili gayrimenkullerin kullanımını olanaksızlaştırsa dahi, dava yoluyla sonuç alınamayacaktır. Bir dönem kapatılmaktadır. Manzarayı şöyle tarif edebiliriz: On yıllardır uykuda bekleyen planlar, uygun vakit gelip uyandırıldıklarında dikensiz gül bahçesiyle karşılaşacaklardır.

Bu düzenlemeyle paralel olarak, konutlardakine benzer biçimde, Anayasa Mahkemesi, arsaların imara açılması sürecinde yaşanılan hak kayıplarını da dava edilemez bir hâle sokmuştur.[7] Bu karar, mahkemenin birkaç üyesinin açık itirazlarına karşın sonuçları bilinerek alınmıştır. İmarsız arsaların imar haklarının belirlenmesi sürecine parselasyon denmektedir. Bu işlem, bir arsanın kaderini tayin etmektedir. Bugüne kadarki uygulama, parselasyon kararlarının ilgili kişilere şahsen yapılacak tebligattan sonra dava açma süresinin başlaması yönündeydi. Böylelikle ilgili kişiler yapılan düzenlemeden gerçek anlamda haberdar oluyordu. Anayasa Mahkemesi ise 2022 yılında verdiği bir kararında, İmar Kanunu’ndaki 2020 Temmuz düzenlemesiyle eş güdümlü biçimde, parselasyon işlemlerinin de dava açma süresinin askı/ilân sonundan itibaren başladığı yorumunu yapmıştır. Karar, bugüne kadar dava edilmemiş hemen hemen tüm parselasyon işlemlerine koruma kalkanı çekilmesi anlamına gelmektedir. Sermayenin gözünü diktiği bir sahada, idarenin kararı ile arsası kullanılamaz hâle getirilmiş, kamuya ayrılan alanlara taşınarak konut yapılması engellenmiş veya zenginlerin kapattığı alanların gölgesinde kalmış kişilerin hakları gasp edilmiştir. Örneğin, bugün rezerv alan kavramı ile adı bir anılan Kanal İstanbul bölgesinde[8] arsası bulunan sıradan insanların çaresizliği bu sahada yapılaşma faaliyetleri başladığında açığa çıkacaktır.

Böylelikle Devlet, işçi sınıfının kent merkezlerinden sürülmesi, alt sınıfların elinde bulunan gayrimenkullerin ekonomik değer ve barınak olmaktan çıkarılması açısından muazzam bir koruma kalkanına kavuşmuştur. Boşaltılan/el konan alanların, başka bir imar düzenlemesi ile yeniden değerlenmesi ve sermayeye nakli işten bile değildir; örnekleri vardır. Elbette bu işler bir günde ve olağan koşullarda gerçekleşmeyecektir. Manzara şöyle tarif edilebilir: Reel ücretleri şiddetle erimiş, diğer yandan uzun zamandır toprakla bağı kalmamış geniş yığınlar, deprem, salgın veya korkusunun realize olduğu, “sürdürülebilir yeşil kent” projelerinin anayasal bir zorunluluk veya uluslararası taahhüt hâlini aldığı OHAL benzeri siyasal koşullar altında, ilân edilecek “rezerv alanlara” itilebilecektir. Bu senaryonun veya benzerlerinin alt yapı faaliyetlerini parça parça gözlemleyebiliyoruz; parçalı hâlde temas ettiğimiz gelişmelerin bağlamlarının kurulması ise önümüzde durmaktadır.

Doğrudan OHAL koşullarında devlet ve sermayenin eriştiği imkânlar ise Maraş merkezli depremde çıplak gözle görülebilmiştir. Bu konuya aşağıda değineceğiz. Öncesinde ise, yaklaşmakta olan gecekondu tasfiyesine ve mahalleye çevrilen köylerde yaşayan halkı bekleyen güncel tehlikeye bakacağız.

Büyükşehirlerde Gecekonduların ve Köy Arazilerinin Gaspına Doğru

Türkiye’de kırdan koparak şehir proletaryasına dâhil olanların çeperlerde kurdukları gecekonduların sayısında, 1980’lere gelindiğinde patlama yaşanmıştır. Gecekondular 1947 yılında baş göstermiş, 60’lı yıllarda sayıları giderek artmış ve 80’lerin ilk yarısında kırdaki çözülmenin ivmelenmesiyle kentteki her dört kişiden birisi gecekonduda yaşar hâle gelmiştir. 60’lardan itibaren hukuksal düzenlemelere konu olan gecekonduların kullanım hakkı ilk defa 1984 yılında tanınmıştır. Gecekonduda barınanlara, ileride arsa bedeli ödenerek tapuya dönüştürülmek üzere tapu tahsis belgeleri dağıtılmıştır (2981 sk.m.10). Tapu tahsis belgesi, sahiplerine kırılgan bir kullanım hakkı vermiştir. Yaygın olarak işçi sınıfının barındığı bu yapılardaki mülkiyet sorunu askıya alınmış, belirsiz bir geleceğe ötelenmiştir.

Her yeni kanun, kendinden önce çıkarılmış, aynı meseleleri ilgilendiren kanunları kaldırır; hukukî tabirle ilga eder. Kanunların ilga maddeleri önemlidir zira bize tarihsel izlek sunarlar; neyin devamcısı olduklarını, neyi hedeflediklerini işaret ederler. Ceza kanunu veya borçlar kanunu gibi temel kanunlarda neyin ilga edileceği baştan bellidir; önceki ceza ve borçlar kanunu kaldırılır. Özel işleri düzenleyen kanunlara gelindiğinde, işte hukuk-politik burada su yüzüne çıkar. Örneğin, 1991 tarihli Terörle Mücadele Kanunu, Büyük Millet Meclisi’nin 1920’de çıkardığı 2 numaralı kanun olan Hıyaneti Vataniye Kanunu’nu ilga etmiştir. Biz buradan terör konseptinin kökenlerine, ne üzerine inşa edildiğine ve girdiği yeni evreye dair sağlam bir izlek ediniriz.

2012 yılına gelindiğinde Kentsel Dönüşüm Yasası (6306 sk.) çıkarılır. Bu yasa, gecekonduların kullanım hakkını veren kanunu (2981 sk.) ilga eder. Biz buradan şunu anlarız: Bugün adı depreme dayanıklı konut yapımı ile bir anılan Kentsel Dönüşüm Yasası’nın kökenleri işçi sınıfının barınma sorununa dayanır. Yeni yasa, şehir merkezlerinde barınma hakkının askıya alınmış vaziyeti üzerine inşa edilmiştir ve bu alanlarda mülkiyet sorununun alacağı yeni evreye işaret eder. Öyle ise deprem korkusu üzerine inşa edilen yeni düzen, işçi sınıfının gelecekte yüzleşeceği derinleşmiş mülkiyet ve barınma sorunuyla birlikte ele alınmak zorundadır.

2012 yılının, siyasal iktidarın büyük şehirlere ilişkin dönüşüm hamlesinin milâdı olduğunu belirtmiştik. 2012’de çıkarılan düzenlemeler hemen yürürlüğe girmemiş, bir takvim dâhilinde işlerlik kazanmışlardır. Örneğin, Bütün Şehir Yasası 2014’te yürürlüğe girerek, bu kapsamdaki illerde bulunan köyleri lağvedip mahalleye çevirmişti. Kentsel Dönüşüm Yasası 2012’de, gecekonduların kullanım haklarının dayanağını oluşturan yasayı ortadan kaldıran maddesi (Bütün Şehir Yasası takvimiyle uyumlu biçimde) 2015’te yürürlüğe girecek şekilde çıkarılmıştı. Hemen 2012 yılı sonrasında yaşanan siyasal gelişmeler, özellikle Gezi Ayaklanması, kent merkezlerinde girişilecek kapsamlı bir müdahaleden çekinildiğini düşündürmektedir. Zira gecekonduların kullanım haklarının tasfiye süreci, daha sonra çıkarlan ek düzenlemelerle 30 Mayıs 2023 tarihine kadar ötelenmiştir. Gelinen aşamada artık uygun zeminin oluştuğuna kanaat getirilmiş olacak ki yeni bir erteleme yasası çıkarılmamıştır. Yakın gelecek, şehir merkezlerinde yer alan gecekondu statüsündeki konutlar açısından ciddi gelişmelere gebedir. 30 Mayıs 2023 tarihi itibari ile tapu tahsis belgelerinin yasal dayanağı ilga edilmiş olacaktır.

Büyük kentlere yığılmış işçi sınıfının hâlihazırda gecekondu statüsündeki konutlarda barınması gibi, bu sınırlarda kalan köy halkının durumu da 2012 yılından itibaren bir geçiş/askı vaziyetine sokulmuştur.  Bütün Şehir Yasası’na tâbi kentlerde mahalle hâline getirilmiş köyler, yeni statüleri gereği imar harcına ve su sarfiyatında şehir tarifesine tâbi hâle gelmiştir. Bu maliyetler altında tarıma dayalı kırsal hayatın idamesi mümkün olmayacaktır. Kanunun ilk hâlinde, geçişin 2017 yılına kadar tamamlanması planlanmıştı. Mahalleye dönüştürülmüş köyler, 2017 yılı sonu itibariyle, şehir gibi muamele görecekti. Daha sonra bu süre 2022 yılı sonuna ve nihayetine 2025 yılı sonuna kadar ötelenmiştir (6360 sk. Geçici m.1/15).

Köyden mahalleye dönüşen alanların rantının nasıl ve kimler arasında paylaşılacağının henüz çekişmeli olduğunu görüyoruz. Ekrem İmamoğlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına geldikten kısa süre sonra, köy tarifesinin 2022 yılı sonuna kadar uzatılmış olmasına rağmen, İstanbul’un 33 köyünde suyu dört kat pahalandırmak için ısrarla çabalamıştır. Meclis çoğunluğunu elde edemediği için çabası sonuç vermemiş, yine de yasaya ve Genel Kurul kararına rağmen köy halkına dört kat zamlı faturalar kesilmiş, bu faturalar daha sonra AKP ve MHP oyları ile iptal edilmiştir.[9] 33 köyde şehir tarifesine geçilerek İSKİ’nin abat olmayacağını İmamoğlu da biliyor olmalıdır.

Rantın dağıtımındaki kararsızlığa dair başka işaretlere de sahibiz. Mahalleye çevrilen köylerin muafiyetlerinin 2022 yılı sonuna ve nihayetinde 2025 yılı sonuna kadar uzatıldığını söylemiştik. Son uzatma yasası Mart 2023’te, yani kendinden önceki uzatma süresi dolduktan ve dolayısıyla muafiyetlerin yasal dayanağı ortadan kalktıktan üç ay sonra çıkarılabilmiştir. TBMM’den yasa çıkarılamadığı ara dönemde Bakanlığın yaptığı bir yönetmelikle, daha önce tüzel kişiliği olan, kendi içinde hak ve yetkilerle donatılmış, dava açabilen, ortak iş örgütleme yetkisine sahip ve toprakları dokunulmaz olan[10] köyler için, hukuken ne olduğu belirsiz “kırsal mahalle” tespiti ve vergi/su muafiyeti verilmesi büyükşehir belediye meclislerinin kararına terk edilmiştir. Bir kısım köyler için bu kararlar alınmıştır. Belediye meclis kararları idarî işlemlerdir, bu kararları alan meclisler verdikleri kararları başka bir kararla kolayca geri alabilirler. Gelinen noktada “bütünşehirlerde” kırsal hayat pamuk ipliğine bağlanmış vaziyettedir.

Her hâlükârda bir geçiş evresini idrak ediyoruz.

Maraş Depremi Sonrası OHAL Sürecinin Gösterdikleri

İlk başlıkta, olağan dönemde mülkiyetsizleştirmenin hukukî alt yapısının nasıl inşa edildiğini göstermeye çalıştık. Pandemi dönemi uygulamaları veya kentsel dönüşüm yasasının verdiği yetkiler itibari ile bu yazıda ele alınan süreç, “süreklileşmiş olağanüstü hâl” olarak ele alınabilir. Fakat yakın zamanda Maraş Depremi nedeniyle ilân edilen resmî olağanüstü hâl (OHAL) vesilesiyle, devletin sınırlandırılmadığında, konut ve arsa mülkiyeti konusunda nasıl davranma eğiliminde olduğunu görmüş olduk.

Deprem bölgesi için çıkarılan üç aylık OHAL, 8 Şubat 2023 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi (6785 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı) ve süresi uzatılmayarak 8 Mayıs 2023 tarihinde yürürlükten kalktı. OHAL ilân edildiğinde deprem bölgesinde can pazarı yaşanmaktaydı ve enkazı kaldıracak vinç dahi bulunamıyordu. Su ve ekmekten önce yurdun dört bir yanında işine gücüne devam ettirilen inşaat işçilerine, operatörlere, madencilere, jeneratör ve diğer ekipmanlara ihtiyaç duyuluyordu.

Kanun, doğal afet OHAL’inde Cumhurbaşkanı’na şu yetkiler tanımıştır:

“…Felâkete uğrayanların kurtarılması, meydana gelen hasar ve zararın telafisi için ihtiyaç duyulan ve hemen sağlanamayan para ve her türlü taşınır ve taşınmaz mallar ve yapılması gereken işler; para, mal ve çalışma yükümlülüğü yoluyla sağlanır… Tabii afet ve tehlikeli salgın hastalıklar sebebiyle olağanüstü hâl ilân edilen bölge içindeki kamu kurum ve kuruluşlarıyla tüzel ve gerçek kişiler, kendilerinden istenecek veya yükümlülük konulacak arazi, arsa, bina, tesis, araç, gereç, yiyecek, ilaç ve tıbbî malzeme ile giyecek ve diğer maddeleri vermek zorundadırlar… Tabii afet ve tehlikeli salgın hastalıklar sebepleriyle olağanüstü hâl ilân edilen bölgelerde bulunan 18-60 yaşları arasındaki bütün vatandaşlar, olağanüstü hâl sebebiyle kendilerine verilecek işleri yapmakla yükümlüdürler.” (Olağanüstü Hâl Kanunu m.5, 7, 8)

Görüldüğü üzere, kanun her türlü araç yanı sıra kişilerin; patronun, mal sahibinin rızasına bakılmaksızın deprem bölgesine sevkini mümkün kılmaktadır. OHAL ilânından sonra enkaz altındaki on binlerce insanın, araç gereç yetersizliği ve kurtarma çalışmalarına katılabilecek beceriye sahip kişilerin az olması nedeniyle, göz göre göre ölmesine rağmen bu yetkilere başvurulmadı.

Ölen öldükten sonra, 24 Şubat 2023 tarihinde 126 numaralı Cumhurbaşkanlığı OHAL Kararnamesi yayımlandı.[11] Bu kararname, özetle, geçici ve kesin yerleşim alanları belirleme yetkisini Çevre Şehircilik ve İklim Bakanlığı’na verdi ve meraların yerleşime açılmasını mümkün kıldı. İmar Kanunu’nun, düzenlenen plan ve parselasyon işlemlerinin askıya çıkması, itiraz yolunu kapattı, kişilerin mülkiyet haklarının başka alanlara aktarılmasına olanak sağladı, deprem alanı olmayıp da yerleşim alanı ilân edilen yerlerdeki yapıların da devir veya acele kamulaştırılmasının önünü açtı.

OHAL KHK’sının verdiği imkânları bir örnekle somutlayalım: Hatay il merkezinde 30 yıldır ikamet eden depremzedenin mülkiyeti, şehir dışında mera olarak kullanılan bir alana aktarılabilecek, yapılan imar planı ilân dahi edilmeyerek derhal uygulamaya geçilecektir. Konutun önceki konumu veya fiziksel özelliklerinin (büyüklüğü vs.) emsal olması şart değildir. Diğer yandan, mülkiyeti mera alanına taşınan kişinin önceden ikamet ettiği şehir merkezindeki alan başka özel şahıslara devredilebilecektir. Şehir merkezinden sürülen depremzede ve merası işgal edilen köy halkı kaybedecek, şehir merkezinde meydanı boş bulan sermaye ve hazine kazanacaktır.

Devletin, üzerindeki sınırlamaların en aza indiği OHAL koşullarında, kurmayı arzuladığı asıl düzenin gün yüzüne çıkacağını belirtmiştik. Önceki başlıklarda ele aldığımız olağan dönem uygulamaları ile 126 sayılı OHAL Kararnamesi’ni kıyaslarsak nerede olduğumuza ve nereye gittiğimize dair bir izlek elde edebiliriz.

Olağan Dönemde 6306 ve 7221 Sayılı Kanunlarla Verilen Yetkiler

*Sürelerle oynanarak dava hakkının fiilen engellenmesi, böylelikle arsa düzenlemesi ile mülkiyeti başka bir yere aktarılan veya imar planı ile aşırı derecede kısıtlananların fiilen çaresiz bırakılması,

*İdareye rezerv ve alan belirleme yetkisinin verilmesi,

*Riskli alan kararlarının Resmî Gazete’de yayımlandığında haberdar olmayanların daha sonra dava açmalarının engellenmesi,

*Riski alan adı altında idareye meralara el atılması yetkisi verilmesi,

*Gecekondu tapu tahsis belgelerinin yasal dayanaklarının kaldırılması.

126 sayılı OHAL Kararnamesi Dönemi Yetkileri  

*Kişilerin mülkiyet haklarının başka alanlara aktarılması konusunda idareye doğrudan yetki verilmesi,

*Geçici ve kesin yerleşim alanlarının belirlenmesi yetkisi verilmesi,

*Planlar için askı ve itiraz yollarının kapatılması, böylece derhal uygulamaya geçilmesi, açılacak davaların baştan etkisizleştirilmesi,

*İdareye doğrudan meralara el atma yetkisi verilmesi,

*Gecekondu tapu tahsis belgesi olanlara yeni konut verilmemesi.

Görüldüğü üzere, hâlihazırda olağanlaştırılmış bir olağanüstü hâl sürecinin içerisinden geçmekteyiz. Maraş Depremi ile ortaya çıkan OHAL düzeni, yaşamakta olduğumuz sürecin varacağı noktayı göstermektedir, zira son 10 yılda tedricen –OHAL kararnameleri olmaksızın– OHAL kararnamelerindeki düzenlemelere maruz kalmaktayız. Deprem sahasında, deprem acil durumu gerekçesiyle yürürlüğe konan uygulamalar, uygun koşullar yakalandığında ülke genelinde ve süreklilik arz edecek şekilde yürürlüğe konacaktır.

Mesele, bu koşulların oluşmaması için çaba sarf etmekte; oluşması engellenemiyorsa, olanı şaşkınlıkla karşılamayacak bir hazırlığın içerisine girmektir. Yüzümüzü toplumun bu esaslı sorununa dönmek zorundayız.

Onur Şahinkaya

27 Nisan 2023

Dipnotlar:

[1] Deniz Kuzey, “Kâr Komplosu ve Kapitalizmin Yeni Yeşil Enflasyon Saldırısı”, 21 Ağustos 2022, Sosyalizm.org.

[2] Deniz Kuzey, a.g.m.

[3] Michael Roberts, “Yeni ve Önemli Bir Kanıt Olarak Dünyadaki Kâr Oranları”, 22 Ocak 2022, Sosyalizm.org.

[4] Onur Şahinkaya, “‘Gaziantep Modeli’nin Hukukî Çerçevesi”, 16 Haziran 2022, Sosyalizm.org.

[5] Modern hukukta zaman aşımı ve hak düşüm süresi olarak iki ayrı kavram altında var olan, bir hakkın ileri sürülmesinin engellenmesine yarayan kurallarla oynanarak mülkiyetin gasp edilmesi, kökenlerini 6. yy.’da Justinianus kanunlarında (Novellae) bulur. Justinianus döneminde İstanbul’da girişilen Roma hukuk derlemesi neticesinde ortaya çıkan metinler 16. yy’dan itibaren modern hukukun merkezine oturacaktır. Kapitalizmin ihtiyaçlarına göre yeniden gün yüzüne çıkarılan derleme metinlerine, 16.yy’dan Justinianus’un kanunları da eklenecektir. Justinianus’un çıkar grupları ile birlikte giriştiği gasp hareketi, kendi kanunlarına ve dönemin tanıklıklarına, sonraki yazına yansımıştır. Bu konuda ayrı bir çalışma planlıyoruz.

[6] Özgür Orhangazi, Türkiye Ekonomisinin Yapısı, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara, 2020.

[7] Anayasa Mahkemesi’nin 30.06.2022 tarih, 2020/20E ve 2022/84K kararı.

[8] Projeyi ekonomi-politik bağlamda irdeleyen değerli bir çalışma için Bkz. “Projeci kapitalizm: Türkiye’nin kuzey ve güneyindeki sermaye koridorları”, 05 Mart 2023, DevrimciProletarya.

[9] İSKİ Yönetim Kurulu’nun 31.10.2019 tarih ve 2019/392 no’lu kararı, İSKİ Genel Kurulu’nun 28.11.2019 tarih ve 12 sayılı kararı, İSKİ Genel Kurulu’nun 16.07.2020 tarih ve 7 no’lu kararı, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 24.11.2021 tarih ve 28 no’lu kararı.

[10] “Köy bir yerden bir yere götürülebilen veya götürülemeyen mallara sahip olan ve işbu kanun ile kendisine verilen işleri yapan başlı başına bir varlıktır. Buna (şahsı manevî) denir. Köyün orta malı kanun karşısında devlet malı gibi korunur. Bu türlü mallara el uzatanlar Devlet malına el uzatanlar gibi ceza görürler.” (Köy Kanunu.m.7, 8)

[11] Bu tarihe kadar ve henüz enkaz altında canlı çıkmaya devam ederken, eczane vb. işletmelerin çalışma izinleri (13 Şubat), kamu personelinin görevlendirilmesi (15 Şubat), bağışlar (16 Şubat) gibi can kurtarma işinin etrafını dolanan OHAL kararnameleri çıkarıldı.