Bu yazıda siyasal yönetim aracı olarak Çalışma Bakanlığı’nın kurulması ile 1946 yılı sendikacılık hadiseleri ve arkasına eklenen olaylar merkeze alınacaktır. Sınıf çatışması sahasında süregiden belirsizliğin nasıl aşıldığını, kullanılan teknikleri ve kadroları göstermeye çalışacağız.
Süreç, Batı’ya göre özgünlükler taşımaktadır. Bu özgünlükler üzerinde duracağız. Dolayısıyla İkinci Savaş sonrası düzene nasıl girildiğini tartışmaya çalışacağız. Önümüze çıkan özgünlükler, geliştirilen yöntem ve ilişki biçimleri bugün de etkilidir.
Modern Türk siyasal yönetimi üç ana çatışma alanında şekillenmiştir: Sınıfsal sorun, ulusal sorun ve Siyasal İslam sorunu. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne Devlet, yeniden inşa sürecinde zaman zaman iç içe de geçen bu üç sahada yürütülen çatışmaların üzerine inşa edilmiştir.
Birincisinin devamı niteliğinde olan İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle, global ölçekte yeni bir “denge” durumuna girilmiş, uluslar ölçeğinde ise Keynesyen dönemin gereği olarak işçi sınıfı ile nispi denge durumuna geçilmiştir. Avrupa’da, 1848, 1871 ve 1919’da çatışma sahasında açıkça ezilen işçi sınıfına karşı, sanayi burjuvazisinin kısmi ödünler verecek özgüveni vardır. Diğer yandan bu dönemde finans kapital dizginlenmiştir. Ele aldığımız dönemin Batı’da yaşanan tarihsel süreçle paralellikleri vardır.
İkinci Savaş sonrası Türkiye’de, genel manzara itibariyle Kürt isyanları bastırılmış, Siyasal İslam ezilmiş vaziyettedir. Ancak üçüncü çatışma alanında belirsizlik hâkimdir. Sermaye sınıfı ile işçi sınıfı meydan savaşı vermemişlerdir. Yeni döneme bu bilinmezlikle girilemezdi. Diğer yandan çatışma risklidir, zira işçi sınıfı yapısı gereği yıkıcı bir potansiyel taşımaktadır. Devlet, 30’larda sahadan kısa süreli, ürkütücü sinyaller almış ve geçici önlemler alınabilmiştir. Yeri geldikçe bu ortamı özetle betimlemeye çalışacağız.
İkinci Savaş üzerine kurulan sistemin ekonomi ve siyaset alanlarında parçalanması süreci, neoliberal dönem olarak anılageldi. Dünya bugün, 1980’lerde belirginleşen ve yakın zamana kadar devam eden neoliberalizmden çıkışın sancılarını yaşamaktadır. Sistemler değişmekte ancak devlet ve giderek idarî bir aktör olarak, sermayenin elindeki siyasal yönetim teknikleri çeşitlenmektedir. Diğer bir değişle, dönemden döneme geçerken eski teknikler topyekûn terk edilmemekte, eski tekniklere yenileri eklenirken, eski teknikler de gelişmektedir.
Devlet, tarihsel bir süreç dâhilinde topluma nüfuz etmiştir.[1] Siyasal yönetim teknikleri, bu süreçte dinamik biçimde şekillenmiştir. Sendikaların kurulması da bu sürece dâhildir, bir basamağa denk gelmektedirler. İşçi sınıfının tek yönlü mücadelesinin ürünü değillerdir. Türkiye’de de sendikalar giderek, devletin siyasal yönetim araçları olarak iş görmeye başlamıştır; bu sürecin dönüm noktalarını konu edineceğiz.
1945 sonrası Türkiye okumalarında, gelişmeleri “uluslararası toplumda yerini almak”, “yeni dönemin konjonktürel zorunlulukları” üzerinden açıklama kolaylığı, devleti ve sınıfları görünmez kılıyor. Bu perdeyi bir parça aralamaya gayret edeceğiz.
Türk Devleti, diğer devletler gibi, ücretli emeğin inşasında ve örgütlenmesinde faildir. Tarihin akışını, kendiliğinden işlediği farz edilen “yapılara” havale eden yaklaşım bir göz bağıdır, hakikati örtmektedir, olanı açıklamaktan acizdir. İleride değineceğimiz özgünlüklerin de neden olduğu zorluklar eklenince, olay bazlı çalışma olmaksızın Türkiye’nin yakın tarihini kavramak zordur.
Bir olay ele alınırken, orada olduğunu bildiğimiz, ancak yapısı gereği açık olamayan failleri, ilişkileri mümkün mertebe görmezden gelmek, akademisyene işinde, itibarında garanti sağlayan bir yoldur. Ancak akademinin geldiği bu nokta, esasen skolastik sonrası atılan kendi temellerinin de inkârına varmaktadır. Tez inşa etmek, teorik zorunlulukların peşinden gitmek giderek terk edilmektedir. Yazının alt başlıklarında, süreçte aktif olan devlet kadrolarının yanı sıra Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kadrolarının tarihsel arka plan ve gerilimleri, bu bağlamda yoğunlaşılan olaylarda aldıkları konum ve tutumlar ele alınacaktır. Aynı yöntem, Devlet ve TKP’nin örgütsel yapısı için de izlenmeye çalışılacaktır.
Bütünlüklü bir metot önerisi ortaya koymaktan uzağız, ancak yeri geldikçe değinilerde bulunacağız. Bu çalışmayı takip eden, yöntemsel tartışmaya özgülenmiş, müstakil bir yazı planlıyoruz. Bu müstakil yazıda metot tartışmasını, metinlerarası okumadan ziyade, metinleri de konu eden ancak metinlerin ve yazarlarının tarihsel örtüşmelerine daha yakından bakan, anlamak için daraltan bir tarzda ele almayı planlıyoruz. Bu yazının, tarihsel tartışmanın arkasına gelmesinin kolaylaştırıcı olacağını umuyoruz.
Bu noktada Mark Neocleous’un Marx’a nazire olan “devlet, yalnızca yönetebileceği sorunları ele al[ır]” ifadesi yol açıcıdır.[2] Neocleous’u takip edecek olursak, sorunsallaştırdığımız Çalışma Bakanlığı’nın kurulması ve devamındaki gelişmeler, “işçi sınıfının kolektif gücüne […] yanıt verme çabası olarak görülebilir.”[3]
Devlet 1945 yılı itibariyle, işçi sınıfının kolektif gücünü (potansiyelini) önlemeyi (bastırmayı değil önlemeyi) yönetebileceği bir sorun olarak görmüştür. Buradan devam edeceğiz. Meseleyi Türkiye’deki özgünlükleriyle birlikte kavrayabilmek üzere bir asır geriden, Fransa’dan başlayacağız.
Fransa Örneği
Sömürü oranını kısmen düşürmesi beklenen bir çalışma bakanlığının kurulması talebi, Fransa’da 1848 Devrimi’nde ortaya çıkmış, bakanlığın kuruluşu (Fransa’da) ancak 1906 yılında gerçekleşebilmiştir.
Avrupa genelinde sanayi proletaryası, 1848 yılına gelindiğinde dayanılmaz bir sömürü altındaydı. İşçi aileleri; çocuk, kadın, erkek olmak üzere uzun çalışma, az ücret ile güvencesiz çalışma şartları altındaydılar. Maluliyet gibi durumlarda çalışamayan işçilerin hiçbir hukukî dayanağı bulunmamaktaydı; derhal açlıkla yüz yüze kalıyorlardı. 1847 krizi, gıda kıtlığına da yol açacak biçimde, önce İngiltere ve ardından Kıta’yı etkisi altına almıştı. İngiltere’den ihraç edilen kriz ve panik havası Avrupa’ya 1848 Şubat’ında Paris üzerinden yayılmıştı.[4]
1830’dan beri finans sermeyesinin fiili yönetimi altında bulunan Fransa’da, yüksek miktarda devlet borçlanması yoluyla, malî oligarşi günden güne hazineyi soymuştu. Üretimin dışlandığı şiddetli bir dolandırıcılık ve yiyicilik düzeni, genel olarak sanayi burjuvazisinin muhalefeti ile karşılaşmaktaydı. Sanayi burjuvazisi, 1830 Temmuz Devrimi’nden sonra işçi sınıfının çeşitli ayaklanmalarda hükümet tarafından ezilerek kendi yedeğine düştüğünden emin olmanın verdiği özgüvenle, muhalefetini günden güne yükseltmekteydi. Neticede 1847’den beri yaşanan gıda kıtlığı ayaklanmaları ve 1848’de ortaya çıkan şirket iflasları sonrasında, 1848 Şubat’ında Temmuz monarşisi çöktü; sanayi burjuvazisinin hâkimiyetinde bir Geçici Hükümet kuruldu. Louis Blanc ve Albert, işçi sınıfının temsilcileri olarak bu hükümette yerlerini aldılar.[5]
Bu ortamda, “çalışma hakkı, proletaryanın devrimci taleplerini özetleyen ilk acemice formül” olarak ortaya çıkmıştı. Çalışma ve yardım hakkı talepleri, Blanc’ın “emeğin örgütlenmesi” formülasyonu altında ileri sürülmekteydi; yıllar sonra 1917’de Lenin tarafından Menşeviklerin atası olarak anılacak olan Blanc[6], 1848’de işçi sınıfına yön tayin ediyordu. 1848 Şubat’ında öne çıkan talepler; işsizler için iş yaratılması, maluliyet yardımı, işçi ordusunun kurulması, zorunlu ve ücretsiz eğitim, halkın özerk finansal kurumlara kavuşması, ifade özgürlüğünün tanınması ve korunması, artan oranlı vergi sistemine geçiş ve genel oy hakkıydı. Sonuçta bu talepler, Geçici Hükümet kararnamesine çalışma ve örgütlenme hakkı biçiminde geçti; işçi birliklerinin kurulmasını engelleyen kanun hükmü iptal edildi.[7] Ancak kâğıda yazılanlar, doğal olarak emek sermaye çelişkisini çözmedi.
28 Şubat 1848’de Paris Belediyesi’nin önünü dolduran binlerce işçi Çalışma Bakanlığı kurulması taleplerini yükseltirken, burjuva Geçici Hükümet bu talebe, 29 Şubat’ta bütçesiz ve iktidarsız bir komisyon kurulmasıyla karşılık vermiş, başına Blanc’ı geçirerek işçileri yatıştırmıştı. Bundan birkaç gün önce de Blanc’ın “sosyal atölyeler” fikrinden mülhem “ulusal atölyeler” kurulmuş, burada işsizlere oldukça düşük ücretlerle göstermelik işler yaptırılmaya başlanılmıştı. Bu atölyeler, daha önce İngiltere’de Yoksulluk Yasaları kapsamında inşa edilen çalışma kamplarıyla, daha sonra 1940’larda Almanya, İtalya ve ABD’deki kamu istihdamı teknikleriyle kıyaslanabilir. Ulusal Atölyelere paralel olarak, saflarında şovenizmin sürekli ayakta tutulduğu Ulusal Muhafızlar da kuvvetlendirilmişti. Alt sınıflardan devşirilen şoven milis grupların teşekkülü de ileride faşist iktidarların takip edeceği yöntemlerdendir. Bu grupların, kendilerini devşiren müesses nizama karşı yarattıkları tehlike ve devletin bu gruplara karşı aldıkları önlemler de tarihsel süreklilik barındırır. Emperyalizm öncesi ve sonrası taktiklerin sürekliliği, sosyalist teoride faşizmin ortaya çıkışının emperyalist aşama ile açıklanması karşısında, düşündürücüdür. Çalışmamızın kapsamı itibariyle bu örtüşmeye dikkat çekmekle yetiniyoruz. Komisyonun kurulmasını işçi birliklerinin teşekkülü izledi. İşçiler ile patronlar arasındaki bir kısım toplu iş sözleşmesine Komisyon aracılık yaptı; bu sözleşmeleri Blanc onayladı.[8] Çalışma Bakanlığı’nın kurulması Komisyonun değişmeyen gündemlerindendi.
Finans oligarşisinin iktidarı altında ciddi bir borç batağına sürüklenen köylü sınıfı, Nisan Seçimlerinde kurtuluş umudu vaat eden burjuvaziyi destekledi. Seçim sonrası mayıs ve haziran ayları burjuva hükümetin işçi sınıfını ayaklanmaya zorlayan, ulusal atölye işçilerinin sürülmesi, çalışma engelleri gibi provokasyonlarına sahne oldu. Çarpışma olmaksızın burjuvazi, işçi sınıfının kendisini ileri gitmeye zorlayan basıncından kurtulamayacaktı; tarafların örgütlülük düzeyi, işçi sınıfının kısmen silahlı ve Blanqui gibi devrimci öncülere sahip olması çatışmadan başka bir yol da bırakmamıştı. Bu ortamda Komisyon giderek zayıfladı. İşçi sınıfının haziran yenilgisi ile tarihe gömüldü; Haziran Ayaklanması bastırıldıktan sonradır ki çalışma bakanlığı kurulmasına dair önerge gündemden kaldırılabildi.
Marx tarafından, “Maliye bakanlığı, ticaret bakanlığı ve bayındırlık bakanlıklarını[n]” burjuva çalışma bakanlıkları olarak anılması, altyapısal bir tutarlılığa sahip olduğu gibi, burjuvazinin idare teknikleri incelendiğinde de doğruluğu ortaya çıkan bir tespittir. Esasen emek, sermaye açısından, ortalama kâr oranını veya kârlılığını hesaplarken matematiksel kesirde bir rakamdır. Böyle olduğu için, burjuvaziye göre emeğin inşası ve organizasyonu (her devrin Menşeviklerine göre “örgütlenmesi”) öncelikle özel komisyonların veya daha yaygın biçimde ticaret bakanlıkların alt birimlerinin konusu olmuştur. Zira kısmen maddî bir güç hâline gelebilmiş işçi sınıfının varlığı hâlinde ayrı bir emek örgütlenmesi, bunun ücretli emeği ilgaya varan imaları, sermaye açısından varoluşsal riskler barındırmaktadır. Bu nedenle Batı’da süreç zamana yayılmıştır. İngiltere’de ancak Çartist hareketin ezilmesinden sonra, İşçi İstatistikleri Bürosu’ndan Çalışma Bakanlığı’na (1886-1893) geçilmiş[9]; Fransa’da ilerleyen yıllarda Ticaret Bakanlığı’nın bir alt bürosu iken 1906’da yükselen grev dalgası karşısında, makul sosyalistlerin başına geçirildiği bağımsız bir çalışma bakanlığı kurulmuştur.
Batılı örneklerinde çalışma bakanlıklarının kurulması talebinin “oyalayıcı” işlevi belirgindir. Bu talep devrimci partinin henüz inşa edilemediği, sayı ve nitelik açısından komünistlerin işçi sınıfına öncülük etmelerinin mümkün olamadığı[10] ve fakat işçi sınıfının bir sınıf olarak ayağa kalktığı bir dönemin formülü olarak ortaya çıkmıştır.
Bu noktada ilk çıkarımımızı yapabiliriz: Çalışma bakanlığının kurulması tartışması, ancak bir işçi sınıfı potansiyelinin görüldüğü ve fakat sınıfın ve öncünün nitel ve nicel olarak zayıf olduğu bir anda gündeme gelmek durumundadır. Burjuva devletin bu yönetim tekniği, bu şartların sonucu olarak icat edilmiştir.
Sendikal yapıların çalışma bakanlıklarını takip etmesi bizi ikinci çıkarıma götürmektedir: Çalışma bakanlıkları ve sendikalar, temelde birer toplumsal idare aracı olarak doğmuşlardır. Bu çıkarım, bir önceki paragrafta aktarılan çerçeve akılda tutularak değerlendirilmelidir.
Diğer bir önemli nokta, tarihsel seyirde emeğin durumunu düzenleyen komisyon, büro ve bakanlıkların, en azından bir süreliğine, tarihsel Menşevik kadrolara teslim edilmiş olmasıdır. Demek ki işçi sınıfının oyalanması, gücünün açığa çıkarılması ve soğrulması, sendikal yapıların istenilen tarzda inşası sürecinde burjuvazi açısından solun bir kanadı ile bir süre ittifak ihtiyacı doğmaktadır. Solun bu kanadı da kendi “örgütlenme” iddiasını bu şekilde gerçekleştirdiğini kendisine ve işçi sınıfına “ispat etmektedir.”
İşçi sınıfının varlığının hissedildiği, ancak her türlü yetersizliğinin de burjuva devletçe görüldüğü koşullarda onun “meydana çıkarılması” için türlü yollar denenmektedir. 1848’de işçi sınıfının sokak savaşlarına çekilmesi, 100 yıl sonra Türkiye’de burjuva devletin bulduğu çarelerden biçim olarak görece farklıdır, ancak aynı amaca hizmet etmişlerdir; diğer şartlar yönünden analoji de mümkündür.
Son olarak bu paradigmada, malî finans kesiminin semirdiği, halkın şiddetle yoksullaştığı bir dönemin sonunda, sanayi fraksiyonunun hâkimiyet mücadelesinin yeri vardır.
Tarih kendiliğinden akmamaktadır. Bu kısa çıkarımlarımız bize devletin, sermaye fraksiyonlarının, sınıfın ve solun fail olduğu iradî bir süreci tariflemektedir. Çizdiğimiz çerçeve, ilerleyen bölümlerde ele alacağımız Türkiye örneğini kavramak açısından yol gösterici olacaktır.
Yüzyıl Sonra Türkiye
Önceki bölümde 1848’de Fransa’da, işçi sınıfı ayağa kalktığında, onun davasını sulandıran uzlaşmacı öncüler tarafından, mantıki sonuçları itibariyle proletarya diktatörlüğünü ima eden, ancak diğer yandan devrimci yönelimi oyalayan “emeğin bir bakanlık altında örgütlenmesi” formülünün ortaya atıldığını gördük. Bir asır sonra Türkiye’de, işçi sınıfı içten içe kaynarken, aynı formül, bir tedbir olarak devlet tarafından yürürlüğe konacaktır. 1848 Devrimi’nden yaklaşık 100 yıl sonra Türkiye’de bir çalışma bakanlığının kurulması gündeme geldiğinde devlet, işçi sınıfının karşısında muazzam bir deneyim birikimi ile dikiliyordu.
Lenin’in tespiti ile Menşeviklerin atası olan Louise Blanc[11] ve çevresinin ortaya attığı, emeğin cumhuriyet hükümetinin mekanizmaları içinde örgütlenmesi fikri, Menşevikleri çok yakından tanıyan, tahlil eden ve onlarla iş tutan Türk Devleti’nin elinde etkili bir araca dönüştü.
Emeğin örgütlenmesi talebi, emperyalist çağda, Sovyet Devrimi’nin başarıya ulaştığı ve bu devrimin yarattığı yeni iktidarın bir sene önce faşizmi ezdiği koşullarda, artık işçi sınıfından gelmesi düzen tarafından beklenilecek ve ancak geldiği zaman üzerine düşünülebilecek bir talep değildi. Önlem alınmalıydı.
1946’ya gelindiğinde Türkiye’de, İkinci Dünya Savaşı günlerinin getirdiği yıkıcı bir vurgun ekonomisinin şiddetle sömürdüğü kitlelerde ciddi bir öfke birikimi olmuştu. İşçiler ve köylüler, İkinci Dünya Savaşı yıllarından önce 1929 krizinin de etkisini görmüştü. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Millî Koruma Kanunu çerçevesinde, bir yandan sermayeye ucuz kredi, fiyat teşvikleri sağlanırken, emeğin payına hafta tatilinin kaldırılması, işçilerin zabıta zoruyla çalıştırılması, sınırsız ve zorunlu fazla mesai, asgari haddi belirlenmemiş ücretler düşüyordu.[12] 1947 yılına gelindiğinde ortalama kalori, protein ve yağ tüketiminde İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesine kıyasla ciddi düşüş söz konusudur.[13] 1946 tarihinde yaşanan devalüasyon, koşulları bir kat daha ağırlaştırmıştı. Toplumsal bir kalkışmanın şartları mevcuttu. Çalışma Bakanlığı’nın kuruluş çalışmaları ve bununla ilgili diğer gelişmeler, 1848 yılı Fransa’sında da ekonomik krizin üzerine gelmişti.
SCF Sondajı
Kalkışma emareleri 1930 senesinde, kısa Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) tecrübesinde ortaya çıkmıştı. İzmir mitingi ve belediye seçimleri, devleti dehşete düşürmüştü âdeta. İşçi sınıfının akacak muhalif kanal aradığı, 6 Eylül 1930’da İzmir’e gelen SCF heyetinin karşılanması hadiselerinde tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmıştı. Heyetin gelişini grevle selâmlayan liman işçileri ve İzmir geneli işçi sınıfı, 7 Eylül’de Alsancak Stadyumu’nda gerçekleşen mitinge kitlesel katılım gösterdi. Liman grevine incir işçilerinin grevi de eklenmişti. Grevler güvenlik güçlerinin, gerçek mermi ile sekiz işçiyi yaralamak dâhil, müdahalesi ile neticelenmiş, 7 Eylül Mitingi ise İkinci Kordon’da konuşlanan muhafız birliklerinin kuşatması altında tamamlanabilmişti.[14] İşçilerin ve köylülerin ilk defa oy kullanabildiği, ilk tek dereceli seçim olan 1930 yılı belediye seçimlerine giren SCF, seçimde gösterdiği bir dizi başarısının yanı sıra Mersin ve Samsun gibi önemli iki ili de alarak düzende ciddi kaygılara yol açtı.[15] Kaygının esas kaynağı SCF değildi, zaten kısa sürede kapatıldı; işçi sınıfının düzen dışına çıkma eğilimi su yüzüne çıkmıştı.[16]
İlk Tedbirler
Ders çıkaran Devlet, bir dizi önlemi 1931 yılından itibaren peyderpey yürürlüğe koydu. 1931 seçimlerinde sekiz işçi Cumhuriyet Halk Fırkası listelerinden seçilerek milletvekili yapıldı. Nisan seçimlerinin hemen arkasından 10 Haziran 1931’de gerçekleştirilen Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) Üçüncü Büyük Kongresi’nde kabul edilen Tüzük ve Programda şu ifadelere yer verildi:
“[…] Milliyetçi Türk amelesi ve işçilerinin hayat ve haklarını ve menfaatlerini göz önünde tutacağız. Sây ile sermaye arasında ahenk tesisi ve bir iş kanunu ile ihtiyaca kâfi hükümlerin vaz’ı, Fırkanın mühim işleri arasında görülür...”[17]
Aynı tarihte CHF Genel Sekreterliği’ne getirilen Recep Peker’in bu görevi, İş Kanunu’nun yürürlüğe girdiği gün olan 15 Haziran 1936’da son buldu.[18] Kanun, grev ve örgütlenmeyi yasaklayan, ondan az işçinin çalıştığı iş yerlerini, tarım ve deniz sektöründe çalışanlarla ev işçilerini kapsam dışında bırakıyor, dolayısıyla işçi sınıfı için örgütlenme ve mücadele olanağı sağlamıyordu. İş Kanunu çıkarıldığı sırada İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1908’de çıkarttırdığı, kamu kesiminde sendikalaşmayı yasaklayan Tatil-i Eşgâl Kanunu ve 1909’da kabul edilen Cemiyetler Kanunu yürürlükteydi. 1936 tarihli İş Kanunu ile aynı günlerde Türk Ceza Kanunu’nda yapılan değişiklik ile sınıf hâkimiyeti için faaliyet göstermek açıkça suç hâline getirildi (TCK’nın 141 ve 142. maddeleri). Süreç, sınıf esasına göre örgütlenmeyi yasaklayan 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu ile tamamlandı.
Bu gelişmeleri ele alırken yapılan temel hata, gelişmenin bir dizi olayın ve konjonktürün zorlaması neticesinde bir nevî kendiliğinden meydana geldiği yanılgısıdır. Örneğin, Fransa’da, 1848 Devrimi sonrasında işçi sınıfı temsilcilerinden Blanc ve Albert’tin cumhuriyet hükümetine zorunlu olarak eklenmesine benzer biçimde, Türkiye koşullarında 1931’de sekiz işçinin milletvekili yapılmasını ele alalım. İşçi kökenli milletvekili ekibinin öncelikle Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’la görüştüklerini, daha sonra bu ekibin yayımladıkları bildirinin düzeni zorlayan bir içeriğe sahip olmadığını biliyoruz.[19] Çakmak’ın yolu Cumhuriyet tarihi boyunca Türk Menşevikleri ile sürekli kesişecektir. Fransa’da, Rusya’da olduğu gibi Türkiye’de de siyasî özneler, fraksiyonlar var olmuş, siyaset yapmışlardır. Dahası her devlet, kendi özgün koşulları altında, burjuvazi için ilkel birikimi ve emeği inşa ve zapt etmiştir.
Diğer yandan Türkiye’de iş hukukunun görece gelişkin olması kafa karıştıran bir konudur. Bu açıdan hatalı okumaya bir diğer örnek olarak, “işçi sınıfının güçsüz olduğu koşullarda” sınıf lehine görünen düzenlemeleri, “devlet baba” ideolojisine bağlayan yaklaşım verilebilir. Örneğin Aziz Çelik, 1936 tarihli İş Kanunu açısından olayı bu yönde kavrar.[20]
Öncelikle bu tür yorum sahiplerinin yanıldıkları temel husus, asıl tehlikeli olanın işçi sınıfının belli bir konjonktürdeki eylemliliğinin yanı sıra, hatta bu eylemliliğin yarattığı dönemsel tehdidi aşar biçimde, hâkim üretim biçimi dolayısıyla yıkıcı ve kalıcı bir “potansiyele” sahip olmasıdır. Devlet, bu potansiyelin farkındadır ve bu potansiyelin kuvveden fiile çıkma ihtimali doğduğunda önleyici hamleler yapmaktadır. Olay olduktan, sınıf sokağa çıktıktan sonra bastırma faaliyetine girişilmesi, henüz tekâmül etmemiş 19. yy. devlet aygıtının işleyiş tarzıdır. Bu açıdan Türk Devleti, 1848 Devrimi’ni yapan burjuva kadrolarının yanı başlarındaki işçi sınıfını bastırmak için giriştikleri faaliyetlere benzer faaliyetleri 1908 Meşrutiyet Devrimi’nden hemen sonra yürütmek zorunda kalmıştır.
Yukarıda bahsi geçen Tatil-i Eşgâl Kanunu, burjuva devrimini kendilerinden zanneden işçilerin, devrimin ilânı şerefine giriştikleri grevlerin yarattığı rahatsızlığın etkisiyle çıkarılmıştır. Türkiye’nin kendi gümrük rejiminin hâkimiyetini eline aldığı, sanayide devletleştirme faaliyetleri yürüttüğü, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’yla ağır sanayi tesisleri imal ettiği 30’lar konjonktüründe çıkarılan yasalar, daha çok proaktif bir faaliyet olarak görülmelidir. 1848 Fransa’sında iktidarın finans sermayesinden sanayi burjuvazisinin eline geçmesine benzer biçimde, Türkiye’de 30’lar ve İkinci Savaş sonrası iki dalga hâlinde Türk sanayi burjuvazisinin altyapısının oluşturulmaya girişildiği söylenebilir.
İcraatın içinde yer almış olan Şevket Süreyya Aydemir, cumhuriyet Türkiye’sinde iş hukukunun ortaya çıkışını anlatmaya başlarken, “Fakat sanayileşme başlayınca, bu hareketin canlı sermayesi olan işgücü ve işçi sınıfı da ister istemez teşekkül edecekti,” der. Aydemir, bu cümleyi ettikten hemen sonra 1936 tarihli İş Kanunu’nu anlatmaya başlar. Hâlbuki bu tarihte düzeni tehdit edebilecek boyutlarda bir işçi sınıfı çoktan oluşmuştu. Yine Aydemir’in aktardığına göre, 1921’de Ankara hükümeti idaresindeki topraklarda, çoğu bir iki kişilik işliklerde çalışan 76.216 işçi tespit edilmişti.[21] “1937 yılına gelindiğinde yalnız İş Kanunu kapsamına giren sahalarda çalışan işçi sayısı 265.000’e ulaşmıştır.”[22] İş Kanunu’nun, ondan fazla işçinin çalıştığı tarım, deniz ve ev dışı iş yerlerini kapsadığı hatırlanacak olursa, işçi sınıfının ulaştığı büyüklük daha iyi anlaşılır. Dolayısıyla Aydemir’in, “işçi sınıfının yeni teşekkül etmesi” gerekçesini bir yana bırakıp cümlenin özüne yönelelim: Sanayi burjuvazisinin hâkimiyeti koşullarında, kapitalist üretim biçiminin “canlı sermayesi” olarak emeğin örgütlenmesine.
Bir önceki bölümde dikkat çektiğimiz üzere Marx tarafından, “Maliye bakanlığı, ticaret bakanlığı ve bayındırlık bakanlıklarını[n]” burjuva çalışma bakanlıkları olarak anılması altyapısal bir tutarlılığa sahip olduğu gibi, burjuvazinin idare teknikleri incelendiğinde de doğruluğu ortaya çıkan bir tespittir. Esasen emek, sermaye açısından, ortalama kâr oranını veya kârlılığını hesaplarken matematiksel kesirde bir rakamdır. Böyle olduğu için, burjuvaziye göre emeğin inşası ve organizasyonu (her devrin Menşeviklerine göre “örgütlenmesi”) öncelikle özel komisyonların veya daha yaygın biçimde ticaret bakanlıkların alt birimlerinin konusu olmuştur.
1936 yılında İş Kanunu, bu kanunun uygulanmasını İktisat Vekâletine bırakmış; daha önce bu Bakanlık altında kurulmuş olan “İş ve İşçiler Bürosu” yerine “İş İdaresi”ni getirmiştir (3008 s.k. m.141 ve 145). Bu tarihte henüz bir çalışma bakanlığı yoktur ve iş sağlığı ve güvenliği mevzuatı gündemde değildir. Örneğin, çocukların çalıştırılmaması, süt ve doğum izni vb. “canlı sermayenin” sağlığının korunmasına ilişkin konular, pandemi sürecinde emeğin yeniden örgütlenmesi sürecinde karşımıza çıkan Umumî Hıfzıssıhha Kanunu’nun (1930) konusudur. Yukarıda özetlediğimiz diğer yasal düzenlemelerle birlikte, Türkiye işçi sınıfı, İkinci Dünya Savaşı’na bu şartlar altında girmiştir.
Devlet ve burjuvazi açısından 30’lu yıllar bir yanıyla laboratuvar işlevi görmüştür. Bu yıllarda edinilen deneyimler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yürütülecek daha cesur ve sofistike bir siyasetin zeminini oluşturacaktır.
Devlet Unsuru
Emek-sermaye çelişkisi ister genel isterse de somut bir konu özelinde, devlet göz ardı edilerek anlaşılamaz. Zor ve hukuk yoluyla ücretli emeği inşa eden, istikrarlı hâle getiren ve sürekli tahakküm altında tutan devlettir.
Neocleous, toplumun devlet tarafından denetiminin üç ana işlevini şöyle sıralar: “Emek düzeninin (piyasanın) biçimlendirilmesi, yasal öznenin oluşturulması ve mücadelenin bastırılması.”[23] Bu model açısından Türk Devleti’nin özgün yanı, mücadelenin bastırılmasını gerektirecek seviyeye gelmeden önlemesini genel olarak başarmış olmasıdır. Bu başarının tarihsel arka planı mevcuttur. Modern devletler, tarihsel süreçte, sermaye lehine ve işçi sınıfı aleyhine olmak üzere sürekli ilerleme kaydetmiştir.
Engels 1885’te, 1848 Haziran yenilgisinden yaklaşık yarım asır sonra barikat savaşlarını analiz ederken devlet aygıtının gelişmişlik seviyesine ilişkin atıflarda bulunuyordu:
“[…] Sokak çatışmalarının klasik döneminde bile, barikatların, maddî olmaktan çok moral bir etkisi vardı. Barikat, askerlerin metanetini sarsmanın bir aracıydı. Eğer barikat, askerler çözülünceye kadar tutunursa zafer elde ediliyordu; yok, tutunamazsa yenilgi geliyordu. […] Daha 1849’da bu başarı şansı oldukça düşüktü. Burjuvazi her yerde hükümetlerden yana geçmişti. ‘Uygarlık ve mülkiyet’ ayaklanmaya karşı yola çıkan askerleri selâmlıyor ve ağırlıyordu. Barikatlar, büyüsünü yitirmişti; asker, barikatların ardında artık ‘halkı’ değil, asileri, kışkırtıcıları, yağmacıları, her şeyi paylaştırmak isteyenleri, toplumun tortusunu görüyordu. […] Ama o zamandan beri daha birçok şey değişti ve hepsi de askerlerin lehine oldu. Büyük kentler önemli ölçüde büyüdüyseler de ordular daha da fazla büyüdü. 1848’den beri Paris ve Berlin, o zamanki durumlarının dört katından daha az, ama garnizonları bundan daha fazla büyüdü. Bu garnizonlar, demiryolları sayesinde, yirmi dört saatte iki katlarının üstüne çıkabilirler ve kırk sekiz saatte dev ordular hâline gelebilirler. Muazzam bir şekilde takviye edilen bu birliklerin silahları eskisiyle karşılaştırılamayacak denli daha etkilidir. 1848’de basit horozlu tüfek vardı, şimdi ise küçük kalibreli ve mekanizmalı tüfek, ilkinden dört kere daha uzağa, on kere daha isabetli ve on kere daha çabuk ateş ediyor. Eskiden topçunun göreli olarak az etkili gülleleri ve obüsleri vardı; bugün bir tanesi en iyi barikatı un ufak etmeye yetecek, çarptığında patlayan havan topu mermileri var. Eskiden, duvarlar intikamcıların sivri kazması ile delinirdi, bugün dinamit lokumları kullanılıyor.”[24]
Barikat savaşları özelindeki tartışmayı bir yana koyacak olursak, emperyalist çağın eşiğine gelindiğinde:
1. Devletlerin icra organında yaşanan ve vaktiyle burjuvaziyi işçi sınıfına yönetsel tavizler vermeye iten, yönetici sınıflar arasındaki çekişme, büyük oranda burjuvazinin hâkimiyeti ile son bulmuştur,
2. Burjuvazi, ciddi bir hukukî/meşru alana sahip olmuştur,
3. Bürokrasi gelişmiştir,
4. Her anlamda teknik gelişmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti
Emperyalist çağda Türkiye’de kurulan Cumhuriyet, kurulduğu esnada, geçmişten getirdiği idare (terör) hukuku mirasına ve bürokrasiye sahipti. Terör hukuku mirasına sahipti, çünkü 16. yy.’dan itibaren, hemen hemen Batı ile eşzamanlı olarak, çözülen kırın şehirlerde yarattığı basınca çözüm aramıştı. Bürokrasiye sahipti, çünkü idarî eliti, sürekli surette modern devletin gereklerine göre, kendi ölçeğinde gelişim göstermişti. Bu gelişim Tanzimat’la başlamadığı gibi, modern bürokrasi temelde Cumhuriyete gelmeden evvel inşa edilmişti. Söz gelimi eski devrin gereği olarak vergiden muaf olan askerî sınıf, 19. yy. itibariyle lağvedilerek memurlaştırılmıştı. Diğer yandan bu memurlar, ticarî hayatla ilgili olma geleneğini sürdürdüler.
Bu özel koşullara ek olarak, 1905 Rus Devrimi ve Ekim Devrimi; kadrosal, ideolojik ve lojistik manada sürekli surette Türkiye coğrafyasında etkilerini göstermiştir. Türk bürokrasisi, 1910’lardan itibaren, çeşitli düzeylerde Menşevik ve Kadetçi kadroları[25] yakından tanımaya başlamıştı. Sovyetler Birliği’nin kurulmasına giden yolda, Rusya kökenli Menşevik ve Kadetçi (önemli bir kısmı Cedit Hareketi ile irtibatlı) kadroların yanı sıra, giderek Türkiye kökenli Menşevik nitelikli kadrolar temayüz etmeye başlamıştı.
1920 yılında itibaren resmî komünist fırkasının kuruluşu veya Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın Büyük Millet Meclisi ve adliyede yürütülen soruşturmalarla baskılanması gibi kritik anlarda bu eğilim sayesinde başarı sağlandı. Özellikle, 1927 Tevkifatı’nı takiben Türkiye Komünist Partisi (TKP) yönetici kadrolarından devşirilenlerin katılımıyla bu eğilim varlığını sürdürdü. Kadro dergisi, bu zemine oturdu. Dergi, 1934’te Recep Peker’in basıncı ile kapatıldıktan sonra da kadroları düzene hizmet etmeye devam ettiler; bu onlar açısından varoluşsal bir meseleydi.
Türk devleti, 1945 yılına gelindiğinde bir kısmını kendi memurları arasına da dâhil ettiği, yeri geldiğinde işçi sınıfına karşı suret-i haktan görünen, uzlaştırmacı özneleri üretebilmişti. Millî Koruma Kanunu (MKK), devlet içi meselelerde kanlı bıçaklı olan Peker ile Kadro dergisi bakiyelerinin ortak eseriydi. Kanun hazırlıkları Peker başkanlığında Kadro dergisi bakiyesi isimlerin de katıldığı bir komisyonca yapılmıştı.[26] Bu ekip, daha sonra 1946’da giriştikleri kalkınma planı hazırlığının “Öz Raporu”nda emeğin inşası açısından aslî rolü devlete verir.
“Hususi sermaye devlet kanunlarının hesapsız kayıt ve şartları olsa dahi kâr gayesinin dışında ve binaenaleyh kendisi için gayri kabili idrak olan bu meselelere daima bigâne, hatta menfî kalır. Binaenaleyh artık sanayi ve maden meselelerinin bir de ‘işçi siyaseti’ ve içtima bir mesele olarak kabul etmek ve onu aslî kitlesi ile devletin müdahale ve tanzim çerçevesinde bulundurmak lâzımdır.”[27]
Sanayi Sermayesinin İnşası
Planlama teşkilâtının ve adı konmuş bir ekonomik planın olmadığı İkinci Dünya Savaşı yıllarında, savaş gerekçesiyle yürürlüğe konan MKK’ya göre alınan bir dizi karar, sanayi sermayesine zemin hazırlayacak planlamanın temelini oluşturdu.[28] Yasanın verdiği yetkiye dayanılarak ihracatı engellenen malların yüksek bir fiyattan alımı, kredi imkânları, işçilere zorunlu fazla mesai (fiilen 14-15 saatlik çalışma süreleri) gibi uygulamalarla, özel sanayi tesislerinin kârları sürekli surette yüksek tutuldu. Neticede MKK öncesi 1939’da sanayi üretiminde %34,3’lük paya sahip olan özel fabrikalar 1944’te %43,5’lük paya yükselmişlerdi. 1940 yılı ve izleyen yıllar, hemen hemen dörtte üçü eski memurların elinde olan özel sanayi tesislerinin kuruluşunda âdeta bir patlamaya sahne oldu.
MKK’dan iki yıl sonra aynı süreçte, 1942’de yürürlüğe giren Varlık Vergisi de Müslüman ticaret burjuvazisinin, düşük maliyetlerle gayrimüslimlerden sanayi işletmeleri devralarak sanayi burjuvazisine geçişlerini sağladı. Savaş yıllarının asıl vergi yükünü İstanbul gayrimüslim burjuvazisi çekmiş oldu.
1945 sonrası gelişmeleri meydana getiren amiller ele alınırken “yeni dünya düzenine uyum” gerekçesine yapılan aşırı vurgu Türkiye’deki sınıf çatışmasını görünmez kılmaktadır. Zira bu vurguda devlet, özellikle Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelmesinden itibaren giderek ABD ve NATO’nun bir aparatıdır. Devlet, emeğin inşasında ve işçi sınıfının bastırılmasında/potansiyelinin fiile dökülmesini önlemede faillik pozisyonundan çıkarıldığında, zaten derinde süren kavgayı görmezden gelmek kolaylaşmaktadır.
Tahlil bu minval üzerine olunca, devletin iş yasaları çıkarması, çalışma bakanlığı gibi örgütleri inşa etmesi de ancak bir “babalık gösterisi” ile açıklanmak durumunda kalınmaktadır. Yukarıda Aziz Çelik’ten örneklediğimiz bu duruma daha önce Taner Timur’da rastlanır:
“Savaş içinde Millî Korunma Kanunu uygulaması, faşist İtalya’dan alınan İş Kanunu’nu bile, işçilere tanınan bazı haklar yönünden kısıtlamıştı. Bu durum ‘paternalist’ bir görünüm verme çabasındaki CHP iktidarını rahatsız etmiş olacak ki savaş sonunda ilk el atılan toplumsal sorunlardan biri işçi sorunları oldu. ‘Çalışanların yaşama seviyesinin yükseltilmesi, çalışanlar ile çalıştıranlar arasındaki münasebetlerin memleket yararına ahenkleştirilmesi ...’ gibi amaçlarla, Çalışma Bakanlığı’nın kurulması ve bu Bakanlığa bağlı bir tüzel kişilik olarak İşçi Sigortaları Kurumu’nun örgütlenmesi bu sıralarda olmuştu.”[29]
Çalışma Bakanlığı’nın kurulması, sanayi burjuvazisinin maddeten güçlendirilmesinden hemen sonraya, 1947 Kalkınma Planı’ndan hemen önceye rastlar.
Siyasal Yönetim Tekniği Olarak Çalışma Bakanlığı
Sanayi burjuvazisinin, devlet operasyonuyla ve yasa vasıtasıyla, emeğin yüksek oranda sömürülmesiyle palazlandırıldığını özetle göstermiş olduk. Bürokrasi ve burjuvazi, bu sürecin; sınıfın giderek genişlemesi, belli havzalarda yoğunlaşması ve isyana yaklaşması gibi üç temel sonucunun olacağına, tarih bilinçleri icabı vâkıftırlar.
Yoğun bir talan ve sömürü dönemi sonrasında, sanayi burjuvazisinin iktidara gelmesinin hemen ardından, emeğin burjuva devlet nezdinde özel bir bakanlık altında örgütlenmesine ilişkin 1848 Devrimi ve sonrasında ortaya çıkan Menşevik taleplerin devrimin yenilgisinde oynadığı tarihsel rol, Türk Devleti’ne bir eylem hattı çiziyordu. Bu tarihsel mirasın üzerine yakın zamanda (1930) yapılan Serbest Cumhuriyet Fırkası sondajından elde edilenler de eklenince Çalışma Bakanlığı’nın kurulmasına karar verildi.
Çalışma Bakanlığı’nın ilk yasası (4763 sayılı) 22 Haziran 1945 tarihinde alelacele çıkarıldı. Bu kanunda Bakanlık’ın amacı, görevi ve yetkileri doğru düzgün tarif dahi edilememişti. Çalışma Bakanlığı, bütçe ve taşra örgütleri yönünden âdeta Ekonomi Bakanlığı’nın bir uzantısı vasfındaydı (4793 sayılı kanun Geçici Birinci Madde). Bundan altı ay sonra 4763 sayılı kanunu iptal edecek olan 4841 sayılı kanun yürürlüğe girdi (29 Ocak 1946). Artık Bakanlık’ın işlevleri netleştirilmiş ve kadro sayısı genişletilmiş, Ekonomi Bakanlığı ile bağı kesilmişti.
4763 sayılı Kanun yürürlüğe konarak faal bir Çalışma Bakanlığı kurulunca buna uygun bir isim olan Hüseyin Avni Göktürk iki gün sonra müsteşarlığa getirildi. Göktürk, bu görevinden sonra Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve neticede Millî İstihbarat Teşkilatı’nın atası olan Millî Emniyet Hizmeti Reisliğine getirilecektir. MİT’i yönetmeye uygun vasıfları olan bir bürokratın, Çalışma Bakanlığı’na müsteşar yapılması normaldir, çünkü bu Bakanlık esasen, Kadrocuların ifadesiyle, “işçi siyaseti ve içtimaî bir mesele olarak kabul etmek ve onu aslî kitlesi ile devletin müdahale ve tanzim çerçevesinde bulundurmak” için kurulmuştur. İlk Çalışma Bakanı Sadi Irmak ise daha sonra ordunun sadık adamı olarak Fahri Korutürk’ün kontenjanından 1974’te senatör, devamında Birinci MC hükümeti öncesi emanetçi Başbakan ve nihayet 12 Eylül darbe yönetiminin Danışma Meclisi’nin Başkanı olarak karşımıza çıkar.
Çalışma Bakanlığı’nın siyasî yönetim tekniği olarak oynadığı rol, onun gerçek anlamda örgütlendiği aynı yılın içinde (10 Haziran 1946’da) sınıf sendikacılığının serbest bırakılması ve bu şekilde kurularak işçi kitlelerinin akınına uğrayan sendikaların, bu yılın sonunda Devlet tarafından topyekûn çökertilmesi ile birlikte anlaşılabilir. Sadi Irmak, eylül ayında bu sendikaların yasal ve meşru olduğunu söylerken gelmekte olanı bilmiyor olamazdı. Bu süreci, 1947 yılında devlet sendikalarının kuruluşu takip edecektir. Neocleous’un modeline göre “yasal özne oluşturulmuş” olacaktır.
1946 Haziran’ından itibaren tarihsel Türk Menşevikleri ile Bolşevikleri de legal sahada karşı karşıya gelecektir. Sınıf siyaseti üzerindeki yasal engeller kalkmak üzereyken Türkiye Sosyalist Partisi’nin (TSP) 14 Mayıs 1946’da illegal TKP kararına dayanarak Suphici kadrolar tarafından kurulması ve hemen ardından, Cemiyetler Kanunu’ndaki yasak kalktıktan 9 gün sonra, TKP Genel Sekreteri Şefik Hüsnü’nün, TSP’nin kuruluşunu sabote edercesine Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi’ni (TSEKP) kurarak başına geçmesi ve TSP’nin kurduklarına rakip yeni sendikalar kurdurması, sınıf savaşımının “önlenmesi” faaliyetiyle birlikte değerlendirildiğinde yerli yerine oturmaktadır.
Suphi Kolunun Son Hamlesi
1935’te yürürlüğe giren Soyadı Kanunu, reşit olanlara soylarını devlete beyan etmeleri için iki yıl düşünüp taşınma süresi verdi. 1920 Eylül’ünde Bakü’de derlenen Türkiye Komünist Partili (TKP) Mustafa, soyunu Bedreddinîlere isnat ederek Mustafa Börklüce oldu. O vakit Sarı nam Mustafa, TKP’de birleşen üç koldan Suphi koluna dâhildi.
Mustafa Börklüce’nin Ekim Devrimi’ne uzanan mücadele tarihi aydınlatılmayı beklemektedir, ancak onu Türkiye sosyalist hareketinin tarihî anlarında teşhis edebiliyoruz. Suphilerin katlini takip eden uzun belirsizlik sürecine nokta konarak, 1925’te Şefik Hüsnü’ye TKP’nin 2. Kongresi’ni toplatmakta belirleyici rol oynamıştır. Börklüce’den aktarımla:
“Hayatında ilk defa tenkit edilen Dr. Şefik Hüsnü, (bilhassa en yakın ve en güvendiği arkadaşı Sadrettin Celâl tarafından) böyle acı şekilde tenkit edilirken renkten renge giriyordu. Ben de daha evvel, ya İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi ya T.K.P. diye dayattığımda da renkten renge girmişti. Ama o zaman yalnız Ali Rıza, Ben ve Kendisi 3 kişi idik. Şimdi ise 21 kişi ve Partinin en yetkili kimseleri karşısında bulunuyordu.”[30]
Aynı Kongrede Şefik Hüsnü’nün Parti’de kurmak istediği “aydın ağırlığı”, delege tarafından reddedilecektir. Parti içine nüfuz etmiş bu sınıfsal ayrışma, tekrar 20 yıl sonra su yüzüne çıkacaktır. Börklüce’yi ve Ali Rıza’yı 1946’da Türkiye Sosyalist Partisi’nin kuruluşunda, hızla yükselen sendikal faaliyetin merkezinde görüyoruz. 1946 ortasından sonuna kadar yaşananlar onların temsil ettiği damarın son büyük teşebbüsü olmuştur. Devlet, ancak bu faslı kapatan kavganın neticesinde yeni döneme güvenle kapı açabilmiştir. Kavganın yeri ve zamanını Devlet ve sermaye belirlemiştir.
Siyasî Faaliyet Yasağı Kalkıyor
1848 Devrimi’nin ilk günlerinde olduğu gibi, finans sermayesinin hâkimiyetinden sanayi sermayesinin hâkimiyetine geçilirken, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’de sanayi burjuvazisinin Devlet eliyle palazlandırıldığı koşullarda, 1946 yılı durağında, işçi sınıfının potansiyelinin açığa çıkarılması taktiği uygulanmıştır. 1848 Şubatı’nda işçi sınıfının ilk kazanımlarından birisi, legalde sınıf örgütü kurmayı engelleyen ceza yasası hükmünün iptaliydi.[31]
Daha önce de değindiğimiz üzere Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) deneyinden sonra işçi sınıfına karşı bazı tedbirler alındı. Bu kapsamda İş Kanunu’nu, Cemiyetler Kanunu’nun çıkarılarak sınıf temelli örgütlenmenin yasaklanması takip etmişti. Sınıf siyaseti yürüten legal partilerin ortaya çıkması amacıyla, 10 Haziran 1946’da “sınıf esasına dayanan derneklerin” üzerindeki yasağın kaldırılmasına karar verildi.[32]
Kanun henüz Meclis’ten geçmek üzereyken, TKP MK kararıyla, Türkiye Sosyalist Partisi, Esat Adil başkanlığında kurduruldu. Şefik Hüsnü liderliğindeki esas eğilim, Cami Baykut gibi bir Menşeviğe veya Menşeviklerle bağı hep kuvvetli olmuş saltanatçılardan Fevzi Çakmak’a bu işi yaptırmaktı, ancak başarı sağlanamadı ve İmralı Cezaevi Müdürü Esat Adil’e yönelindi. 1945 yılı, savaşın bitmesiyle bir geçiş yılı vazifesi gördü.
“Cami Baykurt’un hazırlığını yaptığı bu parti «Türkiye Emekçi Köylü Sosyalist Partisi»ydi. Cami bey, günlük gazete kurmadan bir siyasal parti kurmanın ve yaşatmanın olanaksız olduğunu biliyordu. Bunun için de bir günlük gazete çıkarma girişiminde bulundu. Gazeteye Sabahattin Ali 25 bin lira koydu. Cami Baykurt’un oğlu Vedat ile bir ortaklık meydana getirdiler. «Yeni Dünya» gazetesini çıkarmayı kararlaştırdılar. Yeni Dünya gazetesinin 5. sayısında Tan olayları adıyla anılan olaylar sırasında matbaa tahrip edildi. Partinin kurulması da tarihe karıştı… Cami Baykurt mareşal Çakmak’ın başkanlığında bir siyasal parti kurmak girişiminde bulundu. […] Esad Adil kendisi bir parti kurma niyetinde olduğunu söyledi, teklifi reddetti.”[33]
1946’da Şefik Hüsnü’nün TSP’ye rakip olarak kurup başına geçtiği Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin (TSEKP) ilk girişimlerinin 1945’te yapıldığı ve fakat aceleye geldiği görülüyor. 1946’da Demokrat Parti’yi doğuracak olan Adnan Menderes ve arkadaşlarının Meclis’te “Dörtlü Takrir” çıkışı ile koordineli hareket edildiği anlaşılıyor. Tan’ın alelacele tahrip ettirilmesi, Görüşler dergisinin ve Yeni Dünya gazetesinin kapatılması Devlet çekirdeğinin kontrolü sağlamlaştırma isteği ile ilgilidir; yoksa bu nevî oluşumlara ihtiyaç vardır; Menşevik yapıya gerektiği anda yol verilecektir. Bu noktada, önceki tespitimizi hatırlayalım:
“Çalışma Bakanlığının ilk yasası (4763 sayılı) 22 Haziran 1945 tarihinde alelacele çıkarıldı. Bu kanunda bakanlığın amacı, görevi ve yetkileri doğru düzgün tarif dahi edilememişti. Çalışma Bakanlığı bütçe ve taşra örgütleri yönünden âdeta Ekonomi Bakanlığının bir uzantısı vasfındaydı (4793 sayılı kanun Geçici Birinci Madde). Bundan altı ay sonra 4763 sayılı kanunu iptal edecek olan 4841 sayılı kanun yürürlüğe girdi (29 Ocak 1946). Artık bakanlığın işlevleri netleştirilmiş ve kadro sayısı genişletilmiş, Ekonomi Bakanlığı ile bağı kesilmişti.”
1945 haziranında Çalışma Bakanlığı’nın alelacele bir taktik olarak ortaya atılmasını, bir ay sonra işçi sınıfına dayalı parti kurma engelini kaldıran yasa tasarısının Meclis’e sunulması izleyecekti. 1946’ya gelindiğinde sınıf siyasetine dayalı parti kurma yasağı kalkar kalkmaz Şefi Hüsnü, 1945’te kuramadığı, “1919 da burjuva inkılâpçı arkadaşlarıyla kurduğu ve 1925’te TKP Kongresinden evvel kapattırılan TİÇS Fırkasını adını değiştirerek, TSEK Partisi şeklinde” yeniden kuracaktır. Onun “bertaraf etmek istediği Esat Adil değil […] Suphici kadrodan Mustafa Börklüce, Ali Rıza Keskin ve proleterin içinden yetişmiş Hüsamettin Özdoğdu idi.”[34]
1945 mayısında, Çalışma Bakanlığı’nın ilk yasası çıkarılmadan bir ay önce, gerçekleştirilen iki dereceli ara seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi ilk defa aday göstermeyerek sosyalistlerin aday olmaları teşvik edilmişti. Faris Erkmen, Abidin Nesim gibi geniş ilişki ağına sahip sosyalistler böylelikle aday olmuşlardı. 1945’te atılan adımların Başbakan Şükrü Saraçoğlu ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’den habersiz atıldığına ihtimal verilemez. Tanıklıklar da bu yöndedir.
Özetle, Çalışma Bakanlığı taktiğinin ortaya atılması ile Suphici kadroların zorlaması sonucu kapanmak zorunda kalan TİÇSF’nin başka adla yeniden açılması aynı çizginin ürünüdür.
İşçi Sınıfına Komplo
“Paris proletaryasını Haziran ayaklanmasına zorlayan burjuvazi olmuştur.” Marx’ın tespiti yalın ve cesurdur. Çünkü o, bu sözü ettiği eserine 1848 yenilgisi sayesinde devrime ilişkin şahsi “tasarımlarının” etkisinden kurtulabildiklerini not ederek başlayacak kadar namusludur. 1848’in Fransız Devleti ancak bir sokak çatışmasıyla işçi sınıfını bastırabiliyor ve bu nedenle askerî çatışmayı tahrik ediyordu. Böylelikle “modern toplumu ikiye bölen iki sınıf arasındaki ilk büyük çarpışma verildi.” 100 yıl sonra Emperyalist çağda, deneyimli Türk Devleti ise sorunu sokağa sarkmadan “önlemesini” bilmiştir. Böylelikle İkinci Savaş sonrası modern Türkiye’nin kapısı aralanabilmiştir.
Sınıf temelli örgütlenme yasağı kalktıktan hemen sonra içişleri bakanı yapılacak olan eski asker Şükrü Sökmensüer, kanunun kabulünden kısa süre önce Meclis kürsüsünden, amacın sosyalizmi engellemek olduğunu söyleyecektir.
“Ne liberal demokrat parti, ne sosyal demokrat parti ne de şimdi işittiğimiz sosyalist parti bugün memlekette kurulamazdı. Demek ki gaye, esaslı iki mutaassıb rejimin [faşist ve müfrit sol] kurulmamasını teminden ibaretti.”[35]
Sökmensüer’in bahsettiği Türkiye’de faşizm tehlikesi 1946’da laftan ibarettir; bu tehlike içeride bir devlet operasyonu ile İkinci Dünya Savaşı’ndan önce 1936’da zaten bastırılmış; dışarıda Sovyetler’ce ezilmişti. Yukarıda faşist Recep Peker’in, İş Kanunu’nun kabul edildiği gün CHP Genel Sekreterliği’nden alınarak CHP örgütlerinin doğrudan devlete bağlandığından bahsetmiştik. Bu gelişmelerle peş peşe olmak üzere TKP, Komintern eliyle desantralize edildi ve faşizme karşı düzen partisiyle işbirliğine itildi. Recep Peker olayına, İş Kanunu’nun yapılmasına ve desantralizasyon kararına bir anlaşmanın üç ayrı maddesi olarak bakmak gerek.
Hâl böyle olunca, desantralizasyon kararından on yıl sonra kadro ve eylem düzeyinde, düzenden kopma eğilimi gösterebilecek olan TSP’nin Sovyet tarih yazımında kötülenmesi, görmezden gelinmesi, buna karşın İzmir İktisat Kongresi’nden beri düzenle bağını hiç kesmemiş olan TİÇSF uzantısı TSEKP’nin, bilgi düzeyinde tahrifat da yapılarak, öne çıkarılması da anlam kazanmaktadır.[36]
Ankara’da konuşulanlarla devam edecek olursak, aslında Millî Şef baştan niyeti beyan etmişti: “Vatandaşlardan, sınıf menfaatleri üzerine cemiyet ve parti kurmak isteyenlere, kanun yolile, mani olmayacağız.”[37] Kanun bakî kaldı; 1946 sonunda sosyalist partiler ve sendikalar, sıkı yönetim kararı ile kanunu başka bir fıkrasına (örgütün amacını gizlemeye) atıf yapılarak kapatıldı. 1936’da CHP Genel Sekreterliğinden alınan Recep Peker, 16 Aralık 1946 tarihli yasaklama kararı alınırken artık başbakandır.
1945 Aralık ayı Tan baskınıyla Türk Menşevik unsurun, Rusya’da Kadetle kurulan ilişki düzleminde, Türkiye saltanatçı bakiyesiyle müşterek örgütlenmesi önlenerek amaca hizmet eder büyüklükte tutulması, devletin istihbarat örgütünün ön hazırlığını teşkil etmişti. Bu şekilde yeniden ayağa kalkacak olan Şefik Hüsnü grubunun altı aylığına geciktirilmesi, Tan baskınından bir ay sonra yukarıda detayı verilen bir istihbarat personelinin yeni kurulan Çalışma Bakanlığı müsteşarlığına getirilmesi ve neticede Suphici kadroların altı ay gibi kısa bir sürede işçi sınıfı arasında büyüyen gücünün dengelenmesi, 1945/46 operasyonunun omurgasını oluşturdu. İki partinin ana tartışma konularından birisi de TSP birleşik iş kolu sendikacılığına yönelirken, TSEKP’nin dağınık iş yeri bazında sendikalaşmaya gitmesiydi. On binlerce işçi, yeni kurulan parti ve bunlara bağlı 38 sendikada derlendikten sonra 1946 yılı aralık ayında operasyonun düğmesine basıldı; örgütler kapatıldı, sosyalistler tutuklandı, terör evresine geçildi.
Sökmensüer’in altı ay sonra Meclis’te yaptığı, âdeta operasyon muhasebesi niteliğinde olan konuşmasıyla devam edelim. İçişleri Bakanı, Mecliste uzun uzun, polis baskınlarında ele geçen evrakları okur, Şefik Hüsnü kanadıyla bağları üzerinden, Demokrat Partililere yeterince yüklendikten sonra operasyonun esas gerekçelerine gelir. Aramalarda çıkan bir evraktan okuduğunu söyler:
“Bizde sağ komünistler, sol komünistler, sosyalistler diye bir dâva da yoktur. Yalnız Kızılordu’nun Alman hudutlarına indirdiği darbeleri hayranlıkla seyreden ve onun büyük zaferleri yanı sıra mütevazice yürümek istiyen komünistler ve Komünist Partisi vardır.”[38]
Devlet, komünistlerin sağ ve sol olarak ayrışmadığı iddiasını, operasyon gerekçesi olarak göstermektedir. Sökmensüer, Demokrat Partililere yüklenirken onların komünist olmadığını bildiği gibi, TKP’de de tek eğilim olmadığını gayet iyi bilmektedir; siyaset yapmaktadır. Konuşmasına beş döneme ayrılmış detaylı bir TKP tarihi analizi ile başlamıştır.
1946’nın aralık ayından 1960’lara kadar Türkiye’de solun tarihi dar bir kadronun polisiye takibatından ibaret kalacaktır. Biz, bu tarihten sonra Börklüce’yi sendikalar örgütleyen, gazetelerde kitlelere hitap eden, TKP Dış Büro ile polemiğe giren bir siyasî figür olarak değil, 6-7 Eylül Olayları’nda Devletin rolünü perdelemek üzere, Aziz Nesin gibi isimlerle birlikte tutukladığı sicilli bir isim olarak göreceğiz.
1946’nın aralık ayından sonra, Rozaliev’in deyimi ile İkinci Dünya Savaşı’nın vurgun yıllarında “dilenci hâline düşen”[39] emekçilerin öfkesine karşı, arkasını güvene alan CHP ve Demokrat Parti ortak bildiri yayımlayarak yabancı sermayeyi ülkeye davet edecek, aynı yıl 1947 Kalkınma Planı hazırlanacak, sarı sendikalar CHP kasasından finanse edilerek ortaya çıkarılacak, 1948’de Soğuk Savaşta Türkiye’nin safı netleşecek ve neticede Devlet, NATO paktına dâhil olacak; ordu, Amerikancı tarzda reorganize edilecektir. Demokrat Parti iktidarı, bu süreçte bir adımdır, başlangıç değil.
“Daha sonra ordunun sadık adamı olarak Fahri Korutürk’ün kontenjanından 1974’te senatör, devamında Birinci MC hükümeti öncesi emanetçi Başbakan ve nihayet 12 Eylül darbe yönetiminin Danışma Meclisi’nin Başkanı olarak karşımıza çıka[cak]” olan ilk Çalışma Bakanı Sadi Irmak, 16 Aralık darbesinden iki hafta sonra Mecliste Bakanlığın kuruluşunun darbe ile bağını şöyle ortaya koymuştur:
“Türk işçisi şundan emindir ki, onun hakiki ve büyük koruyucusu Büyük Millet Meclisidir. […] İşçimiz Enternasyonal ajanlarının millet bütünlüğünü sarsmak ve vatanın yalnız ve yalnız millî duygularına bağlı kalmakla korunması mümkün istiklâlini tehlikeye düşürmek istediklerinin farkındadır. […] Devletçe işçi lehine girişilen her teşebbüs millî işçilik ruhunu tahrip etmek istiyenleri hudutsuz bir hiddete sevketmektedir. […] Büyük Millet Meclisinin Türk işçisini nasıl bir kuvvetle himaye etmekte olduğunu bazı delilleri ile arzedeceğim. […] İşçilere bakmak için kurduğumuz Çalışma Bakanlığı faaliyete geçelidenberi, her birisi işçimize yeni menfaatler ve haklar sağlıyan sekiz büyük kanun çıkarmış bulunuyorsunuz. […] Şimdilik bir milyon işçi ve ailesi meslekî hastalıklar, iş kazalarına, ölüme, analık ve emzirme hallerine karşı bu sigortadan faydalanmaktadır.”[40]
1848 Devrimi’nin de ilk kazanımlarından birisi maluliyet sigortasıydı; bu kazanımı dört ay sonra Haziran yenilgisi takip etmişti. İleride 12 Mart’ta darbenin Başbakanı olarak karşımıza çıkacak Nihat Erim’in 16 Aralık 1946 darbesinden iki gün sonra yaptığı değerlendirme ise daha nettir:
“Devlet kuvvetlerinin bir ölü sükûneti içinde seyirci kalır tavrı takınmış olması gerçek yurtseverlerin yüreğinde sızılar yaratıyor, endişeleri artırıyordu. […] Bir halk iradesi meyveyi koparmak için iyice olgunlaşmasını bekler. Ancak bu suretle hareket olduğunda takdirdedir ki hükümetin verdiği karar, aldığı tedbir bütün milletin öz malı olur.”[41]
İşçi sınıfının potansiyelinin önlenmesinde, emeğin yeniden inşasında ve sermaye düzenin tanziminde fail olan devletin, 100 yıllık taktikleri başarıyla uygulayarak kurduğu komployu çeşitli yönleriyle göstermeye çalıştık. Tarih kendiliğinden akmamaktadır; komplo sınıf siyasetinin bir silahıdır. Bu hikâyede, Türkiye’nin sınıf tarihinin, sol damarlarının, burjuva kliklerinin, Sovyetler’in ve emperyalizmin iç içe rolleri vardır.
Tartışılması ümidiyle.
Onur Şahinkaya
25 Ağustos 2022
Dipnotlar:
[1] Sürecin özet bir anlatımı şu çalışmada verilmeye çalışılmıştır: “Siyasal Yönetimin Ana Durakları: Devlet Sorununda Neden Yanılıyoruz?”, 14 Nisan 2022, Sosyalizm.
[2] Mark Neocleous, Sivil Toplumu Yönetmek – Devlet İktidarı Kuramına Doğru, Çeviren: Bahadır Ahıska, NotaBene Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2015, s. 200, dn. 75.
[3] Mark Neocleous, a.g.e., s. 204.
[4] Karl Marx, Friedrich Engels, “Review May to October [1850]”, Neue Rheinische Zeitung, Sayı 5-6, 1 Kasım 1850 (MECW, 10. Cilt içinde s.490 vd.)
[5] Detaylı açıklama için bkz. Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 1996. Yazıda aksi gösterilmedikçe, süreç anlatımında bu eseri takip edeceğiz, aynı şekilde aksi gösterilmedikçe tırnak içindeki alıntılar bu eserden aktarılmıştır.
[6] Lenin, “Blancism”, Collected Works (Toplu Eserler), s. 34 vd., MIA.
[7] SSCB Bilimler Akademisi, Uluslararası İşçi Sınıfı Hareketi Tarihi, Cilt 1, Çeviren: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, İstanbul, 1. Baskı, 2021, s. 370, 372.
[8] SSCB Bilimler Akademisi, a.g.e., s. 378, 379.
[9] Mark Neocleous, a.g.e., s. 209.
[10] Tanıklar, 1848’de Fransa’da ancak birkaç bin, o da çeşitli eğilimler arasında dağılmış komünistin varlığından haber veriyor: SSCB Bilimler Akademisi, a.g.e., s. 371, pn. 8. Bu dönemde Fransa’da işçi sınıfının ancak Paris gibi birkaç merkezde yoğunlaştığını da akıldan çıkarmamak gerekiyor. Nisan seçimlerindeki mağlubiyetin sebebi de buydu; işçi sınıfı durumun farkındaydı ancak ne seçimi erteletebildiler ne de iktidara el koyabildiler, örgütlülük ve bilinç düzeyleri yetmedi.
[11] V. I. Lenin, “Blancism”, Collected Works (Toplu Eserler), s. 34 vd., MIA.
[12] Korkut Boratav, 100 Soruda Türkiye’de Devletçilik, 1. Baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1974, s. 326 vd.
[13] Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı 1933’ten aktaran Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, I. Cilt, Salyangoz Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2007, s. 236.
[14] Cem Emrence, 99 Günlük Muhalefet Serbest Cumhuriyet Fırkası, İletişim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2021, s. 98 vd.
[15] Cem Emrence, a.g.e., s. 164 ve 184.
[16] Mesut Gülmez, “1936 İş Yasası’nın Hazırlık Çalışmaları”, Journal of Social Policy Conferences, 2012, s. 128.
[17] Tankut Centel, “Atatürk Döneminin Çalışma Politikası”, İÜHFM, Yıl 1981, Cilt 45, s. 146.
[18] Faşist düzene geçişin engellenmesi kapsamında, CHF teşkilâtının felç edilerek merkezî ve yerel parti idaresinin Devlet bürokrasisine teslim edilmesini içeren bu süreç için Bkz. Onur Şahinkaya, “2007’de Ne Oldu?”, 10 Haziran 2020, İştirakî.
[19] R. P. Korniyenko’dan (The Labor Movement in Turkey: 1918-1963) aktaran Aziz Çelik, Vesayyetten Siyasete Türkiye’de Sendikacılık (1946-1967), İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2010, s. 82, dn. 55.
[20] Aziz Çelik, a.g.e., s. 84.
[21] Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, II. Cilt, Remzi Kitapevi, 11 Baskı, İstanbul, 2011, s. 356 vd.
[22] Lütfi Erişçi’den (İşçi Sınıfı Tarihi) aktaran Meltem Tekerek, “Cumhuriyet Halk Partisi İktidarında İşçiler (1923-1938)”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Sayı. 40, 2020, s. 195. İş Kanunu 1936’da çıkarılmış ve 1937’de yürürlüğe girmiştir. 1937 rakamlarına göre, tarım ve diğer sektörlerde ücretli çalışanlar da dikkate alınacak olursa, Türkiye işçi sınıfının genel nüfusa oranı Ekim Devrimi öncesinde Rusya işçi sınıfının genel nüfusa oranına yakındır. Rusya verileri için bkz. İlker Aktükün, “1917 Ekim Devrimi Neden Rusya’da Gerçekleşti?”, İktisat Dergisi, Sayı 538, 2017, s. 18 vd.
[23] Mark Neocleous, a.g.e., s. 135.
[24] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 1996, s. 22-23.
[25] Rusya’dan Türkiye’ye göçen kadrolar ağırlıklı olarak aydın kesimindendiler. Gerek Rus gerekse de Türkiye’ye gelen aydınlar açısından Menşevizm ve Kadetçilik birbirine yakın bir siyasî çevreyi temsil ediyordu. Lenin’in kaleminden bir örnek verilecek olursa Kadetçilerin sol tarafı Menşeviklere denk düşüyor: “Korolenko, Kadetlere yakın duranların en iyisi, hatta bir Menşevik bile sayılabilir.”, V. I. Lenin, “Maksim Gorki’ye Mektup”, 15 Eylül 1919, İştirakî.
[26] Şevket Süreyya Aydemir, a.g.e., s. 75.
[27] Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, I. Cilt, Salyangoz Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2007, s. 220 vd. Bu ara başlık altındaki diğer bilgiler de bu kaynaktan alınmıştır.
[28] İlhan Tekeli, Selim İlkin, Savaş Sonrası Ortamında 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı, ODTÜ İdari İlimler Fakültesi Yayını, 1. Baskı, Ankara, 1974, s. 4.
[29] Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, İmge Kitapevi, 3. Baskı, Ankara, 2003, s. 68.
[30] “T.K.P. (İstanbul) 2. Kongresi”, Sosyalizm.
[31] SSCB Bilimler Akademisi, a.g.e., s. 372.
[32] Kanunlaşma sürecinde hazırlanan 31 Mayıs 1946 tarihli TBMM İçişleri Komisyonu Raporu, Esas No. 1/519, Karar No. 31, s. 5.
[33] Abidin Nesimi, Yılların İçinden, Gözlem Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1977, s. 220, 226.
[34] İbrahim Topçuoğlu, Neden 2 Sosyalist Partisi 1946, Cilt 1, Kendi Yayını, 2. Baskı, 1976, s. 7, 19. Devlet de iki partiyi birbirinin uzantısı görüyordu. İçişleri Bakanı’nın Meclis konuşmasından: “Komünist Şefik Hüsnü’nün kurduğu «Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi» ayni şahsın 1919 da kurduğu ve o zamandan beri faaliyetini asla durduramamış olan Türkiye Komünist Partisi’nin, hattâ o zamanki, isminde bile esaslı bir değişiklik yapmaksızın resmiyet ve aleniyet sahasına çıkmasından başka bir şey olmadığı görülüyor. Gerçekten T. S. E. K. P. merkez ve şubelerinde ve şimdi kurdukları sendikalarda vazife alan kırk dokuz kişiden 34 ü maruf ve sabıkalı komünist lider ve ajanlarıdır. Sadece bu vakıa bu Partinin 1919’dan beri muhtelif şekil, isim ve hüviyetler alarak temadi etmekte olduğunu göstermektedir.”, TBMM 8. Dönem 4. Cilt 37. Birleşim, s. 73.
[35] “Cemiyetler Kanununda Yapılan Değişiklikler”, 6 Haziran 1946, Cumhuriyet.
[36] Detaylı açıklama için bkz. Özgür Gökmen, “Çok-partili Rejime Geçerken Sol: Türkiye Sosyalizminin Unutulmuş Partisi”, Toplum ve Bilim, Sayı 78, 1998, s. 169 vd. Yazar, makaleyi kaleme aldığı tarihte aynı muameleyi ÖDP’nin sürdürdüğünü not ediyor.
[37] “Millî Şefin Kurultay’da Söylediği Tarihi Nutuk”, 11 Mayıs 1946, Cumhuriyet.
[38] TBMM 8. Dönem 4. Cilt 37. Birleşim, s. 75.
[39] N. R. Rozaliev, Türkiye Sanayi Proletaryası, Çeviren: Güneş Bozkaya, Yar Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1974, s. 33.
[40] TBMM 8. Dönem 3. Cilt 26. Birleşim, s. 738.
[41] 18 Aralık 1946 tarihli Ulus gazetesinden aktaran Aziz Çelik, a.g.e., s. 113 vd.