Loading...

Üretim, Bölüşüm, Savunma Sanayi


Türkiye’de uzun zamandır ceza soruşturmaları üzerinden yürüyen siyasî hesaplaşmaların son günlerdeki sahası savunma sanayi. Savunma sanayinde yer alan sermayedarların siyaset ve mafyayla girift ilişkileri üzerinden yürüyen tartışma tam bir kakofoni hâlini almış durumda. Ortalığa saçılan isimleri akılda tutmakta zorlanan yorumcuların bir kısmı, iktidar blokunda oluşmasından medet umdukları çatışmayı bu mesele üzerinden beceriksizce harlamaya çalışırken; İsmail Saymaz gibi uyumlaştırılmış gazetecilere, “savunma sanayi mafyadan ayıklanıyor” sloganını işleme görevi verildiği anlaşılıyor. Olayın teorik zemininin kavranmaması hâlinde, medyada seyredilen kafa karışıklığı veya demagoji arasında kaybolmak işten bile değil. Meselenin iç ve dış genel siyasî ve iktisadî klik kavgasında da bir yeri var mutlaka. Detaylarını müstakil bir yazıda ele almak üzere, öncelikle bu paylaşım kavgasının zemininin nasıl ve ne pahasına oluştuğunu kavrayabilmek amacıyla Rosa Luxemburg’un 1913’te kaleme aldığı metni yayımlıyoruz. Luxemburg, doğrudan işçi sınıfının alım gücüne yönelen plânlı saldırılar niteliğindeki dolaylı vergiler, pahalılık gibi daha önce Marksist kuramda yeterince irdelenememiş sömürü metotlarının devlet ve sermaye açısından oynadığı hayatî rolü ele alıyor. İşçi sınıfının daha az veya pahalı tüketmesinden açığa çıkan payın savaş sanayinin inşası ve gelişmesindeki yeri; bu yeni alanın sermaye yapısı, yeni bölüşüm olanakları ve işlevleri, metinde 1913 yılının imkânları dâhilinde bugüne ışık tutuyor. Bugün Savunma Sanayi Destek Fonu gibi yapıların işçi sınıfının tüketiminin pahalandırılması üzerine inşa edilmiş olması, tüketimden alınan vergilerle büyümesi, yeni yatırım alanları açması, Luxemburg’un kurduğu teorik çerçeveye oturuyor. Metin okunurken, çeşitli formül ve hesapların anlaşılması bakımından Marksist değer teorisinin temel kavramlarının gözden geçirilmesinde fayda var; Luxemburg bu kavramları tekrar açıklamıyor. Öte yandan bu formüller örnek babında yer almaktadır. Metnin diğer kısımları da epey fikir vericidir. Yine metin okunurken 1913’te kaleme alındığı, köylülüğün çözülmesi gibi konulara yapılan vurguların bugün artık ihmal edilecek düzeyde sürdüğünü, metinde işçi sınıfı üzerine yapılan değerlendirmelerin bugün için esas alınması gerektiği unutulmamalı. Unutulmaması gereken bir diğer konu ise, 1913 yılı ve öncesi itibari ile savunma sanayinin temelde kara ve deniz sahalarına yönelmiş olduğudur. Bugün hava sahası da kapsama girmiş ve hatta ana unsur hâline gelmiştir. Ancak bu farklılıklar, teorik açıklamaların geçerliliğini değiştirmemektedir.

28 Ağustos 2025

Bir Birikim Alanı Olarak Militarizm

 

Militarizm, sermayenin tarihinde, birikime her tarihsel aşamasında eşlik eden çok kesin bir işlev yürütür. Avrupa kapitalizminin ilk aşamalarında ‘ilkel birikim’ denen dönemde, Yeni Dünya ve Hindistan’ın baharat üreten ülkelerinin fethedilmesinin aracı olarak, tayin edici bir rol oynamıştır. Daha sonra modern sömürgeleri boyunduruk altına almak, üretim araçlarına el konabilmesi için ilkel toplumların sosyal örgütlenmelerini yok etmek, sosyal yapının sermayeye uygun olmadığı ülkelere zorla meta ticaretini sokmak ve yerli halkı proletarya hâline getirip sömürgelerde ücret karşılığında çalışma zorunda bırakmak için kullanılmıştır.

Avrupa sermayesi için Avrupa dışındaki bölgelerde çıkar alanları yaratılarak bunların genişletilmesinde, geri ülkelerden demiryolları ayrıcalıkları kopartılmasında ve uluslararası ödünçler veren Avrupa sermayesinin taleplerinin yerine getirilmesinde de militarizmi görmekteyiz. Militarizm son olarak, kapitalist ülkelerin kapitalist-olmayan uygarlık bölgeleri ele geçirmek için giriştiği rekabetçi mücadelede bir silâhtır.

Militarizmin bunlara ek olarak bir başka önemli işlevi vardır. Salt ekonomik açıdan, artı-değerin realize edilmesinde önde gelen bir araçtır; kendi başına bir birikim alanıdır. Devlet ve onun organlarının, sermayeye dönüştürülmüş olan artı-değeri içeren mal yığınının müşterileri arasında sayılamayacağını defalarca belirttik. Devlet ve organları ile serbest meslekler ve günümüz toplumunun çeşitli asalakları (‘kral, profesör, fahişe, paralı asker’) gelirlerini dolaylı bir şekilde sağladıklarından, artı-değerin (ve kısmen ücretlerden) geçinenler olarak özel bir kategoriye sokuluyordu. Ancak bu görüş sadece iki varsayım altında geçerlidir: İlk olarak Marx’ın şemasındaki gibi, devletin kapitalist artı-değer ve ücretlerden başka bir vergi kaynağı yoksa[1] ve ikinci olarak devlet ve organlarını sadece basit müşteriler olarak görürsek, eğer devlet organlarının (ve de ‘paralı askerin’) yaptıklarını tüketim olarak düşünürsek, o zaman tüketimin bir kısmı –faturayı işçilerin karşılaması durumunda– işçi sınıfından, kapitalist sınıfın asalaklarına aktarılmaktadır.

Bir an için işçilerden kopartılan ve onların tüketiminin sınırlanması anlamına gelen dolaylı vergilerin tamamen devlet yetkililerinin maaşlarını ödemek ve düzenli bir orduya bakmak için kullanıldığını düşünelim. O zaman bir bütün olarak baktığımızda sosyal sermayenin yeniden üretiminde bir değişiklik olmayacaktır. Toplum aynı tür ürünleri aynı miktarda talep edeceğinden, I ve II numaralı kesimlerdeki durum değişmeyecektir. Yalnızca, işgücü’nün metası olarak v, Kesim II’nin ürünleri (yani tüketim malları) açısından değer olarak değişmektedir. Bu v, yani işgücüne karşılık gelen miktardaki para, artık daha az tüketim malı ile değiştirilebilecektir. Bu durumda Kesim II’nin arta kalan ürünlerine ne olacaktır? Bu ürünleri şimdi işçiler yerine devlet yetkilileri ve düzenli ordu alacaktır. Kapitalist devletin organları, işçilerin tüketimini aynı oranda üstlenmektedir. Yeniden üretimin koşulları sabit kalırken, toplam üretim yeniden dağıtılmış olmaktadır. Kesim II’nin başta, v’ye eşdeğer miktarda, tamamen işçilerin tüketimini amaçlayarak üretilmiş olan ürünleri, şimdi kapitalist sınıfın asalaklarının tüketimine ayrılmaktadır. Sosyal yeniden üretim açısından baktığımızda, göreli artı değer sanki başlangıçta olduğundan belli bir miktar fazlaymışta, şimdi kapitalist sınıf ve onun asalaklarının tüketimine ekleniyormuş gibi bir senaryo oluşmaktadır.

İşçi sınıfının kapitalist devletin yetkililerine bakmak için dolaylı vergilendirme yoluyla kaba bir şekilde sömürülmesi, şu ana kadar, artı-değerin tüketilen kısmının artmasından başka bir anlama gelmemektedir. Şu farkla ki, artı-değerdeki bu yeni bölünme, sermaye ile emek arasındaki değişim tamamlandıktan sonra meydana gelmektedir. Kapitalist devletin organlarının tüketiminin, sermayeye dönüştürülmüş artı-değerin realize edilmesiyle hiçbir ilgisi yoktur, çünkü bu tüketime giden ek artı-değer –işçilerin pahasına da olsa– daha sonra yaratılmaktadır. Öte yandan eğer devlet yetkililerine bakılmasının maliyetinin büyük bir kısmını işçiler karşılamıyorlarsa, maliyetin tamamını kapitalistlerin karşılaması gerekecektir. Böyle bir durumda, kendi sınıf egemenliklerini devam ettiren organlara bakılabilmesi için aynı miktarda artı-değer ya doğrudan doğruya ve pek muhtemelen üretim sürecinden ya da artı-değerin kapitalistlerin tüketimini karşılamaya giden parçasından çekilecektir. Böylece kapitalistler kendi sınıflarını korumak için daha fazla katkıda bulunmak zorunda kaldıklarından, daha küçük ölçekte sermaye oluşturabileceklerdir. Kapitalistler, asalaklarının yükünü büyük ölçüde işçi sınıfına (ve de köylüler ve zanaatkârlar gibi basit meta üretimi temsilcilerine) kaydırabilecekleri sürece ellerindeki artı-değerden sermayeye dönüştürülmek üzere daha büyücek bir parça kalacaktır. Ancak henüz böyle bir sermaye oluşturma fırsatı doğmamış, yani artı-değerin yeni meta üretip realize edebileceği yeni bir Pazar yaratılmamıştır. Ancak, maliye bakanının elinde toplanan para silâh üretimi için kullanıldığında, görünüm değişmektedir.

Militarizmin faturası, dolaylı vergilendirme ve yüksek himayeci vergiler yoluyla büyük ölçüde işçi sınıfı ve köylüler tarafından karşılanmaktadır. Bu iki tip vergilendirmeyi birbirinden ayrı olarak değerlendirmeliyiz. Ekonomik açıdan baktığımızda işçiler açısından şöyle bir durum ortaya çıkmakta: Ücretler, yükselen gıda malları fiyatlarını karşılamak üzere artırılmadığı takdirde karteller ve işveren kuruluşlarının baskısı nedeniyle, sendikalı azınlıkta dâhil olmak üzere işçilerin büyük bir kısmı için böyle bir artış söz konusu değildir.[2] Dolaylı vergiler, işçi sınıfının satın alma gücünün bir kısmının devlete aktarılması anlamına gelmektedir. Değişken sermaye şimdi eskiden olduğu gibi, belli bir miktarda para olarak belli miktarda canlı emeği harekete geçirecek, bir başka ifadeyle üretimde belli miktarda değişmeyen sermaye kullanılabilecek, ancak buna karşılık gelecek miktarda artı-değer üretilecektir. Sermaye dönüşünü tamamlar tamamlamaz artı-değer işçi sınıfı ile devlet arasında bölüşülmektedir: İşçiler devlete ücret olarak aldıkları paranın bir kısmını teslim etmektedirler. Sermaye, değişken sermayenin tamamına maddî biçimini oluşturan işgücü şeklinde el koymakta, işçi sınıfı ise değişken sermayenin sadece bir bölümünü para biçiminde tutabilmekte, gerisini devlet almaktadır. Sermaye, kapitalist ile işçi arasındaki döngüsünü tamamlar tamamlamaz, hep bu süreç gerçekleşmektedir. Ancak bu süreç hiçbir zaman sermaye dolaşımı ve artı-değer üretiminin can alıcı aşamalarına karışmamakta, dolayısıyla sermaye açısından hiçbir endişe yaratmamaktadır. Ancak, tabiî ki bir bütün olarak sermayenin yeniden üretimi koşullarını etkilemektedir. İşçi sınıfının satın alma gücünün belli bir miktarının devlete aktarılması, işçi sınıfının geçimlik mal tüketiminde oransal bir azalmaya neden olur. İşçiler toplam üretimden daha küçük bir pay aldıklarına göre; değişken, sermaye (hem para hem de işgücü olarak) ve el konulan artı-değer yığını sabit kaldığı sürece, bir bütün olarak sermaye açısından, işçi sınıfı için daha az tüketim malları üretilecek demektir. O hâlde değişken sermayenin değeri ile realize edildiği geçimlik mal miktarı arasındaki oranda meydana gelen kayma nedeniyle; toplam sermayenin yeniden üretilmesi süreci içinde üretilecek olan geçimlik malların değeri, değişken sermayenin değerinden küçük olacaktır (Burada nominal ücretin sabit kaldığını ya da gıda mallarının fiyatındaki artışı karşılamaya yetecek düzeyde artmadığını varsayıyoruz. Bu fiyat artışı dolaylı vergiye karşılık gelmektedir).

Acaba yeniden üretimin maddî ilişkileri bu duruma nasıl uyarlanacaktır? İşgücünün yenilenmesi için daha az geçimlik mal gerekeceğinden, ortada bu azalmaya karşılık gelecek miktarda değişmeyen sermaye ve canlı emek kalacaktır. Bu fazlalık, toplumun yeni bir biçim alacak olan efektif talebini karşılayacak diğer metaların üretimi için kullanılabilir. Bu talep, vergi yasası yoluyla işçilerin satın alma gücünün bir kısmına el koymuş olan devletten kaynaklanmaktadır. Ancak bu kez devlet geçimlik mal talebinde bulunmamaktadır (bu zaten ‘üçüncü kişiler’ başlığı altında söylenmişti; burada, devlet yetkililerinin vergilerden karşılanan geçimlik mal talebini dikkate almıyoruz). Devlet özel bir ürüne gereksinme duymakta, karada ve denizde kullanılabileceği savaş silâhlarını talep etmektedir.

Sosyal üretimde bunları izleyen değişiklikleri incelemek için bir kez daha Marx’ın ikinci yeniden üretim şemasını temel alıyoruz.

I. 5,000c+1,000v+1,000s=7,000 üretim aracı,

II. 1,430c+285v+285s-2,000 tüketim malı.

Dolaylı verginin geçimlik malların fiyatında yarattığı artış nedeniyle, işçi sınıfının tüketiminin, reel ücretlerin 100 değer birimi miktarında azaldığında varsayalım. İşçiler eskiden olduğu gibi yine para olarak 1,000v+285v=1,285v alacaklardır. Ancak bu para karşılığında sadece 1185 değer geçimlik mal elde edebileceklerdir. Gıda mallarının fiyatındaki vergi artışına karşılık gelen 100 birim, devlete gidecektir. Devlet köylülerden vs., askerî amaçla 150 birim daha vergi alacak; toplam, 250’ye yükselecektir. Bu toplam yeni bir talep oluşturmaktadır –silâh talebi. Ancak bu aşamada biz sadece işçilerin ücretlerinden alınan 100 birimle ilgilenmekteyiz. Silâha yönelik 100 değer talep, bu amaca uygun bir üretim dalı yaratılarak karşılanmalıdır. Marx’ın şemasındaki sermayenin organik bileşimine göre bu üretim dalı 71,5 değişmeyen sermaye ve 14,25 değişken sermayeye gereksinme duyar.

71,5c+14,25v+14,25s=100 silâh.

Bu yeni üretim dalı ayrıca 71,5 üretim aracı ve yaklaşık 13 geçimlik mal (işçilerin reel ücreti de 1/13 oranında azaldığından) üretilmesini gerekli kılmaktadır. Buna, işçi sınıfının fiilî tüketimindeki azalmanın, kaçınılmaz olarak üretilen geçimlik mallarda da oransal bir azalmaya yol açacağını söyleyerek, talepteki bu genişlemenin sermaye getireceği kârın sadece kâğıt üzerinde kalacağı itirazını getirebilirsiniz. Kesim II’deki üretim daralması şu biçimi alacaktır:

71,5c+14,25v+14,25s=100

İşçi sınıfının tüketimindeki azalma nedeniyle birinci kesimde de yeni duruma uyan oranda daralma olacağından, eşitliklerimiz şu hâle girmektedir:

I. 4,949c+989,75v+989,75s=6,928,5,

II. 1,358,5c+270,75v+270,75s=1,900.

Eğer bu 100 birim, devletin devreye girmesiyle, aynı miktarda silâh üretilmesini gerekli kılıyorsa ve üretim araçlarında da buna karşılık gelecek şekilde bir artış oluyorsa; sosyal üretimin maddî biçimi açısından ilk bakışta sadece dışsal bir değişiklik meydana gelmiştir: Belli miktarda geçimlik mal yerine şimdi belli miktarda silâh üretilmektedir. Sermaye sağ eliyle kaybettiğini sol eliyle kazanmaktadır. Ya da geçimlik mal üreten çok sayıda kapitalist, kendi mallarına yönelik efektif talebi küçük bir grup oluşturan büyük silâh imalatçılarına kaybetmişlerdir.

Ancak bu görüntü sadece bireysel sermayeler açısından geçerlidir. Gerçekten de, üretimin şu ya da bu faaliyet alanı içinde yapılması hiçbir şey değiştirmez. Bireysel kapitalist için, toplam üretimde şemanın ayırdığı gibi farklı üretim kesimleri söz konusu değildir. Bireysel kapitalist için, ortada sadece meta ve müşteri vardır, yaşama araçları ya da ölüm araçları, konserve et ya da zırh üretmesi hiç fark etmez.

Militarizme karşı çıkanlar, askerî donanımın, sermaye için ekonomik bir yatırım olarak kârları bir kapitalistin cebinden alıp bir başka kapitalistin cebine koymak anlamına geldiğini göstermek için sık sık bu noktayı kullanırlar.[3] Öte yandan, sermaye ve yandaşları, dolaylı vergilerle devletten kaynaklanan talebin, yeniden üretimin sadece maddî biçiminde bir değişiklik yaratacağım kruvazör ve silâh gibi metaların üretileceğini, bunun da işçilere en az eskisi gibi hatta daha iyi bir yaşam sağlayacağına inandırmaya çalışırlar.

Şemaya şöyle bir göz attığımızda bu görüşün işçi sınıfı açısından ne kadar yanlış olduğunu görmekteyiz. Kıyaslamayı kolaylaştırabilmek için, silâh sanayiinin, eskiden geçimlik mal üretiminde kullanıldığı kadar işçi istihdam edeceğini varsayacağız. Yani ücret olarak 1,285 birim ödenecek ancak işçiler bununla şimdi sadece 1,185 birim geçimlik mal alabileceklerdir.

Bütün bunlar, sermayenin bütünü açısından daha farklı bir durum yaratırlar. Sermaye açısından devletin silâh talebini oluşturan 100 birim yeni bir pazar yaratmaktadır. Başlangıçta değişken sermaye olarak hizmet gören bu para işlevini yerine getirmiş, artı-değer üretmiş olan canlı emekle değiştirilmiştir. Ancak o anda değişik sermayenin dolaşımı tamamlanmadan durmuş, para bölünmüş ve devletin elinde yeni bir satın alma gücü hâline gelmiştir. Bu para sanki el çabukluğuyla yaratılmıştır ama yeni açılmış bir pazar etkisi yaratmıştır. Tabiî, sermayenin hiç değilse şimdilik işçi sınıfına 100 birim tüketim malı satabilmesi engellenmiştir. Bireysel kapitalist için metaların müşterisi olarak, işçinin diğer bir kapitalistden, devlet, köylü ya da yabancı bir ülkeden farkı yoktur. Sermayenin bütünü açısından, işçi sınıfına bakılmasının sadece zorunlu bir kötülük olduğunu, bunun, üretimin gerçek amacına ulaşmasında (artı-değer yaratılması ve realize edilmesi) bir araç olduğunu unutmamalıyız. Eğer artı değer işçilere gerekli geçimlik araçlar vermeden yaratılabilecek olsaydı, bu tabiî ki girişimci için çok daha iyi olurdu. Daha az tüketim malı üretmek, ücretlerin sürekli olarak azaltılmasının kaçınılmaz sonucu olduğuna göre, dolaylı vergiler, –gıda mallarının fiyatı sabit kaldığı sürece– kapitalistlerin işlerini hiç aksatmadan ücretleri yüz birim azaltabilmeleriyle aynı etkiyi yaratmaktadır. Eğer ücretler büyük ölçüde azaltılırsa, bunun sonucu olarak işçiler için daha az geçimlik mal üretilecek olması sermayeyi endişelendirmeyeceği gibi, sermaye zaten her fırsatta bu uygulamaya girişmektedir. Aynı şekilde, eğer işçilerin geçimlik mallara olan efektif talebi ücret artışı ile telafi edilmeden dolaylı vergiler yoluyla azalırsa, buna toplam sermayenin de itirazı olmaz. Aslında bu durum görünürde garip durabilir; çünkü dolaylı vergi uygulaması durumunda değişken sermayenin bir kısmı doğrudan doğruya maliye bakanına gitmektedir, oysa ücretler doğrudan doğruya indirilmiş olsaydı, bu sadece kapitalistlerin cebine girerdi –meta fiyatları sabit kaldığı sürece– ve göreli artı-değer artardı. Ancak, özellikle sendikal örgütlenme ileri düzeydeyse, nominal ücretlerde genel ve sürekli bir indirim sağlanması sadece ender rastlanan durumlarda geçerlidir. Sermayenin bu çok düşkün olduğu özlemini gerçekleştirebilmesinin karşısında güçlü siyasal ve toplumsal engeller vardır. Oysa reel ücretlerin dolaylı vergiler yoluyla azaltılması çabuk, sürtüşmesiz ve genel düzeyde gerçekleştirilebilir. Kaldı ki, doğacak protestoların dinlenmesi zaman alacak ve muhalefet siyasal alana sıkıştırılacağından, itirazlar hemen ekonomik sonuçlar yaratmayacaktır. Dolaylı vergilerle birlikte geçimlik mal üretiminin sınırlandırılması sermayenin bütünü açısından pazar kaybı anlamına gelmez, tersine artı-değer üretme maliyetinde bir tasarruftur. Canlı emeğin yeniden üretilmesi, artı-değer üretimi için ne kadar gerekliyse de, artı-değer hiçbir zaman işçiler için geçimlik mal üreterek realize edilemez.

Yine örneğimize dönersek:

I. 5,000c+1,000v+1,000s-7,000 üretim aracı,

II. 1.430c 289v+285s-2,000 tüketim malı.

İlk bakışta, Kesim II’nin işçilere geçimlik mal üreterek Kesim I’in de bu sürece gerekli üretim aracı sağlayarak, artı-değer yaratıp realize ettikleri gibi görüntü çıkmaktadır. Oysa sosyal üretime bir bütün olarak baktığımızda, bu yanılgı kaybolmaktadır. Bu durumda eşitlik şu hâli almakta:

6,430c+1,285v+1,285s=9,000.

Şimdi, eğer işçilerin geçimlik malları 100 birim azaltılırsa, her iki kesimde de buna karşılık gelecek daralma nedeniyle eşitlikler şu hâle gelecektir:

I. 4,949c+989,75v+989,75s=6,928,5,

II. 1,358,5c+270,75v+270,75s=1,900.

Bir bütün olarak sosyal üretim açısından da:

6,307,5c+1,260,5v+1,260,5s=8,828,5.

Bu durum, hem toplam üretim hacminde hem de artı-değer üretiminde genel bir azalma gibi görünmektedir. Bu durum toplam üretim hacmini sadece soyut değer miktarları olarak düşündüğümüz zaman geçerlidir, yoksa sermayenin maddî bileşimi açısından böyle bir şey söz konusu değildir. Daha yakından baktığımızda aslında işgücünün bakımı için gereken harcamalardaki azalmadan başka bir şey olmadığını görürüz. Hiç kuşkusuz daha az geçimlik mal ve bu malların üretilebilmesi için de daha az üretim araçları üretilmektedir ama, bunların işlevi işçilere bakılmasını sağlamaktan başka bir şey değildir. Sosyal üretim azalmıştır ve daha az sermaye kullanılmaktadır –ama kapitalist üretimin amacı zaten mümkün olduğu kadar fazla sermaye istihdam etmek değildir ki; temel amaç mümkün olduğu kadar çok artı-değer üretmektir. Sermaye kuşku yok azalmıştır ama daha az sermaye işçilerin bakımı için yeterli olmaktadır. Eğer başta istihdam edilen işçilerin bakımının toplam maliyeti 1,285 birimdiyse, şimdi bu maliyet 171,5– (9,000-8,828,5) birim azalmış ve toplumsal üretimin bileşiminde de değişiklik meydana gelmiştir:

6,430c+1,113,5v+1,285s=8,828,5.

Değişmeyen sermaye ve artı-değerde bir değişiklik olmamış, sadece değişken sermaye yani emeğe yapılan ödeme azalmıştır. Eğer, değişmeyen sermaye açısından değişiklik olmayacağı konusunda kuşku duyuluyorsa, fiilî uygulamada geçerli olan bir durumu dikkate alarak, işçiler için üretilen geçimlik mallarda bir azalma olursa, değişken sermayede de buna karşılık gelen bir azalma olduğunu varsayabiliriz. Bu durumda sosyal üretimin bütünü açısından şu eşitlik geçerli olacaktır:

6,307,5c+1,236v+1,285s=8,828,5.

Sosyal üretimdeki azalmaya karşın, artı-değerde hiçbir değişiklik olmamış, sadece işçilere bakmanın maliyeti düşmüştür.

Sorunu şöyle koyalım: Toplam sosyal üretimin değeri, üç parçadan meydana geldiği şeklinde tanımlanabilir; toplumun toplam değişmeyen sermayesi, toplam değişken sermayesi ve toplam artı-değeri. Birinci gruba giren mallar hiçbir ek emek içermez, ikinci ve üçüncü gruplar ise hiçbir üretim aracı kapsamayacaktır. Bu ürünler, maddî biçimleri açısından düşündüğümüzde, belli bir veri üretim zamanı içinde yaratılmışlardır –değişmeyen sermaye, değer açısından baktığımızda bir önceki dönemde üretilmiştir ve bu dönem içinde sadece yeni ürünlere aktarılmaktadır. Bu temel üzerinden işçileri de, birbirlerini dışlayan üç özgün kategoride istihdam edildikleri şeklinde ayırabiliriz: Toplumun toplam değişmeyen sermayesini üretenler, işçilerin bakımı için gerekli olan ürünleri sağlayanlar ve son olarak kapitalist sınıf için tüm artı değeri yaratanlar.

O hâlde, işçilerin tüketimi kısıldığında, sadece ikinci kategorideki işçiler işsiz kalacaktır. Ex hypothesi, bu işçiler sermaye için hiçbir zaman artı-değer yaratmadıklarından, işlerinden kovulmaları kapitalist açısından bir kayıp değil, artı-değerin üretilmesi maliyetinin azalması açısından bir kazançtır.

Oysa aynı sırada devletin meta talebiyle ortaya çıkması, artı-değerin realize edilebilmesi için yeni ve çekici bir alan yaratmıştır. Değişken sermaye olarak dolaşan paranın bir kısmı döngüden koparak, devlet hazinesinde yeni talebi temsil eder olmuştur. Tabiî vergilendirme tekniği açısından olayların sırası çok farklıdır: Aslında dolaylı vergi tutarı devlete sermaye tarafından önceden ödenmiştir ve kapitalistlerin metalarını satmasıyla birlikte, metaların fiyatının bir parçası olarak geri alınmaktadır. Ancak bu uygulama ekonomik yönden hiçbir değişiklik yaratmaz. Önemli olan, değişken sermaye olarak işlev gören para miktarının önce sermaye ile işgücü arasındaki değişimin aracılığını yapmasıdır. Bu para, işçilerle kapitalistler arasında, metaların müşterileri ve satıcıları olarak değişiklik gerçekleştikten sonra, el değiştirerek vergi olarak devlete gidecektir. Sermayenin dolaşıma soktuğu bu para, önce işgücüyle değişim işlevini yerine getirir, daha sonra devletin aracılığıyla yepyeni bir yaşama başlar. İşgücüne ya da sermayeye bağlı yeni bir satın alma gücü olmadığı gibi, ne kapitaliste ne de işçi sınıfına hizmet eden özel üretim dallarına gitmeyecek, sadece sermayeye artı-değer yaratma ve realize etme açısından yeni fırsatlar sağlayacaktır. Daha önce, işçilerden alınan dolaylı vergilerin devlet görevlilerinin maaşlarının karşılanması ve ordunun bakımı için kullanılmasını konu dışı tutup, işçi sınıfının tüketimindeki ‘tasarruf’dan söz ederken, bu tasarrufun, kapitalist sınıfın asalakları ile onların sınıf egemenliğinin aracılarının tüketimlerinin işçiler tarafından karşılanması anlamına geldiğini görmüştük. Asalaklara yapılan ödeme, artı değer yerine değişken sermaye tarafından karşılanmakta ve buna karşılık gelen miktarda artı-değer sermaye yaratma amacına hizmet edebilmektedir. Böylece, işçilerden alınan vergilerin, silâh imalatı için kullanılması durumunda, sermayeye birikim için nasıl yeni bir fırsat yarattığını görüyoruz.

Dolaylı vergi esası üzerinden baktığımızda, militarizm, uygulamada iki yönlü sonuç yaratır. Bir yandan işçi sınıfının normal yaşam düzeyini azaltarak, sermayenin, kapitalist yönetimin organı olan düzenli orduya bakabilmesini güvence altına almakta, diğer yandan da sermaye daha fazla birikim olanağı sağlayan büyük bir alandan yararlanabilmektedir.[4]

Devletin, silâh üretimine yatırılan toplam 250 birimlik satın alma gücünün, verdiğimiz örnekte değindiğimiz 150 birimlik ikinci kaynağını da incelememiz gerekir. Bu yüzelli birim, onu sağlayanların işçiler değil de, küçük burjuvalar yani zanaatkâr ve köylüler olması açısından çok temel bir farklılık göstermektedir (Bu bağlamda kapitalist sınıfın göreli olarak küçük vergi katkısını ihmal edebiliriz).

Köylü kitlelerinden (proletarya olmayan tüm tüketiciler için kullandığımız genel ifade) vergi olarak devlete giden para başlangıçta ortaya sermaye tarafından sürülmediğinden, dolaşım sürecinde de sermayeden kopmamıştır. Bu para köylülerin elinde realize edilmiş olan malların eşdeğeri olan, basit meta üretiminin değişim değeridir. Şimdi devlet kapitalist-olmayan tüketicilerin satın alma gücünün bir bölümünü almaktadır. Bir başka ifadeyle, bu satın alma gücü, artı-değerin sermaye birikimi için realize edilebilmesi için zaten kullanılmaya serbesttir. Şimdi ortaya çıkan soru, bu tabakanın satın alma gücünün askerî amaçlarla kullanılmak üzere devlete yönlendirilmesinin sermaye açısından ekonomik değişiklikler yaratıp yaratmayacağı, yaratacaksa bunun ne nitelikte bir değişiklik olacağıdır. Sanki yeniden üretimin maddî biçiminde bir başka değişikliğe rastlamaktayız. Sermaye şimdi köylü tüketiciler için büyük miktarda üretim aracı ve geçimlik mal üreteceği yerde, devlet için buna eşdeğerde savaş malzemesi üretecektir. Aslında değişiklik bundan da derine gitmektedir. Her şeyden önce ve en önemlisi, devlet, vergilendirme mekanizmasını, kapitalist olmayan tüketicilerin normal olarak kendilerinin tüketimleri için harcayacakları miktarın çok daha ötesinde satın alma gücü seferber ederek kullanabilmektedir.

Gerçekten de, köylülerin meta ekonomisine sokulmasından büyük ölçüde modern vergi sistemi sorumludur. Köylü, vergilerin baskısı altında giderek daha fazla ürünü meta hâline sokmak, aynı zamanda giderek daha fazla satın almak zorundadır. Vergilendirme, bir yandan köylü ekonomisinin ürününü dolaşıma girmeye, diğer yandan da köylüleri kapitalist ürünleri satın almaya zorlar. Vergilendirme sistemi son olarak köylü ekonomisinden, köylü tipi meta üretimi altında mümkün olandan daha fazla satın alma gücü çekmektedir.

Normal koşullar altında köylüler ya da alt orta sınıfın bankalara yatırılacak kadar büyüyene kadar iddihar ettiği para, efektif talep oluşturmak ve yatırım olanakları sağlamak üzere serbest bırakılmaktadır. Dahası, türlü çeşitli meta için zaman zaman efektif hâle gelen ve çoğu zaman zaten basit meta üretimi tarafından karşılanabilecek olan bireysel ve önemsiz düzeydeki talebin yerini, devletin geniş kapsamlı ve homojen nitelikli talebi almaktadır. Ve bu talebin karşılanması en gelişkin büyük sanayii gerektirmektedir. Bu talebin karşılanabilmesi, artı-değer üretimi ve birikimi için en uygun koşulları gerektirmektedir. Orduya malzeme sağlayan üreticiler için hükûmet siparişleri biçimini alan bu satın alma gücü, kişisel tüketimdeki öznel dalgalanmalar ve kaprislerden bağımsız, büyük miktarlar hâlinde yoğunlaşmış bir satın alma gücü olarak neredeyse otomatik bir düzenlilik ve ritmik bir büyüme sağlamaktadır. Askerî üretimin bu otomatik ve ritmik devinimini, nihai olarak, yasama organı ve işlevi ‘kamuoyu’ denen şeyi şekillendirmek olan basın yoluyla sermaye kontrol eder. İşte bu nedenle kapitalist birikimin militarizm alanı, ilk bakışta sonsuza dek genişleyebilir gibi görünmektedir. Sermaye için pazar genişletmek ve işleyişi gereği tabana kurma doğrultusundaki diğer tüm çabalar büyük ölçüde sermayenin kontrolü dışındaki tarihsel, toplumsal ve siyasal etkenlere bağlıdır. Oysa düzenli ve sürekli bir şekilde genişleyen bir alanı temsil eden askerî üretim, en başta sermaye tarafından şekillendirilir gibi durmaktadır. Sermaye bu şekilde tarihsel bir zorunluluğu kendi yararına çevirmektedir: Kapitalist dünya içinde, sürekli olarak şiddetlenen rekabetin kendisi, birikim açısından birinci öneme sahip bir alan yaratır.

Sermaye, kapitalist-olmayan ülke ve toplumların üretim araçları ve işgücünü ele geçirmeye yönelik dış siyaset ve sömürgeci siyaseti uygularken giderek daha fazla miktarda askerî müdahaleye başvurmaktadır. Aynı militarizm, kapitalist ülkelerde de, kapitalist olmayan tabakaların satın alma gücünü yönlendirmede yukarıdakine benzer şekilde işler. Bundan basit meta üretiminin temsilcileri ve işçi sınıfı aynı şekilde etkilenmektedir. Sermaye birikimi, bu iki grubun pahasına, ilk grubu üretken güçlerden yoksun kılarak, ikinci grubun da yaşam düzeyini düşürerek, en üst gücüne ulaşır. Söylemeye gerek yok, sermaye birikiminin koşulları bir aşamadan sonra, hem o ülke içinde hem de dışarda tam karşıtına dönüşür –koşullar, kapitalizmin çöküşü koşulları olur.

Sermaye o ülke içinde ve dış dünyada kapitalist-olmayan tabakanın yıkımına ne kadar acımasızca girişirse ve bir bütün olarak işçilerin yaşam düzeyini ne kadar daha fazla azaltırsa, sermayenin günlük tanımındaki değişme de o kadar büyük olur. Bu tarih siyasal ve toplumsal felâket ve darbeler dizisi hâline gelir, dönemsel ekonomik felâketler ve ya da bunamalarla noktalanan koşullar altında birikim artık devam edemez olur.

Ancak sermayenin kendisinin yarattığı bu doğal ekonomik çıkmaza daha tam ulaşılmadan, uluslararası işçi sınıfının sermayenin egemenliğine karşı başkaldırması gereklilik hâlini alır.

Yeryüzünü yutma ve diğer tüm ekonomileri silme eğiliminde olan ve yanı başında hiçbir rakibi hoş görmeyen kapitalizm, propaganda silâhına sahip ilk ekonomi biçimidir. Ancak aynı zamanda kendi başına var olamayan, ortam ve toprak olarak diğer ekonomik sistemlere gereksinme duyan iki ekonomi biçimi de kapitalizmdir. Evrensel olmaya gayret göstermesine karşın ve aslında bu eğilim nedeniyle çökme durumundadır –çünkü içsel olarak evrensel bir üretim biçimi hâline gelmeye muktedir değildir. Kapitalizm, yaşayan tarihi içinde kendi içinde çelişkidir; birikimin devinimi, çalışmaya çözüm getirirken aynı zamanda çatışmayı şiddetlendiren, gelişmenin belli bir aşamasında, sosyalist ilkelerin uygulanmasından başka bir çıkış yolu kalmayacaktır. Sosyalizmin amacı birikim değil, tüm dünya üzerindeki üretken güçleri geliştirerek çalışan insanlığın gereksinmelerini karşılamalıdır. Bu nedenle sosyalizmin, doğası gereği uyumlu ve evrensel bir ekonomi sistemi olduğunu görüyoruz.

Rosa Luxemburg

1913

[Kaynak: Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi, çev. Tayfun Ertan, Alan Yayıncılık, 1985, s. 348-359.]

Dipnotlar:

[1] Dr. Renner, bu varsayımı, vergilendirme konusundaki araştırmasına temel oluşturmaktadır. ‘Bir yıl boyunca üretilen her değer parçası dört bölümden oluşur: Kâr, faiz, rant ve ücret. Yıllık vergi sadece bunlardan alınabilir’ (Das arbeitende Volk und die Steuern, Vienna, 1909). Renner köylülerden bahsetmeye başlar başlamaz bunları tek bir cümleyle  bir yana itivermektedir: ‘Köylü aynı zamanda girişimci, işçi ve toprak sahibi olduğundan, tarımsal geliri kendisine, hepsi bir arada, ücret, kâr ve rant getirmektedir.’ Tabiî ki kapitalist üretimin tüm kategorilerini hep birden köylüye uygulamak ve köylüyü, girişimci, ücretli emekçi ve toprak sahibi olan tek bir kişi olarak görmek, anlamsız bir soyutlamadır. Köylüyü, Renner gibi tek bir kategoriye sokmak istersek, o ne kapitalist girişimci sınıfına ne de ücretli proletaryaya girecektir. Ekonomik açıdan kapitalizmin değil, küçük meta üretiminin temsilcisidir.

[2] Emperyalist aşamanın özgül olguları olarak karteller ve tröstlere değinmek bu çalışmanın çerçevesini aşmakta. Bunlar, bireysel kapitalist grupların varolan birikim alanları ve kârların paylaşımında tekel kurmak için verdikleri rekabetçi mücadeleden doğar.

[3] Örneğin Profesör Manuilov’un Vorontsov’a gönderdiği şu yanıt o zamanlar Rus Marxistleri tarafından çok övülmüştü: ‘Burada savaş silâhları üreten bir grup girişimciyi, kapitalist sınıf bütününden kesin olarak ayırmalıyız. Top, tüfek ve diğer savaş malzemesini üreten imalatçılar için militarizmin varlığı hiç kuşkusuz hem kârlı hem de kaçınılmazdır. Silâhlı barış sisteminin kaldırılmasının Krupp’un yıkımına yol açması mümkündür. Ancak ele alınan sorun, bir grup özel girişimci değil, sınıf olarak kapitalistler ve üretimin bütünüdür.’ Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, ‘eğer vergi yükü büyük ölçüde çalışan sınıfın üstüne binerse, bu yükün her artırılışında nüfusun satın alma gücü azalacak, metalara olan talep de düşecektir.’ Bu gerçek, silâh üretimini hesaba kattığımızda, militarizmin gerçekten de ‘bir grup kapitalisti zenginleştirirken aynı zamanda diğer tüm kapitalistlere zararı dokunduğunu, bir yandan kazanç, bir yandan da zarar getirdiğini kanıtlamaktadır’ (Vesnik Prava, Journal of the Law Society, St. Petersburg, 1890, no. 1, ‘Militarism and Capitalism’.

[4] İşgücünün yenilenmesindeki normal koşulların kötüleşmesi, sonunda tabiî ki emeğin üretkenliğini ve ortalama verimliliğini azaltacak, dolayısiyle artı-değer üretme koşullarını tehlikeye sokacaktır. Ancak sermaye bu sonuçları uzun zaman hissetmeyecek, ücretli işçiler genel olarak daha seer savunma önlemleri alana kadar sermaye bu durumu ekonomik hesaplamaları içine sokmayacaktır.