Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümü üzerine, siyasî tutuklular üzerinde deney ve işkence uygulamaları hatırlandı. Kimi sol mecralarda, Çığ’ın ve kardeşi Prof. Dr. Turan İtil’in kurucusu olduğu HZI Vakfı’nın işkence uygulamaları, buna karşın Dev-Sol’un bombalı eylemi gündeme geldi. Çığ’ı ve çevresini bu tür suçlara yöneltenin ise onların “ırkçılığı” olduğu vurgulandı; kimi yazılarda CIA’nın karşı devrimci/ayaklanma bastırma yöntemlerinin bir uzantısı olarak mesele ele alındı.
Bu vurgular doğru olmakla birlikte, meseleye bütüncül ve derin bir bakıştan yoksundurlar. Çığ’ın ölümü üzerine ortaya çıkan tartışma, hem onun şahsında bir evrensel karşı-devrim harekâtının kaynaklarına değinme imkânı hem de bu büyük operasyona karşı durduğunu sanan solun düştüğü tuzakları tanımamıza olanak veriyor.
Yapılan yorumlarda, esasen olayın pratikte görünen yüzüne, işkenceye tek yönlü olarak vurgu yapılıyor olması bize çok şey söylüyor. Zira, Muazzez İlmiye Çığ “sorununun” teorik yönü deşildiğinde, ortaya çıkacak manzara, onun “Batı-merkezci/modernist” eleştirmenlerini de rahatsız edecektir. Buradan başlayalım.
Teoride Muazzez İlmiye Çığ, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya Karşı
Çığ’ın kitaplarında işlediği temel tezlerden biri, Sümer dinî ve esasen onun vasıtasıyla Tevrat ve Kur’an arasında belirgin bir fark olmadığıdır. Kur’an’ı Tevrat’ın basit ve kötü bir özeti gibi görmektedir.[1] Böylece esasen Kur’an’ın ve dolayısıyla İslam’ın devrimci çıkışını değersizleştirmektedir. Bu işlem icra edilirken, metinler arası benzerlik ve paralelliklerin arka arkaya verilmesi yöntemi izlenmiştir. Söz gelimi, miras veya baş örtüsü geçen cümleler alt alta sıralanır, benzerlikleri vurgulanır ancak toplumsal ve ekonomik şartlara, bunlar arasında açığa çıkan farkların yaşamsal önemine, bahsi geçen dinlerin kitleler üzerindeki etkisine ve kendi çağlarındaki sınıflar mücadelesinde tuttukları yere girilmez.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı ise başka bir yol izler. Tam da “dinlerin Sümerli kökenleri”nin bilim çevrelerinde yazılıp çizildiği günlerde, Doktor, meselenin teorik/politik mecrasını görür ve müdahale eder:
“… batılı aydınların üniversite çevresinde olsa da din yorumları maddeci bir ivme kazandı. Tevrat ve İncil’in Sümer’deki köklerine kadar inildi. Bu görüşler 12. ve 16. yüzyıllara kadar iniyordu. Daha da geliştirildi. Ancak bilgilerin üst üste yığılması, gerçekten onları bilince çıkarmak anlamına gelmiyordu. Asıl önemli olan, tarihin gidiş kanunlarını bulmak ve yorumunu bu kanunlara göre yapmaktı. Ve daha önemlisi hayatı bu kanunlara göre yeni baştan örmekti. Bu zaruretlere uyulamayınca, yazan ve söyleyenlerin kendileri bile ne yazdıklarını ve ne söylediklerini unutabilirlerdi… Kültür, kuru bilgiler (kütüphaneler) kırkambarı değildir. Ekonomi temelli bir toplum sisteminin o temellerde sımsıkı bağları bulunan çatı hatta gövdeye uzanan katlarıdır.”[2]
Metot bu şekilde ortaya konduktan sonra, olgunun tarihsel ve toplumsal zeminini göstermek mümkün hâle gelmektedir. Aksi hâlde aşağıda aktarılan tespitlere varmak mümkün olmayacaktı, zaten Çığ da bu tespitlere varılmasının önünde bir kavrayışsızlık tehlikesi vaziyetinde, Samuel Noah Kramer ekolünün Türkiye mümessili olarak işlev görmüştür. Şöyle devam ediyor Kıvılcımlı:
“Kur’an’daki allah sistemi, kendinden hemen önceki İncil ve Tevrat’tan değil, en eski Ortodoks Hz. İbrahim geleneğinden alınmadır. Çünkü Tevrat ve İncil’in yazılan değil ama Musa ve İsa’ya yansıyan asıl temel ruhu yine İbrahim geleneğinden alınmadır… Fakat hepsinin allah sistemini yorumlayışı farklı farklıdır. Hepsi bir tek allaha inanmakla birlikte yaşadıkları koşullar bakımından tarihsel görevleri başka başkadır. Ve her insan gibi onlar da kendi çağlarının birikimleriyle düşünüp davranırlar. Bu ölçüde ayrılıklar, adım adım geliştirimler olur… İbrahim henüz antik tefeci bezirgân medeniyetlerinin lokal aşamasını yaşıyordu… Oysa Muhammed zamanında tefeci-bezirgân medeniyetleri lokal aşamayı çoktan aşmış, evrencil aşamaya geçmeye hazırlanıyorlardı. İslam medeniyeti, evrensel tefeci bezirgânlık aşamasını açtı. Muhammed bu aşamayı, Kur’an’ın Arabistan’da iktidar olmasıyla temellendirdi.”
Malumat Yığıntısının Karşı-Devrimci İşlevleri – Ateist Tafralar
Doktor’un analizlerine burada ayıracağımız her sayfa yetersiz kalır; kaynağın kendisi mutlaka okunarak dinler tarihinin ve şehirli toplumlarda sınıf kavgasının eriştiği boyutu, bu aşamada İslam’ın doğuşunun toplumsal anlamı üzerine durulmalıdır. Biz burada Çığ’ın temsil ettiği gericilik karşısında Kıvılcımlı’nın temsil ettiği devrimci teorinin farkına eğilerek devam edelim; Kramer/Çığ ekolünü şöyle ele alır ilerleyen sayfalarda:
“Yine de her iki çaba da boşa gitmedi. Frazer, bütün kültürlerin barbar hatta vahşi temellerine işaret etti. Kramer medeniyet kültürlerin Sümer’deki köklerine işaret etti… Ancak her ikisi de belgelerin toparlanışı ve karşılaştırmalı paralelliklerini gösteren karmaşık birikimlerden öteye geçemediler. Çünkü toplum biçimlerinin gelişim kanunlarıydı asıl olan… gelişim kanunlarını bulmadan bilgileri üst üste yığmak ne işe yarayabilirdi? Toplum biçimlerinin gelişim kanunlarını bulmaya yarayabilirdi. Ve buna yaradı. Bu yüzden bu tür bilimler birikim bilimi olmaktan öte geçemediler. Ancak bu birikimler olmadan da asıl kanunları arayıp bulan tasnif bilimi kendini ortaya koyamazdı. Bu böyledir diye birikim ile tasnifi karıştırmamalıyız.”
Evet, bugün olan da tam olarak bu değil mi? Bu karmaşadan günümüzün popüler akımları yeni ateizm, agnostisizm vb. doğup âdeta yeni devrin sözde “muhalif dinleri” hâline gelmediler mi? Sistemin ezdiği, onun riyasından bezen gençlik, devrimcilikten bu yeni dinler vasıtasıyla uzak tutulmuyor mu?
“Dinin sağladığı toplumu oluşturan bağa, motivasyona ve dinin kimlik verici fonksiyonuna saldırıyor esasen. Burada saldırı sadece örgütlü dinlere değil, insanların örgütlenmesine, bağ kurmasına, kısacası toplumsallaşmasına yol açabilecek, kütle çekimi etkisi yaratabilecek –Hikmet Kıvılcımlı’nın ‘tarih ve insan üretici gücü’ diye adlandırdığı– gelenek, kimlik ve kolektif aksiyon birikimine, kısacası ‘asabiye’sine saldırı yürütülüyor. Tarihsel bağlarından koparılan bireylerin her türlü olası direniş potansiyelleri yok edilerek mevcut düzen adacıklarının çekim kuvvetine daha sıkı bağlanması amaçlanıyor. Her şey bireyin ‘aklı, cehaleti, korkusu, ön yargısı, bağnazlığı, menfaati...’ üzerinden açıklanıyor. Arada bir insanlardan topluluk olarak ya bağnaz, tüccar din adamları ya cahil kuru kalabalıklar ya da felsefî bilgelik meşalesini elden ele taşıyan elit bilgeler şeklinde bahsediyor. Tüm dünya okuması temelde buna dayanıyor.”[3]
Hâlbuki sözde katı materyalist, bilimci, aslında toplum ve devrim karşıtı yeni akımların örttükleri bir gerçek de şudur: “Hiçbir din/inanç/ideoloji evrenin sırrını elinize şifreleriyle vermez. Ve dünyanın yaşanacak milyonlarca yılına gün be gün ışık tutmaz. Kehânetçilik beklemeyin.”[4] Çığ ve tilmizleri, dinlerin kendi iddiası olmayan tahrifatlı sözde iddialarla, kendi tahrif edilmiş sonuçlarına varıyor; böylelikle tarihsel ve toplumsal yerlerini sınıfsız ve kavgasız bir zeminde düzlüyorlar. Doktor bu tehlikeye işaret etmekte de öncüdür:
“Doğuda, göçebe Moğollar ve Türkler, İslam medeniyetini hem öldürürler hem rönesansa uğratırlar. Batıda, Afrika kuzeyinde Berberiler aynı şeyi yaparlar. İbni Haldun, o İslam ölüş ve dirilişleri içinde ve birikişlerinde ‘tarih bilimi’ni yapar. Kendisi iliklerine dek Müslüman olduğu için İslam medeniyetini kayırmaz, yıkılış ve diriliş kanunlarını olduğu gibi arar, bulur ve koyar. Biz ondan yüzlerce yıl sonra bile onun kadar tarafsız, laik olabiliyor muyuz? Ne gezer! Sağlar, koyu bir İslam tapıncı ve nihilizmiyle ve bir o kadar da bezirgân ikiyüzlülüğüyle kudurup kudurtulurken; sollar da ateist afur tafurları ve tafralarıyla konunun üzerinden atlayıp geçiyorlar veya geçtiklerini sanıyorlar.”
Ateist tafraların ve sözde sosyalistlerin tarih dışı kavrayışsızlıklarının, dine “mucize çürütme” işlemleri uygulayıp onu modernite adına yenip durarak görmeyi engelledikleri tarihsel kopuşlar dinler tarihinde mecvuttur.
“Lenin’in doğrudan Marx-Engels’i kendi orijinalitesine göre kavrayıp uygulayışı gibi, Muhammed de İbrahim geleneğini, İsrailoğullarının biriktirişlerinden de yararlanarak doğrudan kendi Hicaz orijinalliği içinde kavrayıp uygulamıştı. Ama o, bin yıllar, yüzyıllar boyu peygamberler, masallar, esatider dolusu yeniden yeniden birikişler olmasaydı, Hz. Muhammed de Kur’an da bu denli ‘mucizevi’ sentezlerine ulaşamazdı. Elbette tarihi yürüten fikirler değildir; asıl maddi temel: Açılmayı ve geliştirilmeyi bekleyen Güney Ticaret Yolu üzerinden gelişecek Hicaz Araplarının sınıflı topluma geçişi tarihsel devrim görevleriydi. Sosyal görevler, tarihin, toplumların başkalaşım ihtiyaçlarından doğarlar ve yeni toplumsal başkalaşımları getirirler.”
Kramer, Çığ ve yeni ateistler/agnostikler için okunduğunda nefret uyandıracak satırlardır bunlar. Onlar, Sümer’den İslam’a bir ilkellik anlatısı tasarlarken; Doktor, Marx’tan Lenin’e uzanan tarzda bir yükselme görüyor devrim tarihinde. İslam ve Lenin, analizde yan yana geliyor.
Karşı-Devrimci Teoriden Karşı-Devrimci Pratiğe
Bugün dünya genelinde, halkların üzerine kâbus gibi çöken “anti-terör konsepti”nin merkezinde 1960’ların sonunda ABD’de Bronx gibi işçi sınıfı semtlerinde uygulanmaya başlanılan sokak deneylerinin, yine ABD’de başlanılan cezaevi deneylerinin ve 70’lerin sonunda devreye alınan anti-terör konferanslarının ciddi etkileri vardır. Bu deney ve konferanslarda, sosyoloji, tıp, hukuk ve tarih disiplinleri kullanılır. Britanya’daki Tavistock Enstitüsü’nden devralınan faaliyet, ABD’de Pentagon ve CIA kontrolünde ilerler.
Bu deney ve konferansların olduğu dönemde, coğrafyamızdaki önemli örnekler arasında 1979’de Kudüs’te icra edilen Uluslararası Terörizm Konferansı, 1983 ve 1985’te İstanbul’da HZI ve CIA ortaklığıyla yapılan konferanslar ve Çığ’ın sahibi olduğu HZI Vakfı’nın hem devrimci hem de ülkücülerden oluşan siyasî tutuklulara uyguladıkları LSD gibi uyuşturucuların da dâhil edildiği ilâçlı deneyler, MK-Ultra çalışmaları bulunmaktadır. Öncelikle ABD’de yürütülen çalışmalar, oradaki demokratik gençlik hareketlerinin protestolarından dolayı Türkiye gibi daha “özgür” ülkelere kaydırılmıştı. Bu deneylerden dolayı yaşamını yitirenlerin ölüm raporlarına yer verilen Gözaltında Kaybolanlar isimli kitap toplatılmış, yazarı Kürşat İstanbullu ise bildiğimiz kadarıyla ülkeyi terk etmek zorunda kalmış, 2016 yılında Almanya’da yaşamını yitirmiştir.
Bahsi geçen deney ve konferanslarda, işçi sınıfına, Doğu’ya ve İslam’a ait değerler, her türlü “kötü, akıl dışı ve şiddet yanlısı” eğilimin sebebi olarak merkeze alınmıştır. Öyle ya İslam, modernizm yani bir anlamda tapınılan değer olan kapitalizm öncesi, “tarihsel geriliğin” tüm yükleri üzerinde taşıyan son büyük sistemdir! Bu dine inananlar, yani “radikaller/köktenciler”, medeniyete karşı şiddet potansiyeli taşımaktadırlar. Benzer biçimde işçi sınıfını iktidar yapma davasını güden devrimciler de dogmatik ve “hastadırlar”, gerekirse kimyasallarla “tedavi” edilmeleri gerekir ve hatta Çığ’ın beyanatına göre “bilim böyle ilerler.”
Söz konusu deneylerin yaygın olarak uygulandığı bir diğer alan da İsrail zindanlarıdır. Bu zindanlarda, her türlü kimyasal, psikolojik deney ve işkencenin tatbik edildiği artık sır değildir. Bölgemizde yürütülen bu ayaklanma bastırıcı faaliyetlerin iki merkezinin Türkiye ve İsrail olması pratik olduğu kadar teorik bir meseledir de.
Tevrat ve Kur’an, İbranîlik ile İslam arasındaki tarihsel farkı sözde bilimsel bir tutumla silmek, Sümer kökeninde arkeolojik, filolojik vb. işlemlerle birleştirmek, yaşanan tarihsel/toplumsal devrimin silinmesine yol açmaktadır ve bugünkü politik konum alışları da hatalı hâle getirmektedir. Bir İsrail sempatisi ya da en hafifinden bir sözde etik bilimsel “tarafsızlık”; bugün ülkemizde Filistin davasını kahir ekseriyetle savunan halka yutturulmak istenilen zokadır. Bu zoka, orta sınıflar tarafından çoktan yutulmuştur. Ortalık İsrail sevdalısı okumuşlarla doludur.
Bugün azgın ateistlerin, dünyanın en katı şeriat devleti olan İsrail’le hiçbir sorunlarının olmaması, kurulmuş terör konseptinin sonucudur. Bu konsept, devrime ve topluma düşmandır; atomize etmek ve bireylere bölmek için inşa edilmiştir, yeni ateistler ve İsrail de öyle. Bunlar terör konseptinin, dolayısıyla kapitalizmin bölgemizdeki ileri karakollarıdır. Emperyalizm ve Siyonizmin topraklarımızdaki nefes borusudurlar.
Kim Savunuyor, Kim Sözde Karşı Çıkıyor?
Muazzez İlmiye Çığ öldü. Onu savunanları sıralayalım: Perinçek partisi, Türkiye Yahudilerinin sesi olan Şalom. İki örnek çok açıklayıcıdır. Şalom yazarı, Çığ’ın düzene teorik hizmetinin farkında olarak şöyle diyor:
“Muazzez İlmiye Çığ’ın mirası, bilim dünyasında ve halkın hafızasında yaşamaya devam edecek. Onun rehberliğinde, tarih ve mitolojinin derinliklerinde dolaşırken, insanlığın ortak hikâyesini bir kez daha keşfedeceğiz….. Işıklarda Uyusun..”[5]
Kıvılcımlı’nın “bezirgân ikiyüzlülüğüyle kudurup kudurtulan” sağcı örneği olarak sözde Çığ’ı eleştiren Haşmet Babaoğlu ile kayıkçı dövüşüne[6] giren Aydınlık geleneğine ait Kaynak Yayınları’nın yıllardır Muazzez İlmiye Çığ’ın karşı-devrimci kitaplarını yayımlaması tesadüf değildir. Karşı-devrimci teori olmadan karşı-devrimci pratik de olmaz. Bugünkü Aydınlık gazetesi ismini Şefik Hüsnü’nün Menşevik meşrep Batı-merkezci, sırtı Doğu’ya dönük Aydınlık gazetesinden alıyor. Bu çizgi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı partiden atan, pratikte önünü kesen, teoride “susuş kumkumasına” gömen çizgidir. Kıvılcımlı’ya karşı Çığ’ın teorisini yaymaları doğaldır. Sosyalistlerin isimlerini yayınlarında zikrederek hedef hâline getirenler Perinçek parantezine; bu aşamadan sonra onlara ince yöntemlerle işkence uygulanmasını akledenler Çığ parantezine alınabilir. Kaynak birdir; teori ortaktır, teoriye göre devrim tehlikelidir ve engellenmesi için her yol mubahtır.
Peki Çığ’ın işkenceci yönünü ön plâna çıkarıp teorik kaynağını görmezden gelenler? Örneğin Orhan Gökdemir.[7] Tumturaklı laflarla CIA, Çığ ve kardeşinin işkenceci yönlerine vurgu yapıp duruyor. İş onların laikliğine geldiğinde ise, gerçekten laik olmadıklarını ifade edip kendi tezadından sıyrılıyor güya.
Mesele teorik ve pratiktir. Bunu Aydınlanma Tarikatı diye kitap çıkarıp bugün o tarikata mensup olan Gökdemir de bilmektedir. Çığ vakasında neredeyse solun “referans kaynağı” hâline gelen Gökdemir’in tutumu meselenin özeti gibidir. Esasen geldiği noktada, Çığ’ın temsil ettiği tarih tezini tekrar etmektedir.
Sosyalizm kavgasına, gençliğimize, toprağımıza çöken aydınlanma tarikatından, onun sağ ve sol kanatlarından kurtulmadan; ne Çığ’ı gömebilir ne de onun teorisinden ve pratiğinden kurtulabiliriz.
Kolektif
19 Kasım 2024
Dipnotlar:
[1] Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, Kaynak Yayınları, 9. Baskı, 2005, İstanbul, s. 19 vd. Esasen bu kitabın her bir sayfasına atıf yapılabilir zira kitap bir malumat yığını ve cümle karşılaştırmaları hâlinde ilerliyor; yöntemsiz bir yöntemlilikten bahsetmek gerek; diyalektik materyalist tarih anlayışına alan kapatan bir yöntemden.
[2] Hikmet Kıvılcımlı, Allah Peygamber Kitap, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İkinci Baskı, 2015, İstanbul, s. 27 vd.
[3] Umut Doğan, “Tema’nın Ana Teması, Düzenin Sigortası, Gençliğe Tuzak: Agnostisizm”, 14 Temmuz 2024, Sosyalizm.
[4] “Nihilist Materyalistler”, 18 Temmuz 2024, Sosyalizm.
[5] Canan Nacar, “Kadim Bilgeliğin Işığında..”, 18 Kasım 2024, Şalom.
[6] “Haşmet Babaoğlu, Çığ’ı hedef aldı: ‘Evet, Cumhuriyet kadını budur’”, 19 Kasım 2024, Aydınlık.
[7] Orhan Gökdemir, “Bizim sevgili hastalığımız”, 6 Temmuz 2019, Sol. Gökdemir’in bol malumatlı yazısının altında yatan yüzeysellik ve aslında teoride Çığ’a verdiği önem yazıya yansıyor, örneğin Çığ’ı “Profesör” zannediyor. Çığ’a atfedilen ve yüklenen gerçek dışı payeleri ise ciddiye almamak gerekiyor. Ne Türkiye dışında bir tanınırlığı vardır ne de “Sümerler Türktür” gibi tezlerinin bir karşılığı. Ülkemizdeki şişirme “aydın” tiplemelerinden biridir.